Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Değişen dünya düzeninde ABD-Brezilya ilişkileri

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Orta sıkletteki bir ülke olarak Brezilya’nın ABD ile Rusya/Çin arasında, Hindistan’ınkine benzer şekilde oynadığı “salıncak devlet” rolü yakından bakmayı hak ediyor. Brezilya, BRICS bünyesindeki varlığı ve Çin ile olan derin iktisadi bağlarıyla ABD ile spesifik alanlarda işbirliği geliştirme arasında mekik dokuyor. Amerikan dış politika kurumunun dikkate aldığı düşünce kuruluşlarından Brookings Enstitüsü, Brezilya’yı “Çin’in kucağına atmamak” adına bu ülkeye daha fazla özerklik ve söz hakkı tanınması gerektiğine dikkat çekiyor.


Özerklik mi, aynı hizaya gelmek mi? Değişen dünya düzeninde ABD-Brezilya ilişkileri

Bruce Jones, Sophia Hart, Diana Paz García

Brookings Institution

Ağustos 2023

Özet

ABD ile Brezilya arasındaki ilişkiler derin ve çetrefilli. İlişkileri zorlayan ve motive eden konular süreklilik arz ediyor. Ancak bu meselelerin içinde yer aldığı bağlam dramatik ve hızlı bir şekilde değişti. Bu durum, demokrasi ve yönetişim, iklim değişikliği, suç ve sürdürülebilir kalkınma konuları için de geçerli; her bir durumda hem yerel hem de uluslararası eğilimler zorlukları vurguladı. İlişkilerin ilerleyebilmesi için her iki tarafın da uyum sağlaması gerekecek. Fakat şöyle bir zorluk da söz konusu; iki ülke, bilhassa Çin’in rolü konusunda, gelişen uluslararası düzene epey farklı bakıyor. Brezilya küresel hedeflerini ilerletmek istiyorsa, içinde bulunduğu jeopolitik dinamiğe ilişkin anlayışını güncellemek zorunda. Benzer şekilde Washington da Brezilya ile daha yakın bir ilişki kurmak istiyorsa, ülkeyi Çin karşıtı bir koalisyonun içine çekme hevesinden vazgeçmeli ve bölgesel güvenlik, iklim değişikliği ve küresel gıda güvenliğine anlamlı katkılarda bulunan özerk bir Brezilya’nın istikrarlı bir uluslararası düzenin ilerlemesine yardımcı olabileceğini kabul etmeli.

Epey inişli çıkışlı bir dönemdi.

Soğuk Savaş sonrası dönemin büyük bir bölümünde ABD ile Brezilya arasındaki ilişkiler mesafeli de olsa istikrarlıydı. Ancak profesyonel de olsa yeterli ilgiyi görmedi. Ama son zamanlarda öyle değil. Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın seçilmesi, Amerika’nın pek çok dış ilişkisinde olduğu gibi muğlaklık ve kafa karışıklığı yarattı. Ardından Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro’nun seçilmesi, Brezilya yönetimini kaosa sürüklese de ironik bir şekilde tepede olumlu bir kanal yarattı. Ardından ABD Başkanı Joe Biden Washington’a seçilerek denklemin bir yarısını normale döndürdüğünde, ilişkinin üzerinde büyük bir soru işareti asılı kaldı. Fakat tüm bunlar, hemen ardından gelen iniş ve çıkışların yanında hiçbir şeydi.

Yarım yıldan biraz daha uzun bir süre zarfında ABD-Brezilya ilişkileri şu dönemeçleri yaşadı: Amerika’nın özgür ve adil bir sonuç alınmasına yardımcı olmak üzere Brezilya seçim kurumlarına verdiği kayda değer destek, Lula da Silva’nın tarihi bir hadise olarak devlet başkanlığına geri dönüşü, 8 Ocak’ta Brezilya Kongresine yapılan ve ABD’deki 6 Ocak otogol girişiminin güçlü yankılarını taşıyan dramatik saldırı, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın bir ay sonra Washington DC’de çarçabuk planlanan Biden-Lula zirvesini tetikleyen Brasilia ziyareti ve bölgenin en büyük iki demokrasisi arasında ortak önceliklere dair güçlü bir açıklama. Bunlar olurken bile Lula özerk bir dış politikaya vurgu yaptığının da sinyallerini veriyordu. Bunu, Kıdemli Politika Danışmanı Celso Amorim’in mekik diplomasisi de dahil olmak üzere Ukrayna savaşıyla ilgili barış müzakerelerinde Brezilya’ya öncü bir rol biçme çabası şeklinde eyleme dökmeye başladı. Bu çaba en belirgin şeklini Lula’nın Pekin turu ve bu bağlamda ABD’nin Ukrayna’daki savaşın “teşvik edilmesindeki” rolüne ilişkin açıklamaları sırasında aldı; bu açıklamalar Beyaz Saray’ın nadiren ve sert bir şekilde reddettiği yorumlardı. ABD’nin Amazon Fonu’na 500 milyon dolar katkı koyma kararı, Dilma Rousseff’in Washington’un mevcut düzeni savunmaya çalıştığı bir dönemde Batı dışındaki en önemli düzen kurumu olan BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası’nın başkanlığına seçilmesi, Çin’in yüksek öncelikli Avustralya-Britanya-ABD nükleer enerji anlaşmasını engelleme çabaları karşısında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nda ABD ve Brezilya arasındaki uyum ve Lula’nın Japonya’nın Hiroşima kentinde düzenlenen G7 Zirvesi’ne katılımı gibi kayda değer gelişmeler daha az tantanayla karşılandı.

Kendisi de Washington’da oldukça az ilgi gören bir bölgede, üzerinde gereğinden fazla durulmayan bir ülke açısından fena olmayan bir performans. Brezilyalı ünlü düşünce kuruluşu yöneticisi Matias Spektor’un da belirttiği üzere, “[…] Bu ilişkinin önemi hem Washington’da hem de en önemlisi Brezilya’da hak ettiği takdiri görmedi.” Ancak bu durum değişiyor. Lula’nın Ukrayna gambiti ve Çin’deki söyleminin ABD-Brezilya ilişkilerine maliyeti ne olursa olsun, son birkaç ayın bariz bir sonucu şudur: Lula yönetimindeki Brezilya, Latin Amerika’nın en önemli ülkesi ve küresel ilişkilerde anlamlı bir aktör olarak profilini yeniden canlandırıyor.

ABD ile Brezilya arasında uzun zamandır devam eden diplomatik, kurumsal, ticari ve toplumsal bağlar olsa da resmi ilişkiler giderek artan bir şekilde hızla değişen dünya düzeninin merceğinden —ABD-Çin bağları, daha geniş jeopolitik rekabet ve hızla değişen jeo-iktisadi manzara prizmasından— kırılacaktır. Bunun nedeni yalnızca dünyanın önde gelen güçlerinin Batı Yarımküre de dahil olmak üzere dünyanın her bölgesinde nüfuz konusunda rekabet etmesi değil, aynı zamanda hem ABD hem de Brezilya’nın daha geniş, küresel bir dünya görüşüne göre hareket etmesi. ABD’nin eski Brezilya Büyükelçisi Tom Shannon Jr., kısa bir süre önce bunu özlü bir şekilde ifade etmişti: “Her iki ülkenin de coğrafyalarının çok ötesine uzanan küresel hedefleri mevcut. Brezilya’nın coğrafi adresi Güney Amerika ve ABD’nin coğrafi adresi Kuzey Amerika olsa da her iki ülkenin de varoluşsal adresi yarımküremizin çok ötesine uzanıyor.”

Bu da söz konusu olanın ikili ilişkilerden çok daha fazlası olduğu anlamına geliyor. Her iki ülke de kendi iç sorunlarıyla yüzleşerek bölgenin geleceğini şekillendirmeye devam edecek ve her ikisi de değişen uluslararası düzenin hatlarını yeniden tanımlama mücadelesine dahil olacak. ABD’nin rolünün çok daha önemli olduğu açık olmakla beraber Washington’daki önde gelen yetkililer, Brezilya’nın stres altındaki bir uluslararası düzenin temel bileşenlerini savunma ve adapte etme çabasında potansiyel anlamda kayda değer bir ortak —ve dolayısıyla potansiyel anlamda kayda değer bir engel— olduğunu giderek daha fazla kabul ediyor.

İki PH testi söz konusu: ABD, Brezilya’nın dünya sahnesinde daha fazla söz sahibi olma ve küresel iktisadi, siyasi ve güvenlik kurumlarında karar verme ağırlığına sahip olma isteğini karşılamaya hazır mı? Ve Lula’nın ekibi, jeopolitik stratejisini güncelleyebilir mi, bağımsız karar alma vurgusunu korurken aynı zamanda Washington ile ABD-Çin/Rusya ilişkilerinde yaşanmakta olan derin değişimleri yansıtan sağlıklı ilişkiler kurabilir mi?

Demokrasi…

ABD ile Brezilya arasındaki ilişkilerin adapte olması gereken sadece küresel dinamikler değil. Her iki ülkenin siyasetini ve ilişkilerini şekillendiren önemli iç demokratik ve iktisadi değişimler de söz konusu.

ABD ve Brezilya bölgedeki tek demokrasiler değil. Son dönemde popülist politikaların en çok aşındırdığı demokrasiler de değiller (bu “onur” kesinlikle Andrés Manuel López Obrador yönetimindeki Meksika’ya ait. Fakat dünyanın en kalabalık beş demokrasisinden ikisi olarak, Washington’daki anayasacılığın ve Washington ve Brasilia’daki hukukun üstünlüğünün sağlığı her biri için, bölge için ve dünyadaki genel demokrasi istikrarı için son derece önemli.

Önemli siyasetler ya da politika değişikliklerinin ezici ağırlığının içeriden gelmesi temsili demokrasinin doğasında var. Yine de, daha önce şahit olduğumuz üzere, ABD’nin Brezilya kurumlarına verdiği destek yardımcı olabilir; ABD’li aktörler Brezilya içinde aynı kurumları aşındırma çabalarını sınırlamada önemli bir rol oynamış ve özgür ve adil bir seçim sonucunun güvence altına alınmasına yardımcı olmuştu. Son zamanlarda bunu bir müdahale çabası olarak gösterme çabalarına rağmen, ABD’nin çabalarının odak noktasının, terazinin ibresini şu veya bu yöne çevirmek yerine, Brezilya’daki iç güçlerin seçim sonuçlarını manipüle etmesini, hile yapmasını veya karşı çıkmasını önlemek olduğu aşikâr.

ABD’nin de kendi demokratik gerileme sorunları yok değil ve her iki ülkedeki anti-demokratik aktörler yalnızca aktif olmakla kalmayıp, bunların sınır ötesi işbirliği yaptıkları da biliniyor. Daha tertipli bir ikili düzenleme —alınan derslerin paylaşımı, iyi uygulamaların paylaşımı ve gerektiğinde kapasite geliştirme— güven inşa edilmesine yardımcı olacak ve daha sonra demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi diğer alanlara da genişletilebilecektir. Bu tür değişimler yürütme organının ötesine geçmeli. Örneğin ABD’li ve Brezilyalı parlamenterler arasında ilişki kurma çabası hükümetler arasında güven tesis edilmesine yardımcı olabilir. Bu aynı zamanda 8 Ocak’ta yaşanan kriz geçse de, tıpkı ABD’de olduğu gibi zorlukların devam ettiğini kabul etmenin de bir yolu olacaktır.

Bu, sağlıklı demokratik söylem ve özgür seçimlere yönelik tartışmasız en ölümcül tehdit olan dezenformasyona karşı belki de en büyük ihtiyaç ama aynı zamanda en güçlü fırsat. Araştırmacılar, teknoloji şirketleri ve hükümet yetkilileri arasında bilgi paylaşımı konusunda geniş bir alan var. Sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliği, her ülkenin özel ihtiyaçlarına göre uyarlanmış sağlam yanıtlar geliştirilmesine yardımcı olabilir.

Ayrıca her iki ülkede de yargı bağımsızlığının ve seçim süreçlerinin yargısal denetiminin güçlendirilmesi ve korunmasına yönelik önemli bir ihtiyaç bulunuyor. ABD Adalet Bakanlığı’nın Kasım 2020 seçimlerini geçersiz kılma ve hukukun üstünlüğünü aşındırma teşebbüslerinden sorumlu olanlar hakkında başlattığı soruşturma ve kovuşturma henüz tamamlanmamış olsa da cesaret verici. ABD’li yargı ve kolluk kuvvetleri, Brezilya’nın bu konudaki daha hızlı ve kararlı çabalarına —örneğin Jair Bolsonaro’nun yeniden seçime girmesini engelleme yönünde attığı hızlı adıma— dikkat etmeli. Brezilya’nın seçim kurallarını ihlal edenleri aday olmaktan men etme yetkisi özellikle dikkate değer. Her iki vakada da hem anayasayı korumak hem de yargı sistemini meşrulaştırmak adına seçim ve anayasal konulardaki anlaşmazlıkların mahkemelerde karara bağlanması, her ülkenin demokrasiye yönelik sistemik hayal kırıklığını ve otoriterliğe desteği ele almasına yardımcı olacaktır. Her ne kadar yargının siyasallaşması riski olsa da düzgün bir şekilde ele alındığı takdirde hukuki yollar, her iki ülkede de meydana gelen ayaklanma tarzı şiddete kesinlikle tercih edilir.

Aynı zamanda, her iki ülke de demokrasinin karşı karşıya olduğu zorlukları derin iktisadi sıkıntılardan soyutlayamaz. Brezilya’nın demokratik meydan okuması, ABD’nin kişi başına düşen gelirinin (Satın Alma Gücü Paritesi dolar cinsinden ölçüldüğünde) yaklaşık yüzde 20’si olan kişi başına düşen gelir bağlamında ortaya çıkıyor. Fakat gelir seviyelerindeki eşitsizlik, iki ülkenin iç dinamikleri arasındaki farklılıkları abartabilir. ABD’li işçiler için kişi başına düşen gelir (yavaş bir şekilde) artarken, işçi sınıfı ücretleri çok yakın zamana kadar büyük ölçüde durgundu ve Kovid sırasında büyük devlet transferlerinden kaynaklanan bazı (muhtemelen geçici) rahatlamalardan önce eşitsizlik on yılların en yüksek seviyesindeydi. Dahası, Amerikalılar için ortalama yaşam beklentisi düşüyor. Bu olgular popülist duygular ve siyasi memnuniyetsizlikle yakından ilişkili.

Yine de ABD, küresel mali çöküşten bu yana kişi başına düşen GSYİH büyümesini sürdürürken, Brezilya sürdüremedi. Brezilya için göze çarpan gerçek, “orta gelir tuzağının” kendi varyantı; ancak bu durumda, sadece statik büyüme değil, on yıldan uzun bir süredir kişi başına düşen gelirin yıldan yıla azalması (on yıldan uzun bir süredir devam eden güçlü büyümenin ardından, bunun büyük bir kısmı yükselen emtia fiyatları ve dolayısıyla Çin’in kaynak tüketimi tarafından körüklendi). Brezilya’nın, Brezilyalıların çoğunun yaşam standartlarını eşzamanlı olarak iyileştirmeden mevcut demokratik zorluğun ötesine geçmesi pek mümkün değil. Bu anlamda, demokrasinin korunması ve iktisadi kalkınma birbiriyle yakından ilişkili.

Ve kalkınma…

Kısacası, Brezilyalı iktisatçılar ve kalkınma akademisyenleri Brezilya’nın mevcut hakikatleri yansıtacak yeni bir ulusal kalkınma stratejisine ihtiyacı olduğu konusunda hemfikir görünüyorlar. Bu yeni dönemde ABD ile Brezilya arasındaki ilişkilerde temel belirsizlik alanı, Amerika’nın neo-liberal ekonominin “Washington Konsensüsü’nden” yarı korumacı bir sanayi stratejisine doğru kaymasının etkisinde yatacaktır.

Burada bir ironi söz konusu. Brezilyalılar uzun zamandır Washington Konsensüsü’nü eleştiriyorlar ve daha geniş bir devlet müdahaleleri dizisine (elbette her zaman birden fazla oldu), “home-shoring” veya “friend-shoring” olarak adlandırılan tedbirlere ve teknoloji sektöründeki endüstriyel stratejiye doğru kayma, Washington’u ideolojik olarak devletin ekonomideki rolüne ilişkin Latin Amerika ve hatta Brezilya perspektifine yaklaştıracaktır (Sahiden de ABD’nin Brezilya’nın Lula döneminde başlayıp Rousseff döneminde devam eden, savunma harcamalarını yerel ekonomik ve sosyal faydalar üretmeye yardımcı olacak şekilde hedeflemek üzere devlet başkanının çekirdek planlama ekibi içinde mekanizmalar geliştirmeye yönelik yeniliklerinden öğrenebileceği faydalı dersler var). Fakat Washington’un bu yaklaşımının Brezilya’ya fayda sağlayıp sağlamayacağını zaman gösterecek. Pek çok şey ABD’nin Amerika merkezli sanayiyi korumada ne kadar ileri gideceğine ve Brezilya’nın friend-shoring düzenlemelerinin içine girip giremeyeceğine bağlı. Yakın zaman önce iki savunma devi, Amerikan Boeing ve Brezilya Embraer arasında kararlaştırılan ortak teşebbüslerin ve ABD-Brezilya Savunma Sanayi Diyaloğu’nun başarısı, Brezilya’nın Amerika’nın yeni yeniden küreselleşme çabalarında nasıl bir yol izleyeceği sorusunu şekillendirebilir. Washington’un (ve daha az ölçüde Batı’nın geri kalanının) yeniden küreselleşmeye (ya da son moda deyimle “riskten arınmaya”) kendini adamış olması, Brezilya’nın kalkınma stratejisine daha kapsamlı bir şekilde dahil etmesi gereken bir hakikat. Ancak bu aynı zamanda fırsatlar da yaratıyor.

Kalkınma stratejisi alternatifleri arasında eğitim ve kapasite geliştirme Brezilya için kilit öneme sahip. Büyümek ve kalkınmak için Brezilya’nın hem dijital hem de fiziksel altyapıya ve bölgesel entegrasyona (ABD’nin yaptığı gibi) kayda değer ölçüde yatırım yapması gerekiyor. Fakat tüm bunlar nihayetinde yeni dijital bağlantılardan faydalanabilecek bir işgücüne dayanıyor. Bu da “beceri kazandırma”, yeniden eğitim ve çalışanların iş bulmalarına, alt bölgesel kalkınmaya katkıda bulunmalarına ve üretkenliği artırmalarına yardımcı olmak üzere tasarlanmış eğitim anlamına geliyor.

Burada ABD’nin sunabileceği çok şey var. Amerikan yönetimi, karşılaştığı tüm mevcut zorluklara rağmen yüksek öğrenim kurumlarında, sivil toplum kuruluşlarında ve şirketlerde, neredeyse her öğrenim, endüstri, teknoloji ve toplum alanında yerleşik büyük bir beşerî sermaye kapasitesi rezervine sahip. Brezilya, öğrenci değişimleri de dahil olmak üzere önemli kapasite geliştirme programlarına yatırım yapmaya başladı ama burada çok daha fazlası yapılabilir. ABD’nin Quad ülkeleriyle eğitim ve bilimsel değişim programlarına yaptığı yatırımın çok küçük bir kısmıyla bile, Obama yönetimi döneminde başlatılan değişimleri geliştirmek ve Brezilya’nın kapasite geliştirme ve eğitim çabalarını kayda değer ölçüde artırma konusunda fazlaca şey yapabilir. Her ne kadar ABD’nin yükseköğretim ve yüksek teknoloji düzeyinde özel bir karşılaştırmalı üstünlüğü olsa da ilk ve ortaöğretim düzeyinde de destek ve işbirliği için geniş bir alan bulunuyor.

Brezilya’nın etkili bir kalkınma stratejisine ihtiyacı olduğu ya da hem Amerikan özel sektör yatırımları hem de kamu sektörü yardımları için fırsat pencereleri bulunduğu söylemlerinde yeni bir şey yok. Ancak bağlam değişti. Bunun özünde, hala dünyanın en güçlü pazarı olan ABD’nin, küreselleşmenin bazı temel niteliklerini Çin’in imalatına ve ticaretine aşırı bağımlılıktan uzaklaştırarak yeniden düzenlemeye dönük güçlü ve (hala belirsiz olsa da) partiler üstü arzusu yatıyor. Bunun biçimi hala tanımlanmayı bekliyor. Brezilya, ABD’nin tedarikini çeşitlendirmesine ve bunu yaparken değer zincirinde yukarılara çıkmasına yardımcı olma fırsatına sahip.

Bu iki husus da —eğitim ve öğretimde işbirliği fırsatı ve yeniden küreselleşmeye doğru itişten faydalanma fırsatı— geçmişteki gerilimin ve gelecekteki potansiyel işbirliğinin kritik bir alanında —iklim değişikliği ve yeşil ekonomi— bir araya geliyor.

İklim değişikliği…

Değişen bağlamın Brezilya açısından yeni fırsatlar yarattığı önemli alanlardan biri de yeşil teknoloji. Burada da yeni bir bağlam söz konusu. Dünyanın bir iklim acil durumu içinde olduğu ya da en azından hızla bu duruma doğru sürüklendiği düşüncesi Batı söylemine ve hatta politikasına nüfuz etmeye başladı. ABD, hala iklim politikasındaki en önemli inatçı aktörlerden bazılarına ev sahipliği yapıyor olsa da artık iklim eylemine dair geniş bir kamuoyu desteği var. Enflasyonu Düşürme Yasası’nın (gerçek anlamda bir iklim ve altyapı tasarısı) kabulü, ABD’deki ve küresel piyasaları yeniden şekillendirmeye başlayacak bir yerel harcama ölçeğine yön verecektir. Dünyanın geri kalanının çoğunda, iklim değişikliği gerçeğinin daha derin bir şekilde kabul edilmesi, henüz sanayi politikasına yön vermese de bunu şekillendiriyor. Ukrayna savaşının ironik bir sonucu olarak Avrupa’da doğalgazdan uzaklaşmanın beklenenden daha hızlı gerçekleşmesi, elektrikli otomobil üretimi gibi sektörlerin daha da genişlemesini teşvik edecektir. İklim değişikliği artık niş bir konu değil; çoğu ülkenin ulusal stratejisinin temelini oluşturuyor. Ve yeşil enerji üretimi ve tüketiminde dünyanın gerçek liderlerinden biri olan Brezilya için büyük bir fırsat yatıyor.

Brezilya temiz enerji üretiminde halihazırda bir güç merkezi. Yeşil enerji teknolojisi ve ürünlerine dönük artan küresel talep ve bu teknoloji kollarının bazılarında Çin’in hakimiyetinin mevcut durumu göz önüne alındığında, yeni tedarikçilerin değer zincirinde yükselmesi açısından geniş bir alan bulunuyor. Dış finansman yardımcı olacaktır ve daha da fazlası, küresel tedarik zincirinin belirli kısımlarında teknoloji transferi ve gelişimine destek olacaktır. İktisatçı Monica de Bolle’nin de belirttiği gibi, Brezilya’nın hem önemli karşılaştırmalı avantajlara hem de ilk hamle fırsatına sahip olduğu yeşil hidrojen alanında bilhassa önemli fırsatlar bulunuyor. Brezilya ayrıca yeşil endüstrileri desteklemeye yardımcı olmak için küresel tedarik zincirine sunabileceği kritik minerallere sahip.

Buna ek olarak Brezilya bir tarım merkezi ve bu iki sektörün (enerji ve tarım) ekonomi politiği zaman zaman çatışacaktır. Fakat Brezilya’nın, yeniden küreselleşmedeki yeni dinamiklerden faydalanmak için dikkatini yeşil endüstrilere yeniden odaklaması gerekecektir. Bu da kilit sektörlerde istihdam yaratma, yeniden eğitim ve kapasite geliştirme ihtiyacına işaret ediyor.

Bu istihdam yaratma çabaları Amazon’u ve özellikle de Amazon’un kentsel merkezlerini içermeli. Bu önemli, zira şu anda Amazon’da 30 milyon insan yaşıyor ve ormanların yüzde 20’sinden fazlası tahrip edildi. Lula’nın Amazon’un korunmasına geri dönüşü Brezilya’nın küresel olarak konumu önemli ölçüde değiştirdi ve ABD-Brezilya ilişkilerindeki ciddi anlaşmazlık noktalarından birini ortadan kaldırdı. Ancak orman korumanın sürdürülebilir olması için sürdürülebilir geçim kaynaklarına ve istihdam yaratmaya yönelik gerçek yatırımlarla birleştirilmesi gerekiyor. Koruma ve uyum finansmanı, bölgedeki iklim/istihdam gündemini desteklemek üzere bu modelin finansmanında kritik bir rol oynayabilir. Sürdürülebilir kentleşme, iklim değişikliğiyle mücadelede temel öneme sahip. Bu durum, hayırseverlerin Amazon’da sürdürülebilir kentler inşa etme konusunda yapacakları güçlü yatırımlarla birleştirilmeli.

Yeşil endüstri, ABD ile Brezilya arasında yukarıda belirtilen türden eğitim ve kapasite geliştirme değişimlerinin temel bir parçası olabilir. Her iki ülke için de yeşil enerjiyi destekleyen ve ortaklıklarını anlamlı bir şekilde güçlendiren faaliyetler yoluyla aktif olarak yeşil bir ekonomi inşa etme fırsatı var. Bunun büyük bir kısmı federal ve alt-ulusal çabaları birleştirerek yapılabilir. Alt-ulusal düzeyin sınırları var ama iki bariz avantajı söz konusu: stratejiyi bilgilendirmesi gereken sanayi ve kentleşmenin gerçek politik ekonomisine daha fazla yakınlık ve federal düzeydeki politik dalgalanmalardan (en azından bir dereceye kadar) azade olma imkanı. Bu nedenle, ABD ve Brezilya’da fonları etkili bir şekilde harekete geçirecek sermayeye sahip kurumlar, mümkün olduğunda iklim krizine yönelik çözümleri belirlemek ve uygulamak için (örneğin, yatırımlar ve yapıcı diyalog yoluyla) işbirliği yapmalı.

Mavi ekonomi konularında da, yani Brezilya’nın doğu kıyısındaki Atlantik Okyanusu’nu hem çevresel bozulmadan hem de yasa dışı balıkçılıktan koruma çalışmalarında aktif işbirliğine ihtiyaç var. ABD şu anda Sahil Güvenlik faaliyetlerini, uzaktan algılamayı ve yasa dışı balıkçılığı izleme ve daha geniş deniz alanı gözetimi ve farkındalığı için hesaplama teknolojilerinin (yapay zeka dahil) uygulanmasını birleştirme konusunda kapsamlı teknikler geliştirdi ve bunların çoğu Pasifik’in orta kesimlerinde pilot olarak uygulandı. Tüm bunlar, batı Atlantik’i korumak için Brezilya ile işbirliği yapmak üzere daha kolay ve daha düşük maliyetle uygulanabilir. Bu işbirliği, Eylül 2023’te BM’de resmen başlatılacak olan ve Brezilya ile ABD’nin her ikisinin de aktif üyesi olduğu, Atlantik’e kıyısı olan ülkeler arasında yakın zamanda imzalanan çok uluslu anlaşmanın şemsiyesi altına girebilir.

Ve suç…

Brezilya’da ve ABD ile Brezilya arasındaki ilişkilerde uzun zamandır devam eden bir başka sorun söz konusu olduğunda da yeni bir bağlam var: suç.

Primeiro Comando da Capital (PCC) Brezilya’nın baskın organize suç grubu olarak ortaya çıkarken suç dünyası önemli bir dönüşüm geçiriyor. Bu değişim, yeraltı suç dünyasını etkileyen küresel sentetik uyuşturucu devriminin bir parçası. PCC, Brezilya’nın en büyük suç örgütü olarak konumunu sağlamlaştırdı, ülke çapında faaliyet göstermekle birlikte başta Afrika olmak üzere denizaşırı ülkelere de uzanmaya başladı. Faaliyetleri uyuşturucu kaçakçılığı, çevre suçları ve gaspı kapsıyor. Grup nüfuzunu genişletiyor, diğer suç örgütleriyle işbirliği yapıyor ve kara para aklama becerilerini mükemmelleştiriyor. Meksika kartelleri Cartel de Sinaloa (CS) ve Cartel Jalisco Nueva Generación (CJNG) ile rakip.

Triadlar gibi Çinli suç şebekeleri de Brezilya’da yükselişe geçiyor ve öncelikle yolsuzluk yoluyla çevre suçları işliyor. Bu da yabani hayvan kaçakçılığına, kaçak balıkçılığa ve yolsuz kereste uygulamalarına katkıda bulunuyor. Brezilya, aynı zamanda siber suçlar için de önemli bir merkez haline geliyor. Tüm bunların küresel boyutu, Brezilya devletinin suç aktörleriyle mücadele etme veya onları caydırma kapasitesini sınırlıyor.

Burada dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan biri, Amazon’un korunması/yeşil istihdam konuları ile suçla mücadele çabaları arasındaki yakın ilişki. Brezilyalı bir düşünce kuruluşu olan Igarapé Enstitüsü’nün son çalışmaları, küresel emtia fiyatları üzerindeki yukarı yönlü baskının Amazon’daki madencilik faaliyetleri ve yasa dışı emtia kaçakçılığı açısından nasıl hızla yeni talebe dönüştüğünü ve bunun genelde uyuşturucu kaçakçılığı ile nasıl el ele gittiğini gösterdi.

Brezilya’nın güvenlik müdahalesi tarihsel olarak reaktif ve maliyetli oldu, istihbarat bileşeninden yoksun kaldı. Kamu güvenliği kararları, uzun vadeli bir strateji benimsemek yerine olaylara yanıt vererek dönemsel oldu. Hem organize suç örgütleri hem de polis memurları tarafından sürdürülen şiddet olayları yüksek seviyelerde kalmaya devam etti. Yine de geçmişte yaşanan bazı deneyimler durumu iyileştirmek açısından dersler sunuyor. São Paulo’nun vücut kamerası kullanımı, rastgele kontrollü teftişler (RCT’ler) ve polis memurları arasında kontrol ve hesap verebilirliği zorlamayı içeren yaklaşımı olumlu sonuçlar verdi.[41] Benzer şekilde, Rio de Janeiro’nun 2009 polislik programı, bağlama özgü olsa da, favelalarda suç ve sosyo-ekonomik sorunlarla eş zamanlı olarak mücadele etmenin önemini gösterdi.

Fakat operasyonları sürdürmek ve gerekli yatırımları sağlamak zor oldu. Kolluk kuvvetleri içindeki yolsuzluk, dikkat edilmesi ve çözülmesi gereken önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Amerikalı karar alıcılar mevcut siyasi iklimde yolsuzlukla mücadeleye odaklanmak isteseler de, ABD’nin tavsiyelerinin veya desteğinin ne ölçüde hoş karşılanacağı konusunda sınırlar olacaktır. Dünya Bankası ve AB gibi diğer aktörler bu noktada Brezilya’da daha fazla ilgi görebilir.

Yine de ABD’nin Brezilya’ya güvenlik ve ortaya çıkan suç tehditlerine karşı koyma konularında yardımcı olma konusunda pek çok fırsatı var. Kilit alanlardan biri, Brezilya liderliğinde Amazon’un güvenliğini sağlama ve çevre politikalarını uygulama çabalarını koordine etmek. ABD, Brezilya’nın çevre suçlarına karışan bireyler açısından alternatif geçim kaynakları geliştirme planlarına destek sağlayabilir. İşbirliği, aynı zamanda zoonotik hastalıkların ve yeni salgınların önlenmesine yönelik ortak müdahalelere de odaklanabilir. Her iki ülke de pandemi anlaşması müzakerelerinde yabani hayvan kaçakçılığının azaltılmasını savunabilir.

Ve belki de en önemlisi: ABD, Brezilya’nın sorunun küresel boyutlarıyla başa çıkmasına yardımcı olmak için kapsamlı denizaşırı ilişkilerini ve istihbarat operasyonlarını kullanabilir; bunların çoğu Brezilya devletinin erişiminin ötesinde.

Ve Çin: Ya da jeopolitik ve küresel yönetişimde değişim

Lula’nın dönüşüyle birlikte Brezilya’nın dünya sahnesinde ve küresel siyaset ve ekonominin karar alma mekanizmalarında daha büyük bir rol oynama arzusu yeniden canlandı. Latin Amerika’nın lider ekonomisi, dünyanın en büyük 10. ekonomisi ve dünyanın en kalabalık yedinci ülkesi olarak bunu yapmak için her türlü iddiaya sahip. Hakikaten de Brezilya gibi bu özelliklere sahip bir ülkenin küresel yönetişimde son derece mütevazı bir role sahip olması, küresel güneyden yayılan Batı’ya yönelik hoşnutsuzluk ve güvensizliğin merkezi bir unsuru.

ABD’nin bu konudaki bakış açısı uzun zamandır ılımlı, pasif destek ve Brezilya gibi ülkeleri karar alıcı çevrelere dahil edecek küresel yönetişim reformunu prensipte görme isteği şeklinde, fakat pratikte en iyi ihtimalle ılık diplomatik destek ve reform çabalarının kurulmasına ve başarısız olmasına izin verme konusunda mükemmel bir isteklilik modeline uyuyor.

Burada da Ukrayna’daki savaşı çevreleyen diplomasinin yarattığı değişen bir bağlam var. ABD’nin BM gibi forumlarda Ukrayna için diplomatik desteği harekete geçirme çabalarının sınırlandırılması, önde gelen yetkililere ABD’nin küresel güneyde ve Batılı olmayan yükselen güçlerle ciddi bir sorunu olduğunu gösterdi. Yirmi yıl çok geç olduğu kesin ama belki de geç olması hiç olmamasından iyi. ABD’nin kısa bir süre önce BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimî koltuk sayısını artıracak bir karar tasarısı sunması —Brezilya’nın temel talep ve arzularından biri- bu tutum değişikliğinin bir göstergesi. Ancak ABD’nin anahtarların bekçisi ve yönetişim reformunun önündeki başlıca engel olduğu uluslararası finans kurumları ve çok taraflı kalkınma bankaları konusunda daha zorlu bir mücadele yaklaşıyor. Biden kısa süre önce Paris Zirvesi’nin sonuç bildirgesini imzalayarak küresel finans reformuna ilişkin Bridgetown Girişimini desteklemişti, ancak zirveye gitmek yerine aynı gün Hindistan Başbakanı Modi’yi Washington’da ağırlaması belki de ABD’nin konuya verdiği göreli önemin bir göstergesi.

Elbette tüm bunlar daha geniş kapsamlı ABD-Çin mücadelesi tarafından şekillendiriliyor. Brezilya’nın bu yeni dinamiği nasıl yönlendireceği, başarısı ya da başarısızlığı için son derece önemli olacaktır. Fakat şu ana kadar elde edilen kanıtlar, Lula’nın Brezilya’nın ses arayışını yenilemeye çalıştığı jeopolitik bağlamı biraz yanlış değerlendirdiğini gösteriyor. Yine de bu, yanlış bir başlangıç, başarısız bir strateji değil.

Kısa vadede Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi muhtemelen hassas bir nokta olarak kalmaya devam edecek. Lula’nın arabulucu olma konusundaki kötü zamanlanmış, kötü çerçevelenmiş ve şu ana dek kötü sonuçlanmış hamlesi, iki yönetim içinde erken dönemde oluşan güveni yok etmek adına çok şey yaptı. Yine de güven ve rol telafi edilebilir. ABD’nin savaşın sona erdirilmesine dönük müzakereler için zemin hazırlama konusunda bugüne dek olduğundan daha açık olacağı bir zaman mutlaka gelecektir, belki de yakında. O zaman geldiğinde, gerçek müzakere sürecinin, üçüncü tarafların bir araya getirici ve ikna edici bir rol oynadığı bir süreç de dahil olmak üzere çeşitli yolları olması muhtemel. Orta ölçekli güçlerden oluşan bir “dostlar grubu”, belki de BM Genel Sekreteri ile birlikte, müzakerelerde tarafları ileriye götürmek için yapıcı roller oynayabilirken, ABD ve Çin gibi ülkeler —resmi yollarla— arabulucu olmaktan çok garantör olarak hizmet edeceklerdir (Buna paralel olarak asıl iş muhtemelen ABD-Rusya-AB-Ukrayna formatında yapılacaktır). Brezilya’nın bu türden bir “dostlar grubunun” parçası olması için her türlü neden var ve Washington doğru zamanda ve doğru hazırlıkla böyle bir çabayı kesinlikle destekleyebilir.

Daha zor olan konu ise Çin. ABD, Brezilya’nın ABD ile ortaklığı korumak ile Çin arasında bir seçim yapmasını beklememeli; Çin’in Brezilya ile ticaretinin devasa boyutları bunu tamamen olanaksız kılıyor. Washington’un umut edebileceği ve bu yönde çalışabileceği şey, Çin’in hem Latin Amerika hem de Asya’daki davranışlarına ilişkin gerçekçiliğin artması ve Brezilya’nın ABD/Batı’nın bu davranışların istikrarı bozan kısımlarını kısıtlamaya dönük çabalarına daha fazla destek vermesi olacaktır. Çin, Avustralya-Britanya-ABD nükleer denizaltı anlaşmasını gayri meşru hale getirmeye çalıştığında Brezilya’nın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda (UAEK) ABD ile ortak hareket etmesi, Brezilya’nın potansiyel olarak denizaltılar da dahil olmak üzere kendi sivil nükleer kullanımını genişletme arzusundan kaynaklanmış olabilir ama bu, yine de ABD ile Brezilya’nın stratejik çıkarları arasında önemli bir uyum vakası olarak not edilmeli.

Bu alanlarda Washington’un Brezilya’nın küresel ilişkilerdeki değişen rolünün iki boyutunu —daha fazla söz sahibi olmak için kendi meşru iştahı ve daha geniş küresel güneyin bazı bölümlerinde, özellikle Portekizce konuşulan ülkelerde anlamlı diplomatik etkisi— tanıması önemli. Hindistan kendisini Batı ile küresel güney arasında bir “köprü” olarak konumlandırmaya başladı ve kesinlikle burada oynayacağı roller var; ancak Brezilya da öyle. ABD, Lula’nın dış politika yönelimi ve ideolojisinin unsurlarına adapte olmakta zorlansa da küresel güneyin geniş kesimlerinin Lula’nın dünya görüşüne sempati duyduğunu da keşfedecektir. İşbirliği için bir yol bulmak sadece ABD ile Brezilya açısından değil, aynı zamanda Amerika’nın güneydeki bir şekilde katranlaşmış itibarını parlatma hedefi açısından da önemli.

Sonuç

Yeni bir gün doğumu, yeni bir gün; ABD ile Brezilya arasındaki ilişkiler için yeni bir hayat olacak mı?

Son birkaç yılda, yarımkürenin iki devi arasındaki ilişkilerin bağlamının önemli kısımları değişti. Örneğin ABD ile Çin arsındaki ilişkiler zorlu bir işbirliğinden giderek gerginleşen bir rekabete dönüştü ve muhtemelen bu şekilde kalacak ya da daha da kötüleşecek. Brezilya küresel sahnede aktör olmak istiyorsa, stratejik özerklik stratejisini bu yeni bağlama göre güncellemenin bir yolunu bulmak zorunda kalacaktır; dolayısıyla eli kolu bağlı tarafsızlığın yapıcı roller oluşturmaya yardımcı olmaması muhtemel.

Fakat bu çerçevede, anlamlı işbirliği yapılabilecek pek çok alan bulunuyor. Amazon kentlerinde istihdam yaratma konusunda. Yeşil ekonominin teknolojik temelleri üzerine. Çok etnikli bir toplumda polisliğe daha iyi yaklaşımlar konusunda. Organize uyuşturucu kaçakçılığı ve siber suçların küresel kaynaklarıyla mücadele konusunda. Ve zamanı geldiğinde Ukrayna’da savaşın sona erdirilmesi için alan yaratılmasına yardımcı olma konusunda.

Aynı zamanda ABD, Brezilya’nın Çin’in geniş çaplı etkisini azaltmayı amaçlayan hegemonya karşıtı bir koalisyonun istikrarlı bir parçası olacağı umudundan kaçınmalı. Bunun yerine, Çin’in küresel ilişkilerdeki olumsuz etkisini sınırlamaya yönelik daha hedefli yaklaşımlar Brezilya ile işbirliği için verimli alanlar sağlayabilir. Ve eğer ABD daha derin bir ortaklık istiyorsa, Brezilya’nın küresel meselelerde daha fazla söz ve oy hakkı talebini ilerletmesine yardımcı olmanın Çin’e karşı güçlerini birleştirmek açısından bir pazarlık anlamına gelmediğini kabul etmek zorunda kalacaktır. Brezilya özerklik arayışında, hizalanma değil. Washington için şu epey basit bir soru olabilir: Özerk bir Brezilya, Çin ile aynı hizada olan bir Brezilya’dan daha mı iyi?

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English