Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Devlet biçimine etki eden entelektüel bir tartışma

Yayınlanma

15 Ocak 2011’den bu yana Rusya Soruşturma Komitesi Başkanı, Putin’in gençliğinden bu yana yakın çevresinde olan isimlerden biri. Leningrad Devlet Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde aynı dönemde okudular. 1975’te okul bittikten sonra Putin KGB’de çalışmaya başladı, Bastrıkin ise polis müfettişi oldu. 1991’de Yeltsin darbesiyle dağıtılana kadar SBKP üyesi, üstelik 1982-1983 arasında Leningrad İl Komsomol Sekreteri, 1983-1985 arasında da Leningrad Oblast Komsomol Sekreteri — bu, eski dostuyla farklarından bir başkasıdır: Putin SBKP’den kendisi istifa etmişti. Akademik çalışmaya eski dostundan daha yakındı: 1980-1988 arasında Leningrad Üniversitesi’nde kriminoloji dersleri vermekten başka, doktora tezi, “Yabancıların içinde bulunduğu ceza davalarında soruşturma problemleri” (bu mesele üzerinde Soruşturma Komitesi başkanı olarak göçmenlerle ilgili çalışmalarında da durduğunu hatırlatmaya değer), doçentlik tezi ise “Sovyet ceza muhakemesi alanında iç ve uluslararası hukukun etkileşimi” başlığını taşıyor. 1992-1995 arasında St. Petersburg Sendikalar Beşeri Üniversitesi rektörü. 1996-1998 arasında Kuzeybatı Bölge İçişleri Hukuk İdaresi başkanı. 1998-2001 arasında Rusya Hukuk Akademisi Kuzeybatı Şube Müdürü. Sonra, akademide ders vermeye devam ederken, Adalet Bakanlığı Kuzeybatı Federal Bölge İdaresi Başkanı. Arkasından İçişleri Merkez Bölge İdaresi Başkanı, Rusya Genel Savcısı Yardımcısı.

Özetle, benzeri az bulunacak nitelikte, çok parlak bir idareci, akademisyen ve kriminolog.

* * *

Bastrıkin geçen ay St. Petersburg Uluslararası Hukuk Forumu’ndaydı. Çok dikkat çekici ve bu tür etkinlikler için sıradışı bir tartışma çıktı bu forumda: Rusya Federasyonu Anayasa’sının 13’üncü maddesi ne olacak?

13’üncü maddenin ikinci fıkrası şöyle der:

“Hiçbir ideoloji devlet ideolojisi veya mecburi ideoloji olarak tesis edilemez.”

Bastrıkin, forumdaki konuşmasında buna açıkça karşı çıktı ve Rusya’da her zaman bir ideoloji bulunduğunu ve bugün de bulunmak zorunda olduğunu söyledi. Bu çıkış kendi başına bile yeterince önemliydi; ancak arkasından gelen destek onu daha önemli kıldı: Rusya Adalet Bakanı Konstantin Çuyçenko, Bastrıkin’i desteklemekle kalmadı, 13’üncü madde probleminin “çözülmesi gerektiğini”, zira bunun, “Rusya’nın değerleri” ile çeliştiğini söyledi.

“Rusya’nın değerleri”, 16 Kasım 2022’de yayınlanan başkanlık kararnamesine gönderme yapıyor. Orada sayılan “değerler” şunlardır:

Yaşam, haysiyet, insan hak ve hürriyetleri, yurtseverlik, yurttaşlık, anavatana hizmet ve onun kaderinde sorumluluk taşımak, yüksek ahlaki idealler, güçlü aile, yaratıcı emek, manevi olanın maddi olana önceliği, hümanizm, merhamet, adalet, kolektivizm, karşılıklı yardım ve karşılıklı saygı, tarihi hafıza ve nesillerin devamlılığı, Rusya halklarının birliği.

Bunların her biri, birer ideolojik öğedir ve hepsi birden, gerçekten de bir devlet ideolojisi meydana getirirler. Bu yüzden Bastrıkin’in çıkışı (tarihi haklılığından başka hukuki temeli itibariyle de) haklıdır; Çuyçenko’nun düzeltme talebi de öyle.

Eğer anayasa maddeleri sözden ibaret değilse, eğer bunlar belli bir bilimsel-felsefi temele de oturmak zorundaysa, zaten var olan devlet ideolojisi anayasal çerçeve içinde de ifadesini bulmalıdır. Bastrıkin forumda, Anayasa Mahkemesi Başkanı Valeriy Zorkin’den tam da bunu talep etti: “Ben hangi ideolojinin: kapitalizmin mi, sosyalizmin mi, liberal ideolojinin mi daha iyi olduğu üzerine konuşma çağrısı yapmıyorum. Ama hareketi bu istikamette başlatalım.”

Zorkin’in Bastrıkin’e cevabı hukuk felsefesi açısından hiç de bu itirazdan daha az önemli değildi. Anayasa Mahkemesi Başkanı, anayasada, Rusya’nın demokratik hukuk devleti, sosyal devlet olduğu ifadelerinin de “idea” olduğunu söyledi, ekledi: “Bu bir ideoloji mi? İdeoloji. … Bence anayasa, sivil toplumu bu kendine has anlaşma temelinde birleştirmeye imkân sağlayan ideolojidir zaten.” Anayasa, hükümetin ideolojik temelidir ve bu temel, hükümetin hem daha liberal hem daha muhafazakâr siyaset yürütmesine imkân verir.

Neden önemli bu ve neden sadece bir hukuk felsefesi tartışmasından ibaret değil? Şundan: 2020’deki anayasa reformu gereğince anayasanın birinci bölümü (13’üncü madde de bu bölümde) meclis ve senato tarafından revize edilemez; bu maddelerde değişiklik için anayasa meclisi toplanması gerekir.

Demek ki tartışma aslında bir kurucu meclis tartışması, devletin yapısını ve geleceğini ilgilendiren bir tartışmadır. Tartışmanın ortaya çıkışının nedeni, dahası, tartışmanın taraflarında “hayır” diyen kimse bulunmayıp “evet, öyle” ile “evet, ama” arasında bölünmüş olmaları, toplumu bir ideoloji eşliğinde kenetleme ihtiyacını açık seçik biçimde gösteriyor. “Rusya’nın değerleri”, bu ihtiyacın ürünüydü; Kremlin’in çocuklar arasında Sovyet “piyonerlerine” benzer bir “birinciler hareketi” kurma çabası, bu ihtiyacın ürünüydü; kitlesel bir gençlik hareketi yaratılmasına yönelik tartışmalar, bu ihtiyacın ürünüydü; ve en önemlisi, ihtiyacın kendisi, yeterince zaten kenetlenme olmayışın sonucudur.

* * *

Bastrıkin aslında daha önce de pro-Sovyet yanlısı çıkışlarıyla dikkat çekmişti; daha önemlisi ise, bu tutumunu gizlemeye hiç kalkışmadı.

Geçen yılın sonunda, Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun 100’üncü yıldönümü vesilesiyle yazdığı makaleye de bakalım. İyi bir makaleydi bu, ama genellikle amatör edebiyatçıların kullandığı bir blogtan dışarı pek az çıktı. Başlığı şöyleydi: “SSCB’nin 100 yılı. SSCB’nin başlıca 10 başarısı”.

Bastrıkin orada, Sovyetler Birliği’nin büyüklüğünü şunlara bağlıyor: muzaffer bir halk, uzayın ilk fatihleri, halkın emek başarıları; büyük bir dünya gücü; askeri kuvvet; ülkenin sportif gururu; nükleerin barışçıl kullanımı; birlik-eşitlik-kardeşlik; halkların kardeşliği; Sovyet kültürü.

Şu cümleler o makaleden:

“Ülkemiz iki defa enkazdan yeniden doğdu: 1917-1922 iç savaşından sonra, arkasından 1941-1945 Büyük Anavatan Savaşı’ndan sonra. Bu, pek çoğumuz için çocukluğumuzun ve gençliğimizin ülkesi olan Sovyetler Birliğinin oluşumu ve yükselişi dönemiydi.”

İlk bakışta bütünüyle nostaljik bir ifade gibi görülebilir. Ama burada dikkat çekici olan, antikomünist (genellikle liberal, bazen de muhafazakâr ve hatta dinci) tarih yazımında genellikle gereksiz bir kesinti sayılan dönemi, iç savaş sonrasını, enkazın üzerinde yeniden inşa olarak tanımlamış olması.

Şu cümleler o makaleden:

“Herkes şu sloganı hatırlar: ‘Beş yıllık plan dört yılda!’ Bu, pek çok Sovyet vatandaşı için bir yaşam biçimiydi; SSCB’de emek her zaman saygı uyandırırdı.”

Antikomünist tarih yazımı emeğin bu niteliğine tamamen gözlerini kapar, zira kapitalizmde emek değil emeksiz zenginlik daha büyük saygınlık uyandırır. Geçmişin hatırlatılması, aynı zamanda bugünün eleştirisi anlamına geliyor.

Şu cümleler o makaleden:

“SSCB’nin çokuluslu bir devlet olarak kalmasını sağlayan tam da eşitlik ve kardeşlik ideolojisiydi: Kazaklar, Ermeniler, Belaruslar ve diğer milliyetler barış ve dostluk içinde yaşıyor, ülkenin ortak refahı için çalışıyorlardı. BDT ülkelerini kenetlemeyi ve onlar arasında sağlam bir temel atmayı başaran Sovyetler Birliği’ydi.”

Antibolşevik tarih yazımı, Lenin’i “Ukrayna’yı yaratmakla” suçlar; çizilen tablo şöyledir: zaten aşağı yukarı barış ve huzur içinde yaşayan milletler ve milliyetler Rus devrimiyle birlikte geniş haklarla donatıldı, bu da SSCB’nin dağılmasına yol açtı. Bu tarih yazımı, milli meseleyi ele alırken devrimle karşıdevrim arasında 70 yıl geçtiğini unutur.

Gördüğünüz gibi, gerçekten de dikkat çekici bir makale, zira iktidar katında benzer eğilimlerin dile getirildiğine çok sık rastlanmaz. En azından, geçen yıl 24 Şubat’a kadar öyleydi.

* * *

Ama her şey 24 Şubat’la birlikte ortaya çıkmış değil. 24 Şubat, kaçınılmaz olarak Sovyet döneminin eseri olan bürokrasinin, esas itibariyle de mali değil idari ve hukuki alanın yöneticileri arasında bu eğilimi güçlendirdi; Bastrıkin ise siyasi eğilimlerini zaten hiç gizlememişti.

2016’da Kommersant’ta yayınlanan bir başka makalesine daha bakalım. Başlığı şöyle: “Enformasyon savaşında etkili bir bariyer örmenin zamanı geldi”.

18 Nisan’da yayınlanan bu makale, bir yerde (Lenin’e göndermeyle) “Bastrıkin’in nisan tezleri” diye anılmış.

2016’da olsaydık hiç tereddütsüz tamamını çevirirdim bu epey uzun makalenin; ama aradan bunca yıl geçtikten sonra bile güncel.

Yedi yıl önce şöyle diyor (bugün yaygınlık kazanan kavramların nasıl doğduğuna dikkat ediniz): “Son birkaç onyıldır Rusya ve bir dizi başka ülke daha ABD ve müttefikleri tarafından başlatılan hibrit savaş şartları altında yaşıyor. Bu savaş muhtelif istikametlerde yürütülüyor: Siyasi, iktisadi, enformasyon, keza hukuk. Dahası son yıllarda nitelik olarak yeni bir aşamaya, açıktan cepheleşme aşamasına girdi.”

Bu alıntıya birinci tez diyelim.

Sonra ABD’nin dolar manipülasyonuyla gelişmekte olan ülkelerin milli paralarını “yerle bir ettiğini”, uzun vadeli dış kredilerle reel sektörlere yatırımların yok edildiğini, kısa vadeli kredilerin spekülasyon amacıyla kullanıldığını anlatıyor. Bu savaşın hukuki veçheleri üzerinde (başta YUKOS davası) dikkatle duruyor, arkasından enformasyon savaşına ve vekalet savaşına geçiyor: “ABD radikal islamcıları ve diğer radikal ideolojik akımları destekleyerek Yakındoğu’daki durumu tamamen istikrarsızlaştırdı.”

İkinci tez, şu:

“Milliyetler arası (etnisiteler arası) nefret zeminindeki çatışmaların yıkıcı gücünün farkına varan ABD, kozunu bu enformasyon unsuruna oynadı. Problemin günümüzdeki kavranışıyla şu açıktır: temelinde halkların kardeşliği yatan SSCB’nin ideolojik temelinin baltalanması da dışarıdan başlatıldı ve milli çekişme usulleri üzerine inşa edildi. Etnisiteler arasındaki pek çok çatışmanın (Karabağ, Gürcü-Abhaz, Oset-İnguş, Transdinyester) 1990’ların başında fiilen eşzamanlı olarak başlamış olması tesadüf değildir. Aynı dönemde Kiev’de milliyetçi vatandaşların ilk kitlesel gösterileri de gerçekleşir. Ayrıca, devletliliğin baltalanması, Letonya, Litvanya, Estonya, Gürcistan ve başka ülkelerde anti-Sovyet ajitasyon ve siyasi muhalefetin finanse edilmesi aracılığıyla yürütüldü.”

Demek ki Bastrıkin yedi yıl önce de, milli meselenin Sovyet çözümünün işler (neredeyse ideal) bir çözüm olduğunu ve milli ihtilafların devletliliği baltaladığını düşünüyordu. Bu düşüncenin ikinci parçası, Kremlin’in eksiksiz paylaştığı bir görüştür (daha önce birçok defa yazmıştım; örneğin şuraya bakın). Birinci parçası ise, yukarıda da gördük ki, Bastrıkin ve fikirdaşları ile Kremlin arasında ihtilaf konusu kabul edilmeli; zira ilk grup neredeyse tamamen olumlar, ikinci grup neredeyse tamamen olumsuzlar. Bu ihtilafın büyümemesinin tek nedeni, belki de, bütün bu insanların aynı Sovyet toplumunun eseri olmaları ve o aynı Sovyet toplumuna kimi nostaljik kimi gerçekçi ortak bir özlem beslemeleridir.

Şu cümleleri Bastrıkin’in üçüncü tezi olarak kabul edebiliriz:

“Sert, uygun ve simetrik bir cevap şart. … Sözümona liberal değerlere takılıp yalancı bir demokrasi oyunu oynandığı yeter. Zira demokrasi veya halkın egemenliği, halkın menfaatleri doğrultusunda hayata geçirilen bizatihi halkın iktidarından başka bir şey değildir. Bu menfaatlerin sağlanması toplumun muhtelif temsilcilerinin mutlak hürriyeti ve keyfiyetiyle değil genel bir esenlik aracılığıyla mümkündür.”

Tamamen marksist bir anlayış olduğunu ileri sürmek mümkün. Başka bir şey eklemeye de gerek yok.

Dördüncü tez, yedi yıl öncesinden St. Petersburg Forumu tartışmasının öngörüldüğüne yorulabilir:

“Devletin ideolojik siyaseti konseptinin oluşturulması son derece önemlidir. Bunun temel unsuru, çokuluslu yekpare Rusya halkını gerçekten kenetleyecek milli bir idea olabilir.”

Düşüncenin bunca zaman önce bu netlikte ortaya konulmuş olması, ister istemez, elitin içinde bu ve benzer konuların hararetli şekilde görüşüldüğünü gösteriyor. Demek ki ideoloji meselesi, siyaset meselesi, en genelde üstyapı meselesi, gündemin içinde boğulmuyor, sürekli entelektüel bir çözüm arayışı geliştiriliyor. “Carpe diem”, hiç değilse üstyapıda, Rusya’da siyasi elitin sloganı değil.

Neden “hiç değilse üstyapıda”? Çünkü, birincisi, iktidar zaten bir ittifakı temsil ediyor; bu ittifak kendine has bir bonapartizm şeklinde icra ediliyor. (Başka birçok yazımdan başka, bu meseleye girizgâh olarak şuraya bakılabilir). Ve ikincisi, bonapartizm devleti fetişleştiriyor. Bu bir Sovyet anlayışıdır ve bunu ideolojik olarak ortadan kaldırma imkânı yoktur. Dahası, bu kaçınılmaz bir fetişleştirmedir, devletsizliğin gerçek bir yıkım olduğunu ve olacağını herkes bilir. (Bu perspektiften bir gözlem için, şuraya bakın.) İktidarın çözülmesi devletin yıkılması anlamına gelir ve post-Sovyet Rusya’da sol da bunun karşısında durur.

Beşinci tez şu olmalı:

“Enformatif-ideolojik ‘silah’ kullanılmaya devam edecek. ABD’nin Rusya ile sınır ülkelerde, keza Orta Asya devletlerinde demokrasi kurumlarını geliştirme adındaki programlara yaptığı bütçe harcamalarının artışı buna tanıklık ediyor.”

Tezin bu şekilde formüle edilmiş olması, bir kez daha, uzun vadeli entelektüel hazırlık sürecini gösteriyor. İktidarın entelektüel hazırlığının olduğu yerde siyasi hazırlığı da vardır. Bu, 24 Şubat’tan sonra yaygınlaşan, Rusya’nın tepkisinin panik halinde ve ölçüsüz-hesapsız olduğu tespitlerinin çürütülmesi sayılmalı.

Altıncı tez:

“Devlet ve toplum için özel bir önem taşıyan tarihi hadiselerin reddedilmesi veya çarpıtılmasının cezai sorumluluğunun tespiti yaygın bir uygulamadır. Örneğin pek çok ülkede olduğu gibi Rusya’da da faşizm propagandası kriminal bir ceza olarak mülahaza edilir.”

Bu da epey dikkat çekici bir gözlem, beklenti ve yedi yıl önceden bakıldığında bugün uygulamaya geçilen bir proje. Sorun belki de, bu suçların soruşturulmasında uygulanacak objektif ölçülerin belirlenmesinde yatıyor. Eğer bu ölçüler varsa, hukuk düzeninde düzgün bir cezai çerçeve oluşturulabilir; eğer yoksa, ceza kanunu maddeleri keyfiyetin aracı haline gelebilir.

 

* * *

 

Demin dediğim gibi, yedi yıl önce bu makaleyi hiç tereddütsüz çevirebilirdim, bugün ise daha çok bir tarih okumasının aracı, bugünün ideolojik ortamını meydana getiren entelektüel tartışmalar açısından tarihi bir köşe taşı sayılabilir.

Bununla birlikte Bastrıkin meselesi sadece bir entelektüel çevrenin devlet-oluşumuna etki eden tartışmalarından ibaret değil. Bu mesele, devletin bugünkü ve yarınki biçiminin ne olacağıyla da ilgili. Ve üstelik, artık, tartışılan şey sadece bir üstyapı kurumu olarak devletin biçimi değil, iktidarın dayandığı altyapı kurumlarını da kapsıyor.

Şimdi tartışmaya, özelleştirme mi millileştirme mi damgasını vuruyor.

Ama meselenin bu tamamen yeni ve aslında çok daha önemli veçhesiyle bir sonraki yazımızda ilgilenelim. Onun konusu, özelleştirme ve millileştirme tercihlerinde taraflar, onların sınıfsal tercihleri ve güçleri olsun.

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English