DÜNYA BASINI
Değişen dünya düzeninde ABD-Brezilya ilişkileri
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Orta sıkletteki bir ülke olarak Brezilya’nın ABD ile Rusya/Çin arasında, Hindistan’ınkine benzer şekilde oynadığı “salıncak devlet” rolü yakından bakmayı hak ediyor. Brezilya, BRICS bünyesindeki varlığı ve Çin ile olan derin iktisadi bağlarıyla ABD ile spesifik alanlarda işbirliği geliştirme arasında mekik dokuyor. Amerikan dış politika kurumunun dikkate aldığı düşünce kuruluşlarından Brookings Enstitüsü, Brezilya’yı “Çin’in kucağına atmamak” adına bu ülkeye daha fazla özerklik ve söz hakkı tanınması gerektiğine dikkat çekiyor.
Özerklik mi, aynı hizaya gelmek mi? Değişen dünya düzeninde ABD-Brezilya ilişkileri
Bruce Jones, Sophia Hart, Diana Paz García
Ağustos 2023
Özet
ABD ile Brezilya arasındaki ilişkiler derin ve çetrefilli. İlişkileri zorlayan ve motive eden konular süreklilik arz ediyor. Ancak bu meselelerin içinde yer aldığı bağlam dramatik ve hızlı bir şekilde değişti. Bu durum, demokrasi ve yönetişim, iklim değişikliği, suç ve sürdürülebilir kalkınma konuları için de geçerli; her bir durumda hem yerel hem de uluslararası eğilimler zorlukları vurguladı. İlişkilerin ilerleyebilmesi için her iki tarafın da uyum sağlaması gerekecek. Fakat şöyle bir zorluk da söz konusu; iki ülke, bilhassa Çin’in rolü konusunda, gelişen uluslararası düzene epey farklı bakıyor. Brezilya küresel hedeflerini ilerletmek istiyorsa, içinde bulunduğu jeopolitik dinamiğe ilişkin anlayışını güncellemek zorunda. Benzer şekilde Washington da Brezilya ile daha yakın bir ilişki kurmak istiyorsa, ülkeyi Çin karşıtı bir koalisyonun içine çekme hevesinden vazgeçmeli ve bölgesel güvenlik, iklim değişikliği ve küresel gıda güvenliğine anlamlı katkılarda bulunan özerk bir Brezilya’nın istikrarlı bir uluslararası düzenin ilerlemesine yardımcı olabileceğini kabul etmeli.
Epey inişli çıkışlı bir dönemdi.
Soğuk Savaş sonrası dönemin büyük bir bölümünde ABD ile Brezilya arasındaki ilişkiler mesafeli de olsa istikrarlıydı. Ancak profesyonel de olsa yeterli ilgiyi görmedi. Ama son zamanlarda öyle değil. Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın seçilmesi, Amerika’nın pek çok dış ilişkisinde olduğu gibi muğlaklık ve kafa karışıklığı yarattı. Ardından Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro’nun seçilmesi, Brezilya yönetimini kaosa sürüklese de ironik bir şekilde tepede olumlu bir kanal yarattı. Ardından ABD Başkanı Joe Biden Washington’a seçilerek denklemin bir yarısını normale döndürdüğünde, ilişkinin üzerinde büyük bir soru işareti asılı kaldı. Fakat tüm bunlar, hemen ardından gelen iniş ve çıkışların yanında hiçbir şeydi.
Yarım yıldan biraz daha uzun bir süre zarfında ABD-Brezilya ilişkileri şu dönemeçleri yaşadı: Amerika’nın özgür ve adil bir sonuç alınmasına yardımcı olmak üzere Brezilya seçim kurumlarına verdiği kayda değer destek, Lula da Silva’nın tarihi bir hadise olarak devlet başkanlığına geri dönüşü, 8 Ocak’ta Brezilya Kongresine yapılan ve ABD’deki 6 Ocak otogol girişiminin güçlü yankılarını taşıyan dramatik saldırı, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın bir ay sonra Washington DC’de çarçabuk planlanan Biden-Lula zirvesini tetikleyen Brasilia ziyareti ve bölgenin en büyük iki demokrasisi arasında ortak önceliklere dair güçlü bir açıklama. Bunlar olurken bile Lula özerk bir dış politikaya vurgu yaptığının da sinyallerini veriyordu. Bunu, Kıdemli Politika Danışmanı Celso Amorim’in mekik diplomasisi de dahil olmak üzere Ukrayna savaşıyla ilgili barış müzakerelerinde Brezilya’ya öncü bir rol biçme çabası şeklinde eyleme dökmeye başladı. Bu çaba en belirgin şeklini Lula’nın Pekin turu ve bu bağlamda ABD’nin Ukrayna’daki savaşın “teşvik edilmesindeki” rolüne ilişkin açıklamaları sırasında aldı; bu açıklamalar Beyaz Saray’ın nadiren ve sert bir şekilde reddettiği yorumlardı. ABD’nin Amazon Fonu’na 500 milyon dolar katkı koyma kararı, Dilma Rousseff’in Washington’un mevcut düzeni savunmaya çalıştığı bir dönemde Batı dışındaki en önemli düzen kurumu olan BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası’nın başkanlığına seçilmesi, Çin’in yüksek öncelikli Avustralya-Britanya-ABD nükleer enerji anlaşmasını engelleme çabaları karşısında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nda ABD ve Brezilya arasındaki uyum ve Lula’nın Japonya’nın Hiroşima kentinde düzenlenen G7 Zirvesi’ne katılımı gibi kayda değer gelişmeler daha az tantanayla karşılandı.
Kendisi de Washington’da oldukça az ilgi gören bir bölgede, üzerinde gereğinden fazla durulmayan bir ülke açısından fena olmayan bir performans. Brezilyalı ünlü düşünce kuruluşu yöneticisi Matias Spektor’un da belirttiği üzere, “[…] Bu ilişkinin önemi hem Washington’da hem de en önemlisi Brezilya’da hak ettiği takdiri görmedi.” Ancak bu durum değişiyor. Lula’nın Ukrayna gambiti ve Çin’deki söyleminin ABD-Brezilya ilişkilerine maliyeti ne olursa olsun, son birkaç ayın bariz bir sonucu şudur: Lula yönetimindeki Brezilya, Latin Amerika’nın en önemli ülkesi ve küresel ilişkilerde anlamlı bir aktör olarak profilini yeniden canlandırıyor.
ABD ile Brezilya arasında uzun zamandır devam eden diplomatik, kurumsal, ticari ve toplumsal bağlar olsa da resmi ilişkiler giderek artan bir şekilde hızla değişen dünya düzeninin merceğinden —ABD-Çin bağları, daha geniş jeopolitik rekabet ve hızla değişen jeo-iktisadi manzara prizmasından— kırılacaktır. Bunun nedeni yalnızca dünyanın önde gelen güçlerinin Batı Yarımküre de dahil olmak üzere dünyanın her bölgesinde nüfuz konusunda rekabet etmesi değil, aynı zamanda hem ABD hem de Brezilya’nın daha geniş, küresel bir dünya görüşüne göre hareket etmesi. ABD’nin eski Brezilya Büyükelçisi Tom Shannon Jr., kısa bir süre önce bunu özlü bir şekilde ifade etmişti: “Her iki ülkenin de coğrafyalarının çok ötesine uzanan küresel hedefleri mevcut. Brezilya’nın coğrafi adresi Güney Amerika ve ABD’nin coğrafi adresi Kuzey Amerika olsa da her iki ülkenin de varoluşsal adresi yarımküremizin çok ötesine uzanıyor.”
Bu da söz konusu olanın ikili ilişkilerden çok daha fazlası olduğu anlamına geliyor. Her iki ülke de kendi iç sorunlarıyla yüzleşerek bölgenin geleceğini şekillendirmeye devam edecek ve her ikisi de değişen uluslararası düzenin hatlarını yeniden tanımlama mücadelesine dahil olacak. ABD’nin rolünün çok daha önemli olduğu açık olmakla beraber Washington’daki önde gelen yetkililer, Brezilya’nın stres altındaki bir uluslararası düzenin temel bileşenlerini savunma ve adapte etme çabasında potansiyel anlamda kayda değer bir ortak —ve dolayısıyla potansiyel anlamda kayda değer bir engel— olduğunu giderek daha fazla kabul ediyor.
İki PH testi söz konusu: ABD, Brezilya’nın dünya sahnesinde daha fazla söz sahibi olma ve küresel iktisadi, siyasi ve güvenlik kurumlarında karar verme ağırlığına sahip olma isteğini karşılamaya hazır mı? Ve Lula’nın ekibi, jeopolitik stratejisini güncelleyebilir mi, bağımsız karar alma vurgusunu korurken aynı zamanda Washington ile ABD-Çin/Rusya ilişkilerinde yaşanmakta olan derin değişimleri yansıtan sağlıklı ilişkiler kurabilir mi?
Demokrasi…
ABD ile Brezilya arasındaki ilişkilerin adapte olması gereken sadece küresel dinamikler değil. Her iki ülkenin siyasetini ve ilişkilerini şekillendiren önemli iç demokratik ve iktisadi değişimler de söz konusu.
ABD ve Brezilya bölgedeki tek demokrasiler değil. Son dönemde popülist politikaların en çok aşındırdığı demokrasiler de değiller (bu “onur” kesinlikle Andrés Manuel López Obrador yönetimindeki Meksika’ya ait. Fakat dünyanın en kalabalık beş demokrasisinden ikisi olarak, Washington’daki anayasacılığın ve Washington ve Brasilia’daki hukukun üstünlüğünün sağlığı her biri için, bölge için ve dünyadaki genel demokrasi istikrarı için son derece önemli.
Önemli siyasetler ya da politika değişikliklerinin ezici ağırlığının içeriden gelmesi temsili demokrasinin doğasında var. Yine de, daha önce şahit olduğumuz üzere, ABD’nin Brezilya kurumlarına verdiği destek yardımcı olabilir; ABD’li aktörler Brezilya içinde aynı kurumları aşındırma çabalarını sınırlamada önemli bir rol oynamış ve özgür ve adil bir seçim sonucunun güvence altına alınmasına yardımcı olmuştu. Son zamanlarda bunu bir müdahale çabası olarak gösterme çabalarına rağmen, ABD’nin çabalarının odak noktasının, terazinin ibresini şu veya bu yöne çevirmek yerine, Brezilya’daki iç güçlerin seçim sonuçlarını manipüle etmesini, hile yapmasını veya karşı çıkmasını önlemek olduğu aşikâr.
ABD’nin de kendi demokratik gerileme sorunları yok değil ve her iki ülkedeki anti-demokratik aktörler yalnızca aktif olmakla kalmayıp, bunların sınır ötesi işbirliği yaptıkları da biliniyor. Daha tertipli bir ikili düzenleme —alınan derslerin paylaşımı, iyi uygulamaların paylaşımı ve gerektiğinde kapasite geliştirme— güven inşa edilmesine yardımcı olacak ve daha sonra demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi diğer alanlara da genişletilebilecektir. Bu tür değişimler yürütme organının ötesine geçmeli. Örneğin ABD’li ve Brezilyalı parlamenterler arasında ilişki kurma çabası hükümetler arasında güven tesis edilmesine yardımcı olabilir. Bu aynı zamanda 8 Ocak’ta yaşanan kriz geçse de, tıpkı ABD’de olduğu gibi zorlukların devam ettiğini kabul etmenin de bir yolu olacaktır.
Bu, sağlıklı demokratik söylem ve özgür seçimlere yönelik tartışmasız en ölümcül tehdit olan dezenformasyona karşı belki de en büyük ihtiyaç ama aynı zamanda en güçlü fırsat. Araştırmacılar, teknoloji şirketleri ve hükümet yetkilileri arasında bilgi paylaşımı konusunda geniş bir alan var. Sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliği, her ülkenin özel ihtiyaçlarına göre uyarlanmış sağlam yanıtlar geliştirilmesine yardımcı olabilir.
Ayrıca her iki ülkede de yargı bağımsızlığının ve seçim süreçlerinin yargısal denetiminin güçlendirilmesi ve korunmasına yönelik önemli bir ihtiyaç bulunuyor. ABD Adalet Bakanlığı’nın Kasım 2020 seçimlerini geçersiz kılma ve hukukun üstünlüğünü aşındırma teşebbüslerinden sorumlu olanlar hakkında başlattığı soruşturma ve kovuşturma henüz tamamlanmamış olsa da cesaret verici. ABD’li yargı ve kolluk kuvvetleri, Brezilya’nın bu konudaki daha hızlı ve kararlı çabalarına —örneğin Jair Bolsonaro’nun yeniden seçime girmesini engelleme yönünde attığı hızlı adıma— dikkat etmeli. Brezilya’nın seçim kurallarını ihlal edenleri aday olmaktan men etme yetkisi özellikle dikkate değer. Her iki vakada da hem anayasayı korumak hem de yargı sistemini meşrulaştırmak adına seçim ve anayasal konulardaki anlaşmazlıkların mahkemelerde karara bağlanması, her ülkenin demokrasiye yönelik sistemik hayal kırıklığını ve otoriterliğe desteği ele almasına yardımcı olacaktır. Her ne kadar yargının siyasallaşması riski olsa da düzgün bir şekilde ele alındığı takdirde hukuki yollar, her iki ülkede de meydana gelen ayaklanma tarzı şiddete kesinlikle tercih edilir.
Aynı zamanda, her iki ülke de demokrasinin karşı karşıya olduğu zorlukları derin iktisadi sıkıntılardan soyutlayamaz. Brezilya’nın demokratik meydan okuması, ABD’nin kişi başına düşen gelirinin (Satın Alma Gücü Paritesi dolar cinsinden ölçüldüğünde) yaklaşık yüzde 20’si olan kişi başına düşen gelir bağlamında ortaya çıkıyor. Fakat gelir seviyelerindeki eşitsizlik, iki ülkenin iç dinamikleri arasındaki farklılıkları abartabilir. ABD’li işçiler için kişi başına düşen gelir (yavaş bir şekilde) artarken, işçi sınıfı ücretleri çok yakın zamana kadar büyük ölçüde durgundu ve Kovid sırasında büyük devlet transferlerinden kaynaklanan bazı (muhtemelen geçici) rahatlamalardan önce eşitsizlik on yılların en yüksek seviyesindeydi. Dahası, Amerikalılar için ortalama yaşam beklentisi düşüyor. Bu olgular popülist duygular ve siyasi memnuniyetsizlikle yakından ilişkili.
Yine de ABD, küresel mali çöküşten bu yana kişi başına düşen GSYİH büyümesini sürdürürken, Brezilya sürdüremedi. Brezilya için göze çarpan gerçek, “orta gelir tuzağının” kendi varyantı; ancak bu durumda, sadece statik büyüme değil, on yıldan uzun bir süredir kişi başına düşen gelirin yıldan yıla azalması (on yıldan uzun bir süredir devam eden güçlü büyümenin ardından, bunun büyük bir kısmı yükselen emtia fiyatları ve dolayısıyla Çin’in kaynak tüketimi tarafından körüklendi). Brezilya’nın, Brezilyalıların çoğunun yaşam standartlarını eşzamanlı olarak iyileştirmeden mevcut demokratik zorluğun ötesine geçmesi pek mümkün değil. Bu anlamda, demokrasinin korunması ve iktisadi kalkınma birbiriyle yakından ilişkili.
Ve kalkınma…
Kısacası, Brezilyalı iktisatçılar ve kalkınma akademisyenleri Brezilya’nın mevcut hakikatleri yansıtacak yeni bir ulusal kalkınma stratejisine ihtiyacı olduğu konusunda hemfikir görünüyorlar. Bu yeni dönemde ABD ile Brezilya arasındaki ilişkilerde temel belirsizlik alanı, Amerika’nın neo-liberal ekonominin “Washington Konsensüsü’nden” yarı korumacı bir sanayi stratejisine doğru kaymasının etkisinde yatacaktır.
Burada bir ironi söz konusu. Brezilyalılar uzun zamandır Washington Konsensüsü’nü eleştiriyorlar ve daha geniş bir devlet müdahaleleri dizisine (elbette her zaman birden fazla oldu), “home-shoring” veya “friend-shoring” olarak adlandırılan tedbirlere ve teknoloji sektöründeki endüstriyel stratejiye doğru kayma, Washington’u ideolojik olarak devletin ekonomideki rolüne ilişkin Latin Amerika ve hatta Brezilya perspektifine yaklaştıracaktır (Sahiden de ABD’nin Brezilya’nın Lula döneminde başlayıp Rousseff döneminde devam eden, savunma harcamalarını yerel ekonomik ve sosyal faydalar üretmeye yardımcı olacak şekilde hedeflemek üzere devlet başkanının çekirdek planlama ekibi içinde mekanizmalar geliştirmeye yönelik yeniliklerinden öğrenebileceği faydalı dersler var). Fakat Washington’un bu yaklaşımının Brezilya’ya fayda sağlayıp sağlamayacağını zaman gösterecek. Pek çok şey ABD’nin Amerika merkezli sanayiyi korumada ne kadar ileri gideceğine ve Brezilya’nın friend-shoring düzenlemelerinin içine girip giremeyeceğine bağlı. Yakın zaman önce iki savunma devi, Amerikan Boeing ve Brezilya Embraer arasında kararlaştırılan ortak teşebbüslerin ve ABD-Brezilya Savunma Sanayi Diyaloğu’nun başarısı, Brezilya’nın Amerika’nın yeni yeniden küreselleşme çabalarında nasıl bir yol izleyeceği sorusunu şekillendirebilir. Washington’un (ve daha az ölçüde Batı’nın geri kalanının) yeniden küreselleşmeye (ya da son moda deyimle “riskten arınmaya”) kendini adamış olması, Brezilya’nın kalkınma stratejisine daha kapsamlı bir şekilde dahil etmesi gereken bir hakikat. Ancak bu aynı zamanda fırsatlar da yaratıyor.
Kalkınma stratejisi alternatifleri arasında eğitim ve kapasite geliştirme Brezilya için kilit öneme sahip. Büyümek ve kalkınmak için Brezilya’nın hem dijital hem de fiziksel altyapıya ve bölgesel entegrasyona (ABD’nin yaptığı gibi) kayda değer ölçüde yatırım yapması gerekiyor. Fakat tüm bunlar nihayetinde yeni dijital bağlantılardan faydalanabilecek bir işgücüne dayanıyor. Bu da “beceri kazandırma”, yeniden eğitim ve çalışanların iş bulmalarına, alt bölgesel kalkınmaya katkıda bulunmalarına ve üretkenliği artırmalarına yardımcı olmak üzere tasarlanmış eğitim anlamına geliyor.
Burada ABD’nin sunabileceği çok şey var. Amerikan yönetimi, karşılaştığı tüm mevcut zorluklara rağmen yüksek öğrenim kurumlarında, sivil toplum kuruluşlarında ve şirketlerde, neredeyse her öğrenim, endüstri, teknoloji ve toplum alanında yerleşik büyük bir beşerî sermaye kapasitesi rezervine sahip. Brezilya, öğrenci değişimleri de dahil olmak üzere önemli kapasite geliştirme programlarına yatırım yapmaya başladı ama burada çok daha fazlası yapılabilir. ABD’nin Quad ülkeleriyle eğitim ve bilimsel değişim programlarına yaptığı yatırımın çok küçük bir kısmıyla bile, Obama yönetimi döneminde başlatılan değişimleri geliştirmek ve Brezilya’nın kapasite geliştirme ve eğitim çabalarını kayda değer ölçüde artırma konusunda fazlaca şey yapabilir. Her ne kadar ABD’nin yükseköğretim ve yüksek teknoloji düzeyinde özel bir karşılaştırmalı üstünlüğü olsa da ilk ve ortaöğretim düzeyinde de destek ve işbirliği için geniş bir alan bulunuyor.
Brezilya’nın etkili bir kalkınma stratejisine ihtiyacı olduğu ya da hem Amerikan özel sektör yatırımları hem de kamu sektörü yardımları için fırsat pencereleri bulunduğu söylemlerinde yeni bir şey yok. Ancak bağlam değişti. Bunun özünde, hala dünyanın en güçlü pazarı olan ABD’nin, küreselleşmenin bazı temel niteliklerini Çin’in imalatına ve ticaretine aşırı bağımlılıktan uzaklaştırarak yeniden düzenlemeye dönük güçlü ve (hala belirsiz olsa da) partiler üstü arzusu yatıyor. Bunun biçimi hala tanımlanmayı bekliyor. Brezilya, ABD’nin tedarikini çeşitlendirmesine ve bunu yaparken değer zincirinde yukarılara çıkmasına yardımcı olma fırsatına sahip.
Bu iki husus da —eğitim ve öğretimde işbirliği fırsatı ve yeniden küreselleşmeye doğru itişten faydalanma fırsatı— geçmişteki gerilimin ve gelecekteki potansiyel işbirliğinin kritik bir alanında —iklim değişikliği ve yeşil ekonomi— bir araya geliyor.
İklim değişikliği…
Değişen bağlamın Brezilya açısından yeni fırsatlar yarattığı önemli alanlardan biri de yeşil teknoloji. Burada da yeni bir bağlam söz konusu. Dünyanın bir iklim acil durumu içinde olduğu ya da en azından hızla bu duruma doğru sürüklendiği düşüncesi Batı söylemine ve hatta politikasına nüfuz etmeye başladı. ABD, hala iklim politikasındaki en önemli inatçı aktörlerden bazılarına ev sahipliği yapıyor olsa da artık iklim eylemine dair geniş bir kamuoyu desteği var. Enflasyonu Düşürme Yasası’nın (gerçek anlamda bir iklim ve altyapı tasarısı) kabulü, ABD’deki ve küresel piyasaları yeniden şekillendirmeye başlayacak bir yerel harcama ölçeğine yön verecektir. Dünyanın geri kalanının çoğunda, iklim değişikliği gerçeğinin daha derin bir şekilde kabul edilmesi, henüz sanayi politikasına yön vermese de bunu şekillendiriyor. Ukrayna savaşının ironik bir sonucu olarak Avrupa’da doğalgazdan uzaklaşmanın beklenenden daha hızlı gerçekleşmesi, elektrikli otomobil üretimi gibi sektörlerin daha da genişlemesini teşvik edecektir. İklim değişikliği artık niş bir konu değil; çoğu ülkenin ulusal stratejisinin temelini oluşturuyor. Ve yeşil enerji üretimi ve tüketiminde dünyanın gerçek liderlerinden biri olan Brezilya için büyük bir fırsat yatıyor.
Brezilya temiz enerji üretiminde halihazırda bir güç merkezi. Yeşil enerji teknolojisi ve ürünlerine dönük artan küresel talep ve bu teknoloji kollarının bazılarında Çin’in hakimiyetinin mevcut durumu göz önüne alındığında, yeni tedarikçilerin değer zincirinde yükselmesi açısından geniş bir alan bulunuyor. Dış finansman yardımcı olacaktır ve daha da fazlası, küresel tedarik zincirinin belirli kısımlarında teknoloji transferi ve gelişimine destek olacaktır. İktisatçı Monica de Bolle’nin de belirttiği gibi, Brezilya’nın hem önemli karşılaştırmalı avantajlara hem de ilk hamle fırsatına sahip olduğu yeşil hidrojen alanında bilhassa önemli fırsatlar bulunuyor. Brezilya ayrıca yeşil endüstrileri desteklemeye yardımcı olmak için küresel tedarik zincirine sunabileceği kritik minerallere sahip.
Buna ek olarak Brezilya bir tarım merkezi ve bu iki sektörün (enerji ve tarım) ekonomi politiği zaman zaman çatışacaktır. Fakat Brezilya’nın, yeniden küreselleşmedeki yeni dinamiklerden faydalanmak için dikkatini yeşil endüstrilere yeniden odaklaması gerekecektir. Bu da kilit sektörlerde istihdam yaratma, yeniden eğitim ve kapasite geliştirme ihtiyacına işaret ediyor.
Bu istihdam yaratma çabaları Amazon’u ve özellikle de Amazon’un kentsel merkezlerini içermeli. Bu önemli, zira şu anda Amazon’da 30 milyon insan yaşıyor ve ormanların yüzde 20’sinden fazlası tahrip edildi. Lula’nın Amazon’un korunmasına geri dönüşü Brezilya’nın küresel olarak konumu önemli ölçüde değiştirdi ve ABD-Brezilya ilişkilerindeki ciddi anlaşmazlık noktalarından birini ortadan kaldırdı. Ancak orman korumanın sürdürülebilir olması için sürdürülebilir geçim kaynaklarına ve istihdam yaratmaya yönelik gerçek yatırımlarla birleştirilmesi gerekiyor. Koruma ve uyum finansmanı, bölgedeki iklim/istihdam gündemini desteklemek üzere bu modelin finansmanında kritik bir rol oynayabilir. Sürdürülebilir kentleşme, iklim değişikliğiyle mücadelede temel öneme sahip. Bu durum, hayırseverlerin Amazon’da sürdürülebilir kentler inşa etme konusunda yapacakları güçlü yatırımlarla birleştirilmeli.
Yeşil endüstri, ABD ile Brezilya arasında yukarıda belirtilen türden eğitim ve kapasite geliştirme değişimlerinin temel bir parçası olabilir. Her iki ülke için de yeşil enerjiyi destekleyen ve ortaklıklarını anlamlı bir şekilde güçlendiren faaliyetler yoluyla aktif olarak yeşil bir ekonomi inşa etme fırsatı var. Bunun büyük bir kısmı federal ve alt-ulusal çabaları birleştirerek yapılabilir. Alt-ulusal düzeyin sınırları var ama iki bariz avantajı söz konusu: stratejiyi bilgilendirmesi gereken sanayi ve kentleşmenin gerçek politik ekonomisine daha fazla yakınlık ve federal düzeydeki politik dalgalanmalardan (en azından bir dereceye kadar) azade olma imkanı. Bu nedenle, ABD ve Brezilya’da fonları etkili bir şekilde harekete geçirecek sermayeye sahip kurumlar, mümkün olduğunda iklim krizine yönelik çözümleri belirlemek ve uygulamak için (örneğin, yatırımlar ve yapıcı diyalog yoluyla) işbirliği yapmalı.
Mavi ekonomi konularında da, yani Brezilya’nın doğu kıyısındaki Atlantik Okyanusu’nu hem çevresel bozulmadan hem de yasa dışı balıkçılıktan koruma çalışmalarında aktif işbirliğine ihtiyaç var. ABD şu anda Sahil Güvenlik faaliyetlerini, uzaktan algılamayı ve yasa dışı balıkçılığı izleme ve daha geniş deniz alanı gözetimi ve farkındalığı için hesaplama teknolojilerinin (yapay zeka dahil) uygulanmasını birleştirme konusunda kapsamlı teknikler geliştirdi ve bunların çoğu Pasifik’in orta kesimlerinde pilot olarak uygulandı. Tüm bunlar, batı Atlantik’i korumak için Brezilya ile işbirliği yapmak üzere daha kolay ve daha düşük maliyetle uygulanabilir. Bu işbirliği, Eylül 2023’te BM’de resmen başlatılacak olan ve Brezilya ile ABD’nin her ikisinin de aktif üyesi olduğu, Atlantik’e kıyısı olan ülkeler arasında yakın zamanda imzalanan çok uluslu anlaşmanın şemsiyesi altına girebilir.
Ve suç…
Brezilya’da ve ABD ile Brezilya arasındaki ilişkilerde uzun zamandır devam eden bir başka sorun söz konusu olduğunda da yeni bir bağlam var: suç.
Primeiro Comando da Capital (PCC) Brezilya’nın baskın organize suç grubu olarak ortaya çıkarken suç dünyası önemli bir dönüşüm geçiriyor. Bu değişim, yeraltı suç dünyasını etkileyen küresel sentetik uyuşturucu devriminin bir parçası. PCC, Brezilya’nın en büyük suç örgütü olarak konumunu sağlamlaştırdı, ülke çapında faaliyet göstermekle birlikte başta Afrika olmak üzere denizaşırı ülkelere de uzanmaya başladı. Faaliyetleri uyuşturucu kaçakçılığı, çevre suçları ve gaspı kapsıyor. Grup nüfuzunu genişletiyor, diğer suç örgütleriyle işbirliği yapıyor ve kara para aklama becerilerini mükemmelleştiriyor. Meksika kartelleri Cartel de Sinaloa (CS) ve Cartel Jalisco Nueva Generación (CJNG) ile rakip.
Triadlar gibi Çinli suç şebekeleri de Brezilya’da yükselişe geçiyor ve öncelikle yolsuzluk yoluyla çevre suçları işliyor. Bu da yabani hayvan kaçakçılığına, kaçak balıkçılığa ve yolsuz kereste uygulamalarına katkıda bulunuyor. Brezilya, aynı zamanda siber suçlar için de önemli bir merkez haline geliyor. Tüm bunların küresel boyutu, Brezilya devletinin suç aktörleriyle mücadele etme veya onları caydırma kapasitesini sınırlıyor.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan biri, Amazon’un korunması/yeşil istihdam konuları ile suçla mücadele çabaları arasındaki yakın ilişki. Brezilyalı bir düşünce kuruluşu olan Igarapé Enstitüsü’nün son çalışmaları, küresel emtia fiyatları üzerindeki yukarı yönlü baskının Amazon’daki madencilik faaliyetleri ve yasa dışı emtia kaçakçılığı açısından nasıl hızla yeni talebe dönüştüğünü ve bunun genelde uyuşturucu kaçakçılığı ile nasıl el ele gittiğini gösterdi.
Brezilya’nın güvenlik müdahalesi tarihsel olarak reaktif ve maliyetli oldu, istihbarat bileşeninden yoksun kaldı. Kamu güvenliği kararları, uzun vadeli bir strateji benimsemek yerine olaylara yanıt vererek dönemsel oldu. Hem organize suç örgütleri hem de polis memurları tarafından sürdürülen şiddet olayları yüksek seviyelerde kalmaya devam etti. Yine de geçmişte yaşanan bazı deneyimler durumu iyileştirmek açısından dersler sunuyor. São Paulo’nun vücut kamerası kullanımı, rastgele kontrollü teftişler (RCT’ler) ve polis memurları arasında kontrol ve hesap verebilirliği zorlamayı içeren yaklaşımı olumlu sonuçlar verdi.[41] Benzer şekilde, Rio de Janeiro’nun 2009 polislik programı, bağlama özgü olsa da, favelalarda suç ve sosyo-ekonomik sorunlarla eş zamanlı olarak mücadele etmenin önemini gösterdi.
Fakat operasyonları sürdürmek ve gerekli yatırımları sağlamak zor oldu. Kolluk kuvvetleri içindeki yolsuzluk, dikkat edilmesi ve çözülmesi gereken önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Amerikalı karar alıcılar mevcut siyasi iklimde yolsuzlukla mücadeleye odaklanmak isteseler de, ABD’nin tavsiyelerinin veya desteğinin ne ölçüde hoş karşılanacağı konusunda sınırlar olacaktır. Dünya Bankası ve AB gibi diğer aktörler bu noktada Brezilya’da daha fazla ilgi görebilir.
Yine de ABD’nin Brezilya’ya güvenlik ve ortaya çıkan suç tehditlerine karşı koyma konularında yardımcı olma konusunda pek çok fırsatı var. Kilit alanlardan biri, Brezilya liderliğinde Amazon’un güvenliğini sağlama ve çevre politikalarını uygulama çabalarını koordine etmek. ABD, Brezilya’nın çevre suçlarına karışan bireyler açısından alternatif geçim kaynakları geliştirme planlarına destek sağlayabilir. İşbirliği, aynı zamanda zoonotik hastalıkların ve yeni salgınların önlenmesine yönelik ortak müdahalelere de odaklanabilir. Her iki ülke de pandemi anlaşması müzakerelerinde yabani hayvan kaçakçılığının azaltılmasını savunabilir.
Ve belki de en önemlisi: ABD, Brezilya’nın sorunun küresel boyutlarıyla başa çıkmasına yardımcı olmak için kapsamlı denizaşırı ilişkilerini ve istihbarat operasyonlarını kullanabilir; bunların çoğu Brezilya devletinin erişiminin ötesinde.
Ve Çin: Ya da jeopolitik ve küresel yönetişimde değişim
Lula’nın dönüşüyle birlikte Brezilya’nın dünya sahnesinde ve küresel siyaset ve ekonominin karar alma mekanizmalarında daha büyük bir rol oynama arzusu yeniden canlandı. Latin Amerika’nın lider ekonomisi, dünyanın en büyük 10. ekonomisi ve dünyanın en kalabalık yedinci ülkesi olarak bunu yapmak için her türlü iddiaya sahip. Hakikaten de Brezilya gibi bu özelliklere sahip bir ülkenin küresel yönetişimde son derece mütevazı bir role sahip olması, küresel güneyden yayılan Batı’ya yönelik hoşnutsuzluk ve güvensizliğin merkezi bir unsuru.
ABD’nin bu konudaki bakış açısı uzun zamandır ılımlı, pasif destek ve Brezilya gibi ülkeleri karar alıcı çevrelere dahil edecek küresel yönetişim reformunu prensipte görme isteği şeklinde, fakat pratikte en iyi ihtimalle ılık diplomatik destek ve reform çabalarının kurulmasına ve başarısız olmasına izin verme konusunda mükemmel bir isteklilik modeline uyuyor.
Burada da Ukrayna’daki savaşı çevreleyen diplomasinin yarattığı değişen bir bağlam var. ABD’nin BM gibi forumlarda Ukrayna için diplomatik desteği harekete geçirme çabalarının sınırlandırılması, önde gelen yetkililere ABD’nin küresel güneyde ve Batılı olmayan yükselen güçlerle ciddi bir sorunu olduğunu gösterdi. Yirmi yıl çok geç olduğu kesin ama belki de geç olması hiç olmamasından iyi. ABD’nin kısa bir süre önce BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimî koltuk sayısını artıracak bir karar tasarısı sunması —Brezilya’nın temel talep ve arzularından biri- bu tutum değişikliğinin bir göstergesi. Ancak ABD’nin anahtarların bekçisi ve yönetişim reformunun önündeki başlıca engel olduğu uluslararası finans kurumları ve çok taraflı kalkınma bankaları konusunda daha zorlu bir mücadele yaklaşıyor. Biden kısa süre önce Paris Zirvesi’nin sonuç bildirgesini imzalayarak küresel finans reformuna ilişkin Bridgetown Girişimini desteklemişti, ancak zirveye gitmek yerine aynı gün Hindistan Başbakanı Modi’yi Washington’da ağırlaması belki de ABD’nin konuya verdiği göreli önemin bir göstergesi.
Elbette tüm bunlar daha geniş kapsamlı ABD-Çin mücadelesi tarafından şekillendiriliyor. Brezilya’nın bu yeni dinamiği nasıl yönlendireceği, başarısı ya da başarısızlığı için son derece önemli olacaktır. Fakat şu ana kadar elde edilen kanıtlar, Lula’nın Brezilya’nın ses arayışını yenilemeye çalıştığı jeopolitik bağlamı biraz yanlış değerlendirdiğini gösteriyor. Yine de bu, yanlış bir başlangıç, başarısız bir strateji değil.
Kısa vadede Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi muhtemelen hassas bir nokta olarak kalmaya devam edecek. Lula’nın arabulucu olma konusundaki kötü zamanlanmış, kötü çerçevelenmiş ve şu ana dek kötü sonuçlanmış hamlesi, iki yönetim içinde erken dönemde oluşan güveni yok etmek adına çok şey yaptı. Yine de güven ve rol telafi edilebilir. ABD’nin savaşın sona erdirilmesine dönük müzakereler için zemin hazırlama konusunda bugüne dek olduğundan daha açık olacağı bir zaman mutlaka gelecektir, belki de yakında. O zaman geldiğinde, gerçek müzakere sürecinin, üçüncü tarafların bir araya getirici ve ikna edici bir rol oynadığı bir süreç de dahil olmak üzere çeşitli yolları olması muhtemel. Orta ölçekli güçlerden oluşan bir “dostlar grubu”, belki de BM Genel Sekreteri ile birlikte, müzakerelerde tarafları ileriye götürmek için yapıcı roller oynayabilirken, ABD ve Çin gibi ülkeler —resmi yollarla— arabulucu olmaktan çok garantör olarak hizmet edeceklerdir (Buna paralel olarak asıl iş muhtemelen ABD-Rusya-AB-Ukrayna formatında yapılacaktır). Brezilya’nın bu türden bir “dostlar grubunun” parçası olması için her türlü neden var ve Washington doğru zamanda ve doğru hazırlıkla böyle bir çabayı kesinlikle destekleyebilir.
Daha zor olan konu ise Çin. ABD, Brezilya’nın ABD ile ortaklığı korumak ile Çin arasında bir seçim yapmasını beklememeli; Çin’in Brezilya ile ticaretinin devasa boyutları bunu tamamen olanaksız kılıyor. Washington’un umut edebileceği ve bu yönde çalışabileceği şey, Çin’in hem Latin Amerika hem de Asya’daki davranışlarına ilişkin gerçekçiliğin artması ve Brezilya’nın ABD/Batı’nın bu davranışların istikrarı bozan kısımlarını kısıtlamaya dönük çabalarına daha fazla destek vermesi olacaktır. Çin, Avustralya-Britanya-ABD nükleer denizaltı anlaşmasını gayri meşru hale getirmeye çalıştığında Brezilya’nın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda (UAEK) ABD ile ortak hareket etmesi, Brezilya’nın potansiyel olarak denizaltılar da dahil olmak üzere kendi sivil nükleer kullanımını genişletme arzusundan kaynaklanmış olabilir ama bu, yine de ABD ile Brezilya’nın stratejik çıkarları arasında önemli bir uyum vakası olarak not edilmeli.
Bu alanlarda Washington’un Brezilya’nın küresel ilişkilerdeki değişen rolünün iki boyutunu —daha fazla söz sahibi olmak için kendi meşru iştahı ve daha geniş küresel güneyin bazı bölümlerinde, özellikle Portekizce konuşulan ülkelerde anlamlı diplomatik etkisi— tanıması önemli. Hindistan kendisini Batı ile küresel güney arasında bir “köprü” olarak konumlandırmaya başladı ve kesinlikle burada oynayacağı roller var; ancak Brezilya da öyle. ABD, Lula’nın dış politika yönelimi ve ideolojisinin unsurlarına adapte olmakta zorlansa da küresel güneyin geniş kesimlerinin Lula’nın dünya görüşüne sempati duyduğunu da keşfedecektir. İşbirliği için bir yol bulmak sadece ABD ile Brezilya açısından değil, aynı zamanda Amerika’nın güneydeki bir şekilde katranlaşmış itibarını parlatma hedefi açısından da önemli.
Sonuç
Yeni bir gün doğumu, yeni bir gün; ABD ile Brezilya arasındaki ilişkiler için yeni bir hayat olacak mı?
Son birkaç yılda, yarımkürenin iki devi arasındaki ilişkilerin bağlamının önemli kısımları değişti. Örneğin ABD ile Çin arsındaki ilişkiler zorlu bir işbirliğinden giderek gerginleşen bir rekabete dönüştü ve muhtemelen bu şekilde kalacak ya da daha da kötüleşecek. Brezilya küresel sahnede aktör olmak istiyorsa, stratejik özerklik stratejisini bu yeni bağlama göre güncellemenin bir yolunu bulmak zorunda kalacaktır; dolayısıyla eli kolu bağlı tarafsızlığın yapıcı roller oluşturmaya yardımcı olmaması muhtemel.
Fakat bu çerçevede, anlamlı işbirliği yapılabilecek pek çok alan bulunuyor. Amazon kentlerinde istihdam yaratma konusunda. Yeşil ekonominin teknolojik temelleri üzerine. Çok etnikli bir toplumda polisliğe daha iyi yaklaşımlar konusunda. Organize uyuşturucu kaçakçılığı ve siber suçların küresel kaynaklarıyla mücadele konusunda. Ve zamanı geldiğinde Ukrayna’da savaşın sona erdirilmesi için alan yaratılmasına yardımcı olma konusunda.
Aynı zamanda ABD, Brezilya’nın Çin’in geniş çaplı etkisini azaltmayı amaçlayan hegemonya karşıtı bir koalisyonun istikrarlı bir parçası olacağı umudundan kaçınmalı. Bunun yerine, Çin’in küresel ilişkilerdeki olumsuz etkisini sınırlamaya yönelik daha hedefli yaklaşımlar Brezilya ile işbirliği için verimli alanlar sağlayabilir. Ve eğer ABD daha derin bir ortaklık istiyorsa, Brezilya’nın küresel meselelerde daha fazla söz ve oy hakkı talebini ilerletmesine yardımcı olmanın Çin’e karşı güçlerini birleştirmek açısından bir pazarlık anlamına gelmediğini kabul etmek zorunda kalacaktır. Brezilya özerklik arayışında, hizalanma değil. Washington için şu epey basit bir soru olabilir: Özerk bir Brezilya, Çin ile aynı hizada olan bir Brezilya’dan daha mı iyi?
İlginizi Çekebilir
-
Çin’in en büyük uçak üreticisi COMAC ilk müşterisi olarak Air China’yı duyurdu
-
Çin’de iç talep zayıfladığı için Bekarlar Günü kampanyaları denizaşırı Çinlileri hedefledi
-
Ukrayna, Trump’ın dönüşüyle barış müzakerelerine hazırlanıyor
-
Trump’ın yeni “sınır çarı” Tom Homan
-
Trump, Batı Şeria’nın ilhakına şartlı destek verecek
-
Donald J. Trump’ın ideolojisi
Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Donald J. Trump’ın ideolojisi
Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024
Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).
Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.
Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.
Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.
Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?
Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).
Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.
Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.
Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.
Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.
Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.
Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!
DÜNYA BASINI
Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor?
Yayınlanma
21 saat önce12/11/2024
Yazar
Emre KöseEski Alman Şansölyesi Angela Merkel’in askeri danışmanı Erich Vad, Trump’ın Ukrayna’daki savaşı hızla sona erdirebileceğine dair iddialara ihtiyatla yaklaşırken, bu vekalet savaşının Avrupa’nın sorumluluğuna geçebileceği ve Kuzey Kore askerlerinin bölgeye dahil olması gibi gelişmelerin savaşı daha karmaşık hale getirebileceğine dikkat çekiyor. Ayrıca, Almanya ve Avrupa’nın ABD’nin politikalarını sorgusuz kabul etmesi halinde iktisadi sorunlarla karşı karşıya kalabileceğini vurgulayan Vad, Almanya’nın çıkarlarını korumak için daha dengeli bir dış politika izlemesi gerektiğini öneriyor.
Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor, sayın Vad?
Simon Zeise, Berliner Zeitung
7 Kasım 2024
Erich Vad, eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’in askeri danışmanıydı. O dönemde Almanya hükümeti, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” istemişti. Vad, mülakatında, ülkenin şu anda karşı karşıya olduğu zorlukları anlatıyor.
Donald Trump’ın ilk başkanlık dönemi, Almanya ile sert bir çekişme içerisinde geçmişti. Almanya hükümetinin ülkenin savunmasına daha fazla harcama yapması, Alman ekonomisinin Rusya’nın ucuz doğalgazından istifade etmemesi ve Çin’e karşı uygulanan gümrük vergileri katılması gerektiği, Trump yönetiminin temel talepleriydi. O zamandan bu yana Avrupa ve Almanya’nın dış politikası büyük ölçüde değişti. Ukrayna savaşı, Kuzey Akım-2’nin patlatılması ve Almanya’nın zeitenwende [dönüşüm] politikası, kıtayı ve ABD ile olan ilişkileri dönüştürdü. Angela Merkel’in eski askeri danışmanı Erich Vad, Berliner Zeitung’a verdiği bu mülakatta, Berlin’in yeni Trump yönetimi karşısında hangi zorluklarla karşılaşabileceğini değerlendiriyor.
Sayın Vad, Donald Trump ABD başkanlık seçiminden galip çıktı. Kendisi, Ukrayna’daki savaşı 24 saat içinde sonlandırabileceğini açıklamıştı. Yarın Avrupa’da barış olacak mı?
Bu kadar hızlı olacağını sanmıyorum. Trump, ocak ayında göreve başlayacak. Belki ABD açısından savaşı sona erdirmek isteyebilir. Washington, örneğin, ABD ile Rusya arasında Ukrayna üzerinden yürütülen bu vekalet savaşının Avrupa ülkeleri tarafından devralınmasını sağlayabilir. Fakat Ukrayna savaşı “donmuş bir çatışma” [frozen conflict] hâline de gelebilir. Gerçekten bir ateşkes ve barış görüşmeleri olur mu, bunu bekleyip görmek lazım.
Ama şu anki durumda Avrupa için asıl endişe verici olan şey, savaşın giderek Avrupa’nın sorumluluğuna geçmesi ve eşzamanlı olarak daha da fazla tırmanması. Artık bölgede Kuzey Koreli askerler var. Ayrıca Batılı siyasetçiler, Kiev’e Rusya’nın iç bölgelerine kadar ulaşabilecek uzun menzilli silahlar tedarik edilmesini talep ediyor. Bu durumda Avrupalılar dikkatli olmalı: Kendi çıkarlarımızı çok daha fazla göz önüne almalıyız ve bu çıkarlar, ABD’ninkilerle her zaman örtüşmeyebilir.
Biden ve Scholz, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” için Almanya’ya orta menzilli füzeler konuşlandırmak istiyorlardı. Bu politika devam edecek mi?
Trump’ın NATO’yu pek de önemli görmeyip esas odak noktasını Çin’e yöneltme eğilimi muhtemelen devam edecek. Avrupa ülkelerinden de daha fazla katkı talep edecektir, bunun karşılığında da Amerika’nın NATO’da kalmasını sağlayacaktır.
Avrupa açısından, Rusya ile uzun vadeli bir çatışmanın sürmesinden yana olmamız mümkün değil. ABD açısından ise, bu savaş –her ne kadar bir vekalet savaşı da olsa– farklı bir gözle değerlendiriliyor: Amerika, Ukrayna’daki Avrupa savaş sahasından 8000 kilometre uzakta.
Trump, Putin ile iyi ilişkiler kurmasıyla övülüyor. Bir yandan Rusya ile yakın ilişkiler kurmak, diğer yandan Ukrayna’daki vekalet savaşını körüklemek bir çelişki değil mi?
Uluslararası ilişkiler çelişkilerle doludur. Dünyayı iyi demokrasiler ile kötü otokrasiler olarak ayırmak, kötü bir çocuk kitabı seviyesinde kalır. Biz Avrupalılar, tek taraflı Ukrayna politikamızla Rusları adeta Çin’in kucağına itmiş olduk. Bu, makro stratejik açıdan son derece sakıncalı bir durumdu. Trump, gittikçe güçlenen Rusya-Çin ittifakını zayıflatmaya çalışacaktır. Eğer bunu başarabilirse, akıllıca bir hamle yapmış olur. Almanya hükümeti, uluslararası ilişkilerdeki bu çelişkileri dikkate almalı. Türkiye ve Hindistan bu türden bir yaklaşımın iyi örnekleri: Türkiye, NATO’nun önemli bir ortağı olmasına rağmen aynı zamanda BRICS ülkeleriyle de güçlü bağlar kurmuş durumda. Erdoğan’ın Putin’le yakın ilişkisi var, Rusya’dan silah ithal ediyor ve aynı zamanda Ukrayna’ya Türk silahları ihraç ediyor. Hindistan Başbakanı Modi, yazın Kiev’i ziyaret etti ve bundan dört hafta önce de Moskova’daydı. Ruslarla sıkı bir savunma işbirliği var; aynı işbirliğini Ukraynalılarla da kurmuş durumda. Rusya’dan doğalgaz ve petrol alıp bunları Almanya’ya satıyor, bir yandan da hem Çin ile hem de ABD ile yakın ilişki kurmaya çalışıyor. Biz Avrupalıların da dünya siyasetine daha nüanslı ve kendi çıkarlarımızı merkeze alarak bakmamız gerekiyor. Özellikle Trump ile yaşanacak anlaşmazlıklarda aksi halde kolayca oyuna getirilebiliriz.
Washington, Çin’i baş düşmanı ilan etti. Trump, Çin mallarına yeni gümrük vergileri getireceğini şimdiden açıkladı. Bizi neler bekliyor?
Avrupalıları zor günler bekliyor diyebiliriz. Trump, güvenlik alanında bizden daha fazla bağımsızlık talep edecek; bu da özellikle savunma harcamalarının artırılmasını gerektiriyor. Bu, ABD açısından da kazançlı bir anlaşma, zira Avrupa’da ithal edilen savunma sanayii ürünlerinin yüzde 60’tan fazlası ABD’den geliyor. Almanya için bu oran daha da yüksek. Trump için bu epey kârlı bir durum. Almanya’nın bir yandan güvenliğini ABD’den ithal edip, diğer yandan ABD’nin rakipleri olan Rusya ve Çin’le milyar dolarlık ticaret yapmasını kabul etmiyor. Almanya’nın bu yaklaşımı, zeitenwende politikasıyla birlikte tarihe karıştı. Bu durum Almanya açısından ciddi riskler taşıyor: Eğer Trump’ın yolunu sorgusuz sualsiz izlersek, ekonomimizi büyük bir çıkmaza sürükleriz. Almanya, AB’nin Çinli elektrikli araç üreticilerine yönelik gümrük vergilerine karşı oy kullandı. Bu, Trump’ın gözünden kaçmadı. ABD, Almanya’dan yapılan ithalata da gümrük vergileri getirecek. Almanya burada çıkar odaklı bir politika izlemeli ve “Çin kartını” da devreye sokmalı. Aksi takdirde arada eziliriz. Maalesef şu anda zayıf bir hükümetimiz var. Fakat bu durumdan hükümetin kendisi de bir ölçüde sorumlu, zira son yıllarda Trump cephesiyle sağlam ilişkiler kurma konusunda yetersiz kaldı. Bunu son derece kısa vadeli bir yaklaşım olarak görüyorum.
Editörün notu: BRICS’in Kazan Zirvesi, ABD ve diğer emperyalist güçlerin hegemonyasına karşı küresel bir direnişin sinyallerini verirken, Rusya öncülüğünde doların egemenliğini sonlandırma ve uluslararası finans sisteminde reform önerileriyle dikkat çekti. Marksist iktisatçı Prabhat Patnaik’e göre zirvede alınan kararlar küresel Güney’in ihtiyaçlarına dair yüzeysel kalıyor. BRICS’in mevcut sistemin daha kapsayıcı hale getirilmesi fikrine dayanarak sorunları çözmeyi hedeflemesi, derin yapısal reformların önüne geçebilir. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) işleyişinde ve serbest ticaret anlayışında köklü bir değişim olmadan, Küresel Güney ülkeleri arasında rekabet yerine işbirliğini teşvik edecek bir yapı kurulması güçleşecektir. Patnaik, Kazan Deklarasyonu’nun doların yerine yeni bir hegemon para birimi yaratma riski taşıdığını, bu nedenle finansal sistemdeki dengesizliklerin yalnızca açık veren ülkeler üzerinde değil, fazla veren ülkeler üzerinde de düzeltilmesi gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca Patnaik, finansmanın yalnızca daha kolay hale getirilmesi yeterli görmüyor; Küresel Güney’in asıl bağımsızlığı finansman ihtiyacının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Bu nedenle Patnaik, BRICS’in, mevcut kapitalist sistemin sınırları içinden çıkarak, Küresel Güney’in gerçek iktisadi bağımsızlığını hedefleyen alternatif modeller geliştirmesi gerektiğini vurguluyor.
BRICS’in Kazan zirvesi
Prabhat Patnaik, Peoples Democracy
10 Kasım 2024
BRICS ülkelerinin Kazan zirvesi, birkaç açıdan tarihi bir önem taşıyordu: İlk olarak, tam üyelik yolunda bir adım olarak “ortak ülkeler” adında yeni bir kategori oluşturdu ve bu statüde Küba ve Bolivya gibi 13 ülkeyi kabul etti. İkinci olarak, ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin, kendi hegemonyalarına meydan okuyan ülkelere karşı uyguladığı tek taraflı ekonomik yaptırımlara karşı durdu. Üçüncü olarak da Uluslararası Para ve Finans Sisteminde reform yapılmasını önerdi.
Kazan Deklarasyonu, doların hegemonyasını aşmak için atılması gereken adımlara dair genel bir çerçeve çizerken, bu ihtiyacın altını çizmekle yetindi; fakat Rusya hükümetine ait bazı belgeler bu konuda daha ayrıntılı bilgiler sundu.
Bu gelişmeler, memnuniyetle karşılanması gereken adımlar; ancak BRICS’in küresel Güney’in sorunlarına yaklaşımında temel sınırlamaların farkında olmamak mümkün değil.
Bu yaklaşımın özü, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Bretton Woods ikizleri gibi mevcut kurumları daha kapsayıcı hale getirmekte yatıyor; oysa küresel Güney’in sorunları çok daha derin.
Elbette, BRICS heterojen bir ittifak ve radikal bir ajanda benimsemesi beklenemez; ancak burada bahsettiğim mesele, böyle bir ajandanın uygulanabilir olup olmamasından ziyade, “radikal ajandanın” ne olduğu sorunudur.
BRICS deklarasyonu, mevcut uluslararası kurumların sorunlu olduğunu, zira emperyalist ülkeler tarafından domine edildiğini ve yeterince temsil edici olmadığını varsayıyor; oysa sorun, bu kurumların kim tarafından yönetildiğinden bağımsız olarak, yapısal olarak sorunlu olmaları.
Bir benzetme yapmak gerekirse, BRICS’in tutumu, mevcut sistemde işçilerin sömürülmesinin sebebinin karteller ve tekeller olduğunu, bu tekellerin yerine serbest rekabetin gelmesi durumunda sömürünün ortadan kalkacağını öne sürme yönünde.
Örneğin DTÖ’yü ele alalım. Kazan Deklarasyonu, gelişmiş ülkelerin DTÖ’nün ruhuna aykırı olarak korumacılık uyguladığını, bunun küresel güney için ayrımcılık yarattığını ve yalnızca güneyin DTÖ yönetiminde daha iyi temsil edilmesiyle giderilebileceğini savunuyor. Oysa, DTÖ’nün dayandığı serbest ticaret anlayışının kendisi hatalı.
Bu anlayış, hiçbir zaman toplam talep yetersizliği olmayacağını ve bu nedenle pazarlar için mücadele yaşanmayacağını öngören Say Yasası’nın geçerliliğini varsayıyor. Bu yaklaşıma göre, ticaret öncesi ve sonrası her ülkenin tüm kaynakları tam istihdam edilmiştir; tek fark, ticaret sonrası kaynakların farklı ürün grupları üretmek üzere farklı şekilde tahsis edilmiş olmasıdır (Daha fazla bilgi için, bkz. People’s Democracy, 30 Ekim).
Bu yaklaşımla ilgili temel sorun, küresel Güney’in iktisadi bağımsızlık mücadelesinde asıl gerekli olanın, mevcut sistemin özüyle hesaplaşmak olduğunu ıskalamasıdır.
Kazan Zirvesi’nin, doların küresel sistemdeki egemen konumuna karşı adımlar atma yönündeki genel niyetleri önemli ama mevcut küresel düzenin yapısal sorunlarını derinlemesine ele almadan yalnızca yüzeysel değişikliklerle sınırlı kalmak, uzun vadede sürdürülebilir bir çözüm sunmayacaktır.
Bu iddia, kapitalizmin gerçekliğinden tamamen kopuk, son derece saçma bir iddiadır; zira küresel Güney ülkelerini serbest ticarete ya da hatta liberal ticarete zorlamak, onları birbiriyle “Darwinci” bir rekabete itmek anlamına gelir; bu da herhangi bir işbirliği biçimini baltalamak demektir. DTÖ’nün felsefesi, pratikte, küresel Güney ülkeleri arasında dahi işbirliğini değil, tam tersine amansız bir rekabeti garanti eder.
Benzer şekilde, bir ülkenin çiftçilere verdiği fiyat desteğinin, o ürünün toplam değerinin yüzde 10’unu aşmaması gerektiği yönündeki DTÖ kuralı —bu kuralı Hindistan’ın ihlal edip etmediği bir yana— temelde son derece hatalıdır. Bu kuralın dayandığı “piyasa bozan” ve “piyasa bozmayan” sübvansiyon ayrımı, piyasanın verimliliğini varsayar; bu, Keynes öncesi ekonomiye geri dönmek gibi bir yaklaşımdır ve DTÖ’nün hayali varsayımları dışında hiçbir geçerliliği yoktur.
BRICS Deklarasyonu’nun bir diğer önemli vurgusu ise, Amerikan dolarının hegemonyasını sona erdirmek ve sabit döviz kurlarıyla birbirine bağlı ulusal para birimlerinde daha fazla uluslararası ticaret yapılmasını teşvik etmek. Doların egemenliğini ortadan kaldırmak elbette ki kıymetli bir hedef ama bu tek başına yeterli değil. Aynı zamanda finansın egemenliğinin de sona erdirilmesi gerekir.
Bunun için en az üç şartın yerine getirilmesi gerekir: Birincisi, cari açık dengesizliklerinin düzeltilmesi sorumluluğu, cari fazla veren ülkelerin üzerinde olmalıdır, cari açık veren ülkelerin değil. İkincisi, bu dengesizlikler giderilene kadar, fazla veren ülkeler, açık veren ülkelerden gelen tüm borç senetlerini tutmaya razı olmalıdır. Üçüncüsü ise, mevcut borçların ödenmesi için servet transferlerine (“millileştirmeden çıkarma” ya da “özelleştirme”) başvurulmamalıdır.
Dengelemeyi açık veren ülkelerin değil de fazla veren ülkelerin yapması, yalnızca hâkimiyetin ortadan kaldırılması için değil, dünya çapında üretim ve istihdam açısından da önemlidir; dolayısıyla bu, dünya işçilerinin refahı için de elzemdir. Eğer fazla veren ülke uyum sağlamak zorunda kalırsa, bu durumda kendi iç tüketimini artıracaktır. Kendi üretimi halihazırda kapasite sınırına yakın olduğundan, bu iç tüketim artışı ihracatını azaltacaktır.
Açık veren ülke ise iç tüketimini aynı seviyede korusa bile, ithalatı düştüğü için daha fazla üretim ve istihdam sağlayacaktır. Böylece her iki ülke birlikte ele alındığında toplam talep artacak ve bu da daha fazla üretim ve istihdama yol açacaktır. Aynı zamanda, fazla veren ülkenin iç tüketim artışı, çalışan kesiminin daha fazla tüketimi şeklinde gerçekleşirse, iki ülkedeki işçilerin refahı —fazla veren ülkede artan tüketimle, açık veren ülkede ise artan istihdam yoluyla— daha da artacaktır.
Buna karşılık, cari açığı olan ülkenin uyum sağlaması gerektiğinde —ki mevcut uygulama bu yöndedir— iç tüketimini azaltmak zorunda kalacaktır. Bu da söz konusu ülkede bir durgunluk yaratacaktır. Dünyadaki toplam talep seviyesi düşecek ve bu da özellikle açık veren ülkedeki çalışan kesimler için bir maliyet yaratacaktır. Cari dengesizlikleri, açık veren ülkelerin uyum sağlaması yoluyla gidermek, fazla veren ülkelerin uyum sağlaması kadar etkili bir yöntem değildir ama itiraf etmek gerekir ki, fazla veren ülkeleri bu uyuma zorlamak daha zordur.
Ayrıca, fazla veren ülkelerin uyum sağlamasını gerektiren bir düzenleme olmadan doların hegemonyasının sona erdirilmesi, yalnızca başka bir para biriminin hegemonya kazanmasına yol açacak; hegemonyayı tamamen ortadan kaldırmayacaktır. Örneğin, BRICS ülkelerinin yalnızca kendi aralarında ve sabit döviz kurlarıyla ulusal para birimlerinde ticaret yaptığını varsayalım (aksi takdirde, yaygın kur spekülasyonu her türlü ticaret düzenini sürdürülemez hale getirecektir).
Eğer bir ülkenin diğerine karşı sürekli bir cari açığı varsa, ya mevcut uygulamada olduğu gibi bu açığı kapatmak için iç tüketimini azaltır ya da fazla veren ülkeye sürekli olarak borç senedi sunmaya devam eder; fakat bu durumda, kendi para birimi üzerinde baskı oluşur ve sabit döviz kuru sürdürülemez hale gelir. Bu ikinci senaryoda, fazla veren ülkelerin para birimleri diğerlerine göre hegemonya kazanacaktır; doların yerini almak elbette arzu edilen bir şey, ancak bu sadece bir başka para biriminin egemenlik kazanmasıyla sonuçlanacaktır; para birimi hegemonyası ortadan kalkmayacaktır.
Kazan Deklarasyonu, Bretton Woods ikizlerinin yönetim biçimini daha kapsayıcı hale getirerek değiştirmeyi ve böylece küresel Güney ülkelerine daha düşük maliyetli ve daha az “koşullu” finansman sağlamayı amaçlıyor; BRICS bankasının da bu amaca katkı sağlaması bekleniyor. Ancak tüm bunlar, olumlu adımlar olmakla birlikte, küresel Güney ülkelerinin sorunlarını çözmeyecektir. Finansmanın daha kolay ve daha ucuz hale gelmesi, bu ülkelere yalnızca “kendi iplerini uzatır” ama bu, “asılma” kaderini ortadan kaldırmaz. Asılma tehlikesi ancak finansmana duyulan ihtiyacın tamamen ortadan kalkmasıyla sona erdirilebilir.
Finansmana ihtiyaç duymayan iktisadi düzenin varlığı, asla ütopik bir fikir değildir. Sovyetler Birliği döneminde, Hindistan da dahil olmak üzere pek çok ülke, sabit döviz kurları üzerinden Sovyetler ile ikili ticaret anlaşmaları yapmıştı. Bu anlaşmalar çerçevesinde ticaret fazlaları ve açıkları bir dönemden diğerine devrediliyor ve karşılıklı olarak kararlaştırılan mal ve hizmet değişimiyle kapatılıyordu.
Bu tür bir düzende, “finansmana” duyulan özel ihtiyaç, herhangi bir hegemonya dayatması ya da açık veren ülkeye “kemer sıkma” yoluyla faaliyet seviyesini azaltma gerekliliği söz konusu değildi. Elbette, Sovyetler Birliği planlı bir ekonomiydi ve böyle bir düzenlemeyi sürdürebiliyordu. Fakat BRICS, Bolivya Devlet Başkanı’nın zirvede dile getirdiği gibi, küresel Güney için emperyalist hegemonyadan gerçek bir çıkış yolu sunmak istiyorsa, baskıcı olmayan bu tür düzenlemelere benzer çözümler üretmelidir.
Her halükârda, mevcut uluslararası kurumları yalnızca daha kapsayıcı hale getirip desteklemekle yetinmenin tehlikeleri göz ardı edilmemelidir. Bu kurumlar dünya kapitalizmi tarafından tasarlanmıştır ve bir miktar daha “temsilci” hale getirilmiş olsalar bile, kapitalist sistemin temel çıkarlarına hizmet etmeye devam edeceklerdir. BRICS, gerçekten küresel Güney’in çıkarlarını savunmak istiyorsa, mevcut yapılar içinde küçük değişikliklerle yetinmek yerine, köklü alternatif modeller geliştirmelidir.
Çin’in en büyük uçak üreticisi COMAC ilk müşterisi olarak Air China’yı duyurdu
Donald Trump Jr, yeni yönetimde yer almak yerine “paralel ekonomi” inşasına katılıyor
Mahkeme, Meloni’nin göçmenleri Arnavutluk’a gönderme planlarını bir kez daha engelledi
Japon 7-Eleven İsrail’deki sekiz mağazasının tamamını kapattı
Ukrayna solundan Sosyalist Enternasyonal’e açık mektup
Çok Okunanlar
-
AMERİKA1 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Son düzlükte Demokratlar panikte… Trump gerçekten önde mi?
-
AVRUPA6 gün önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
-
AMERİKA4 gün önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
FT: ‘Batı, Kuzey Kore’yi hafife almanın bedelini ödeyecek’