Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Çin-İsrail ilişkileri ne kadar istikrarlı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Avrupa’daki savaş devam ederken Orta Doğu ve Arap ülkeleri son yılların en sakin dönemini geçiriyor. Bu sükûnet döneminde, tarihi sayılabilecek hadiseler de meydana geldi. Bunların başında, Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkilerin, Çin’in arabuluculuğuyla normalleşmesi geliyor. Bunun diğer bölge ülkeleri üzerinde de etkileri oldu ve Yemen’deki dondurulmuş çatışmada (ki esasında Suudi Arabistan ve çeperindeki Körfez ülkelerinin Mart 2015’te başlattığı bir işgaldi) uzun zaman sonra ilk kez çözüm belirtileri görülmeye başladı. Ayrıca Suriye’nin Arap Birliği’ne dönüşü de büyük sayılabilecek bir gelişmeydi. Durumun Çin’in ABD karşısındaki amansız yükselişiyle bir ilgisi olduğu muhakkak ve burada, öteden beri Washington’un bölgedeki ileri karakolu olan İsrail’in Çin ile geliştirdiği ilişkiler ve bu ilişkilerdeki açmazlar yakından bakmayı hak ediyor.


Çin-İsrail ilişkileri ne kadar istikrarlı?

Giorgio Cafiero

Arab Center Washington DC

28 Ağustos 2023

Yirmi birinci yüzyıl Çin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki iktisadi yükselişine tanıklık etti. Pekin’de 10 Mart’ta imzalanan Suudi-İran normalleşme anlaşmasıyla da vurgulandığı üzere Çin’in bölgedeki diplomatik etkisi de artıyor. Uluslararası jeopolitik düzen daha çok kutuplu hale geldikçe, dünyanın jeo-iktisadi ağırlık merkezi Kuzey Amerika ve Avrupa’dan Asya’ya doğru kaydıkça, bölgedeki neredeyse tüm aktörler yükselen Çin ile bağlarını derinleştirdi. İsrail de bir istisna değil. Çin-İsrail iktisadi bağları yatırım, teknoloji, altyapı, lojistik, bilimsel işbirliği, turizm, inşaat ve eğitim dahil olmak üzere pek çok sektörde geniş bir yelpazeye yayılmış durumda. Ancak, en az üç ana faktör muhtemelen ikili ilişkilerin büyümesini sınırlayacaktır: Pekin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki dış politikası ve İsrail’in düşmanlarıyla olan ilişkileri, İsrail’in Çin’e yapılan bazı teknoloji transferleriyle ilgili güvenlik kaygıları ve ABD’nin İsrail’e Asya deviyle olan ilişkilerini soğutması için yaptığı baskı.

Bu dinamikler İsrail’in Çin ile ilişkilerine tavan yaptırsa da İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu daha derin bir ilişkinin ülkesinin çıkarlarına hizmet edebileceğine inanıyor gibi görünüyor. Haziran ayında Pekin’e davet edilen Netanyahu’nun Çin başkentine dördüncü resmi ziyaretini gerçekleştirme planları, hükümetinin İsrail’in uluslararası arenadaki diplomatik konumunu güçlendirme arayışıyla örtüşüyor. İsrail’in küresel ilişkilerini Batı’nın ötesinde çeşitlendirmek Netanyahu’nun hedeflerinden biri, zira Tel Aviv’in iktidar koalisyonundaki aşırılıkçıların son derece kışkırtıcı eylem ve söylemleri Batı başkentleriyle sürtüşmeyi körüklüyor. İç politika da konuya dahil. Netanyahu hükümetinin stratejik düşüncesinin bir parçası da İsrail içindeki siyasi ve sosyal krizleri büyük iktisadi anlaşmalarla örtmesi muhtemel Pekin ziyaretiyle dengeleme çabasında da görülebilir.

İsrail ayrıca Çin’i İran ve Suudi Arabistan üzerinde etkisi olan yükselen bir güç olarak görüyor ki bu da İran’ın nükleer programı veya Suudi-İsrail normalleşme anlaşması beklentileri de dahil olmak üzere Tel Aviv’in çıkarlarını ilerletme adına potansiyel olarak kullanılabilir. Ayrıca Çin’in Abraham Anlaşmalarına verdiği destek, gelecekte daha güçlü Çin-İsrail ilişkileri için yeni bir temel daha oluşturabilir.

Düşmandan dosta

1940’lardan bu yana Çin-İsrail ilişkileri farklı evrelerden geçti. İsrail’in kuruluşundan bir yıl sonra 1949 Çin Komünist Devrimi gerçekleşti. Bu devrim ile Çin’in 1970’lerin sonundaki İktisadi Reform ve Açılımı arasında Pekin’in Arap dünyasındaki dış politikası (çoğunlukla devrimci amaçlarla) radikal Arap hükümetleri (Mısır, Libya, Irak, Suriye, Güney Yemen, vb.) ve Filistin’deki gibi ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemişti.

Fakat 1979 yılına gelindiğinde Çin, İsrail ile daha pragmatik ve daha az ideolojik bir ilişki kurmaya başlamıştı. Bu, İsrail savunma teknolojisinin Pekin’e transferi için sözleşmeler imzalanmasını gerektirdi. Haziran 1990’da ise iki ülke Pekin’de İsrail Bilimler ve Beşerî Bilimler Akademisi İrtibat Bürosu ve Tel Aviv’de Çin Uluslararası Seyahat Servisi ofisi olmak üzere “fiili büyükelçilikler” açtı. Ocak 1992’de iki ülke tam teşekküllü ilişkiler kurdu. Geçtiğimiz 31 yıl içinde Çin-İsrail iktisadi ilişkileri önemli ölçüde büyüdü. Çin İstatistik Bürosuna göre 1992 yılında 50 milyon dolar olan ikili ticaret 2021 yılında 22,8 milyar dolara ulaştı. 2021-22’de Çin, İsrail’in en büyük ithalat kaynağı olarak ABD’nin yerini aldı ve İsrail, Çin’in para birimi renminbiyi yabancı rezervlerine ekledi.

Netanyahu’nun 2009’da İsrail’in başbakanı olarak geri dönmesinin ardından iktisadi ilişkiler yeni boyutlara ulaştı. Mart 2017’de Netanyahu, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’i Pekin’de ziyaret ederken iki ülke teknolojik işbirliğine dayalı kapsamlı ve yenilikçi bir ortaklık ilan etti. Bunu, Çin’in İsrail ekonomisine yaptığı yatırımların artması izledi.

İsrail’in Doğu Akdeniz’deki konumu, Pekin’in Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) kapsamında ikili ilişkilere verdiği değere katkıda bulundu. Çinliler ve İsrailliler, 2017 yılında Kuşak ve Yol Girişimi işbirliğini ilan ederek ikili ilişkilerinde yeni bir sayfa açtılar. Pekin’in bakış açısına göre İsrail, KYG açısından eşsiz bir pazar. Çin, Doğu Akdeniz’de daha fazla varlık göstermeye çalışırken İsrail’in nispeten düşük yatırım riski ortamı Pekin’e cazip geliyor. İsrail’in Akdeniz’deki doğalgaz rezervlerinin geliştirilmesi, gelişen İsrail limanları ve BAE ile normalleşmesinin ardından daha fazla Arap ülkesiyle artan ticareti ile birlikte, İsrail’in komşu ülkeler Kıbrıs, Mısır ve Yunanistan ile güçlendirdiği artan iktisadi ve enerji bağları da öyle.

Çin’in İsrail’e olan ilgisi, İsrail’in pek çok yenilikçi şirketin iş yaptığı bir teknoloji merkezi olmasıyla da yakından ilgili. İsrail de Çin’i büyük bir ihracat pazarına sahip ve en hızlı büyüyen büyük ekonomi olarak görüyor. Pekin’deki hükümet, Çinli şirketleri İsrailli teknoloji şirketlerini (HexaTier, Visualead, ThetaRay, Lumus, Pixellot, vs.) satın almaya, onlarla ortaklık kurmaya ve onlara yatırım yapmaya ve Aşdod ve Hayfa limanları, Tel Aviv hafif raylı sistemi ve Carmel Tünelleri gibi büyük altyapı projelerinde aktif olmaya güçlü bir şekilde teşvik etti.

Potansiyel problem kaynakları

1990’ların başından bu yana Çin-İsrail ilişkilerinde pek çok sektörde yaşanan hızlı büyümeye rağmen, İsrail’in Çin ile ilişkilerine ne kadar bağlı kalacağı konusunda ciddi kuşkular uyandıran üç ana faktör var. Bu dinamikler önümüzdeki yıllarda ikili ilişkilerin istikrarını sorgulatıyor.

Birincisi, Pekin’deki karar alıcıların İsrail’i çatışmalarında, “gölge savaşlarında” ve Filistinliler, Lübnan Hizbullah’ı, Suriye ve İran ile olan anlaşmazlıklarında desteklemesi pek mümkün değil. Orta Doğu’daki güçleri bölen siyasi krizlerde taraf tutmaktan kaçınmaya çalışan Çin, bölgede “stratejik belirsizliği” temel alan “herkesin dostu” bir dış politikaya bağlı kalmaya devam ediyor. Başka bir deyişle İsrail, Çin’de ABD’nin yaptığı gibi Orta Doğu’daki saldırganlığını destekleyecek bir müttefik bulamayacaktır. Aslında bazı durumlarda Çin’in bölgedeki dış politikasının İsrail’in algılanan ulusal çıkarlarına zarar verdiği görülüyor.

Çin-İran ilişkileri bunun bir örneği; Pekin, İranlıların ABD yaptırımlarını delmesine yardımcı olarak Washington’un İslam Cumhuriyeti’ni tecrit etme ve zayıflatma çabalarının altını oyuyor. Pekin’in Filistin konusundaki tutumu da bir başka örnek. Çin, İsraillilerle Filistinlilerden çok daha derin iktisadi ilişkilere sahip olmasına ve Pekin’in Filistinlilere verdiği desteğin artık büyük ölçüde retorik ve sembolik olmasına rağmen, Çinli karar alıcılar İsrail’i Filistinlilere hiçbir İsrail hükümetinin, özellikle de mevcut hükümetin vermeyi düşünmeyeceği tavizler vermeye çağırıyor. Elbette Çin ile İsrail arasında, Filistin ile ilgili konulardaki anlaşmazlıklar, Çin-İsrail iktisadi ilişkilerinin gelişmesini engellemedi ama İsrail’in Batı Şeria’yı işgali, Çin ile İsrail’in aynı görüşte olma şansını sınırlayabilir. Ayrıca Çin hükümeti Lübnan’daki Hizbullah’ı ya da Gazze’deki Hamas’ı “terör örgütü” olarak görmüyor, bu grupları Lübnan ve Filistin’deki kesimlerin meşru temsilcileri olarak değerlendiriyor.

2012 yılında Çin’in o dönemki Lübnan Büyükelçisi Wu Zexian, Hizbullah yanlısı bir gazete olan El Ahbar’a verdiği mülakatta, Pekin’in Hizbullah konusundaki tutumunu ele almıştı. İsrail’i Lübnan’da işgalci bir güç olarak nitelendiren Wu, “Lübnanlıların ülkelerini korumak ve egemenliklerini muhafaza etmek için gösterdikleri tüm çabaların meşru olduğunu” ve Hizbullah’ın Lübnan’da silahlı bir grup olarak statüsünün Lübnanlıların herhangi bir dış müdahale olmaksızın kendi aralarında diyalog yoluyla ele almaları gereken bir iç mesele olduğunu vurgulamıştı. Son zamanlarda Çinli şirketler ve hükümet, tüm Akdeniz ülkeleriyle ilişkileri geliştirme çabalarının bir parçası olarak Lübnan’da rol oynamaya büyük ilgi gösterdi.

Pekin yönetimi, uzun zamandır ABD’yi İsrail’in Hamas yönetimindeki Gazze’ye yönelik askerî harekâtlarına verdiği destek konusunda yalnız olarak tanımlıyor ve Washington’u Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İsrail’i eylemlerinden sorumlu tutma çabalarını engellemekle suçluyor. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrail’in Mayıs 2021’de Gazze’de gerçekleştirdiği Duvarları Koruma Harekâtına cevaben BMGK toplantısında İsrail’in tutumunu kınamış ancak Hamas’ı roket saldırıları nedeniyle eleştirmemişti. Çin, ayrıca İsrail ile Hamas arasındaki gerilimi azaltmak üzere kendi desteklediği bir girişimin parçası olarak İsrail’in Gazze ablukasına son vermesi konusunda ısrarcı olmuştu.

İkinci olarak, İsrail yıllar içinde teknoloji sektöründe Çin ile daha derin ilişkilerin yarattığı bazı riskleri görmeye başladı. Bunlar veri gözetimi, gri bölge teknoloji transferleri, siber güvenlik ve veri hırsızlığı ile ilgili. Çin’de fikri mülkiyet haklarının zayıf bir şekilde uygulandığı göz önüne alındığında İsrail’in fikri mülkiyetinin çalınması ve teknoloji alanındaki rakiplerine karşı avantajlarını kaybetmesi konusunda kaygılar mevcut. Dahası, Çinli teknoloji şirketlerinin İsrail’in bazı düşmanlarıyla iş yapması nedeniyle ulusal güvenlik kaygıları İsraillileri çift kullanımlı teknolojilerin Çinlilere transferi konusunda temkinli davranmaya itiyor. ABD de teknoloji sektöründe Çin-İsrail işbirliğine ilişkin bu tür kaygılarını dile getirmişti.

Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, Washington’un Çinlilerin İsrail ekonomisindeki ayak izlerini büyütmelerini engelleme konusunda İsrail’e yaptığı baskı. Trump döneminde ABD, Çin-İsrail işbirliğinin belirli alanlarda derinleşmesinden duyduğu endişeyi dile getirmişti. Biden yönetimi de Çin’in İsrail ekonomisi için artan öneminden duyduğu rahatsızlığı ifade etti ve Biden’ın nihai halefi de muhtemelen aynını yapacaktır.

2019 yılında ABD Savunma Bakanlığı, Amerikan ordusunun Çin’in İsrail’deki yatırımlarına ve İsrail ile ticaretine “son derece ihtiyatlı” baktığını açıklamıştı. Washington’daki yetkililer, Çin devletine ait Şanghay Uluslararası Liman Grubu’nun, İsrail’in, ABD Donanmasının Altıncı Filosunun uğrak limanı olan Hayfa limanını yönetmek üzere yaptığı 2 milyar dolarlık anlaşmanın Amerikan ulusal güvenliği üzerindeki potansiyel etkilerinden tedirgin oldular. Orta Doğu’dan sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı Mick Mulroy, “ABD ve İsrail ekonomilerinin açıklığı ülkelerimiz için bir güç, ancak ihtiyatlı olmazsak kötü niyetli aktörler bundan faydalanabilir,” dedi. ABD’li yetkililer ayrıca Çin’in, Tel Aviv’deki hafif raylı sistemdeki yatırımlarının kaygı verici olduğunu belirtmiş ve 2020’de Trump yönetimi, Çin kontrolündeki bir şirketin İsrail’in merkezindeki bir su arıtma tesisi çalışmalarındaki rolü hakkında açıklama talep etmek için İsrailli yetkililerle temasa geçmişti.

Genişleyen ilişki

Nihayetinde Çin ile İsrail, gelecekte daha da genişleme potansiyeline sahip olan derin ilişkilerini sürdüreceklerdir. Pekin’in uluslararası arenada artan etkisi göz önüne alındığında İsrail, Çin ile olan ilişkisini, ABD ve Avrupalı güçlerle olan ortaklıklarını dengeleme çabaları açısından kritik olarak görmeye devam edecektir. İktisadi açıdan Çin ile İsrail birbirlerine, özellikle de teknoloji söz konusu olduğunda, iki ülkenin de bu ikili ilişkinin değerini göz ardı edemeyeceği kadar çok şey sunuyor.

Bununla beraber ABD, İsrail’in dış politika ve savunma stratejilerinde Çin’in oynamayacağı özel bir rol oynuyor. Hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin Orta Doğu’ya baktıkları İsrail yanlısı mercek, Pekin’in bölgeye bakış açısından farklı. Sorulması gereken kritik sorular ve izlenmesi gereken eğilimler, İsrail liderliğinin ABD ile Çin arasındaki “yeni soğuk savaşı”, özellikle de bunun Orta Doğu’daki sonucunu nasıl yönlendireceği ile ilgili. İsrail için önemli bir sınav da Tayvan konusunda askeri bir çatışma olacaktır ki bu da İsrail’in muhtemelen Washington’un yanında yer almasını ama aynı zamanda Pekin ile sağlam ilişkiler sürdürme konusundaki çıkarlarını korumaya çalışmasını gerektirecektir.

Büyük olasılıkla, ABD olmasaydı, İsrail Çin ile ortaklığını daha da güçlendirme konusunda girişimlerde bulunacaktı. Fakat Washington, büyük güç rekabetine odaklanmaya devam ettiği ve Çin’i ABD’nin ulusal güvenliğine yönelik büyük bir tehdit olarak gördüğü sürece İsrail, Washington’da Çin ile ilişkilerinin niteliğine dair iki partinin de kaygılarıyla mücadele etmek zorunda kalacaktır.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail Refah’a saldırsa da Hamas, Gazze’de varlığını sürdürecek

Yayınlanma

İsrail, Hamas’ın son kalesi olarak ilan ettiği Refah’a uluslararası baskılara rağmen geniş çaplı saldırıya hazırlanırken diğer yandan Hamas’tan temizlediğini ilan ettiği Gazze’nin diğer bölgelerinde Hamas saldırılarıyla boğuşuyor. Dün Cibaliya Mülteci Kampı’nda İsrail’e göre 5, Hamas’a göre 12 İsrail askeri öldürüldü. Temizlendiği iddia edilen bölgelerde Hamas’ın yeniden “dirilmesi” İsrail içinde siyasi bölünmelere de yol açıyor.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber, güncel gelişmeler ışığında Netanyahu’nun “Hamas’ı ortadan kaldırma” hedefinin neden mümkün olmadığına odaklanıyor:

***

WSJ: Hamas’ın gerilla taktiklerine geçişi İsrail için sonsuz savaş tehlikesini artırıyor

İslamcı militan grup, vur-kaç taktiklerini ve daha küçük savaşçı gruplarını kullanarak ‘yıllarca olmasa bile aylarca’ savaşabileceğini gösteriyor.

Jared Malsin ve Summer Said

Savaşın üzerinden yedi ay geçmesine rağmen Hamas yenilmekten çok uzak ve bu durum İsrail’de sonsuza dek sürecek bir savaşa girdiği korkusunu körüklüyor.

ABD tarafından terörist ilan edilen grup, tünel ağını, küçük savaşçı hücrelerini ve geniş toplumsal etkisini sadece hayatta kalmak için değil, İsrail güçlerini taciz etmek için de kullanıyor. Cibaliya’da savaşan 98. komando tümeninden bir İsrailli yedek asker, Hamas’ın daha agresif saldırdığını, evlerde barınan askerlere ve İsrail askeri araçlarına her gün daha fazla tanksavar füzesi ateşlediğini söyledi.

Hamas’ın dayanıklılığı, Filistinli İslamcı grubun tamamen yok edilmesinin temel savaş hedeflerinden biri olduğunu söyleyen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için stratejik bir sorun teşkil ediyor. İsrail’in Hamas’ın yerini almak için inandırıcı bir planı olmadığı ve ordunun elde ettiği kazanımların azalacağı endişesi güvenlik kurumları da dahil İsrail içinde giderek artıyor.

Görgü tanıklarına göre İsrail ordusu, Hamas’ın son kalesi olarak ilan ettiği Refah’a tank ve asker sevk ederken Hamas da Gazze’nin kuzeyindeki İsrail güçlerine bir dizi vur-kaç saldırısı düzenledi. İsrail salı günü yaptığı açıklamada, düzinelerce militanla girdiği çatışmalarda destek için tank birlikleri çağırdığını ve Gazze’nin merkezinde Hamas’ın savaş odası olarak adlandırdığı bir yer de dahil 100’den fazla hedefi havadan vurduğunu söylerken, nispeten sessiz olan bölgeler savaş alanına dönüştü.

Bir çatışma çözümü kuruluşu olan International Crisis Group’un Orta Doğu ve Kuzey Afrika programı başkanı Joost Hiltermann “Hamas Gazze’nin her yerinde. Hamas yenilmiş olmaktan çok uzak” dedi.

Bunun sonucu olarak İsrail de Netanyahu’nun tam zafer hedefine ulaşmaktan uzak görünüyor. Mevcut ve eski İsrailli askeri yetkililere ve ABD istihbarat tahminlerine göre, İsrail Refah’a geniş çaplı bir saldırı düzenlese de düzenlemese de Hamas’ın hayatta kalması ve Gazze’nin diğer bölgelerinde varlığını sürdürmesi muhtemel.

Netanyahu pazartesi günü yaptığı açıklamada Hamas’ın 7 Ekim saldırısına atıfta bulunarak, “Hamas terör rejiminin çöküşünü sağlayana kadar durmayacağız. Saldırıyı düzenleyenlerden sonuncusuna kadar intikam alacağız” dedi.

İsrail başbakanlık ofisi Hamas’ın Gazze’de yeniden ortaya çıkışıyla ilgili yorum yapmayı reddetti.

İsrailli yetkililere göre çoğu sivil bin 200 kişinin ölümüne yol açan 7 Ekim saldırılarının emrini veren Hamas’ın Gazze’deki en üst düzey lideri Yahya Sinvar’ın, örgütün Gazze’nin altındaki tünellerinde saklanarak İsrail saldırısından kurtulmayı başarması da zorlukları artırıyor. Tünel ağının beklenenden daha geniş olduğu ortaya çıktı ve daha önce deniz suyuyla doldurmayı denedikten sonra patlayıcı kullanarak tünelleri temizlemeye çalışan İsrail ordusu için özel bir zorluk olarak önünde duruyor.

Grubun uzun vadede savaştan sağ çıkabileceğine olan inancını yansıtan Sinvar, ateşkes görüşmelerindeki arabuluculara Hamas’ın Refah’ta savaşa hazır olduğu ve Netanyahu’nun Hamas’ı dağıtabileceğine olan inancının saflık olduğu mesajını iletti.

Bir Arap müzakereci Sinvar için “O her zaman Hamas’ın hâlâ komutada olduğunu ve savaş alanını terk etmediklerini ve aylarca, hatta yıllarca devam edebileceklerini göstermek istedi” dedi.

Hamas tünellerini, savaşçılarını ve silah stoklarını kullanarak 2006’da parlamento seçimlerini kazanıp 2007’de askeri olarak yönetimi ele geçirdiğinden beri Gazze Şeridi’nin hükümeti olarak hareket eden bir gruptan gerilla savaş gücüne dönüştü.

Bu değişim kısmen grubun 1980’lerdeki ilk Filistin intifadası ya da ayaklanması sırasında Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail askeri işgaline karşı muhalefeti örgütleyen bir grup olarak köklerine dönüşünü yansıtıyor. Gazze’deki güvenlik analistleri ve tanıklara göre, mevcut savaşta bu, vur-kaç taktikleri kullanmak ve daha küçük savaşçı grupları halinde faaliyet göstermek anlamına geliyor.

Grup savaşma konusunda isteksiz olduğuna dair hiçbir işaret göstermedi. İsrail ateşkes görüşmelerinin son turunda, ilerleme kaydedilmemesi halinde, Hamas’a taleplerini yumuşatması için baskı yapmak amacıyla bir milyondan fazla yerinden edilmiş Filistinlinin barındığı Refah’a gireceği uyarısında bulundu. Hamas yetkilileri, müzakerecilere ateşkese varmak için yeterince esneklik gösterdiklerini ve Netanyahu’nun Refah’ı işgal etme tehditlerine göz yummayacaklarını söyledi.

Üst düzey Hamas yetkilisi Musa Ebu Marzuk, 6 Mayıs’ta Dubai merkezli MBC kanalına verdiği mülakatta “İsrail Refah’a saldırmakla tehdit ediyor ve operasyonlarını orada bitirmeleri gerektiğini söylüyor. Sizi kim durduruyor? Devam edin, saldırınızı gerçekleştirin ve işinizi bitirin” dedi.

Arap müzakereci, ateşkes görüşmelerinin kilit anlarında Sinvar’ın bazen ateş açmayı tercih ettiğini söyledi. Son görüşmeler, Hamas’ın insani yardım için önemli bir sınır kapısına saldırarak dört İsrail askerini öldürmesiyle sekteye uğradı.

Filistinli yetkililere göre savaşın başlamasından bu yana Gazze’de çoğu sivil 35 binden fazla kişi öldürüldü. Bu sayı Hamas savaşçıları ve siviller arasında ayrım yapmıyor.

İsrail geçen yıl Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırılarına karşılık kuzey Gazze’yi işgal ettiğinde, İsrailli askeri yetkililer kendilerine kuzey Gazze’den başlayarak şeridin bazı bölgelerini Hamas militanlarından temizleme talimatı verildiğini, ancak İsrail güçleri çekildikten sonra bu bölgelerin kontrolünü kimin alacağına dair bir plan yapılmadığını söyledi. İsrail bu yılın başlarında Gazze’nin orta ve güney kesimlerindeki operasyonlara ağırlık verdiğinden güçlerinin büyük bir kısmını kuzey Gazze’den çekmiş ve Hamas’ın yeniden nüfuz kazanması için bir açık kapı bırakmıştı.

Bazı İsrailli güvenlik yetkilileri ve analistler Netanyahu hükümetini Hamas’ın yerini alacak bir otorite için plan yapmamakla suçladı. Diğerleri ise Hamas’ın İsrail ordusuyla işbirliği yapan herkese saldırmakla tehdit ettiği savaşın ortasında alternatif bir Filistin hükümeti kurmanın mümkün olup olmadığını sorguladı.

İsrail askeri sözcüsü Daniel Hagari salı günü yaptığı açıklamada “Hamas’ın yerini neyin alacağına gelince, Hamas’a alternatif bir yönetimin Hamas üzerinde baskı yaratacağına şüphe yok, ancak bu siyasi kademenin yanıtlayacağı bir soru” dedi.

Cibaliya, İsrail’in son günlerde Hamas savaşçılarından temizlemek üzere kuvvet gönderdiği bölgelerden biriydi. İsrail ordusu daha önce de Gazze’nin kuzeyinde örgütün komuta yapılarını çökerttiğini açıklamıştı.

ABD’li yetkililer, İsrail ordusunun kuzeye dönme ihtiyacından endişe duyduklarını belirterek, Biden yönetiminin uzun süredir savaş sonrası bir yönetim planı istediğini kaydetti. ABD’li bir savunma yetkilisi, çatışmaların yeniden başlamasının ordunun orada yaşayan Filistinliler için yeterince çaba göstermediğini ve Hamas ile diğer militanlara geri dönmeleri için alan açtığını gösterdiğini söyledi.

Netanyahu Gazze’de Batı Şeria merkezli Filistin Yönetimi ile çalışmayı reddediyor ve yönetimi Filistinli militan grupları desteklemekle suçluyor.

Hamas ise Gazze’nin bazı bölgelerinde fiili yönetim rolünden vazgeçmiş değil ve militanlarını üniformasız gönderiyor. İsrailli yetkililer Hamas’ın, Hamas liderliğindeki içişleri bakanlığının kontrolü altındaki polis ve sivil savunma organları aracılığıyla nüfuzunu yeniden güçlendirdiğini düşünüyor. Grup aynı zamanda toplumsal bir hareket olarak da varlığını sürdürüyor.

İsrail askeri istihbaratının eski başkanlarından Tümgeneral Tamir Hayman, “Terör faaliyetlerini azaltsanız bile toplumsal yapılar, İslami kardeşlik duygusu, ideolojik ve dini unsurlar hâlâ var. Bu kökten kazınabilecek bir şey değil” dedi.

-Bu makaleye Anat Peled, Fatima AbdulKarim ve Nancy A. Youssef katkıda bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Riyad, mega projelerinin ölçeğini küçültüyor

Yayınlanma

Suudi Arabistan maliyetlerinin 1 trilyon doları aşacağı tahmin edilen mega projelerini finansman sıkıntısı nedeniyle yeniden gözden geçiyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Riyad’ın Vizyon 2030 kapsamındaki dünyanın en büyük petrol üretici için bile iddialı olan projelerin son durumuna odaklanıyor:  

***

Suudi Arabistan amiral gemisi projelerinin maliyeti konusunda zorlu seçimlerle boğuşuyor

Riyad önceliklerini ve sayısız yatırımını en iyi şekilde nasıl finanse edeceğini yeniden gözden geçirirken The Line projesi küçüldü.

Ahmed Al Omran

Muhammed bin Selman 2017’de, Suudi Arabistan’ı, beraberindeki gösterişten yararlanmak isteyen finansçılar ve şirketler için bir mıknatıs haline getiren kapsamlı ekonomik çeşitlendirme planını “Sınır gökyüzüdür” diyerek ilan etti.

Ancak Veliaht Prens’in planları, iddialı Vizyon 2030 programı orta noktasına ulaşmasıyla birlikte, yerel projeler ve küresel finans yoluyla dalgalanabilecek dış harcamalar üzerindeki yansımalarıyla birlikte bir gerçeklik kontrolüyle karşı karşıya.

Doğrudan yabancı yatırımların beklentilerin altında kalması ve küresel faiz oranlarının hala yüksek olması nedeniyle, krallığın liderleri önceliklerini ve sayısız yatırımlarını en iyi nasıl finanse edeceklerini yeniden gözden geçiriyor.

Planlar hakkında bilgi sahibi kişiler, The Line adı verilen bir “yatay şehir” planını da içeren fütüristik bir bölge olan Neom’daki inşaatın açıklanandan daha küçük olacağını, Riyad’ın nüfusunu 15 milyona çıkarma hedefinin ise 10 milyona düşürüldüğünü söyledi.

The Line’ın 170 km boyunca uzanması ve sonunda 1,5 milyon kişiye ev sahipliği yapması planlanıyordu, ancak proje yetkilileri kısa süre önce ziyaretçilere, “ilk modüle” öncelik verdiklerini ve bu modülün çok daha kısa olacağını ve bu sayının çok azını barındıracağını söyledi.

Planın arkasındaki devlet varlık fonu olan Kamu Yatırım Fonu’nun düşünce tarzına aşina bir kişi, Prens Muhammed’in hangi projelerin ilerlemesi gerektiği ve hangilerinin bekleyebileceği konusunda “bazı zorlu konuşmalar yapmaya hazır olabileceğini” söyledi.

IMF’nin Suudi Arabistan misyonu başkanı Amine Mati, “Yetkililerin bunun bilincinde olduğunu düşünüyorum,” dedi: “Bazı harcamaların ertelenmesinin gerekip gerekmediğini değerlendirmek için yeniden ayarlama yapıyorlar.”

IMF’nin bu yıl %2,6 olarak tahmin ettiği GSYH’nin 2025’te %6’ya yükseleceği öngörüsüyle ülke ekonomisi hala iyi performans gösteriyor. Hükümet, ekonomik reformların performansını değerlendirirken kilit bir gösterge olarak gördüğü petrol dışı büyümenin orta vadede yüzde 5’in üzerinde olmasını bekliyor.

Geçen ay Riyad’da düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu etkinliğinde konuşan Suudi Arabistan yetkilileri de iyimser olmaya çalışırken finansman konusunda “zorluklar” olduğunu ve yerel bankaların likiditesinde sıkışma yaşandığını kabul ettiler.

Maliye Bakanı Mohammed el-Jadaan etkinlikte “Egomuz yok” dedi: “Rotayı değiştireceğiz, ayarlamalar yapacağız, bazı projeleri uzatacağız, bazı projelerin ölçeğini küçülteceğiz, bazı projeleri hızlandıracağız.”

Yetkililer hangi projelerin Jadaan’ın listelediği farklı kategorilere yerleştirileceğini söylemedi, ancak bu tür bir karar, borçlanma limitlerinden İsrail’in Gazze’deki savaşını sona erdirmek ve bölgesel istikrarı sağlamak için diplomatik çabaların bir parçası olarak dış yardım için ne kadar harcayabileceklerine kadar kritik seçimler üzerinde etkili olacak.

Ekonomiyi çeşitlendirmek ve madencilik, turizm ve eğlence gibi yeni sektörlerin kilidini açmak için üstlenilen farklı projeler arasında, Neom muhtemelen Prens Muhammed ile en yakından ilişkili ve en iddialı olanı.

Neom, The Line ve Sindalah tatil adası için mevcut planlara ek olarak Ekim ayından bu yana Akabe Körfezi’nde bir düzine farklı proje açıkladı. Özel bölge başlangıçta 500 milyar dolarlık bir proje olarak lanse edilmişti, ancak bankacılar ve analistler maliyetlerin çok daha yüksek olacağını söylüyor.

Neom’un nihai olarak ne getireceği konusunda uzun zamandır kuşkular vardı ve birçok analist planların her zaman aşırı iddialı olduğuna inanıyordu. Dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olsa bile Suudi Arabistan’ın son yıllarda açıkladığı ve maliyetlerinin 1 trilyon doları aşacağı tahmin edilen tüm projeleri nasıl finanse edeceğine dair sorular vardı.

Suudi Varlık Fonu, Prens Muhammed’in hırsları için ana araç haline geldi. Yönetiminde 925 milyar dolarlık varlık bulunan fonun diğer girişimleri arasında küp şeklinde bir gayrimenkul geliştirme ve başkent Riyad’da bu ay açılışı yapılan bölgenin en büyük su parkını da içeren bir eğlence kompleksi yer alıyor.

Varlık Fonu büyük ölçüde hükümetin nakit transferleri, borçlar, portföy şirketlerinden elde edilen gelirler ve özelleştirmelerle finanse ediliyor. Saudi Aramco’nun özelleştirilmesinin ana alıcısı oldu ve o zamandan beri devlet petrol şirketinin hisselerinin yüzde 12’sini devraldı. Bankacılar Saudi Aramco’nun bir başka hisse satışının Varlık Fonu’nun kasasını desteklemek için kullanılabileceğini düşünüyor.

Suudi Arabistan yakın zamanda önemli yatırımlar gerektirecek birkaç büyük etkinliğe ev sahipliği yapma hakkı kazandı.

Krallık 2024 Asya Futbol Kupası ve Expo 2030’a ev sahipliği yapacak ve 2034 FİFA Dünya Kupası için tek teklif veren ülke oldu. Ayrıca 2029 Asya Kış Oyunları’na ev sahipliği yapmak için bir kayak merkezinin parçası olarak tatlı su gölü geliştirmek üzere İtalyan WeBuild ile 4.7 milyar dolarlık bir sözleşme imzalandı.

Uluslararası bir bankacı “Her şey için yeterli para yok” dedi: “Yatırılan para ile bu yatırımlardan elde edilen getiriler arasında bir boşluk olacak. Bu da soru işaretleri ve şüpheler yaratacak ve şimdiden bazı yatırımları küçültmeye başladılar.”

Açıkça, planların küçültülmesi ilgili her türlü konuşma, krallığın itibarının ve bu tür büyük girişimleri başarma yeteneğinin zedeleneceği korkusuyla hızla reddediliyor

The Line’ın ölçeğinin daraltıldığı iddiası sorulan Ekonomi Bakanı Faysal Ali İbrahim, “Tüm projeler tam gaz ilerliyor. Daha önce benzeri görülmemiş bir şey yapmak için yola çıktık ve yine benzeri görülmemiş bir şey yapıyoruz” dedi.

Suudi Arabistan’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne katılma çabalarına öncülük eden eski bir hükümet yetkilisi olan Fawaz Alamy’e göre ülkenin agresif bir şekilde iddialı hedefler peşinde koşması, liderliğin ekonomiyi çeşitlendirme hedeflerinde geride kalındığı ve kaybedilen zamanın telafi edilmesi gerektiği yönündeki telaşından kaynaklanıyor.

Alamy, “Petrol sonsuza dek var olmayacak. Dikkatli olmak [ve] çeşitlendirmek zorundasınız” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

The Economist: Liberal uluslararası düzen yavaş yavaş dağılıyor

Yayınlanma

Dünyanın önemli finans dergilerinden The Economist’te çıkan bir makale, küresel ekonomideki karamsar geleceğin ‘dünya düzenini’ de bozacağını yazıyor.

İlk bakışta dünya ekonomisinin ‘güven verici bir şekilde dirençli göründüğünü’ söyleyen dergi, “Amerika, Çin ile ticaret savaşı tırmanırken bile büyümeye devam etti. Almanya, Rus doğalgazının kesilmesine ekonomik bir felaket yaşamadan dayandı. Ortadoğu’daki savaş petrol şoku getirmedi. Füze atan Husi isyancılar küresel mal akışına neredeyse hiç dokunmadı. Küresel GSYİH’nin bir payı olarak ticaret, pandemiden sonra toparlandı ve bu yıl sağlıklı bir şekilde büyümesi bekleniyor,” diyerek önce bardağın dolu tarafına dikkat çekiyor.

Bununla birlikte, The Economist, daha derine bakıldığında ‘kırılganlık’ görüldüğünü kaydediyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel ekonomiyi yöneten düzenin yıllardır aşındığına işaret eden dergi, bu düzenin bugün çöküşe çok yakın olduğunu ileri sürüyor.

Var olan gerginlikler hiçbir zaman çatışma noktasına gelmese bile, ‘normlardaki bir bozulmanın’ ekonomi üzerindeki etkisinin ‘hızlı ve acımasız’ olabileceğini savunuyor.

Daha derin ve kaotik çöküşler mümkün

Eski düzenin dağılmasının her yerde görülebildiğini öne süren The Economist, iktisadi yaptırımların 1990’larda olduğundan dört kat daha fazla kullanıldığını; artık bir sübvansiyon savaşının sürdüğünü ve her ne kadar dolar baskınlığını korusa ve gelişmekte olan ekonomiler daha dirençli olsa da, küresel sermaye akışlarının parçalanmaya başladığını vurguluyor.

‘Eski sistemi koruyan’ kurumların ya çoktan feshedildiğine ya da güvenilirliklerini hızla kaybettiğine işaret eden dergi, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu, Uluslararası Adalet Divanı gibi kurumların içine girdiği çıkmazların altını çiziyor.

“Ne yazık ki tarih daha derin, daha kaotik çöküşlerin mümkün olduğunu ve düşüş başladığında aniden vurabileceğini gösteriyor,” diye yazan The Economist, I. Dünya Savaşı’nın, o dönemde pek çok kişinin sonsuza kadar süreceğini varsaydığı ‘küreselleşmenin altın çağını’ sona erdirdiğini hatırlatıyor.

The Economist, 1930’ların başında, Büyük Buhran’ın ve Smoot-Hawley tarifelerinin(*) başlamasının ardından, Amerika’nın ithalatının sadece iki yıl içinde %40 oranında azaldığını vurguluyor ve Ağustos 1971’de Richard Nixon’ın doların altına çevrilebilirliğini askıya almasından sadece 19 ay sonra sabit döviz kurlarından oluşan Bretton Woods sisteminin çöktüğünü yazıyor.

“Dünya işleri, haydutluğu ve şiddeti destekleyen doğal anarşi durumuna sürüklenecek”

“Bugün de benzer bir kopuş hayal edilebilir gibi görünüyor,” diyen dergi, Donald Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönmesinin, kurumların ve normların erozyonunu devam ettireceğini öne sürüyor.

Dergi, şu senaryoların çöküşü hızlandırabileceğini yazıyor: İkinci bir ucuz Çin ithalatı dalgası korkusu; Tayvan konusunda ABD ve Çin arasında ya da Batı ve Rusya arasında çıkacak açık bir savaş.

Bugün, küreselleşmeye yönelik eleştirilerin ‘moda olduğunu’ fakat ‘liberal kapitalizmin zirve noktası olan 1990’lar ve 2000’lerdeki başarıların tarihte eşi benzeri bulunmadığını’ savunan The Economist, “Son araştırmalar, günümüz liderlerinin değiştirmeyi umdukları ‘Washington Uzlaşması’ döneminin, yoksul ülkelerin zengin dünya ile aralarındaki farkı kapatarak büyümeyi yakalamaya başladıkları bir dönem olduğunu göstermektedir,” diye yazıyor.

Sistem bir kez bozulduğunda, yerine yeni kuralların konmasının pek olası olmadığını düşünen dergi, “Bunun yerine dünya işleri, haydutluğu ve şiddeti destekleyen doğal anarşi durumuna sürüklenecektir,” iddiasında bulunuyor.

The Economist’teki makale şöyle sona eriyor:

1. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan sistemin Amerika’nın enternasyonalist ilkeleri ile stratejik çıkarları arasında bir evlilik sağladığı doğrudur. Fakat liberal düzen, dünyanın geri kalanına da büyük faydalar sağlamıştır. Dünyadaki yoksulların çoğu, IMF’nin COVID-19 salgınını takip eden devlet borçları krizini çözememesinin acısını çekmeye başladı bile. Hindistan ve Endonezya gibi zenginliğe giden yolda ticaret yapmayı uman orta gelirli ülkeler, eski düzenin parçalanmışlığının yarattığı fırsatlardan yararlanıyor, fakat sonuçta küresel ekonominin entegre ve öngörülebilir kalmasına güvenecekler. Gelişmiş dünyanın büyük bir kısmının, özellikle de Birleşik Krallık ve Güney Kore gibi küçük, açık ekonomilerin refahı tamamen ticarete bağlıdır. Amerika’daki güçlü büyüme ile desteklenen dünya ekonomisi, üzerine fırlatılan her şeyi göğüsleyebilirmiş gibi görünebilir. Ama göğüsleyemez.


(*) Smoot-Hawley tarifeleri: Smoot-Hawley Yasası, ABD’li çiftçileri ve diğer endüstrileri yabancı rakiplerden korumak için oluşturuldu. Yasa, ABD’ye yapılan yabancı ithalat üzerindeki gümrük vergilerini yaklaşık %20 oranında artırdı. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English