Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Devlet biçimine etki eden entelektüel bir tartışma

Yayınlanma

15 Ocak 2011’den bu yana Rusya Soruşturma Komitesi Başkanı, Putin’in gençliğinden bu yana yakın çevresinde olan isimlerden biri. Leningrad Devlet Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde aynı dönemde okudular. 1975’te okul bittikten sonra Putin KGB’de çalışmaya başladı, Bastrıkin ise polis müfettişi oldu. 1991’de Yeltsin darbesiyle dağıtılana kadar SBKP üyesi, üstelik 1982-1983 arasında Leningrad İl Komsomol Sekreteri, 1983-1985 arasında da Leningrad Oblast Komsomol Sekreteri — bu, eski dostuyla farklarından bir başkasıdır: Putin SBKP’den kendisi istifa etmişti. Akademik çalışmaya eski dostundan daha yakındı: 1980-1988 arasında Leningrad Üniversitesi’nde kriminoloji dersleri vermekten başka, doktora tezi, “Yabancıların içinde bulunduğu ceza davalarında soruşturma problemleri” (bu mesele üzerinde Soruşturma Komitesi başkanı olarak göçmenlerle ilgili çalışmalarında da durduğunu hatırlatmaya değer), doçentlik tezi ise “Sovyet ceza muhakemesi alanında iç ve uluslararası hukukun etkileşimi” başlığını taşıyor. 1992-1995 arasında St. Petersburg Sendikalar Beşeri Üniversitesi rektörü. 1996-1998 arasında Kuzeybatı Bölge İçişleri Hukuk İdaresi başkanı. 1998-2001 arasında Rusya Hukuk Akademisi Kuzeybatı Şube Müdürü. Sonra, akademide ders vermeye devam ederken, Adalet Bakanlığı Kuzeybatı Federal Bölge İdaresi Başkanı. Arkasından İçişleri Merkez Bölge İdaresi Başkanı, Rusya Genel Savcısı Yardımcısı.

Özetle, benzeri az bulunacak nitelikte, çok parlak bir idareci, akademisyen ve kriminolog.

* * *

Bastrıkin geçen ay St. Petersburg Uluslararası Hukuk Forumu’ndaydı. Çok dikkat çekici ve bu tür etkinlikler için sıradışı bir tartışma çıktı bu forumda: Rusya Federasyonu Anayasa’sının 13’üncü maddesi ne olacak?

13’üncü maddenin ikinci fıkrası şöyle der:

“Hiçbir ideoloji devlet ideolojisi veya mecburi ideoloji olarak tesis edilemez.”

Bastrıkin, forumdaki konuşmasında buna açıkça karşı çıktı ve Rusya’da her zaman bir ideoloji bulunduğunu ve bugün de bulunmak zorunda olduğunu söyledi. Bu çıkış kendi başına bile yeterince önemliydi; ancak arkasından gelen destek onu daha önemli kıldı: Rusya Adalet Bakanı Konstantin Çuyçenko, Bastrıkin’i desteklemekle kalmadı, 13’üncü madde probleminin “çözülmesi gerektiğini”, zira bunun, “Rusya’nın değerleri” ile çeliştiğini söyledi.

“Rusya’nın değerleri”, 16 Kasım 2022’de yayınlanan başkanlık kararnamesine gönderme yapıyor. Orada sayılan “değerler” şunlardır:

Yaşam, haysiyet, insan hak ve hürriyetleri, yurtseverlik, yurttaşlık, anavatana hizmet ve onun kaderinde sorumluluk taşımak, yüksek ahlaki idealler, güçlü aile, yaratıcı emek, manevi olanın maddi olana önceliği, hümanizm, merhamet, adalet, kolektivizm, karşılıklı yardım ve karşılıklı saygı, tarihi hafıza ve nesillerin devamlılığı, Rusya halklarının birliği.

Bunların her biri, birer ideolojik öğedir ve hepsi birden, gerçekten de bir devlet ideolojisi meydana getirirler. Bu yüzden Bastrıkin’in çıkışı (tarihi haklılığından başka hukuki temeli itibariyle de) haklıdır; Çuyçenko’nun düzeltme talebi de öyle.

Eğer anayasa maddeleri sözden ibaret değilse, eğer bunlar belli bir bilimsel-felsefi temele de oturmak zorundaysa, zaten var olan devlet ideolojisi anayasal çerçeve içinde de ifadesini bulmalıdır. Bastrıkin forumda, Anayasa Mahkemesi Başkanı Valeriy Zorkin’den tam da bunu talep etti: “Ben hangi ideolojinin: kapitalizmin mi, sosyalizmin mi, liberal ideolojinin mi daha iyi olduğu üzerine konuşma çağrısı yapmıyorum. Ama hareketi bu istikamette başlatalım.”

Zorkin’in Bastrıkin’e cevabı hukuk felsefesi açısından hiç de bu itirazdan daha az önemli değildi. Anayasa Mahkemesi Başkanı, anayasada, Rusya’nın demokratik hukuk devleti, sosyal devlet olduğu ifadelerinin de “idea” olduğunu söyledi, ekledi: “Bu bir ideoloji mi? İdeoloji. … Bence anayasa, sivil toplumu bu kendine has anlaşma temelinde birleştirmeye imkân sağlayan ideolojidir zaten.” Anayasa, hükümetin ideolojik temelidir ve bu temel, hükümetin hem daha liberal hem daha muhafazakâr siyaset yürütmesine imkân verir.

Neden önemli bu ve neden sadece bir hukuk felsefesi tartışmasından ibaret değil? Şundan: 2020’deki anayasa reformu gereğince anayasanın birinci bölümü (13’üncü madde de bu bölümde) meclis ve senato tarafından revize edilemez; bu maddelerde değişiklik için anayasa meclisi toplanması gerekir.

Demek ki tartışma aslında bir kurucu meclis tartışması, devletin yapısını ve geleceğini ilgilendiren bir tartışmadır. Tartışmanın ortaya çıkışının nedeni, dahası, tartışmanın taraflarında “hayır” diyen kimse bulunmayıp “evet, öyle” ile “evet, ama” arasında bölünmüş olmaları, toplumu bir ideoloji eşliğinde kenetleme ihtiyacını açık seçik biçimde gösteriyor. “Rusya’nın değerleri”, bu ihtiyacın ürünüydü; Kremlin’in çocuklar arasında Sovyet “piyonerlerine” benzer bir “birinciler hareketi” kurma çabası, bu ihtiyacın ürünüydü; kitlesel bir gençlik hareketi yaratılmasına yönelik tartışmalar, bu ihtiyacın ürünüydü; ve en önemlisi, ihtiyacın kendisi, yeterince zaten kenetlenme olmayışın sonucudur.

* * *

Bastrıkin aslında daha önce de pro-Sovyet yanlısı çıkışlarıyla dikkat çekmişti; daha önemlisi ise, bu tutumunu gizlemeye hiç kalkışmadı.

Geçen yılın sonunda, Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun 100’üncü yıldönümü vesilesiyle yazdığı makaleye de bakalım. İyi bir makaleydi bu, ama genellikle amatör edebiyatçıların kullandığı bir blogtan dışarı pek az çıktı. Başlığı şöyleydi: “SSCB’nin 100 yılı. SSCB’nin başlıca 10 başarısı”.

Bastrıkin orada, Sovyetler Birliği’nin büyüklüğünü şunlara bağlıyor: muzaffer bir halk, uzayın ilk fatihleri, halkın emek başarıları; büyük bir dünya gücü; askeri kuvvet; ülkenin sportif gururu; nükleerin barışçıl kullanımı; birlik-eşitlik-kardeşlik; halkların kardeşliği; Sovyet kültürü.

Şu cümleler o makaleden:

“Ülkemiz iki defa enkazdan yeniden doğdu: 1917-1922 iç savaşından sonra, arkasından 1941-1945 Büyük Anavatan Savaşı’ndan sonra. Bu, pek çoğumuz için çocukluğumuzun ve gençliğimizin ülkesi olan Sovyetler Birliğinin oluşumu ve yükselişi dönemiydi.”

İlk bakışta bütünüyle nostaljik bir ifade gibi görülebilir. Ama burada dikkat çekici olan, antikomünist (genellikle liberal, bazen de muhafazakâr ve hatta dinci) tarih yazımında genellikle gereksiz bir kesinti sayılan dönemi, iç savaş sonrasını, enkazın üzerinde yeniden inşa olarak tanımlamış olması.

Şu cümleler o makaleden:

“Herkes şu sloganı hatırlar: ‘Beş yıllık plan dört yılda!’ Bu, pek çok Sovyet vatandaşı için bir yaşam biçimiydi; SSCB’de emek her zaman saygı uyandırırdı.”

Antikomünist tarih yazımı emeğin bu niteliğine tamamen gözlerini kapar, zira kapitalizmde emek değil emeksiz zenginlik daha büyük saygınlık uyandırır. Geçmişin hatırlatılması, aynı zamanda bugünün eleştirisi anlamına geliyor.

Şu cümleler o makaleden:

“SSCB’nin çokuluslu bir devlet olarak kalmasını sağlayan tam da eşitlik ve kardeşlik ideolojisiydi: Kazaklar, Ermeniler, Belaruslar ve diğer milliyetler barış ve dostluk içinde yaşıyor, ülkenin ortak refahı için çalışıyorlardı. BDT ülkelerini kenetlemeyi ve onlar arasında sağlam bir temel atmayı başaran Sovyetler Birliği’ydi.”

Antibolşevik tarih yazımı, Lenin’i “Ukrayna’yı yaratmakla” suçlar; çizilen tablo şöyledir: zaten aşağı yukarı barış ve huzur içinde yaşayan milletler ve milliyetler Rus devrimiyle birlikte geniş haklarla donatıldı, bu da SSCB’nin dağılmasına yol açtı. Bu tarih yazımı, milli meseleyi ele alırken devrimle karşıdevrim arasında 70 yıl geçtiğini unutur.

Gördüğünüz gibi, gerçekten de dikkat çekici bir makale, zira iktidar katında benzer eğilimlerin dile getirildiğine çok sık rastlanmaz. En azından, geçen yıl 24 Şubat’a kadar öyleydi.

* * *

Ama her şey 24 Şubat’la birlikte ortaya çıkmış değil. 24 Şubat, kaçınılmaz olarak Sovyet döneminin eseri olan bürokrasinin, esas itibariyle de mali değil idari ve hukuki alanın yöneticileri arasında bu eğilimi güçlendirdi; Bastrıkin ise siyasi eğilimlerini zaten hiç gizlememişti.

2016’da Kommersant’ta yayınlanan bir başka makalesine daha bakalım. Başlığı şöyle: “Enformasyon savaşında etkili bir bariyer örmenin zamanı geldi”.

18 Nisan’da yayınlanan bu makale, bir yerde (Lenin’e göndermeyle) “Bastrıkin’in nisan tezleri” diye anılmış.

2016’da olsaydık hiç tereddütsüz tamamını çevirirdim bu epey uzun makalenin; ama aradan bunca yıl geçtikten sonra bile güncel.

Yedi yıl önce şöyle diyor (bugün yaygınlık kazanan kavramların nasıl doğduğuna dikkat ediniz): “Son birkaç onyıldır Rusya ve bir dizi başka ülke daha ABD ve müttefikleri tarafından başlatılan hibrit savaş şartları altında yaşıyor. Bu savaş muhtelif istikametlerde yürütülüyor: Siyasi, iktisadi, enformasyon, keza hukuk. Dahası son yıllarda nitelik olarak yeni bir aşamaya, açıktan cepheleşme aşamasına girdi.”

Bu alıntıya birinci tez diyelim.

Sonra ABD’nin dolar manipülasyonuyla gelişmekte olan ülkelerin milli paralarını “yerle bir ettiğini”, uzun vadeli dış kredilerle reel sektörlere yatırımların yok edildiğini, kısa vadeli kredilerin spekülasyon amacıyla kullanıldığını anlatıyor. Bu savaşın hukuki veçheleri üzerinde (başta YUKOS davası) dikkatle duruyor, arkasından enformasyon savaşına ve vekalet savaşına geçiyor: “ABD radikal islamcıları ve diğer radikal ideolojik akımları destekleyerek Yakındoğu’daki durumu tamamen istikrarsızlaştırdı.”

İkinci tez, şu:

“Milliyetler arası (etnisiteler arası) nefret zeminindeki çatışmaların yıkıcı gücünün farkına varan ABD, kozunu bu enformasyon unsuruna oynadı. Problemin günümüzdeki kavranışıyla şu açıktır: temelinde halkların kardeşliği yatan SSCB’nin ideolojik temelinin baltalanması da dışarıdan başlatıldı ve milli çekişme usulleri üzerine inşa edildi. Etnisiteler arasındaki pek çok çatışmanın (Karabağ, Gürcü-Abhaz, Oset-İnguş, Transdinyester) 1990’ların başında fiilen eşzamanlı olarak başlamış olması tesadüf değildir. Aynı dönemde Kiev’de milliyetçi vatandaşların ilk kitlesel gösterileri de gerçekleşir. Ayrıca, devletliliğin baltalanması, Letonya, Litvanya, Estonya, Gürcistan ve başka ülkelerde anti-Sovyet ajitasyon ve siyasi muhalefetin finanse edilmesi aracılığıyla yürütüldü.”

Demek ki Bastrıkin yedi yıl önce de, milli meselenin Sovyet çözümünün işler (neredeyse ideal) bir çözüm olduğunu ve milli ihtilafların devletliliği baltaladığını düşünüyordu. Bu düşüncenin ikinci parçası, Kremlin’in eksiksiz paylaştığı bir görüştür (daha önce birçok defa yazmıştım; örneğin şuraya bakın). Birinci parçası ise, yukarıda da gördük ki, Bastrıkin ve fikirdaşları ile Kremlin arasında ihtilaf konusu kabul edilmeli; zira ilk grup neredeyse tamamen olumlar, ikinci grup neredeyse tamamen olumsuzlar. Bu ihtilafın büyümemesinin tek nedeni, belki de, bütün bu insanların aynı Sovyet toplumunun eseri olmaları ve o aynı Sovyet toplumuna kimi nostaljik kimi gerçekçi ortak bir özlem beslemeleridir.

Şu cümleleri Bastrıkin’in üçüncü tezi olarak kabul edebiliriz:

“Sert, uygun ve simetrik bir cevap şart. … Sözümona liberal değerlere takılıp yalancı bir demokrasi oyunu oynandığı yeter. Zira demokrasi veya halkın egemenliği, halkın menfaatleri doğrultusunda hayata geçirilen bizatihi halkın iktidarından başka bir şey değildir. Bu menfaatlerin sağlanması toplumun muhtelif temsilcilerinin mutlak hürriyeti ve keyfiyetiyle değil genel bir esenlik aracılığıyla mümkündür.”

Tamamen marksist bir anlayış olduğunu ileri sürmek mümkün. Başka bir şey eklemeye de gerek yok.

Dördüncü tez, yedi yıl öncesinden St. Petersburg Forumu tartışmasının öngörüldüğüne yorulabilir:

“Devletin ideolojik siyaseti konseptinin oluşturulması son derece önemlidir. Bunun temel unsuru, çokuluslu yekpare Rusya halkını gerçekten kenetleyecek milli bir idea olabilir.”

Düşüncenin bunca zaman önce bu netlikte ortaya konulmuş olması, ister istemez, elitin içinde bu ve benzer konuların hararetli şekilde görüşüldüğünü gösteriyor. Demek ki ideoloji meselesi, siyaset meselesi, en genelde üstyapı meselesi, gündemin içinde boğulmuyor, sürekli entelektüel bir çözüm arayışı geliştiriliyor. “Carpe diem”, hiç değilse üstyapıda, Rusya’da siyasi elitin sloganı değil.

Neden “hiç değilse üstyapıda”? Çünkü, birincisi, iktidar zaten bir ittifakı temsil ediyor; bu ittifak kendine has bir bonapartizm şeklinde icra ediliyor. (Başka birçok yazımdan başka, bu meseleye girizgâh olarak şuraya bakılabilir). Ve ikincisi, bonapartizm devleti fetişleştiriyor. Bu bir Sovyet anlayışıdır ve bunu ideolojik olarak ortadan kaldırma imkânı yoktur. Dahası, bu kaçınılmaz bir fetişleştirmedir, devletsizliğin gerçek bir yıkım olduğunu ve olacağını herkes bilir. (Bu perspektiften bir gözlem için, şuraya bakın.) İktidarın çözülmesi devletin yıkılması anlamına gelir ve post-Sovyet Rusya’da sol da bunun karşısında durur.

Beşinci tez şu olmalı:

“Enformatif-ideolojik ‘silah’ kullanılmaya devam edecek. ABD’nin Rusya ile sınır ülkelerde, keza Orta Asya devletlerinde demokrasi kurumlarını geliştirme adındaki programlara yaptığı bütçe harcamalarının artışı buna tanıklık ediyor.”

Tezin bu şekilde formüle edilmiş olması, bir kez daha, uzun vadeli entelektüel hazırlık sürecini gösteriyor. İktidarın entelektüel hazırlığının olduğu yerde siyasi hazırlığı da vardır. Bu, 24 Şubat’tan sonra yaygınlaşan, Rusya’nın tepkisinin panik halinde ve ölçüsüz-hesapsız olduğu tespitlerinin çürütülmesi sayılmalı.

Altıncı tez:

“Devlet ve toplum için özel bir önem taşıyan tarihi hadiselerin reddedilmesi veya çarpıtılmasının cezai sorumluluğunun tespiti yaygın bir uygulamadır. Örneğin pek çok ülkede olduğu gibi Rusya’da da faşizm propagandası kriminal bir ceza olarak mülahaza edilir.”

Bu da epey dikkat çekici bir gözlem, beklenti ve yedi yıl önceden bakıldığında bugün uygulamaya geçilen bir proje. Sorun belki de, bu suçların soruşturulmasında uygulanacak objektif ölçülerin belirlenmesinde yatıyor. Eğer bu ölçüler varsa, hukuk düzeninde düzgün bir cezai çerçeve oluşturulabilir; eğer yoksa, ceza kanunu maddeleri keyfiyetin aracı haline gelebilir.

 

* * *

 

Demin dediğim gibi, yedi yıl önce bu makaleyi hiç tereddütsüz çevirebilirdim, bugün ise daha çok bir tarih okumasının aracı, bugünün ideolojik ortamını meydana getiren entelektüel tartışmalar açısından tarihi bir köşe taşı sayılabilir.

Bununla birlikte Bastrıkin meselesi sadece bir entelektüel çevrenin devlet-oluşumuna etki eden tartışmalarından ibaret değil. Bu mesele, devletin bugünkü ve yarınki biçiminin ne olacağıyla da ilgili. Ve üstelik, artık, tartışılan şey sadece bir üstyapı kurumu olarak devletin biçimi değil, iktidarın dayandığı altyapı kurumlarını da kapsıyor.

Şimdi tartışmaya, özelleştirme mi millileştirme mi damgasını vuruyor.

Ama meselenin bu tamamen yeni ve aslında çok daha önemli veçhesiyle bir sonraki yazımızda ilgilenelim. Onun konusu, özelleştirme ve millileştirme tercihlerinde taraflar, onların sınıfsal tercihleri ve güçleri olsun.

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English