Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Batı dilleri baştan yazılıyor

Yayınlanma

Batıyı 10 yıldır kasıp kavuran kültür savaşlarının en önemli cephelerinden birisi de şüphesiz dil kavgası oldu. Akademik ortamlarda icat edilen birtakım söylemler Batı Avrupa dillerinin yeniden yazılmasına evrildi. Bazı cümleler ya da terimler “çağdışı” tabir edilmeye başlandı. Hatta diline göre temel gramer kuralları bile geçersiz kılındı.

Belki şaşıracaksınız ama biz Türkiye’de bu evreyi atladık. Bilim adamını bilim insanı, iş adamını ise iş insanı yaptık ve konu kapandı. Şanslıyız ki dilimizin yapısı batılı liberalleri rahatsız eden birtakım anlamları taşımıyor. Tabii küfür etmeye başlamadığımız sürece…

Yani bugünün konusu Türkçe değil. Bugün, dilin bu dönüşümünü atlatamamış dillere odaklanacağız, yani batı Avrupa dillerine.

Kavganın merkezi: İngilizce

Şüphesiz ki kimlik siyasetini önceleyen sol liberal hareketin akademideki en büyük çalışmaları İngilizce üzerine oldu. “Tarihi geçmiş” olarak tanımladıkları kelimelerin ve terimlerin temizlendiği bir dil oluşturmak istediler. Bu değişim furyası zamanla kendisine gündelik yaşamda da yer buldu.

Mesela Google, yapay zekayla oluşturduğu “yardımcı yazarlık” sistemi sayesinde “kapsayıcı” sayılmayan kelimelerin değiştirilmesi için kullanıcıları uyarıyor. Bizim insanoğlu olarak bildiğimiz mankind kelimesini içinde man geçtiği için kapsayıcı bulmuyor ve uyarıda bulunuyor. Polis memuru kelimesi olan Policeman’i çevirip Police officer yapıyor.

Bizim “o” diyerek kolayca kurtulduğumuz zamirler ise dilin en büyük sorunu oldu. Cinsiyetsiz olduğunu söyleyenlere yanlışlıkla görünüşünden ötürü he veya she derseniz başınız belada olabilir. Artık cinsiyetsiz kişilere ya da cinsiyeti bilinmeyen bireylere “they/them” yani onlar demeniz gerekiyor. Çoğul ekli bu zamiri kullanmak bir çok noktada kargaşaya yol açsa da başınıza dert açmasından iyidir. Örneğin Kanada’da yanlış zamir kullananların yargılanması bile söz konusu. Yine de bu yargılananlar hapse atılmıyorlar, en azından şimdilik…

Kendini cinsiyetsiz olarak tanımlayan bireylerin sayısı ciddi anlamda az da olsa birçok kurum ve kuruluşta ismin yanına “he/him” gibi zamir belirticilerin eklenmesi normalleşmeye başladı. Çeşitli etkinliklerde zamirlerini belirtmeyi reddedenler sosyal medyada topa tutuldular.

Özellikle ABD’nin liberal bölgeleri bu tarz değişimleri yaparken pek heyecanlanıyorlar. Mesela California’nın en liberal ilçelerinden biri olan Berkeley’nin belediyesi, rögar kapağı anlamına gelen manhole’u maintenance hole olarak, insan gücü olan manpower kelimesini ise human power olarak değiştirdi.

ABD’nin meşhur izci grupları Boy Scouts ismini sadece Scouts yaptı ancak Girl Scouts olduğu gibi kaldı. İşin sonunda ikisi de üye kaybettiler.

Apple, yazılım dilinde ana dal anlamına gelen “master” kelimesi aynı zamanda köle sahibi demek olduğu için ismi değiştirme kararı oldu. Aynı şekilde “kara listeye almak” deyimi de içinde “kara” geçtiği için yasaklı kelime ilan edildi. Zaten pamuk ipliğine bağlı çalışan yazılımlarda bu tarz değişimler yazılımcıların canını sıktı. Diğer yazılım platformları Github ve Python da bu terimleri emekli etme kararı aldı.

Asıl ortalığı karıştıran mesele ise siyahlara ne deneceğiydi. ABD’nin pek de gurur duymadığı yıllarında siyahlardan bahsedilirken meşhur “N…” kelimesi kullanılmıştı. Sivil haklar hareketi sonrası siyahi hakları gündelik siyasete entegre olunca daha “kibar” söylemler geliştirildi. Daha liberal olanları Afro-Amerikalı tanımını tercih ettiler. N kelimesini kullanamamaktan şikayetçi muhafazakarlar ise siyahlara hala biraz kaba olan “blacks” demeye başladılar. Ancak uzun bir süre “politik olarak doğru” ilan edilmiş Afro-Amerikalı kelimesi tüm ABD’li siyahları kapsamıyordu. Örneğin Jamaika’dan gelmiş bir siyah vatandaş Afro-Amerikalı olamazdı.

Son 10 yılın “dil devrimi” başlayınca tabii ki bu tanıma da el atıldı. Bulunan en kibarca kelime “person of color” oldu, yani renkli insan. Bu tanım da insanları “renkli ve beyaz” olarak kategorize ediyor ve ayrımcılığı daha da vurguluyordu.

Liberal akademisyenleri Person of Color da kesmemiş olacak ki daha da uzununu bulmayı başardılar. “Black Indigineous Person of Color”, yani siyah yerli renkli insan. Bu tanımlar o kadar sulandırıldı ki artık kim yerliymiş, kim siyahmış kimse bakmıyor. Ten rengi beyazdan bir tık koyu olan herkes pekala kullanıp kendini azınlık olarak tanıtabiliyor.  Kısaca siyah dememek için daha kaç kelime icat edilebilir bilmiyorum.

İspanyolca ve Portekizce

Batı Avrupa dillerinin durumu İngilizceden daha kötü. Anlamak için bir ufak ders gerekebilir. İspanyolcanın aynı Fransızca, Portekizce, İtalyanca ve Almancada olduğu gibi kelimelere atadığı cinsiyetleri vardır. Bu cinsiyet, bizim anladığımız gibi bir cinsiyet değildir. Yani toplumsal cinsiyet kuralları tanımaz. Mesela Portekizce’de araba anlamına gelen Carro erkek, kalem anlamına gelen Caneta ise dişi bir kelimedir. Genelde belirleyici faktör sona gelen a ya da o harfleri olur.

Bunun arıza çıkaran kısmı ise başka bir kuralda gizli. Yine Portekizcede 4 kızın bulunduğu bir gruba dişi olan zamir “elas” denirken, bu grupta yalnızca 1 erkek olması durumunda bile gruba erkek zamiri olan “eles” deniyordu.

Orta ve Güney Amerika asıllıları tarif ederken kullanılan Hispanik kelimesi sadece İspanyolca konuşanları tanımlıyor, Brezilyalıları dışarıda bırakıyordu. Doğru tanım ise latinoydu. Erkek takısı taşıyan Latino tabii ki Amerikalı akademisyenleri rahatsız etti. Latino yerine cinsiyetsiz bir kelime buldular; Latinx.

Beyaz liberal akademisyenlerin bu icadı Latinoları ciddi anlamda rahatsız etti. Kendi kültürlerine dış müdahale olarak tanıdılar. Bir araştırmaya göre Latinx kelimesini ABD’li latinoların sadece yüzde 23’ü duymuş ve bunların yalnız yüzde 3’ü terimi kullanmaya başlamış. Birçok latino işi biraz daha ileriye götürdü ve latinx kelimesinin N kelimesi gibi bir hakaret olarak tanınması gerektiğini ileri sürdü. Küçük bir grup beyaz akademisyenin bir kültürü zorla değiştiremeyeceğini iddia ettiler.

Tabii İspanyolca kavgası dilin ana yurdunda da devam ediyordu. 2014’te kurulan ve adı “Birlikte Yapabiliriz” anlamına gelen sol parti Unidos Podemos 2019’da adını değiştirdi ve feminen bir ek getirerek Unidas Podemos yaptı. Tabii bu İspanyolcanın dil kurallarına aykırı bir değişimdi.

Almanca  

Bu değişim sürecinin en sancılısı belki de Almanca oldu. Zaten yazması da konuşması da başlı başına bir sınav olan bir dilden bahsediyorum. “Gendersternchen” yani cinsiyet yıldızı anlamına gelen bu kelime Alman dilini cinsiyetsizleştirmeyi hedefliyor. Bisikletçi kelimesi Radfahrer’ken yanına konan yıldız sonrası gelen dişil ekle birlikte Radfahrer*innen oluyor ve cinsiyetsizleşiyor. Dilin birçok noktasında erkek ve kadın tanımlarının yerini “insan” alıyor. İçinde feministlerin de olduğu çeşitli akademisyenler çabanın iyi niyetli olduğunu ancak dili gereksiz yere karmaşık hale getirdiğini iddia ettiler.

Dil devriminin geleceği

 Bu değişimlerin toplumun büyük kısmında karşılığı olmasa da neredeyse her gün yeni bir kelime uydurulmaya devam ediyor. Bu kelimeyi kullanmayanlar ise toplumdan dışlanmaya kadar varan tepkilere maruz kalıyorlar. Her geçen gün ise başka bir kelime “kullanılması yasak” ilan ediliyor.

Aklınıza N kelimesi gibi ırkçı ya da cinsiyetçi hakaretleri getirmeyin. Çok daha basit olan “aptal” ya da “salak” gibi ifadeler bile artık geçersizler. Çünkü zeka geriliği olan bireyleri aşağıladığı gerekçesiyle “ableist” sayılıyorlar. Artık serçe parmağınızı masanın kenarına vurduğunuzda bile bir Amerikan filmi dublajı edasıyla “lanet olsun” dersiniz. Tabii ona da işlerini ellerinden aldığınız gerekçesiyle falcı-büyücüler kızmazsa!

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Amerika’da politik göçün son evresi: Kimler kimlerle beraber

Yayınlanma

ABD’li olmayanlar için Amerikan siyasetinin on yıllardır değişmeyen klişesi kimin “ehvenişer” olduğu tartışmasıdır. Özellikle Ronald Reagan’ın şahin Soğuk Savaş politikaları sonrası Cumhuriyetçiler dış müdahalelere yatkın bir tehdit olarak görülürken Demokratlar bu ehvenişer kimliğine yakın siyasi parti olarak tanındı. Irak Savaşı’nın başlamasıyla küresel boyuttaki “şeytan figürü” George W. Bush ve yardımcısı Dick Cheney olmuştu. O dönemde Amerikan istihbaratı, bürokrasisi, ordusu ve hatta iktisadi müesses nizamı Cumhuriyetçi Parti etrafında kümelenmiş durumdaydı. Demokratlar ise, muhalefette, ABD’nin o dönemki şahin politikalarını eleştirir bir pozisyonda bulundular. Bu dönemden kalan ezberler hala bazıları tarafından tekrarlanır durur.

Bugün biz, Amerikan seçimlerini takip etmek ve toplumdaki kutuplaşmayı tahlil edebilmek adına Amerika’dayız. Hem siyasetçilerle hem de vatandaşla yaptığım röportajlar buraya gelmeden önceki tahminlerimi doğrular nitelikteydi. Vaziyet artık değişti. Obama döneminde başlayan sert politik göç 2024 seçimlerinde doruk noktasına ulaştı. Cumhuriyetçiler büyük ölçüde ülkenin müesses nizamına mesafeliyken Demokratlar çok daha barışık bir görüntü çiziyorlar. Sadece ABD’nin dış politikası değil, iç dinamikleri belirleyen temel kültürel akımlar da Demokratların politikalarıyla ölçüşüyor. Bundan ABD’nin her alanına yayılmış ırk ve cinsiyet temelli kimlik politikalarını kastediyorum. Dış politikayla birlikte bakıldığında, ABD’nin devlet politikalarında Demokratlarla çeliştikleri tek bir nokta bile yok.

İşte böylesi bir politik sahne, çift taraflı bir göçü tetikledi. Beklenmedik figürler kendilerini beklenmedik cephelerde buldular.

Büyük Amerikan Göçü

Göçten kastım ülkenin “ağır abisi” sayılacak ciddiyetteki figürlerin alışıldık mahallelerinden kopması ve karşı tarafa katılmasıydı. Bunun altyapısı Obama döneminde oluştu. Amerikan devleti, sosyal medyanın yayılmasıyla büyüyen “bireyselleşmenin” kendi ulusal çıkarlarını daha liberal bir altyapı üzerinde sağlamlaştıracağı düşüncesiyle bir değişim sürecine girdi. Bürokraside muhafazakârların yerini liberaller alırken devlet kurumlarının politikaları da liberalleşti. İşte bu süre zarfında kendini devletten kapı dışarı edilmiş hisseden muhafazakârlar içinde yeni bir akım oraya çıktı; MAGA. Trump’ın başını çektiği bu sağ popülist akım herkesin bildiği üzere izolasyoncu, modern Amerikan dış politikasıyla biraz da çelişkili bir konumdaydı. Trump’ın hareketinin öncülü 2000’lerin sonunda ortaya çıkan “Çay Partisi” hareketi olmuştu. Trumpism’in sosyal muhafazakârlığının aksine kendini iktisadi boyutta var eden vergi karşıtı bu hareket partinin ilk “radikal çıkışı” olarak bilindi. Ancak Cumhuriyetçiler daha MAGA ile tanışmamışlardı.

Trump’ın Cumhuriyetçi partiyi ele geçireceğini 2016 ön seçim münazarasında anladık. George W. Bush’un kardeşi Jeb Bush ile sert tartışmalara giren Trump, neredeyse her cümlede Bush’a ve destekçilerine hakaret ediyordu. Jeb Bush siyasi tarihe geçecek o cümleyi sarf etti;

“Donald, insanlara hakaret ederek başkanlık koltuğuna oturacağını sanıyorsan yanılıyorsun!”

Trump tam da bu şekilde koltuğa oturmayı başarmıştı. Bu, alışkın olduğumuz merkez sağ Cumhuriyetçinin partideki yerini kaybedeceğine işaret ediyordu. Artık hakaret etmek partide istisna değil normdu. Eski şahin politikalar yerini izolasyonculuğa bırakacaktı. Amerikan devlet yapısı ulusal güvenlik çıkarlarını bir şekilde Trump yönetimine entegre etmeye çalıştı. Trump’ın “iş adamı” kimliği sayesinde bazı yerlerde anlaşmalar yapıldı, bazılarındaysa sorunun etrafından dolaşıldı. Mesela Trump’a “Suriye’den çekildik” denildi. Ancak Amerikan devletinin başka planları vardı.

Tüm bu değişim süreci partinin eski şahinleri için tahammül edilemez bir hal almıştı. Ciddi bir kırılma İran meselesinde yaşandı. Kasım Süleymani ABD tarafından öldürülmüştü. Trump’ın danışmanlarından ( ve en şahin Cumhuriyetçilerden ) John Bolton, İran’a savaş açılmasını istemiş ancak Trump bu isteğini reddetmişti. İkili arasındaki gerginlik Bolton’un kovulmasıyla sonuçlandı.

Artık bu noktadan sonra merkezdeki Cumhuriyetçiler, Trump’la anlaşılamayacağında hem fikir oldular. 2020 seçim sathına girildiğinde kopuşların en büyüğü yaşandı. George W. Bush başta olmak üzere sayısı 100’ü aşkın eski asker, diplomat ve bürokrat olan Cumhuriyetçi Joe Biden’a destek açıklamıştı. Onlara göre Trump, Amerikan demokrasisi için bir tehditti.

Göçün zirvesi

Geçtiğimiz yıl George W. Bush döneminin güvenlik danışmanlarından Dov Zakheim ile bir röportaj yaptım. Zakheim de Biden’a destek açıklayan Cumhuriyetçilerden biriydi. Bana, “Demokratlara oy vermek hiç içimden gelmiyor ancak Trump tekrar aday olursa başka şansım yok” demişti.

2024 seçimleri için ise benzer açıklamalar ardı ardına geldi. Önce George W. Bush ve yakınları, sonraysa Mitt Romney, John McCain ve Dick Cheney gibi şahin Cumhuriyetçiler Harris’e destek açıkladılar. Bu göçün yarattığı en ilginç durumlardan biri de Bernie Sanders gibi “sol” bir siyasetçinin yıllarca savaş suçlusu olarak lanse ettiği Cheney’nin açıklamasını “demokrasiyi savunmak için cesurca bir tutum” olarak nitelendirmesi oldu. Artık taraflar değişmişti. Ne kadar Demokratların kültürel akımlarından keyif almasalar da merkez Cumhuriyetçiler ülkenin ulusal güvenliği için kendilerini karşı cepheye göç eder halde buldular.

Bu göçün benzeri diğer tarafta da yaşandı. Müesses nizam karşıtı olarak bilinen Hawaiili Demokrat Tulsi Gabbard, Demokrat Parti’den ayrılmıştı. 2024 ön seçimlerinde partide kendine yer bulmakta zorlanan ancak ciddi bir destek yakalamayı başaran Robert F. Kennedy Jr. da bağımsız aday olmaya karar verdi. Bu ikili kısa süre içerisinde kendilerini Trump’a destek açıklarken buldular. Onlara göre müesses nizamı yenmek için bir birlik hükümeti kurulması gerekiyordu.

Gabbard, Trump için önemliydi çünkü 2020’de Kamala Harris’in tüm bagajlarını ön seçim münazarasında yüzüne vurarak adaylık hayallerini bitirmişti. Kennedy ise Clinton’larla birlikte belki de en popüler Demokrat ailenin üyesi olarak siyaset yapıyordu. Covid-19 dönemindeki aşı karşıtlığının en önde gelen isimlerinden biri olan Kennedy, Trump yönetimini düşman gördüğü ilaç şirketlerine karşı bir çare olarak gördü.

Bu iki Demokrat’ın Trump’a destek açıklaması aynı karşı cephedeki gibi büyük politik göçün zirvesine ulaştığımızı gösteriyor. Artık tüm öğeleriyle aşina olduğumuz Amerikan müesses nizamı, Demokrat Parti’ye tamamen entegre oldu. Cumhuriyetçi Parti ise Trump altında statükoyla kısmen ya da komple sorunu olan, içinde merkez sağdan liberallere, sistem karşıtı solculardan neo-nazilere, en az karşı taraf kadar enteresan bir ittifak kurmayı başardı. İşte Amerikan halkı da bu absürd yeni düzene ayak uydurmaya çalışıyor. Hangi cepheye doğru bakarsanız bakın, tek bir yorum hepsini özetliyor; Kimler, kimlerle beraber!

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump ve Harris’in ekopolitik yaklaşımındaki temel farklar

Yayınlanma

Yazar

ABD, 5 Kasım’da belki de tarihinin en çekişmeli ve olası sonuçları açısından da tekil güç olarak devamını ya da çok kutuplu dünyanın kapısını açacak türden bir seçime doğru ilerliyor.  Seçimi bu denli çekişmeli ve önemli kılan ise hiç kuşkusuz bir önceki başkan Donald Trump’ın küresel müesses nizamın oldukça dışında olan çizgisi ve geçmiş başkanlık döneminde yaşananlar.  Özellikle de 2021’deki Kongre Baskını, tarihe unutulmaz bir sahne olarak girmişken; en azından kendi açımdan öyle çok huzurlu bir seçim ortamı da beklemediğimi ifade etmeliyim.

Ancak biz ne beklersek bekleyelim, sonuçta seçim sonucunu belirleyecek olanlar ABD vatandaşları ve bunun için de şaibe ve müesses nizamdan çok hayatın gerçekleri etkili olacak. Tıpkı Avrupa’da ve dünyanın başka bölgelerinde aile içinde ya da arkadaş ortamında konuşması bile tepki çeken marjinal ya da aşırı sağ olarak kategorize edilen siyasi partilerin sadece göçmen sorunu nedeniyle seçim kazanmadığı gibi ABD’de de son derece geçerli olacak bir “ekonomi” değişkeni var.

Başkan adaylarının seçim yarışı şimdilik oldukça çekişmeli gözüküyor. FT’a göre anketlerde her ne kadar Harris bir miktar önde olsa da seçime iki ay kala yarış berabere gözüküyor.

Öyleyse gelelim adayların olası ekonomi politikalarına:

Trump’ın ekonomi politikalarının ana çerçevesi MAGA mottosuna dayanarak, ABD’de üretimi yeniden artırmak ve kotalarla yeni bir ticaret düzeni oluşturmak

  • Vergileri düşürmek,
  • Kamu harcamalarını azaltmak, (Küresel kurumlara ve diğer ülkelere yapılan yardımlar da dahil)
  • Fosil enerji üretimini artırmak, (Yeşil dönüşüme ülke içinde destek verilirken, AB Yeşil Mutabakatı kurallarına uyulmayabilir)
  • Yüksek dış ticaret tarifeleri uygulamak: Çin’den gelenlere yüzde 60; diğerlerine yüzde 10-20 bandında ekstra gümrük tarifesi
  • Düşük faiz oranı dolayısıyla düşük dolar (Düşük faiz söylemi, Fed’in o çok övünülen bağımsızlığına zarar verebilir)
  • Elon Musk’ın köklü reformlar önerecek olması (En çarpıcı olanı)

Harris’in ekonomi politikaları daha çok mevcut başkan Biden’ın çizgisinde ve

  • Sosyal güvenlik politikaları (ABD’de çok düşük düzeyde kalan bir alan olduğu unutulmamalı)
  • Fiyat kontrollerine dayalı enflasyonla mücadele (Tepki çeken bir uygulama)
  • Küçük işletme sahiplerine vergi avantajı yaratırken, büyük şirketlere ve zenginlere vergi artışı (Vergi artışı kısmı her zaman tepki çekicidir)

Bu söylemlerin dışında ekopolitikte en önemli ayrım; ABD’nin küresel müesses nizamdaki lider pozisyonunu sürdürüp, sürdürmeyecek oluşudur. Çünkü Ukrayna’ya yardım meselesinde olduğu gibi Trump’ın NATO dahil tüm küresel örgüt ve diğer ülkeleri finanse etmekte iştahlı olmaması asıl oyun bozucu parametre olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada Trump’ın  “NATO’ya borcunu ödemeyen üye ülkelere Rusya’nın saldırmasını teşvik edeceğim” sözünü ve Paris Anlaşması’ndan çıkış kararını hatırlamakta fayda var.

Demokratlar cephesinde ise Biden hükümeti tarafından Çin teknoloji ürünlerine uygulanan kotalar ve AB’ye de bu konunun angaje edilmesiyle “ulusal güvenlik tehdidi” kavramı etrafında birleşilen yeni bir bölgeselci ticaret anlayışı dikte edilmekte olup, bu durum da Trump’ın ki kadar marjinal olmasa da neoliberalizmin serbest ticaret varsayımına aykırıdır.

Trump, Musk’ın ayrıca federal hükümette kapsamlı bir denetim gerçekleştirecek ve israfı azaltmak için “köklü reformlar” önerecek komisyona liderlik edeceğini ifade etmektedir ki bu da bana verimlilik artışının esas tutulacağı yönünde yenilikçi bir tutum gibi geldi ve fakat oldukça tepki çekeceği de aşikar…

Her iki adayın politikaları da var olan bütçe açıklarını daha da artırıcı olarak görülürken; Trump’ın politikaları kısa dönemde hem enflasyonu artırıp, hem de büyümeyi baltalayacağı biçiminde kritik ediliyor. Diğer taraftan Harris tarafında en çok merak edilen konuysa vaat edilen sosyal yardımların hangi dozda vergi artışlarıyla finanse edileceği…

Seçim anketlerinde birincil öncelik ekonomiyken, durum memnun edici mi?

ABD’deki mevcut ekonomik görünüme bakılacak olursa; uzunca bir süre enflasyonu düşürmek adına pozitif reel faiz veren Fed’in bu ayın 18’indeki toplantıda artık faiz indirim döngüsüne girmesi bekleniyor. Ancak manşet enflasyon halen yüzde 2 hedefinden uzakta ve istihdam verilerindeki yıllık 818k aşağı yönlü revizyon ve yine tarım dışı istihdamın Ağustos ayında beklentinin altında kalması hem verilere olan güveni sarsmış hem de ara ara servis edilip, ardından özenle kaldırılan resesyon haberlerini yeniden hortlatmış durumda. Resesyona yönelik endişeler pek de tutarsız sayılmaz zira hatırlanacak olursa;  Fed’in Ocak 2001 ve Eylül 2007’de faiz oranlarını düşürmeye başlamasından sadece birkaç ay sonra ekonomi resesyona yenik düşmüştü. Tıpkı enflasyonist dönemde geçici diyerek, faiz artışlarına geç başlamış olması gibi bu defa da geç gelen bir indirim; gelmekte olanı durdurmayabilir….

Mevcut verilerde;

  • Pandemide helikopter paralarla dağıtılan aşırı tasarruflardan artık eser yok zira ülkede kişisel tasarruf oranı 2019’daki seviyenin yarısı kadar bile değil,
  • Tüketici kredisi gecikme oranları işsizliğin yüzde 9,4 olduğu 2010 yılındaki seviyelere yükselmiş durumda
  • Konut piyasasında stres emareleri yüksek: Hem inşaat sektörü güveni hem satışlar hem de başlangıçlar düşük seviyede. Ayrıca ticari gayrimenkul tarafı orta ve küçük ölçekli bankaları da tehdit ediyor.
  • Üretim faaliyeti tekrar yavaşlıyor. ISM üretim endeksinin yeni sipariş bileşeni Ağustos ayında Mayıs 2023’ten bu yana en düşük seviyeye gerilemiş durumda. Üstelik Biden’ın IRA ve CHIPS yasası bağlamındaki sübvansiyonlara rağmen genel eğilim düşüşte

Bunca süredir devam eden güçlü sıkılığa karşın belki yukarıda veriler eğer 2001 ve 2007 döngüsünü takip etmez, azalan petrol, yükselen altını da hesaba katmazsa kabul edilebilir sınırlar içerisindedir.

Ancak mevcut görünümdeki bir başka sorun da ABD’nin enflasyon ve istihdam verilerini yayınlayan istatistik bürosundaki bir dizi bilgi sızdırma, verileri erken yayınlama gibi olayların kamuoyu nezdinde güven sorunu yaşatıyor oluşudur. Büro, bu sene şubat (bilgi sızdırma), mayıs  (erken yayınlama) ve son açıklanan üstelik de 818k aşağı revize edilen yıllık istihdam raporunun sızdırılması gibi üç olay sonucunda inceleme altındadır.

Özetle son derece başabaş giden ve derin ekopolitik görüş farklılığına sahip, adaylar arasındaki bu seçim; bir anlamda tek kutuplu dünyadan çok kutupluluğa geçiş aşamasında olan dünya siyasetine de neoliberalizmin dönüşümü bakımından önemli anlamlar yüklemektedir.

Mevcut konjonktürde Çin’in teknolojik dönüşümü sağlaması ve Rusya ekonomisinin ağır ekonomik yaptırımlara rağmen tahmin edilenin aksine çökmemiş oluşu; Batı’nın neoliberalizm anlayışını yeni bir ulusal güvenlik tehdidi gerekçesiyle rafa kaldırmasına neden olmuştur. Küresel ekonomideki bu dönüşümü ABD’de hangi aday kazanırsa kazansın engellemek olası gözükmemekle beraber, Trump’ın MAGA’sının çok hızlandıracağı ise bir gerçektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2  

Yayınlanma

Yazar

“Kandırılmak”

Putin Kiev rejimiyle olası barış görüşmelerine ilişkin Rusya’nın tutumunu özetlerken iki yıldır söylediklerini tekrar etti: görüşmeler ancak rejimin 2022 nisanında İstanbul’da kabul ve hatta parafe ettiği çerçeve üzerinde yapılabilir. “Sonra Johnson geldi, bilindiği gibi, Britanya yetkilileri de inkar etmiyor bunu, teyit ediyorlar; geldi ve Ukraynalılara son Ukraynalıya kadar savaşma talimatı verdi; buün olan da bu.” Putin “başta Çin Halk Cumhuriyeti, Brezilya, Hindistan olmak üzere dostların, ortakların, bu karmaşık sürecin bütün detaylarının çözüme kavuşmasına samimiyetle yardımcı olmak istediklerini” de belirtti; bununla birlikte bir şeyi gayet ustaca ekledi: bu süreç Ukrayna’da 2014’teki darbeyle başladı. Bu adeta, “dostların” gönlünü alırken kararlılığını koruduğunu gösterme çabasıydı.

Bu başlıkta moderatör A. Suvorova’nın sorusu çok dikkat çekiciydi; Suvorova, Putin’in “görüşmeler doğrudan Kiev’le değil onun batılı hamileriyle yapılabileceğini” söylediğini hatırlattı; ama Rusya bu süreçte hep “kandırılmıştı”; bu durumda görüşmelerin geleceği ne olabilirdi ki?

Önemli bir soru bu, zira “kandırılmak” aynı zamanda “kandırılabilmek” anlamına da gelir. Eğer öyleyse gene kandırılmayacağının garantisi nedir?

Putin’in cevabı eksiksiz aktarılmayı hak ediyor:

“Evet, kiminle uğraştığımızın farkındayız. Bunlar diğer ülkelerin ve halkların menfaatlerine değer vermeyen, en ufak saygı göstermeyen insanlar. Ne yazık ki var böyle insanlar; üstlendikleri her tür yükümlülüklerini, hatta imzalı belgeleri bile kolaylıkla ihlal ediyorlar. Ama elden ne gelir? Hiç değilse bir şekilde, bir dereceye kadar işleyecek biçimler ve garantiler aramak gerek. Ama güvenliğin baş garantisi Rusya Federasyonu’nun ekonomisinin ve askeri potansiyelinin büyümesi, ortaklarımız ve müttefiklerimizle güvenilir ve istikrarlı ilişkilerdir.”

Başka deyişle kandırılmaktan kandırılmaya fark var; bazı durumlarda kandırılmak, eğer demagoji değilse, kanmak istemek anlamına gelir; ama başka bazı durumlarda da hiç değilse geçici istikrar kesitleri kazanabilmek için hasmının hilelerine kanmaktan veya kanıyor görünmekten başka yol yoktur.

Mesele böyle konulduğunda anlaşılıyor; ancak bunun tarihi arka planının Sovyetler Birliği’nin faşist Almanya’nın saldırmazlık paktına “kanmasında” yattığını belirtmek gerek. Başka deyişle, bir başka ülkede bu tartışma sadece güncel siyasetle ilgili olabilir ama Rusya’da aynı zamanda tarih tartışmasıdır.

Kadrolar

Putin’in konuşmasının en kısa bölümü, üzerinde özel olarak durmayı gerektiriyor: bu, kadrolar üzerine söyledikleridir. Sanayide işgücü verimliliği, teknolojik egemenlik ve yenilenme, özellikle robotizasyon üzerinde durduktan sonra şöyle dedi: “Ve kadrolar. Elbette, kadroları hazırlamak gerek. Bu devletin en önemli görevidir; bu nedenle yeni bir milli proje ortaya çıktı ve çıkıyor; adı da ‘Kadrolar’.”

Bu proje haziran ayında duyuruldu ve 1 Ocak’ta başlatılacağı açıklandı. Dört federal proje içeriyor: yüksek öğretim mezunlarının etkin istihdamı; mesleki gelişim, ek beceriler ve yeni iş imkanları sunulması; istihdam eksikliğinin ve işgücü kaybının azaltılması; genç işletmecilerin özendirilmesi.

Ama bu milli projede olmasa bile kadro siyasetinin temelini teşkil eden bir başka şey daha var: harekat bölgesinde öne çıkan personelin devlet adamlığına kazandırılması, başka deyişle devletin idari geleceğinin bunlara tevdi edilmek üzere hazırlanmaları.

Ancak benim dikkat çekmek istediğim nokta daha başka. Stalin 4 Mayıs 1935’te Kremlin sarayında harp akademileri mezunları karşısında yaptığı ikonik konuşmada şöyle demişti: “Her şeyi kadrolar çözer. … Ülkemizin teknolojiyi ileri götürebilecek ve harekete geçirebilecek yeterli syıda kadrolara sahip olmasını sağlamak istiyorsak öncelikle insanlara değer vermeyi, ortak davamıza yarar getirebilecek her bir işçiye değer vermeyi öğrenmemiz gerek. Şu dünyadaki bütün değerli sermayelerden en değerli ve en tayin edici sermayenin insanlar, kadrolar olduğunu anlamamız gerek!”

Şaşırtıcı gibi görünen bu benzerlik hiç de şaşırtıcı değildir. Geçen yıl Harici’de Rusya eski Uzakdoğu bakanı Aleksandr Galuşka’nın Orlov’daki bir kongrede yaptığı uzun konuşmanın çevirisini sunmuş ve yorumlamıştım. Orada Galuşka’nın “ekonomik bestseller” ünvanını kazanan “Büyümenin Kristali” adlı kitabından da söz etmiştim. Bu kitap, gerek sponsorları gerek Galuşka’nın siyasi rolü ve gerekse de neredeyse bir el kitabı haline gelmiş olmasıyla bir çeşit teknokratik iktisat programının çerçevesini oluşturuyor. Daha sonra da birçok defa iktisadi kalkınmaya teknokratik yaklaşımla Stalin döneminin temel yaklaşımlarının örtüştüğünü söyledim. (Özellikle bak. “Stratejik planlama ve kalkınma”) Eğer tarihin spiral gelişmesiyle analoji kuracak olursak, sosyalizmin kuruluşundaki temel teknokratik uygulamalar spiralin bir üst aşamasında neredeyse eksiksiz benimseniyor. Kadro siyaseti de bunlar arasında.

Merkez Bankası’nın para-kredi siyaseti

Merkez Bankası’nın doğrudan doğruya GSYH büyümesini hedef alan faiz-kredi siyaseti Rusya’nın en yakıcı sorunlarından biri. MB yönetimi elindeki kutsal değneğin irfanını bizim gibi fanilerle paylaşmayı da reddediyor üstelik. Bunu abartarak söylemiyorum. MB başkanı Nabiullina’nın birinci yardımcısı Dmitriy Pyanov haziran ayı başında politika faizinin “öngörülemezliği” hakkında şöyle demişti: “(Bu — bn.) kendine has bir satranç: bir sonraki adımda her figürün hamle kuralı ve değeri değişiyor. … Faizi öngörmek mümkün değil, bu hesaplanamaz. Tek bir yargıya varılabilir: oyunun ustaları pek az ve hepsi de Merkez Bankası’nda. Bu mukaddes irfan semalardan arza inemez.”

Ancak Putin’in politika faizi ve “aşırı ısıtılan ekonominin soğutulmasıyla” ilgili sözleri, belki biz fanilerin de neoliberal dogmatizme sopa sallayarak o irfana mazhar olabileceğimizi gösteriyordur.

Sunucu, yüksek kredi faizlerine rağmen tüketici kredisindeki artışı neye bağladığını sorduğunda Putin şu karşılığı verdi: “… tüketici seviyesi yüksek seviyede çünkü özel kişiler politika faizine karşı pek hassas değil. … şirket kredileriyle ilgili olarak, şirketler belli planları hazırlamış durumda ve bunlar yüksek politika faizine rağmen gene de kredi alıyorlar. İkincisi, biz de ekonominin muhtelif sektörlerine destekte bulunma yönünde bir karar aldık. Bu destekle ilgili devletin elinde enstrümanlar var; esasen de sektörlerde büyük projeler için şu veya bu oranda sübvansiyon sağlanması şeklinde. … Ekonomiyi böyle soğutuyorlar işte, yüksek politika faiziyle, imtiyazlı ipoteklerin iptaliyle; ama bu da bilişim ipoteklerinde, Uzakdoğu’da, Arktik’te, aile ipoteklerinde imtiyazlarla destekleniyor. Bir başka faktör de hükümetin, Maliye Bakanlığının bütçenin denkleştirilmesindeki istikrarlı çalışması.”

Demek ki MB’nın baskısına rağmen “belli sektörlerde” politika faizinin etkisi sıfırlanmış durumda, zira bunlar için özel kredi faizleri getiriliyor. Benzer bir durum Uzakdoğu’daki hemen bütün yatırımlar, hemen bütün tüketici talepleri, hemhen bütün konut ve araç kredileri için de geçerli. Hükümetin rolünü özellikle vurgulaması ise MB’nın kendisine semavi peygamber irfanı izafe etmesinden rahatsızlığını göstermek için adeta.

Özgüven pekişmesi

Özetle, bütün bu söylenenlerde sürpriz yok. Ancak iki yıldır  söylediklerinin doğrulanmış, iki yıldır söylediklerinden geri adım atmamış, iki yıldır yürütülen projelerden daha şimdiden sonuç almış olmasının getirdiği büyük bir özgüven var.

İktisat. Bu başarılar iktisat alanında iki noktada, aslında çok daha önceden ortaya çıkmış (ille de tarihlemek gerekirse Mişustin’in 2020 başında ilk teknokrat hükümetiyle birlikte kesin bir form almış) keynesçi eğilimlerin güçlenmesine hizmet ediyor. Birincisi, başta Uzakdoğu olmak üzere özel sermayeden proje beklemek yerine devlet projeleri geliştirmek ve özel sermayeyi bu projelerde yatırım için (çoğu zaman sopanın ucunu göstererek) “teşvik” etmek. İkincisi, Merkez Bankası’nın para-kredi siyasetini  (sektörün yüzde 65’ini devletin kontrol ettiği) mali kuruluşlar alanında uygulamasına ses etmezken aslında başta öncelikli bölgeler olmak üzere tüketici ve yatırım kredilerinde imtiyazlar yoluyla kuşa çevirmek, böylece yıkıcı etkisini hafifletmek.

Ukrayna çatışmasında da İstanbul mutabakatını olası barış görüşmelerinin ön çerçevesi olarak saymaya devam ediyor. Putin parafe edilmiş mutabakat metnini ilk defa geçen yıl Petersburg forumunda göstermiş, ancak (yakın zamanda geri dönülebileceği ve bu nedenle gizli kalmaya devam etmesi gerektiğini söyleyerek) ayrıntılarına değinmemişti. Kremlin’in bu meselelerde ketumluğunu dikkate alınca mutabakat metninin Rusya’da basın kuruluşlarının eline geçmiş olabileceğinden emin değilim doğrusu; ancak batıda bütün “anaakım” medyanın çekmecesine düştüğünü herkes biliyordu. Mukaddes “basın hürriyeti“ gereği bunlar da iki yıldan fazla bir süre mutabakatın adını anmaktan bile kaçındılar; ta ki haziran başında The New York Times yayınlayana kadar. Özetlemekte yarar var: metinde Kiev rejimi silahlı kuvvetlerinin mevcut ve envanteriyle ilgili kesin hükümlere varılmamıştı; ancak rejim bunların kısıtlanmasını kategorik olarak kabul etmişti. Garantör ülkeler olarak Rusya, ABD, Çin, Britanya ve Fransa (parantez içinde de Türkiye ve Belarus) sayılmış, Ukrayna’nın “sürekli tarafsızlık” pozisyonunda kalacağı ve garantör ülkelerden veya üçüncü ülkelerden hiçbirinin yanında bir savaşa katılmayacağı, dahası, garantör ülkelerin ortak rızası olmadan başka bir ülkeyle tatbikat dahi yapamayacağı da kaydedilmişti. Kırım ve Donbass’ın durumunun Ukrayna tarafından tanınması Rusya’nın bu yöndeki talebine rağmen fiilen zamana bırakılmıştı, ancak Rusya nazi propagandasının yasaklanmasında ısrar ediyordu. Rejim Rusçayı resmi dil olarak tanımayı taahhüt etmişti. Rusya, Ukrayna’nın AB’ye girmesine karşı çıkmayacağını da belirtmişti.

BRICS hakkında konuşurken Türkiye’nin bu örgüte üyelik başvurusunda bulunduğu iddiasının hiç geçmemesinin beni şaşırttığını belirtmeliyim. Uşakov bu başvuruyu doğrulamış olsa bile ben Putin’in de bir şeyler diyeceğini bekliyordum ve nedenle konuşmayı daha büyük bir dikkatle dinledim; ancak bu mesele hiç anılmadı. Belki herhangi bir şeye yormak gerekmez, belki (küçük bir ihtimal olsa bile) “aklına gelmemiştir”; ancak gene de dikkat çekici olduğunu belirtmek gerek.

Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1  

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English