Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Corc Habaş: Devrim ve direniş üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz metin, Filistin ve Arap halkının Siyonist işgal karşıtı direnişinin tarihsel önderlerinden, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) kurucu lideri Corc Habaş’ın 17 Mart 1973’te Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta “Filistin’in Che Guevara’sı” olarak bilinen Muhammed Esved ve beraberindeki yoldaşlarının ölümlerinin ardından yaptığı konuşmasından.

Habaş, bu tarihi konuşmasında üç yoldaşının kaybının yarattığı hınç ve öfkeyi hitabet sanatının güçlü bir örneğine dönüştürerek, yas sürecini, zafer için gereken tüm teknik, stratejik ve diyalektik örgütlenmeyi içeren militan bir direnişe evriltmenin yol haritasını ortaya koyuyor. Konuşmanın satır aralarında, uzun süreli bir halk savaşı stratejisinin doğasında “ölümle derin bir yoldaşlık” kurmanın olağan olduğu vurgusunu yakalamak mümkün; fakat aynı zamanda, her bir devrimcinin hayatına verilen değerin ve zaferin ancak bu değerle birlikte geleceğinin izleri de belirgin.

“Rüyaları bile görevle dolduran”, ölümü yiğitçe göğüsleyen bir direniş geleneğinin önderi olan Habaş’ın “şehadet”, devrim ve direnişe dair yaptığı bir konuşmanın aynı zamanda zafere dair tefekkür olduğunu ve zafere sarsılmaz bir umudu içerdiğini hatırlatmaya ayrıca gerek yok.

Okur, Habaş’ın yoldaşı Gassan Kanafani’nin ölümünden çok az bir vakit önce söylediği “Devrimci eylem için kendini feda etmek, yaşamı insana layık hale getirme mücadelesidir” sözlerini de bu kapsamda değerlendirebilir. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Şehadet, devrim ve direniş üzerine: “Üstesinden Geleceğiz”

Corc Habaş
Ebb Magazine
7 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Kardeşler,

Cesur şehidimiz “Gazze’nin Guevara’sı”ına ve onun iki yoldaşı Kamil ve Abdül Adi’ye karşı görevimiz nedir? Ebu Ali Aya, Gassan Kanafani, Mahmud Hamşari ve Filistin devrimi için yaşamını ortaya koyanlara, tüm şehitlerimize karşı görevimiz ve sorumluluğumuz nedir? Onların anne babalarına, ailelerine ve şu anda sevgilerinden mahrum olan eşlerine ve çocuklarına karşı sorumluluklarımız nelerdir? Davaya, onların davasına, devrime, kitlelere ve ezenlere karşı ezilenlerin davasına karşı görevlerimiz nelerdir? Ülkelerinden sürülmüş ezilen halklara karşı görevlerimiz nelerdir? Son 50 yıldır fedakârlıktan bir an olsun vazgeçmeyen, emperyalist düşmanlara, insanlığın ve özgürlüğün düşmanlarına karşı mücadele eden halklarımıza karşı görevlerimiz nelerdir?

Yoldaşlar, işte bu şehitlere karşı görevimiz, olayları açık şekilde kavramak, davamızı net şekilde görmek, ilan etmek ve devrimimizin bu şekilde sürmeye ve var olmaya devam edeceğine ve dünyadaki hiçbir gücün, Filistin ve Arap halklarına hükmedecek kudrette tek bir gücün olmadığının ışığında harekete geçmektir.

Düşmanın bu özel aşamadaki planlarının merkezi noktası (siyasi hareketlerini ve komplolarını bir kenara bırakacak olursak) saflarımıza şüphe tohumları ekmek; aramızda ve halk arasında umutsuzluk yaymaktır. Şüpheye kapılan kitlelerin devrimlerini, devrimlerinin etkinliğini ve halkların kurtuluş mücadelesinin stratejisini sorgular hale gelmesi düşmanın temel hedefidir. Bizim görevimiz ise, bilimsel farkındalık yoluyla bu planı boşa düşürmektir.

Nasıl ki Vietnam halklarının kurtuluşçu askeri stratejisi emperyalist düşman karşısında zaferi getirdiyse, aynı stratejinin Filistin ve Arap topraklarında uygulandığında da yenilmezliği getirdiğini söyleyeceğiz.

Emperyalizmi dize getiren Vietnam devrimi, devrimci eylemimizi emperyalist düşmanlara karşı yönlendirecek olan temel devrim gerçeğini tavzih etmiştir. Peki, Vietnam devriminin asli gerçekliği nedir? Tek bir ulusal birleşik cephe altında tek bir devrimci örgüt, mümkün olduğunca çok sayıda insanın seferber edilmesine ve savaşma sanatının ustaca bilinmesine dayanan, ittifaklarını uluslararası düzeye taşıyan adil bir devrimci savaşa önderlik eden bir halk… Ancak böyle bir halk zafere ulaşma ve emperyalizmi ezme kudretine sahiptir.

İşte Vietnam devriminin temel gerçeği budur. Dürüst insanlar için, devrimciler için, örgütler için ve devrimlere önderlik edenler için bir örnektir.

Peki Vietnam halkı, zaferden hemen önce devrimlerinin karşılaştığı krizler karşısında nasıl bir tutum aldı? Aralık ve ocak aylarında Nixon dünyaya Vietnam devriminin tüm hedeflerine ulaşmadığını kanıtlamak istemişti. Amerikan birliklerinin Vietnam topraklarından çekilmesinin onurlu bir davranış olduğunu öne sürme çabasındaydı. Daha önce Paris’te imzalanan anlaşmayı reddetmiş ve o anda Vietnam’ın üstüne yüzlerce bomba yağmıştı; Haiphong’a ve özellikle Hanoi’ye. Yanılmıyorsam, bu süre zarfında (yaklaşık 2 hafta) İkinci Dünya Savaşı boyunca İngiltere’ye atılan bomba ve diğer öldürücü düzeneklerle eşdeğer sayıda patlayıcı Vietnam’a karşı kullanıldı. Bu durumda Vietnam komutanlığının tavrı ne oldu peki? Sınırlarda savaşmayı mı bıraktı? Elçiler aracılığıyla New York’a onur kırıcı talepler mi iletti? Ne yaptı? Nasıl davrandı? Vietkong’un yok edilmesi gereken sabotajcılar olduğunu mu söyledi mesela? Hayır, General Giap [Võ Nguyên Giáp] emperyalistlere şöyle dedi: “Haiphong’u ve Hanoi’nin tamamını yok edebilirsiniz, her şeyi, taş üstünde taş bırakmadan yerle bir edebilirsiniz ama bizim savaşma irademizi asla bitiremezsiniz.”

Bugün, “Gazze’nin Guevara’sına” karşı yükümlülüğümüz, “Guevara”yı, Abdül Adi’yi, Ebu Ali’yi, Gassan Kanafani’yi, Mahmut Hamşari’yi ve daha nicelerini öldüren, devasa gücüne, silahlarına, uçaklarına ve tüm gücüyle üzerimize yöneltebileceği üstün teknolojisine rağmen Siyonist-emperyalist-gerici düşmana karşı asla silah bırakmamaya önce kendi aramızda, sonra da halklarla birlikte ant içmektir. Düşman beklenmedik yeni saldırılar düzenleyebilir, ama mücadele azmimizi asla yok edemeyecektir.

Bu şekilde zaferi nasıl getireceğiz?

Milyonlarca Filistinli çocuk zaferi nasıl tadacak?

Elli yıllık deneyimin ardından, Arap ulusumuzun yüz milyon çocuğu silahlı mücadeleyi sürdürme kararlılığında olduğunda ve kurtuluş için halk savaşının devrimci doktrini ve savaş stratejisini benimsediğinde kazanmış olacağız.

Şehitlerimize karşı ilk yükümlülüğümüz bu [yalın] gerçeği tespit edebilmektir. İkincisi, tüm hatalarına ve aldığımız darbelere rağmen devrimin son dönemde kaydettiği ilerlemenin (genel bir değerlendirmeden sonra) tam bilincinde olmaktır.

Son yıllarda atılması gereken son adım, Filistin ve Arap halklarını, Filistin ve Arap devriminin nihai hedeflerine doğru dev bir adım atmaya yönlendirmektir. Bu gerçek, Siyonist liderlerden birinin “Filistin direnişi, çözümün önündeki en büyük engeldir” sözleriyle bizzat düşman tarafından dahi kabul edilmektedir.

Tüm hatalarına rağmen, son 50 yıldır kendisine karşı kurulan tüm komplolara rağmen, Filistin devrimi, ne pahasına olursa olsun teslim olmamaya kararlı bir halkın davası olduğunu tüm dünyaya kanıtlayabilmiştir. Düşman bile bunun farkındadır.

Şehitlerimize karşı üçüncü ve en önemli görevimiz ise, geleceğimizi tam bir berraklıkla düşünmek ve belirlenmiş bir gündem doğrultusunda ilerlemek ve harekete geçmektir.

Konuşmamızın içi boş retoriklerden ibaret olmaması, bizi zafere götürecek hakiki bir güce dönüşebilmesi için siyasal programımızı tam olarak kavrayabilmemiz gerekiyor. Şayet Filistinli örgütler ve liderleri devrimlerini gerçekten sürdürmek istiyorlarsa, bu yolu izleyerek, yapılarını teorik, politik ve örgütsel altyapı bağlamında yeniden gözden geçirmeleri şart. Bu, söz konusu yapıları güçlendirmek ve düşmanın her türden komplosuna karşı koyabilecek bir düzeye taşıyabilmek için olmazsa olmazdır.

Geçmiş deneyimlerimizin bize en azından bir ders dahi vermemiş olması kabul edilemez. Her bir örgütü ayrı ayrı ve genel hatlarıyla direnişçilerin büyük bir kısmını da göz önünde bulundurarak bir an önce soruşturmamız gerekiyor. Ayrıca gerilla örgütlerinin yöneticileri ve liderleri, teori, politika ve örgütlenme düzeyinde kitleler için gerçek bir örnek teşkil edecek şekilde eğitim sürecine öncülük etmelidir.

Sadece duygular ve retoriklerle zafere ulaşılamaz. Tarihi bir görevle karşı karşıya olan örgütler kendilerini bu temeller üzerine inşa etmeli. Teorik, politik, örgütsel ya da pratik, misyonu zayıflatan her türden zaaf bir kenara bırakmalıdır. Bir direniş hareketinde, savaşçılar halka örnek olmalı, vakitlerini onları aydınlatmaya ayırmalı ve onların davaya olan inancını perçinlemelidirler. Önemli olaylarda, krizlerde ve zor zamanlarda halkın yanı başında olmalı ve kendilerini halka hizmete adamalıdırlar. Bu imaj geçmişte mevcut olmadığı gibi, şimdi de yok. O halde ilk görevimiz, direniş içindeki her türden zayıflığı ortadan kaldırmak amacıyla kendi örgütlerimizin kalbinde kendimize karşı bir savaş yürütmektir.

Tam da bu sebeple her örgütün, üyeleri ve liderleri tarafından uyandırılması gereken yeni güçler bulması bir zorunluluktur. Bu güçler, açık ve kamuoyu önünde faaliyet gösterdiğimiz dönemde edindiğimiz tüm alışkanlıklara karşı isyan ederken doğrulanmalıdır. Tüm bürokratik özelliklerimizi bir kenara bırakalım ve devrimin kaynağına, yani halka dönelim, onlarla bir arada yaşayalım, kendimizi onlara adayalım, onlara siyasi bir bilinç kazandıralım ve tarihi görevler üstlenebilecek tarihi bir güç yaratalım.

Bu bizim öncelikli hedefimizdir, ancak tek başına yeterli değildir. Bir örgütün gelecek tasavvurunu yalnızca kendisiyle sınırlandırması kesinlikle kabul edilemez bir suçtur.

Filistinli örgütlerden oluşan Filistin ulusal cephesi merkezi ve temel hedef haline gelmelidir. Bütün hareketlerin yönünü belirleyen ana eksen olmalıdır. Birtakım deneyimler elde edildikten sonra, direniş, devrimci pozisyonlarını açık ve kararlı şekilde tanımladığında, Filistinli örgütler arasındaki ilişkiler [zaten] eskide olduğu gibi kalmayacaktır.

Halk Cephesi, farklı örgütlerden tüm samimi yoldaşlarımızla birlikte, tüm yetkisini ve çabasını ulusal birlik sorununu adım adım ilerletmeye adayacağını burada huzurunuzda tüm samimiyeti ve dürüstlüğüyle beyan eder. Bu, önümüzde duran bir yükümlülüktür.

Karşıdevrimci düşman güçlerin şu andaki planlarından biri de Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) yok etme ve yerine Filistinli hainleri geçirmektir; böylece bahsi geçen zatların Filistin halkını temsil ettiğini söyleyebileceklerdir.

Böylesi bir durumda, FKÖ’yü desteklemek, onun siyasi standartlarını ve özellikle de idari ve askeri aygıtlarını geliştirmek için çaba göstermek bizim görevimizdir. Dahası, bu örgüte böyle bir görevle yüzleşmesi için gereken niteliği kazandırmak için örgüt içinde de mücadele etmeliyiz. Ulusal birlik siyasetine örgütler arasındaki temel ittifaklar da eşlik etmelidir ki böylece işgal altındaki Filistin’de, Ürdün’de ya da Arap ülkelerinde devrimin ilerleyişi üzerinde olumlu bir etki yaratabilsin.

İçinde bulunduğumuz zayıflıktan kurtulduktan ve teorik, politik ve örgütsel düzeyde yapılarımızı güçlendirdikten sonra, yani her örgüt yeni ve daha zorlu bir aşamaya hazırlandıktan ve tek tek örgütler sekter bakış açısıyla değil, ulusal birlik davasının çıkarına hareket ettikten sonra üçüncü hedefimiz, (örgütlerin ya da bu örgütlerden oluşan ulusal cephenin değil) sadece halkın kendisinin tek başına zaferi getirebilecek ve tarih yazabilecek güce sahip olduğunu sürekli akılda tutmaktır. Burada “halk” derken Caabari ya da Enver Nuseybe gibi figürleri kastetmiyorum, çünkü onlar Filistin halkımızın bir parçası değiller. Onlar her az gelişmiş ülkede egemen sınıfı oluşturan yüzde 4’lük kesime aitler. Filistin halkımızın yüzde 96’sı ise bahsi geçen kitlelerdir işte. Yani, halkımızın yoksulları, kamplardaki işçi sınıfı, köylüler, öğrenciler, devrimci aydınlar, hekimler ve sağlık emekçileri ve tüm onurlu ve yurtsever insanlar… Kadınlar ve çocuklar, yaşlılar ve gençler, fiili durumları ne olursa olsun, tüm bu insanlar durmak bilmeksizin gösterdiği emek ve çabalarıyla zaferi getirecek gücü yaratmamızı sağlayacaklardır. Unutmayalım ki bu siyaset, kitlelerin siyaseti, devrimci hareketin şu anda karşılaşabileceği tüm olası zorluklarla baş edebilecek temel siyasettir.

Filistin halkının içinde bulunduğu özel koşullar, dünyanın dört bir yanına dağılmış bu nüfusun her bir yoğunluğu arasında bir ayrım yapmamızı zorunlu kılıyor. Bu bağlamda halkımız bazı avantajlara sahip. Bir kısmı her zaman kutsal topraklarımızda, işgal altındaki sevgili Filistin’imizde yaşamaktadırlar. Pek çok bakımdan nüfusumuzun bu kısmı en kayda değer olanıdır ve kuşkusuz direnişin gayretlerinden aslan payını almalıdır. 1,25 milyondan fazla Filistinli halen işgal altındaki Filistin’de; bunların 400.000’i ise kahraman Gazze bölgesindedir. Diğer 400.000 kişi ise 1948’den bu yana işgal altında olan bölgelerde yaşıyorlar. İsrail’in Filistinli kimliğini yok etmeye yönelik her türden çabasına karşı çıkmaya devam etmekte ve İsrail’in son 25 yıldır kendilerine uyguladığı ezici ırksal ve sosyal zulümlere boyun eğmeyi reddetmektedirler. Halkımızın 700.000’i ise Batı Şeria’da yaşamaktadır; bu da işgal altındaki Filistin’de 1,25 ila 1,5 milyon arasında, yani Filistin halkının yüzde 40 ila yüzde 50’si arasında bir nüfusa sahip olduğumuz anlamına geliyor.

Bir direniş hareketi olarak temel yükümlülüğümüz, en önemli ve asli unsur olan içerideki bu nüfusa yönelmektir. Bu insanların ikinci bir özelliği, kendilerini Filistin topraklarını işgal eden Siyonist düşmanla yüz yüze, doğrudan çatışma içinde bulmalarıdır. Bu doğrultuda, işgal altındaki Filistin’de daha önce gerçekleştirdiğimiz tüm faaliyetleri gözden geçirmeliyiz. Burada amaç, mümkün olan en kısa sürede onarmamız gereken çeşitli eksiklikleri tespit edebilmektir. Kitlelerin İsrail işgaline karşı eylemlerine ilişkin tasavvurumuzu askeri operasyonlarla sınırlamamalıyız. Kitleler aynı zamanda gündelik bir zulme de maruz kalıyorlar. İsrail işgali, sömürüde ısrara devam ediyor. İsrail’in tüm iddialarına rağmen, yapılan hemen her çalışma işgal altındaki Filistin’in İsrail malları için ikinci büyük pazar haline geldiğini ve Arap işgücünün İsrail endüstrisi tarafından fiilen sömürüldüğünü açıkça gözler önüne seriyor. Halkımız bu sömürüye gerçekten büyük bir öfke duyuyor. Bundan dolayı, işgal altındaki Filistin’de İsrail’e karşı askeri saldırılarımıza, halkın düşmana karşı gündelik savaşı eşlik etmelidir. [Ne var ki] böyle bir savaş, orada mücadele yürüten başlıca örgütler arasında gerçek bir birlik olmadan kapsamlı ve akılcı şekilde yürütülemez. Mesele bir ölüm kalım meselesi haline geldiğinde ya da devrim kendini bir yol ayrımında bulduğunda, artık dar kafalı bireycilik için yer yoktur.

Tüm güçlerimizi bir araya getirmeli ve bunları işgal altındaki Filistin topraklarında kurmayı amaçladığımız Filistin ulusal cephesinin etkili olabileceği şekilde uygulamalıyız. Bu cephenin kuruluşunu geniş kitlelerin zaman zaman İsrailli düşmana karşı sert darbeler indirebilen kitlelerin siyasi eylemleri takip etmelidir. Bu faaliyetler ise çok temel bir ilkeye uygun olmalı: Soğukkanlı olmalı ve can kaybına mal olacak maceralara atılmamalıyız. Her devrimcinin hayatına büyük bir kıymet vermeliyiz. Nihai zafere ancak bu şekilde ulaşacağız.

İşgal altındaki Filistin’deki eylemimiz, düşüncelerimizi tamamen ve radikal bir şekilde yeniden gözden geçirmemizi, düşmanın yeni planlarını hesaba katmamızı, geçmiş eylemlerimizi eleştirel bir gözle değerlendirmemizi ve Filistin devriminin mevcut aşamasındaki tüm koşulları irdelememizi gerektiriyor.

Şimdi ise Filistinli kitlelerin ikinci kısmı üzerine biraz konuşalım. Halkımızın ikinci önemli yoğunluğu şu anda Ürdün Nehri’nin doğu yakasında yaşıyor. Doğu Şeria’da ise 700,000-800,000’den fazla Filistinli bulunmakta, ki kabaca nüfusun yüzde 67 ila yüzde 70’ini oluşturuyorlar. İsrail işgaline karşı savaşmaları yasaklandıktan sonra, bu insanlar artık Ürdün’deki halkımızla omuz omuza savaşma hakkına ve görevine sahiptir. Bu görev ki, onları kendilerini hâlâ İsrail’e saldırmaktan alıkoyan hain ve düzmece Ürdün rejiminin yıkılmasını sağlamaktır.

Churchill’in hatıralarında da yer aldığı biçimiyle, bu rejim [Ürdün], 1920 yılında Filistin halkının Filistin’deki sömürgeci ve Siyonist komploya karşı mücadelesini bitirebilmek amacıyla Transürdün Emirliği’nin kurulmasıyla tesis edilmişti. Bu kukla oluşum, kuruluşundan bu yana Filistin halkına, mücadelesine ve devrimine karşı faaliyetlerinden asla vazgeçmedi. Ürdün rejiminin 1936 ve 1948’de oynadığı rol buydu. Ve 1970’teki “Kara Eylül”(*) sırasında bu sahte rejimin halkımızın devrimine ve Siyonist işgale karşı haklı ve meşru mücadelemize karşı oynadığı rolü hepiniz biliyorsunuz. Davamıza karşı sorumluluğumuz, Doğu Şeria’daki halkımızın, bu sahte rejimi yıkmak ve kitlelerin ayakları altında ezmek için her gün, her hafta, her ay, her yıl çalışan Ürdün ulusal kurtuluş hareketinin ayrılmaz bir parçası haline gelmesini gerektirmektedir.

Bunu, direniş hareketlerinin şu anda içinde bulunduğu meşakkatli durumun tamamen bilincinde olarak beyan ediyorum: Aldığımız ve bugün tekrar tekrar alacağımız darbelerin kesinlikle farkındayım. Direniş hareketinin boyutlarını ve etkisini azaltmaya yönelik mevcut manevraların; direniş hareketinin örgütleri ile halk kitleleri arasındaki ikiliğin tamamen farkındayım. Direniş hareketinin hatalarının da bilincindeyim, fakat aynı şekilde biliyorum ki, tüm hatalarına ve karşılaştığı tüm engellere rağmen, halkımızın devrimi sonunda zafere ulaşacaktır.

Burada sözünü ettiğim bu eylem planları elbette hemen şimdi uygulanamaz. Yarın, bir hafta ya da bir ay içinde uygulanmayacaklardır. Hepimiz bunlara inandığımızda ve bu inançla harekete geçip mücadele ettiğimizde hayata geçecekler ancak. Bu hepimizin önünde duran bir görevdir. Bu bağlamda tabanın yükümlülüğü, direniş hareketinin tüm liderleri üzerinde hakiki manada bir baskı uygulamaktır, böylece geçmiş deneyimlerden faydalanabilmemiz, dersler çıkarabilmemiz ve anlamlı bir ilerleme kaydedebilmemiz mümkün olacaktır.

Filistin halkımızı incelerken, dünyaya dağılmış olan bu nüfusun her bir yoğunlaşmasının kendine özgü niteliklerini de göz önünde bulundurmamız gerek. Bu noktada Filistin halkının üçüncü büyük yoğunluğu, sevgili Lübnan topraklarındadır. Yanılmıyorsam Lübnan’da 300,000 ila 400,000 arasında Filistinli yaşamaktadır. Şu anda bu yoğunluk, Filistin devrimi ve geleceği için özel bir tarihi sorumluluk taşıyor. Bu yaklaşık 400,000 kişilik nüfusun çocukları, kadınları, gençleri, yetişkinleri ve yaşlıları seferber edilip örgütlenebilirse, direniş hareketi zor anlarında geçici bir dayanak noktası olarak buraya sırtını yaslayabilir. Bu yükümlülük, mevcut değişkenlerin tam manasıyla kavranmasını gerektirmektedir. Bu talebi yalnızca Lübnan’daki Arap kitlelerle ve Lübnan yurtsever hareketiyle dayanışma ve kardeşlik içinde olduğumuzda karşılayabiliriz. Lübnan halkına ve direniş hareketini üstlenen Lübnan yurtsever hareketine teşekkür etmek ve minnettarlığını göstermek bizim için görevdir, Filistin halkının görevidir. Halklar ve yurtsever hareketler, Amerika direnişi yok edebilmek için ajanlarına gece gündüz para ödemesine rağmen, en azından şimdiye kadar bir katliamı önleyebileceklerini gösterdiler.

Filistin halkımızın Arap ülkelerinde ve dünya genelinde yoğunlaştığı yerler de mevcut. Filistin halkının dördüncü yoğunluğu Suriye’nin yanı sıra Arap Körfezi ve Arap yurtlarındaki diğer yerleşim bölgeleridir. Öte yandan Latin Amerika’da ve dünyanın diğer bölgelerinde de yaşayanlar bulunmakta. Bu nedenle her birini Filistin devriminin hizmeti için seferber edebilmek gerekir. Özellikle bu aşamada, kendilerini harekete geçirmeli. Filistin ve Ürdün’de Arap siyasetinin koşulları nedeniyle direniş hareketinin karşılaştığı zorluklar karşısında sorumluluklarının farkında olmalıdırlar. Tüm bunlar, kardeşlerim, Filistin devriminin gerçekten zafere ulaşabilmesi için eksiksiz bir planı gerektiriyor.

[Fakat] Filistin devrimi teorik, siyasi ve pratik olarak yeniden yapılandırılsa, birleşik bir Filistin ulusal cephesi hayata geçirilse ve bu cephe Filistin halkını gerçekten seferber edebilmeyi başarsa dahi, bunlar tek başına zaferi garantilemek için yeterli olmayacaktır.

Filistin devriminin kendine özgü bir yanı var. İşgalci Siyonist düşmanın ve onun emperyalizmle olan bağlılığının kendine has bir niteliği var. Arap dünyamızın bu bölümünde emperyalizmin petrol çıkarlarına özgü bir durum söz konusu. Benzer şekilde, Filistin davası ile Arap davası arasında da özel bir bağ mevcut. Bu nedenle 1967’den bugüne kadar olanlardan çıkarmamız gereken en büyük, ilk ve temel ders, Filistin devriminin Arap dünyamızın her köşesindeki Arap kitlelerinin devrimiyle bütünleşmediği sürece zafere ulaşamayacağıdır. Arap ulusu ve Filistin devrimini desteklemek üzere seferber olan Arap halkları, zafere ulaşabilecek gücü elinde tutmaktadır. Ve eğer yoldaşımız Guevara’ya ve hayatlarını ortaya koyanlara karşı sadakatimizi göstermek istiyorsak, yeni uluslararası düzende devrimci güçlerle ittifaklarımızın önemini hiçbir biçimde göz ardı edemeyiz. Tüm sosyalist devletlerle ilişkilerimizi sürdürme gerekliliğini de görmezden gelemeyiz. [Filistin devrimi], büyük Sovyetler Birliği, büyük Çin devrimi ve dünyanın dört bir yanındaki tüm sosyalist devletler ve ulusal kurtuluş hareketleriyle çok sağlam ilişkiler kurmalıdır. Bu ittifak, devrimimizin şu anda içinde bulunduğu krizden çıkmasını gerçekten sağlayacak etkili planlarla gerçeğe dönüşmelidir. Bu kılavuz ilkelerle gerçekten zafere ulaşacağız.

Eğer düşmanımız güçlüyse, gücümüzü tahkim ettikten sonra faydalanabileceğimiz zaafları da vardır. İsrail devleti ve onun temelleri eğretidir. Ürettiğinin dört katını tüketen bir devlettir. Bir askeri ve ekonomik güce sahipse, bunun nedeni şu anda 4 milyar dolarlık borç içinde olmasıdır. Bu kadar suni bir güce sahip bu denli yoksul bir devlet, gücünü ancak korkaklara ve bozgunculara karşı kullanabilir, hiçbir koşulda yoldaşlarımız “Guevara” ve Ebu Ali Ayad ile Filistin devrimi ve halkına karşı kullanamaz.

Devrimimiz tüm engellere rağmen zafer yolunda ilerlemeye devam edecektir. Yoldaşlar, bu, yoldaşımız ve şehidimiz Guevara’ya ve herkese karşı görevimizdir. Esenlikler dilerim.

DÜNYA BASINI

Fransa’da solcu Yeni Halk Cephesi için sırada ne var?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Fransa’da seçimlerden birinci parti çıkmasına rağmen Emmanuel Macron tarafından hükümet kurmasına izin verilmeyen sol koalisyon Yeni Halk Cephesi (NFP), Barnier hükümetini deviren ana unsurlar arasında yer alıyor. Ama tüm güçlü görüntüsüne rağmen, NFP hem içsel gerilimlerden muzdarip, hem de kendi programını uygulayabilecek bir çoğunluktan yoksun. Aşağıda çevirisini verdiğimiz analiz, bütünlüklü bir söylem üretemeyen NFP’nin muhtemelen bölüneceğine ve Le Pen liderliğindeki Ulusal Birlik’in (RN) öne çıkacağına işaret ediyor.


Yeni Halk Cephesi için sırada ne var?

Philippe Marlière
Dissent
9 Aralık 2024

Temmuz ayında Fransa’da yapılan erken genel seçimlerde sol partilerin koalisyonu Yeni Halk Cephesi (NFP) birinci gelerek Ulusal Mecliste 193 sandalye kazandı. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u destekleyen merkezci blok 166, aşırı sağcı Ulusal Birlik (RN) 142 ve merkez sağ Cumhuriyetçiler kırk yedi sandalye elde etti.

Üç tartışılmaz gerçek göze çarpıyor. Birincisi, Macron’un iktidar koalisyonu seçimi kaybetti. İkincisi, Macroncuların ve solcuların belirleyici ikinci turda taktiksel oy kullanmaları ve stratejik olarak adaylarını geri çekmeleri, ilk turda en fazla oyu alan RN’nin seçimi tamamen kazanmasını engelledi. Bu “cumhuriyetçi cephe” stratejisi tüm beklentilerin ötesinde işe yaradı: RN, tüm partiler arasında en fazla oyu almasına rağmen sandalye sayısı bakımından üçüncü oldu. Sonuç olarak, seçim askıda bir parlamento ile sonuçlandı ve siyasi bir muamma yarattı. NFP Ulusal Mecliste en fazla sandalyeyi kazandı ama mutlak çoğunluktan neredeyse 100 sandalye eksik kaldı.

Manevra alanı sınırlı olan NFP, devlet memuru Lucie Castets’i başbakan adayı olarak öne sürdü. Ağustos ayında Macron, hükümetinin derhal bir güvensizlik önergesine boyun eğeceği gerekçesiyle Castets’in adaylığını reddetti. Bu, cumhurbaşkanının anayasal yetkilerinin tartışmalı bir yorumuydu. Bir NFP hükümetinin hızla gensoru alıp almayacağı ya da uzlaşmaya zorlandığında çöküp çökmeyeceği önemsizdir. Oylarını aşırı sağı yenmek için kullanan vatandaşlar bunu öğrenmeyi hak etti.

Gerçek şu ki Macron emeklilik reformunun geri alınmasını istemedi, bu yüzden sağa döndü ve Avrupa Birliği’nin eski Brexit baş müzakerecisi Michel Barnier’i atadı. Barnier, oyların yüzde 5,4’ünü alan ve cumhuriyetçi cephe stratejisine katılmayı reddeden bir parti olan Cumhuriyetçiler’in bir üyesi. Başında bulunduğu azınlık hükümetinin hiçbir siyasi meşruiyeti, birliği ve solu görevden uzak tutmak dışında gerçek bir amacı yoktu.

Ekim ayında Barnier, hükümetinin kamu açığını GSYİH’nin yüzde 6,1’inden yüzde 5’ine çekmeyi amaçlayan 2025 bütçe tasarısını sundu. Tasarı vergi artışları ve yarısı devlet bütçesinden, geri kalanı sosyal güvenlik ve yerel yönetimlerden karşılanmak üzere 40 milyar Avroluk harcama kesintisi içeriyordu. Ulusal Mecliste tasarıyı ileriye taşıyacak çoğunluğa sahip olmayan Barnier, başbakanın oylama olmaksızın yasa çıkarmasına olanak tanıyan Anayasanın 49.3 maddesini kullanmak zorunda kaldı. Solun gensoru önergesi vermekten başka çaresi kalmamıştı. Barnier’in RN’nin kilit bütçe taleplerini kabul etmesine rağmen Marine Le Pen, 4 Aralık’ta hükümete güvensizlik oyu vermek için solla birlikte oy kullanmaya karar verdi. Bu, 1962’den bu yana ilk başarılı gensoru önergesiydi ve Barnier, 1958’de Beşinci Cumhuriyet’in başlangıcından bu yana en kısa süre görev yapan başbakan oldu.

Barnier hükümetinin düşmesinden bir gün sonra Macron canlı yayına çıkarak 2027’deki görev süresinin sonuna kadar iktidarda kalacağını ve kısa süre içinde yeni bir başbakan atayacağını söyledi. Bu da sola bir hükümet kurma ya da en azından bir koalisyona katılma şansı verdi. Geçen yaz sol, Ulusal Meclis’teki en büyük bloğu kazanmasının ardından göreve getirilmediği için anlaşılabilir bir şekilde öfkeliydi. Boyun Eğmeyen Fransa (LFI, NFP koalisyonundaki en radikal parti) lideri Jean-Luc Mélenchon, Macron’un seçimi “çaldığını” ilan etti ve cumhurbaşkanının görevden alınması çağrısında bulundu. Yine de NFP muhalefette kalmaya devam etti.

Bundan sonra ne olabileceğine dair üç olasılık var. Birincisi bir NFP hükümeti. Macron solun hedeflerine derinden karşı çıkmaya devam ettiği için bu en az olası senaryo. Sol bir hükümet, milletvekillerinin yüzde 70’i aşırı sağcı değilse bile muhafazakâr iken ilerici yasaları nasıl geçirebilir? Bu, NFP’nin cevabını bulamadığı zor bir soru. İkincisi, Macroncular ve Cumhuriyetçilerden oluşan bir koalisyona liderlik etmesi için bir Barnier 2.0 atanması. Böyle bir atama halkın öfkesini daha da artırabilir ve kaçınılmaz olarak Macron’un göze alamayacağı yeni bir güvensizlik oylamasına yol açabilir.

Üçüncü olarak, merkez soldan bir ismin liderliğinde bir koalisyon hükümeti kurulabilir. Sosyalist Parti (PS) lideri Olivier Faure, sağ ile uzlaşmaya açık solcu bir başbakanın atanabileceğini ima etti. Bu kişi, gensoruya karşı dokunulmazlık karşılığında 49.3. Maddeyi kullanmadan hükümet etmeye kararlı olacaktır. Burada bir sorun var: PS’den bazıları bir koalisyon hükümetini kabul edecek ama LFI bunu reddedecektir. Bu durum NFP ortakları arasında büyük gerilimlere yol açabilir ve hatta koalisyonu bölebilir.

Sosyalist ve Macronist milletvekillerinin toplam sayısı (Macron’un merkezci müttefikleri de dahil olmak üzere) 252’yi bulacaktır ki bu da mutlak çoğunluğun (289) altında kalacaktır. Fakat Cumhuriyetçiler yeni koalisyona karşı çekimser oy kullanırsa bu yeni azınlık hükümeti işleyebilir; LFI ve RN birlikte hükümeti düşürmek için yeterli oya sahip olmayacaktır. PS böyle bir koalisyon hükümetine ancak yeterli sayıda Yeşil ve Komünist milletvekilinin de katılması halinde katılacaktır; Sosyalistler NFP’yi yıkan güç olarak görülmek istemiyorlar. Bu dağınık ve oldukça olasılık dışı senaryo, solun şu anda siyasi etki için en iyi şansı olabilir.

Birleşik Bir Sol

NFP, Macron’un Ulusal Meclisi feshetmesinin ardından 13 Haziran’da kuruldu. Fransız solunun dört ana partisinden oluşuyor: PS, Ekolojistler, Komünist Parti (PCF) ve LFI. Mayıs 2022’de parlamento seçimleri öncesinde kurulan ve LFI’nın Hamas’ı terör örgütü olarak sınıflandırmayı reddetmesinin ardından Ekim 2023’te dağılan Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Birliğine (NUPES) benzer bir seçim ittifakı.

NFP, adaylarından radikal bir sosyal demokrat platformu desteklemelerini istedi: Macron’un emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran emeklilik reform yasasını çöpe atmak; asgari ücreti ve kamu sektörü maaşlarını artırmak; temel gıda maddeleri ve enerji fiyatlarını dondurmak ve tüm bunları finanse etmek için bir servet vergisi getirmek ve en yüksek gelirlilerin gelir vergilerini artırmak.

NUPES ve NFP koalisyonları kısmen Sosyalistlerin son dönemde sola dönmesiyle mümkün oldu. Bir zamanlar baskın bir siyasi güç olan PS, Sosyalist seçmenlerin büyük bir kısmının Macron ya da Mélenchon için partiyi terk etmesiyle 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ezici bir yenilgiye uğradı. Buna karşılık Olivier Faure, ekonomi ve kanun ve düzen konularında sürekli sağa kayan François Hollande’ın cumhurbaşkanlığından uzaklaştı. Bu değişim faydalı oldu: PS geçtiğimiz haziran ayında yapılan Avrupa seçimlerinde tüm sol partiler arasında en fazla oyu aldı ve temmuz ayında Ulusal Meclisteki milletvekili sayısını ikiye katladı.

Sosyalistlerin bu göreceli yükselişi, Mélenchon’un popülaritesi düşerken gerçekleşti. İki yıl önce NUPES, başbakanlık için LFI liderinin arkasında toplanmıştı fakat bu kez partinin ortakları onun adaylığını kesin bir dille reddetti. Yarım asır önce François Mitterrand’ın PS’sinde yaşananlara benzer bir duruma tanıklık ediyor olabiliriz. Parti 1972’de, o zamanlar solun hakim partisi olan PCF ile bir seçim anlaşması yapmıştı. 1978’deki parlamento seçimlerinde PS, Komünistlerden daha fazla oy almıştı. Mitterrand’ın stratejisi plana uygun olarak işledi: solun birleştiği bir ortamda seçmenler daha ılımlı olan partiyi tercih etti.

Son seçimlerde birinci parti çıkmasına rağmen, sol azınlık bir güç olmaya devam ediyor. Kamuoyu yoklamaları ve akademik araştırmalar Fransa’nın göç, cinsellik, cinsiyet eşitliği ve idam cezası gibi konularda eskiye kıyasla daha liberal ve daha hoşgörülü olduğunu gösteriyor. Fakat bu eğilim sandıkta sola destek olarak yansımadı. Aksine, solun gücü azaldı. 2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda sol adaylar birlikte oyların yüzde 44’ünü almıştı. Bu oran 2022’de yüzde 32’ye düştü. Son yedi yıldır muhalefette olmasına rağmen sol, seçimlerde toparlanma belirtisi göstermiyor. 2024 yasama seçimlerinde NFP’nin dört partisi ilk turda oyların yüzde 28,1’ini, ikinci turda ise yüzde 25,7’sini aldı. Bu rakamları RN’nin ilk turda aldığı yüzde 33,2 ve ikinci turda aldığı yüzde 37 oyla karşılaştırın. Oyların üçte birinden azını alan birleşik sol gerçekten de bir azınlık bloğu.

Dahası, RN’ye verilen destek sosyal kategoriler arasında sola verilen desteği aşıyor. Avrupa Parlamentosu ve 2024 seçimlerinden sonra yayınlanan bir araştırma, özel sektör çalışanlarının yüzde 23’ünün parlamento seçimlerinde NFP’ye oy verirken, yüzde 42’sinin RN’ye oy verdiğini gösteriyor. Mavi yakalı işçilerin yüzde 22’si NFP’ye, yüzde 41’i ise RN’ye oy verdi. İşçilerin büyük bir kısmı oy kullanmıyor, fakat bu grubun seçimlere katılımının solun oy oranını artırıp artırmayacağını göreceğiz. RN son zamanlarda beyaz yakalı mesleklerde de başarılı olmaya başlamıştır. Kamu sektörü çalışanları arasında (solun geleneksel kalesi) sadece öğretmenler hâlâ solu destekliyor. Kamu sektörü çalışanlarının yüzde 36’sı RN’ye, yüzde 25’i ise NFP’ye oy verdi ki bu da geleneksel olarak kamu hizmetlerini savunan bir sol için endişe verici bir eğilimdir. Kamuoyu yoklamaları halkın bu hizmetlere talep gösterdiğini ama seçmenlerin çoğunluğunun solun bu hizmetleri iyileştireceğine ya da modernize edeceğine güvenmediğini ortaya koyuyor.

Mélenchon Sorunu

Jean-Luc Mélenchon 1976’dan 2008’e kadar PS üyesi ve parti yetkilisiydi ve Lionel Jospin hükümetinde bakanlık yaptı. Mitterrand’ın en yorulmaz savunucusu olan Mélenchon, özünde Fransız cumhuriyetçiliğinin değerlerinden ilham alan bir sol milliyetçi. Sosyal ve ekonomik konularda ise bir sosyal demokrat. Bugün yaygın olarak aşırı solcu bir politikacı olarak kabul edilen Mélenchon’un retorik radikalizmi, PS’nin sürekli sağa kaymasıyla açılan seçim alanından faydalanma stratejisinin bir parçasıdır. Üç etkileyici başkanlık kampanyasından sonra Mélenchon’un popülaritesi azalıyor gibi görünüyor. Fakat yine de sol siyaset üzerindeki sıkı kontrolünü sürdürüyor.

Mélenchon, üyelerinin yönetim organlarını seçme ya da önemli kararlara muhalefet etme yetkisi bulunmayan bir hareket olan LFI’nın kendi kendini tayin eden lideridir. Son zamanlarda iç demokrasinin yokluğunu kınayan LFI üyeleri sert sonuçlarla karşılaştı. Özellikle Mélenchon’un PS yıllarındaki iki tarihi müttefiki Alexis Corbière ve Raquel Garrido, feminist ve radikal sol bir figür olan Clémentine Autain ve kuzey Fransa’nın beyaz işçi sınıfı bölgesinden milletvekili seçilen tanınmış bir gazeteci olan François Ruffin olmak üzere, 2024 yasama seçimleri öncesinde birçok yüksek profilli milletvekili eleştirel yorumlarda bulunduktan sonra hareketten ayrıldı ya da tasfiye edildi.

Mélenchon 2008’den bu yana radikal solun farklı kesimlerini seçim koalisyonlarına dahil ederek birleştirmeye çalıştı. 2016’da halk ile elit kesim arasındaki bölünme teorisine dayanan popülist bir strateji benimsedi. Bugün Mélenchon’un sistem karşıtı söylemi, pek çok kişinin de belirttiği gibi, aşırı sağın repertuarı ile benzerlikler taşıyor. RN’den farklı olarak LFI ırkçılıkla mücadele ediyor ve çok sayıda kişi için sosyal reformları teşvik ediyor. Ama her iki parti de “elitlere” karşı aynı abartılı dili kullanıyor, siyasi kişilikleri (genellikle Macron’u) şeytanlaştırıyor, halkın öfkesini kışkırtıyor, komplo teorileri üretiyor (COVID-19 salgını sırasında hem LFI hem de RN’de aşı karşıtı duygular yükselişe geçti) ve ABD emperyalizmine karşı mücadele adına NATO’ya karşı çıkıyor.

Mélenchon, siyasi rakiplerine ve medyaya karşı düşmanlaştırıcı ve zaman zaman küfürlü bir retorik kullanarak, gençler, işçi sınıfı ve etnik azınlıklar da dahil olmak üzere siyasetten vazgeçmiş olanları harekete geçirdi. Fakat bu taktikler şu ana kadar sola seçimlerde fayda sağlamadı. Seçmenlerin çoğu LFI’yı “aşırı sol” bir hareket olarak görüyor ve uzlaşmaz yaklaşımı solcu müttefikleriyle sürekli bir gerilim kaynağı. Mélenchon’un tabanı küçük ve büyüyor gibi de görünmüyor. RN’in popülaritesi ve ana akım saygınlığı giderek artan Marine Le Pen’e karşı doğrudan bir seçimi nasıl kazanabileceğini hayal etmek zor.

Kayıp Bir Anlatı

Temmuz ayındaki seçim gecesinde Mélenchon, solun iktidara gelmesi ve “tüm programını” uygulaması gerektiğini ilan etti – NFP’nin mutlak çoğunluktan neredeyse 100 sandalye eksik olduğu düşünüldüğünde bu imkansızdı. Yeni başbakanın seçilmesi sürecinde de benzer bir siyasi yanılsama hüküm sürdü. NFP, koalisyon dışındaki unsurlarla geçici çoğunluklar oluşturmak zorunda olduğu gerçeğinden bihaber bir şekilde, bir aday üzerinde mücadele etmek için çok zaman harcadı. (Lucie Castets muhaliflerle temaslar kurulduğunu ve kendisinin “uzlaşmaya” hazır olduğunu ima etti ama bunların hepsi muğlak kaldı).

Macron’un Castets’i atamayacağı netleşince, destekçileri ve medya tarafından iki merkez sol adayın ismi ortaya atıldı. Bunlardan biri eski bir Sosyalist başbakan olan Bernard Cazeneuve idi. Diğeri ise Paris’in eteklerinde etnik çeşitliliğe sahip bir şehir olan Saint-Ouen’in genç Sosyalist belediye başkanı Karim Bouamrane idi. Macron’un her iki adayı da atayıp atamayacağını bilmiyoruz ama her iki isim de müsaitti ve bir koalisyon hükümeti kurmaya hazırdı. NFP liderleri sol birliğe zarar vereceği gerekçesiyle her iki ismi de reddetti ve Castets’e desteklerini yineledi. Gerçekte LFI her iki ismi de fazla “sağcı” olarak değerlendirdi ve PS de buna boyun eğdi. Macron’un sağa dönmek ve Michel Barnier’i atamak için bir bahaneye ihtiyacı olmasa da, Mélenchon bunu yapmasını kolaylaştırdı.

Şimdi Barnier hükümeti dağıldığına göre, sol bir kez daha denenmemiş bir alternatif olarak görünebilir. Fakat Barnier deneyi hiçbir azınlık hükümetinin uzun süre ayakta kalamayacağını göstermiştir. Eğer solun bazı kesimleri Cumhuriyetçiler ve Macron’un partisiyle bir koalisyon hükümetine girmeye karar verirse, bu NFP için büyük bir siyasi meydan okuma anlamına gelecek. Sonuç ne olursa olsun sol, siyasi tempoyu belirleyecek yeterli nüfuza sahip olmayan zayıf bir konumda kalacak.

Her şeyden önce bir seçim fiyaskosunu önlemeye yönelik bir koalisyon olan NFP’nin iddialı bir sosyal demokrat programı var. Sorun şu ki, birleştirici bir anlatısı yok. RN’nin ise her kesimden Fransız seçmen için giderek daha cazip hale gelen bir anlatısı var. Fransız toplumunu iki karşıt sınıfa ayırıyor: Bir tarafta çok çalışarak geçimini sağlayan ve vergi ödeyen “üreticiler” var. Diğer tarafta ise hem küreselleşmeden nemalanan ulusötesi iktisadi elitlerden hem de servetin yeniden dağıtımı ve sosyal yardımların “gayrimeşru alıcılarından” (göçmenler, yabancılar, Müslümanlar) oluşan “asalaklar” var. Bu anlatı, RN’nin kendisini, filozof Michel Feher’in deyimiyle, sömürücü zenginlere ve hak etmeyen yoksullara karşı “çalışkan Fransız halkını” desteklediği iddia edilen parti olarak konumlandırmasını sağlıyor. Ulusal elitlere ve uluslarüstü kurumlara (Avrupa Birliği gibi) yapılan saldırılar RN’nin mazlumların partisi gibi görünmesini sağlarken, göçmenlere ve yabancılara yapılan saldırılar seçmenlere sorunları için suçlayacakları birilerini veriyor. RN giderek namuslu Fransız vatandaşlarını önemseyen tek parti olarak görülüyor.

Buna karşılık sol, bir politika önerileri kataloğu ortaya koyuyor ama özgürleştirici bir anlatı ifade edemiyor. Solun sorunu birlik olmaması ya da iyi fikirlere sahip olmaması değil. Sol hiçbir zaman birlik olamadı ve muhtemelen hiçbir zaman da olamayacak. Politikaları mevcut koşullarda olabildiğince iyi. Zayıflığı farklı bir nitelikte. Liderleri ya seçmenlerin çoğu tarafından sevilmiyor (Mélenchon) ya da donuk (diğerleri).

Çoğu seçmen için anlamsız olan “kapitalizmden kopuş” gibi soyut vaatleri bir kenara bırakmanın ve bunun yerine işyerinde ve yaşam tercihlerinde somut özgürlük biçimleri için mücadele etmenin zamanı geldi. RN’ye oy veren milyonlarca kişi ırkçılıkla motive olmuş olsa da, beyaz işçi sınıfı veya kamu sektörü seçmenlerinden vazgeçmek çözüm değil. Bu seçmenlerin solu desteklemesinin üzerinden çok zaman geçmedi.

NFP, kentsel ve kırsal bölgelerdeki işçi ve orta sınıfları birleştiren ilerici bir anlatı bulmak zorunda. Bu kolay bir iş değil. Sendikalar ve dernekler aracılığıyla yerelde insanlarla yeniden ilişki kurmayı ve sosyal medyanın ötesine geçmeyi gerektiriyor. Bu hedefe ulaşmak için solun, 1971’de Mitterrand’ın PS’sinin yaptığı gibi, çeşitli siyasi gelenekleri kapsayabilecek baskın bir partiye –geniş bir cemaate– ihtiyacı var. Bu parti demokratik ve çoğulcu olmalı, radikalleri ve ılımlıları, “eski solu”, feministleri ve çevrecileri bir araya getirmelidir. Ağırlık merkezi sosyal demokrat olmalıdır. Abartılı sol dil ve sürekli ajitprop sadıklara hitap etse de çoğu seçmen için itici.

Fransız seçmenin kafası karışık ve öfkeli. Sol bu olumsuz havayı anlamalı ve ona göre tepki vermeli. İlkelerine sadık kalmalı ve Macronizme siyasi bir alternatif sunmalıdır ve bunu bir koalisyon hükümetinde başarmak kolay olmayacaktır – fakat solcu kampçılığı veya hizipçiliği de yardımcı olmayacaktır. Sadece pragmatik ve kararlı bir sol fark yaratabilir. Antonio Gramsci’nin çok kullanılan bir sözü mevcut koşullar için çok doğru: “Eski ölüyor ve yeni doğamıyor; bu ara dönemde çok çeşitli hastalıklı semptomlar ortaya çıkıyor.” Fransız solunun içinde bulunduğu durum özet olarak bu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Rus basını değerlendirdi: Beşar Esad sonrası Suriye nasıl olacak?

Yayınlanma

Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ), Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Suriye Milli Ordusu (SMO) üyeleri 8 Aralık’ta hükümet güçlerinin direnişiyle karşılaşmadan Şam’a girdi. Başbakan Muhammed Gazi el-Celali, el Arabiya kanalına yaptığı açıklamada, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın nerede olduğunun bilinmediğini söyledi.

Başbakan, hükümetin diğer üyeleriyle birlikte Suriye’nin başkentinde kaldı. Esad’la 7 Aralık’tan bu yana temas kurmadı ve başkenti ele geçiren silahlı muhalefetin komutanlarıyla görüşmelere başlayarak, Suriyelilerin özür seçimlerde seçeceği kişiye iktidarı barışçıl bir şekilde devretme sözü verdi.

Şam nasıl düştü?

Medya, Esad’ın Suriye başkentinden Lazkiye’ye doğru uçtuğunu ve IL-76 uçağının geri dönerek Humus yakınlarında radardan kaybolduğunu bildirdi.

Reuters, iki kaynağa dayandırdığı haberinde Suriye Devlet Başkanı’nın kaza sonucu ölmüş olabileceğini bildirdi. Aynı zamanda, ajansın muhatapları uçağın kaybolmasının mürettebatın yanıtlayıcıyı kapatması ve ardından uçağın radardan kaybolması nedeniyle olabileceğini de göz ardı etmedi.

The Wall Street Journal‘a göre, Devlet Başkanı’nın ayrılmasından kısa bir süre önce eşi Esma ve çocukları Rusya’ya, damatları ise BAE’ye uçtu.

Rusya Dışişleri Bakanlığı, Esad’ın muhalifleriyle yaptığı görüşmelerin ardından Suriye’den ayrıldığını, Moskova’nın görüşmelere katılmadığını açıkladı. 8 Aralık akşamı Rus haber ajansları Kremlin’e dayanarak Esad’ın Moskova’ya vardığını bildirmişti.

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) program koordinatörü İvan Boçarov, Vedomosti gazetesine yaptığı açıklamada, Esad’ın kendi zaferine olan güveninin ona acımasız bir şaka yaptığını belirtti.

Uzmana göre, savaşın galibi olduğuna inanan Esad, Rusya ve İran’ın yardımı olmadan “muhalefetle müzakere etmeyi reddetti ve istemediği herkesi terörist olarak nitelendirdi”. Uzmanlara göre, Esad’ın yenilgisinin nedenlerinden biri de ülkedeki zorlu ekonomik durum nedeniyle savaşmak istemeyen ordu birliklerinin motivasyonunun düşük olmasıydı.

Şam’ın düşmesinin hemen öncesinde Suriye ordusu, muhalifleri neredeyse hiç savaşmadan ülkenin üçüncü büyük kenti Humus’u işgal ederek kıyı illerinin Şam’la bağlantısını kesti.

Bunun öncesinde, hükümet güçleri ülkenin güneyindeki Hama, Dera, Süveyda ve Halep vilayetlerini terk ederek 27 Kasım’da başlayan tırmanıştan üç gün sonra cihatçıların eline geçti. Ayrıca el Cezire‘ye göre, silahlı gruplar Akdeniz kıyısında bir Rus deniz üssünün bulunduğu Tartus kentine girdi.

Şam’ın ele geçirilmesinden hemen sonra Suriye silahlı muhalefetinin liderleri, televizyonda yaptıkları ulusa sesleniş konuşmasında Devlet Başkanı Esad’ın devrildiğini duyurdu.

Ayrıca, silahlı gruplar Şam’ın merkezindeki kamu radyo ve televizyon binasını işgal etti ve HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Culani, astlarına iktidarın resmi geçişine kadar Başbakan Gazi eş-Celali’nin kontrolünde kalacak olan devlet kurumlarını ele geçirmemelerini emretti. Bu karara rağmen, Şam’daki İran Büyükelçiliği ele geçirildi ve yağmalandı.

Boçarov’a göre İran, İsrail ile yaşanan gerilim sırasında tükenen kaynaklar nedeniyle Esad’a yardım etmeyi reddetti. Uzman, “İsrail ordusunun Suriye sınırına çekilmesi göz önünde bulundurulduğunda, Tahran’ın çatışmaya tam ölçekli bir katılım için hazırlıksız olduğu anlaşılıyor,” dedi.

Müttefiklerin ve komşuların tepkisi ne oldu?

The New York Times‘ın haberine göre, İran Şam’ın ele geçirilmesinden bir gün önce Suriye’deki asker ve diplomatlarını tahliye etmeye başladı.

Kaynaklara göre, bazı İranlı diplomatik personel ve aileleri 6 Aralık sabahı erken saatlerde ülkeden ayrılarak Irak ve Lübnan’a doğru yola çıktı. Reuters‘ın Lübnan güvenlik servisinden aldığı habere göre, Hizbullah da önceki gün askeri birliklerini Suriye’den geri çekti.

İran Dışişleri Bakanlığı, Suriye’nin kaderinin yalnızca Suriye halkının sorumluluğunda olduğunu belirtti. 2015 yılında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, son basın toplantısında Rus Silahlı Kuvvetlerinin operasyonlarına ilişkin soruyu yanıtlarken, “Suriyelilerin kendilerinden daha fazla Suriyeli olmayacağız,” demişti.

RIAC araştırma direktörü Andrey Kortunov, İran ve Rusya’nın 2015’teki eylemleri sayesinde Esad’a oyun oynama fırsatı verildiğini ifade etti: “Esad’a bir ‘bonus oyun’ oynama fırsatı verildi; muhalefetle bir anlaşmaya varmak için dokuz yılı vardı.”

2017’den bu yana hükümet, Rusya, Türkiye ve İran’ın arabuluculuğunda Suriye muhalefetinin temsilcileriyle düzenli görüşmeler yaparak krizden çıkış yolları aradı. Bu platform daha sonra “Astana formatı” olarak adlandırıldı.

Federasyon Konseyi Başkan Yardımcısı Konstantin Kosaçev, Telegram kanalında Moskova’nın Şam’a yardım etmeye devam edeceğini, fakat Suriyelilerin ülkedeki iç savaşla kendi başlarına başa çıkmak zorunda kalacaklarını yazdı.

Kortunov, “Esad hükümetinin düşmesinin yarattığı bazı sorunlara rağmen, Moskova için öncelikli görev Ukrayna’daki özel askeri harekât ve diğer tüm konular arka plana itiliyor,” dedi.

Kosaçev, Rusya’nın öncelikli görevinin diplomatlar ve ailelerinin yanı sıra askeri personel de dahil olmak üzere yurttaşlarının güvenliğini sağlamak olduğunu belirtti.

Rusya daha önce de Şam’ı iç savaşın tarafları arasında verimli bir siyasi diyalog başlatmaya çağırmıştı.

Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Yüksek Okulu profesörlerinden Nikolay Suhov’a göre, Şam yetkilileri çatışmayı çözmek için böyle bir görüşme başlatma fırsatını kaçırdı ve bu da Esad’ın halkın desteğini kaybetmesine neden oldu. Uzman, “Esad ailesinin mensup olduğu Alevilerin bile Lazkiye’de Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın babasının heykelini yıkması bunun bir göstergesi,” diye özetledi.

Kremlin: Suriye muhalefeti, Rus askeri üslerinin güvenliğini garanti altına aldı

Suriye’yi neler bekliyor?

Boçarov, Suriye’de HTŞ’nin kontrolünde bir geçiş hükümeti kurulmasının muhtemel olduğunu belirtti. Uzman, daha kapsayıcı bir kabine kurulması ihtimalini de göz ardı etmedi ancak HTŞ’nin iktidarı diğer güçlerle eşit şekilde paylaşmayı kabul etmesi pek mümkün görünmüyor:

“En azından SMO gibi dost grupların temsilcilerinin yanı sıra bazı Esad dönemi yetkilileri de geçiş hükümetine katılabilir. Belki de HTŞ’nin gözetimi altında seçimler yapılacaktır.”

Boçarov, aynı zamanda Suriye’de “Libya senaryosunun” gerçekleşme ihtimalini de tamamen göz ardı etmemek gerektiğini belirtti. Uzman, bu koşullar altında Moskova’nın askeri varlığını sürdürme konusunda geçici hükümetle anlaşmaya çalışacağını ifade etti: “Doğru, silahlı muhalefetin Rus hava kuvvetlerinin saldırılarını unutması pek mümkün değil. Ancak HTŞ için Rus askeri üsleri konusu öncelikli değil, onlar daha ziyade ülkenin büyük bölümünü yönetme konusuyla ilgileniyorlar.”

Suhov’a göre, Suriye’de HTŞ’nin saha komutanları ile kapsayıcı bir hükümet kurma taahhüdünde bulunan merkezi komuta kademesi arasında çatışma yaşanabilir.

Şam’da yerel halka silah dağıttıklarını ve evleri, dükkanları yağmaladıklarını belirten uzman, “Yağmalamanın taban ile HTŞ’nin üst düzey askeri yetkilileri arasındaki çatışmadan kaynaklandığına inanıyorum,” değerlendirmesini yaptı.

Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Doğu Çalışmaları Bölümü Profesörü Aleksandr Krilov ise, Suriye’de birleşik bir hükümet kurmanın mümkün olmayacağını ve ülkenin Irak’ın kaderini tekrarlama riski taşıdığını söyledi.

Uzman, “Suriye’de Irak’tan çok daha fazla özerk topluluk olduğu için -aynı Dürziler ve Kürtler gibi- şimdi daha fazla olmasa da yaklaşık üç bölgeye bölünme olacak,” yorumunu yaptı.

Krilov, HTŞ’nin yaklaşık 8-12 milyon kişiyi temsil ettiğini belirtti. “Ülkeyi kendi bayrakları altında birleştirmeleri pek mümkün değil,” diyen Krilov’a göre, Esad’ın icraatlarına karşı halkta biriken hoşnutsuzluk ve aşiretine karşı duyulan öfke nedeniyle Suriye uzun zaman önce parçalanabilirdi.

“Yakın zamana kadar, dini bir azınlık olan Aleviler, pratikte devletteki tüm kilit pozisyonları ele geçirdi,” diyen uzman, şimdi de ülkedeki Rus üsleriyle ilgili anlaşmaya yönelik bir tehdit olduğuna inanıyor.

Aynı zamanda ABD Savunma Bakan Yardımcısı Daniel Shapiro, Washington’un “IŞİD’in eniden canlanmasını önlemek” için Suriye’nin doğusundaki Tanf üssündeki askeri varlığını sürdüreceğini söyledi.

Orta Doğu uzmanı Kirill Semyonov’a göre, Suriye’de ciddi bir iç bölgesel değişiklik olmayacak. Uzman, ülkenin halihazırda fiilen ciddi şekilde parçalanmış olduğunu ve silahlı grupların Kürtlerle nasıl müzakere edeceğinin belli olmadığını belirtti.

Uzman, Suriye’deki yönetimin muhtemelen HTŞ’ye bağlı kurtuluş hükümeti gibi yapılar tarafından yürütüleceği görüşünde.

ABD ve Britanya, HTŞ’yi “terör” listesinden çıkarmayı planlıyor

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

ABD daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Donald Trump’ın göçmenlik politikalarıyla tarihsel bir paralellik kurarak, ABD tarihindeki zorunlu göç, kolonizasyon ve nüfus arındırma politikalarını inceliyor. Metin, 19. yüzyılda Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin kölelik karşıtı ama dışlayıcı politikalarından başlayarak, Thomas Jefferson ve Abraham Lincoln gibi ABD kurucu figürlerinin bu süreçteki tayin edici rollerine değiniyor. Yine, ABD’de tarihsel olarak kimin “gerçek Amerikalı” sayılacağına dair kadim tartışmaları, kölelik, Kızılderili Tehciri, 1924 Göç Yasası ve güncel göç politikalarına uzanan bir bağlamda ele alırken, bunun kapitalist ulus-devletin kurucu unsuru olan işgücü denetimi ve mülkiyet rejimleriyle ne denli iç içe geçebileceğini de nüanslı şekilde vurguluyor.

ABD’nin göç ve nüfus politikalarındaki tarihsel sürekliliğe dair bu hatırlatma, ülkedeki güncel göçmenlik politikalarının bir liderin ideolojik tercihlerinin ötesinde ABD’deki sermaye birikim süreçleri ve üretim ilişkilerinin tarihsel olarak oluşturduğu yapısal zorunluluklar üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.


Amerika daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Eric Foner
The Nation
25 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Donald Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında ortaya attığı sayısız vaat arasında hiçbiri, ABD’de yaşayan tahmini 11 milyon kağıtsız göçmeni sınır dışı etme planı kadar destekçilerinde coşku; karşıtlarında ise esef duygusu yaratmadı. Nüfusun böylesine kitlesel bir şekilde ve zorla yerinden edilmesi, birçok eyaletteki işgücü piyasasını kaosa sürükleyeceği gibi, dünyanın geri kalanı için de sarsıcı bir şok demek. Yine de bir toplumu istenmeyen kişilerden arındırma fikri çok da emsalsiz sayılmaz.

Modern tarihte, 1492’de İspanyol Yahudilerinin ve Yedi Yıl Savaşları sırasında Akadyalılar (İngilizler tarafından Nova Scotia’dan sürülen Fransız yerleşimciler) da dahil olmak üzere büyük nüfus gruplarının zorla yurtlarından edildiği pek çok örnek mevcut. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1830 tarihli Kızılderili Tehcir Yasası, Mississippi Nehri’nin doğusundaki Kızılderili nüfusunun neredeyse tamamının bugünkü Oklahoma’ya sürülmesine yol açmıştı; bu zorunlu yürüyüş bugün hala “Gözyaşı Yolu” olarak anılmakta. Yine 1929 Büyük Buhranı sırasında da eyalet yetkilileri ve ulusal yetkililer Meksika kökenli binlerce kişiyi ABD sınırları dışına sürmüştü.

Amerikan sınırları içinde siyasi liderlerden en büyük desteği alan nüfus arındırma planı ise 1816’da kurulan Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin (AKC) öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Yeni bir özgür Afrikalı Amerikalı nüfus yaratmadan köleliğe son vermeyi amaçlayan bu topluluk, köleleştirilmiş kadın, erkek ve çocukların (İç Savaş patlak verdiğinde sayıları 4 milyon kadar olan) kademeli olarak özgürleştirilmelerini ve halihazırda özgür olan yarım milyon siyahla birlikte Birleşik Devletler dışına taşınmasını önermişti.

Frederick Douglass’ın gözlemlerine göre “neredeyse her saygın adam” bu topluluğun üyesiydi: John Marshall, James Madison, Daniel Webster, Roger B. Taney ve hatta Harriet Beecher Stowe (Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi adlı kölelik karşıtı romanı, kahramanı George Harris’in “Afrika vatandaşlığını” onaylaması ve Birleşik Devletler’den göç etmesiyle sona erer mesela)… Sömürgeleştirme o topluma özgülüğüyle benzersiz bir Amerikan fikriydi. Harper’s Weekly’nin¹ de belirttiği gibi, Batı Yarımküre’deki birçok toplumda kölelik vardı, ancak başka hiçbir yerde “özgürleşmeden sonra kölelerin kökünün kazınması” önerilmemişti. Kolonizasyon fikri, savunucularının hem kölelikten hem de istenmeyen Afrikalı Amerikalı varlığından kurtulmuş bir toplum hayal etmelerine olanak sağlamıştı.

Günümüzde kağıtsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi fikri gibi, kolonizasyon da kimin “gerçek” Amerikalı olduğu ve ulusun kucaklayıcı mı yoksa dışlayıcı mı olması gerektiğine dair çok boyutlu tartışmanın önemli bir yanını oluşturuyor. Kolonizasyon fikrini destekleyenler ABD’nin “beyaz bir cumhuriyet” olması gerektiğine inanıyordu. Bu bağlamda Trump’ın güncel sınır dışı planı, Kızılderililerin tehciri, Çinlilerin dışlanımı ve güney ve doğu Avrupa’dan göçü ciddi şekilde azaltan 1924 yasası da dahil olmak üzere nüfusun arındırılmasına dönük diğer çabalarla birlikte değerlendirilmeli. 1862 yılında, henüz İç Savaş devam ederken, Temsilciler Meclisi Özgürleştirme ve Kolonizasyon Komitesi, “tüm ülkenin” siyahlardan arındırılarak beyazlar tarafından ele geçirilmesi çağrısında bulunmuştu. Bugün bu görüşün yankılarını, göçmenlerin beyaz Amerikalıların yerini aldığına dair komplo teorilerinde ve kitlesel yerinden etmelerin bunun panzehiri olduğunu savunan “ikame teorisi” yanlılarında izlemek mümkün.

Kolonizasyonun belki de en önde gelen savunucularından biri, Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı monografisinde siyahların fiziksel ve entelektüel kapasiteleri üzerine yaptığı meşhur tartışmaya ek olarak, kademeli özgürleştirme ve sınır dışı etme için ayrıntılı bir plan ortaya koyan Thomas Jefferson’dı. Bu çalışmada ayrıntılandırıldığı üzere, kölelerden doğan çocuklar kamu kaynakları aracılığıyla eğitilecek ve yetişkinliğe ulaştıklarında özgürleştirilip Afrika’ya taşınacaklardı. Eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine gemiler gönderilerek “eşit sayıda beyaz nüfusun” Birleşik Devletler’e getirilmesi sağlanacaktı. Jefferson, “bir grup işçinin yerine bir başkasını koymak” için bu kadar zahmete girmenin anlamsız göründüğünü kabul ediyordu aslında. Ne var ki, kolonizasyon olmaksızın köleliğin sona ermesini ırksal savaşın, ya da örtük şekilde bahsedilen, ırksal “karışım”ın, (ki bu Jefferson’ın kendisinin de uyguladığı ancak daha kitlesel bir nüfus söz konusu olduğunda hiçbir şekilde hoşlanmayacağı bir şeydi) izleyebileceği konusunda endişeliydi.

1824’teki ölümünden kısa bir süre önce Jefferson, federal hükümetin “her yıl artan çocukları” (yeni doğan çocuklar) sınır dışı etmesini önermişti. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ailelerin ayrılması politikasına [“sıfır hoşgörü”] benzer şekilde, “bebeklerin annelerinden ayrılmasının” insani itirazlara yol açacağını tahmin ediyordu. Ancak bu tür şikâyetler ona “pireyi deve yapmak” olarak göründü. Trump’ın kağıtsız göçmenler hakkındaki aleni yalanları, kolonizasyon topluluğunun başkanlığını yapmış olan Kentuckyli siyasetçi Henry Clay’in sözlerini anımsatıyor. Clay, siyah nüfusu doğuştan suça yatkın olmakla itham etmişti. Bu nedenle özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin “kesinlikle vazgeçilmez” olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.

“Büyük kurtarıcı” [Abraham Lincoln] bile yıllarca siyah Amerikalıların Afrika, Karayipler ya da Orta Amerika’ya devlet destekli olarak yerleştirilmesini savundu. İç Savaş’tan önce Lincoln, Illinois Kolonizasyon Topluluğu’nun Yönetim Kurulu’nda bulunuyordu. Başkanlığının ilk iki yılında kolonizasyonu teşvik etti ve kanun yapıcıları bunu uygulamak için fon ayırmaya çağırdı. Lincoln, Aralık 1862’de Kongre’ye gönderdiği yıllık mesajında açıkça “Kolonizasyonu şiddetle desteklediğimi daha açık ifade edemem” diyecekti.

Jefferson ve Clay, Lincoln’ün en hayranlık duyduğu devlet adamlarıydı. Fakat onların aksine, Lincoln’ün planı özgürleştirmeyi zorunlu değil “gönüllü kolonileşme” ile birleştiriyordu, zaten bu yüzden de hiçbir yere varamadı. Köle sahipleri, maddi tazminat teklif edildiği durumlarda dahi “insan mülkleri”nden vazgeçmek istemediler; siyah liderler ise, hatta neredeyse tamamı, halklarının Birleşik Devletler’in “renkli vatandaşları” olarak tanınması gerektiğinde ısrarcıydılar. Lincoln ırksal “karışım” ile kafayı bozmuş değildi ve siyahları beyaz Amerikalıların güvenliği için bir tehlike olarak damgalamıyordu. Beyaz Saray’da kendisiyle görüşen bir grup siyah Amerikalıya kolonileşmeyi desteklemesinin ardındaki sebebin, ırkçılığın Amerikan toplumunda fazlasıyla derinlere işlemesi ve eski kölelerin bu ülkede eşitlikten asla tam anlamıyla yararlanamayacağı olduğunu söylemişti.

1862 yılının sonuna gelindiğinde, Özgürlük Bildirgesi’ni yayımlamadan bir gün önce, Lincoln, İç Savaş sırasında Birlik ordusuna sığınan yüzlerce kölenin Haiti açıklarındaki bir adaya taşınması için şaibeli sayılabilecek bir girişimciyle sözleşme imzaladı. Ancak bildiriyle birlikte bakış açısında dramatik bir değişim yaşandı. Belgede sömürgeleştirmeye atıfta bulunulmuyor, bunun yerine azat edilen kölelerin Amerikan toplumunun “üretken birer üyesi” olarak yerlerini almaları öngörülüyordu. Diğer bir deyişle onları ABD’de “makul ücretler karşılığında sadakatle çalışmaya” çağırıyordu. Böylece Lincoln ilk kez siyah erkeklerin askere alınmasına alan açarak onları Amerikan yurttaşları olarak tanımaya dönük önemli bir adım atmış oldu.

Kökten değişen koşullar ve yaygın bir muhalefetle karşı karşıya kalan Lincoln, önceki planından vazgeçmişti. Köleliğe yaklaşımından sömürgeleştirmeyi çıkarması, ABD’nin eşitlerden oluşan iki ırklı bir toplum olarak hayal edilmeye başlanmasını sağladı. Donald Trump’tan da aynı evrimi bekleyebilir miyiz peki? İşte o biraz şüpheli.


¹ İlk kez 1857’de “bir uygarlık dergisi” olarak yayımlanmaya başlayan ve özellikle Amerikan İç Savaşı ile New York’taki Tammany Hall hakkındaki önemli haberlerle dikkat çeken dergi. İlk dönem yayın hayatı 1916’da sona erdikten sonra The Independent’a dâhil edildi. 1920’ler ve 1970’lerde kısa süreli canlandırma girişimlerinde bulunulsa da ancak 2000’lerin başlarında, haftalık bir haber özeti sunan elektronik “Harper’s Weekly Review” aracılığıyla, yeniden yayın hayatına dönebildi. (ç.n)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English