Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Fico suikastından çıkarılan dersler

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Slovakya Başbakanı Robert Fico’ya yönelik suikast girişiminde pek çok şaibe var. Yine de Ukrayna’da Kiev’i eleştirenlerin yer aldığı “vurulacaklar” listeleri pek gündemde yer işgal etmiyor. Fico da bir süredir bu listelerde yer aldığından, Batı medyasının suikast girişimiyle ilgili olarak, Ukrayna yanlısı bir aktivistin açıkça erişilebilen vurulacaklar listelerinde yer alan bir ismi hedef aldığına işaret etmemesi dikkate değer. Batılı düşünce kuruluşları ve mecraların tam da bu listeleri hazırlayanlarla olan yakın bağları, durumu izah etmeye yetiyor.


Suikast yoluyla “dezenformasyonla mücadele”: Fico’ya yönelik saldırıdan çıkarılan dersler

EIR News

24 Mayıs 2024

Tetiği kim çekmiş olursa olsun, 15 Mayıs’ta Slovakya Başbakanı Robert Fico’ya yönelik suikast girişimi ülkenin kendi iç meselesi değil. Acilen cevaplanması gereken stratejik sorular şunlar: Saldırıyı kim tertip etti? Emri kim verdi? Cui bono?

Bu kritik konulara dair soruşturmalar, Ukrayna Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’nin (CCD) Robert Fico’yu en azından 2022’nin nisan ayından beri susturulması gereken düşmanlar listesinde tuttuğu hakikatini dikkate almalı. O dönemde muhalif bir figür olan Fico, aynı yılın 9 Nisan’ında kötü şöhretli CCD tarafından alenen “enformasyon teröristi” olarak yaftalandı ve “en azından son sekiz yıldır” Rusya propagandasına hizmet etmekle suçlandı. CCD, Temmuz 2022’de sözüm ona “Kremlin propagandacılarının” merkezi bir listesini ilk kez kamuoyuna açıkladığında, listede Fico’nun adı da yer alıyordu.

CCD bağlantısını soruşturmak, bu acil stratejik soruların cevaplarının yattığı daha büyük bir aygıtı gözler önüne seriyor. CCD, Ukrayna hükümetinin ana “enformasyon savaşı” birimi olup, Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi bünyesinde faaliyet gösteriyor ve hedeflerin isimlerini Ukrayna güvenlik aygıtına ve ülkenin “uluslararası ortaklarına” iletmekle görevli. Birim, Ukrayna’nın ulusal kahramanı ve Hitler’in müttefiki Stepan Bandera’nın (1909-1959) gururlu savunucuları olan fanatik neo-Nazilerden oluşuyor. Bununla birlikte, CCD sadece bir Ukrayna’yla sınırlı değil. Mart 2021’deki kuruluşundan bu yana CCD, ABD ve Birleşik Krallık hükümetleri, NATO ve AB tarafından finanse ediliyor ve yönetiliyor.

Temmuz 2022’de CCD, “düşmanlar” listesini ilk kez yayımladığında, listedeki isimlerin neredeyse yarısı ya Schiller Enstitüsü yöneticileri ya da enstitünün düzenlediği bir veya daha fazla konferansa katılmış isimlerdi. Schiller Enstitüsü’nün kurucusu Helga Zepp-LaRouche haklı çıktı, ki EIR, öncesinde “Kiev’in ‘enformasyon terörü listesi’: ‘Küresel NATO’ barış savunucularına saldırı talimatı verdi,” başlıklı bir dosya hazırlamıştı. Bu dosyada CCD’nin uluslararası kontrolü ve amacı belgelendi. 2 Eylül 2022’de yayımlanan dosyada, ABD Kongresi de dahil olmak üzere “hızlı ve kararlı uluslararası önlemler” alınması talep edildi. Bu önlemler, CCD’yi ve arkasındaki yapıyı etkisiz hale getirmek için tüm uluslararası finansman ve desteğin kesilmesini, hedef aldığı kişilerin hayatlarını korumayı ve Batı’da düşünce ve ifade özgürlüğünü, özellikle barışı teşvik etmeyi yeniden sağlamayı içeriyordu.

Bu olmadı ve Slovakya Başbakanı Fico, hastanede yaşam mücadelesi veriyor. Ukrayna Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, Washington ve Londra tarafından himaye edilmekle kalmadı, aşağıda daha detaylı olarak izah edeceğimiz üzere, CCD ile çalışan NATO tarafları şimdi Ukrayna’daki çoklu kamu ve özel “dezenformasyonla mücadele” teşkilatlanma modelinin Avrupa’nın geri kalanında —ve daha sonra ABD’de— acilen tekrarlanması gerektiği konusunda ısrar ediyorlar. Bu teşkilatlanmalar, Anglo-Amerikan Rusya’yı [ve ardından Çin’i] parçalama girişiminin muhaliflerini tespit etmek ve bu muhalifleri şu ya da bu şekilde susturmak için koordineli bir şekilde çalışıyor.

Diğer Avrupalı liderler de bu operasyonun hedefinde. Fico’nun CCD tarafından ilk kez alenen hedef alınmasından kısa bir süre önce Macaristan Başbakanı Viktor Orbán da barışı savunmak gibi aynı “suçla” itham edilmişti. CCD, 7 Nisan 2022’de “uzmanlarının” Orbán’ın Rusya’ya karşı savaş sürecine katılmayı reddetmesini “analiz etmek” üzere bir araya geldiğini bildirdi. Bu haberden bir gün önce, 6 Nisan’da Orbán “Rusyaı savaş suçlularının suç ortağı” olarak yaftalandı ve Ukrayna’da Mirotvorets [“barışsever”] adlı neo-Naziler tarafından saldırı gerektiğinde “Mirotvorets gönüllülerini” ve “kolluk kuvvetleri ile istihbarat kurumlarına” bilgilendirmek üzere tutulan kamuya açık veri tabanına eklendi. O zamandan beri CCD, Orbán’ı “Kremlin yanlısı dezenformasyon sisteminin AB’yi ‘sarsmak’ için kullandığı ana silah” olarak nitelendirdi ve defalarca başka biçimlerde karaladı.

Ancak Orbán hedef alınan isimler ve hükümetler arasında sadece en görünür olanı. Araştırmacılar “dezenformasyonla mücadelenin” aynı zamanda Slovakya, Macaristan, Gürcistan, Sırbistan, Bulgaristan, Slovenya, Moldova ve diğer pek çok ülkede renkli devrimleri ve rejim değişikliğini teşvik etmek üzere ABD Dışişleri Bakanlığı ve diğer Amerikan devlet kurumları tarafından finanse edilen STK’ların çoğunun resmi olarak belirtilen misyonu olduğunu belirtiyor. Bu aynı zamanda, yine ABD ve İngiliz hükümetleri tarafından finanse edilen, CCD çevresinde konuşlanmış Ukraynalı “karşı dezenformasyon” vurucu timlerinin toplamının belirtilen misyonu.

Şunu açıklığa kavuşturalım: STK’ların öncülüğündeki istikrarsızlaştırma aygıtı ve “karşı dezenformasyon” vurucu timleri ABD, Birleşik Krallık ve AB tarafından finanse edilen tek bir operasyon. Her biri diğerinin harekete geçmesi için gerekli koşulları yaratıyor. AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olivér Várhelyi, 23 Mayıs’ta Gürcistan Başbakanı İrakli Kobahidze ile yaptığı telefon görüşmesinde “Slovakya’daki son trajik hadisenin”, yabancı hükümetlerden önemli miktarda fon alan bu tür STK’ların yabancı acenta olarak kayıt altına alınmasını zorunlu kılan yeni yasayı uygulamakta ısrar etmesi halinde Gürcistan’da neler olabileceğinin bir örneği olduğunu “hatırlattığını” yüzsüzce itiraf ettiğinde bu husus şok edici bir şekilde netleşti.

AB Komiseri, Başbakan Kobahidze’nin basına yaptığı açıklamada “bir AB komiserinden” “korkunç bir tehdit” aldığını söylemesiyle bunu kamuoyuna açıklamak zorunda kaldı. Kobahidze, “Robert Fico’ya yönelik suikast girişimiyle olan paralellik bize Gürcistan’a kaos getirmek için her şeyi yapabilecek Küresel Savaş Partisi gibi son derece tehlikeli bir güçle karşı karşıya olduğumuzu hatırlatıyor,” dedi.

EIR şunu savunuyor: Ukrayna’daki bu “dezenformasyon karşıtı” muharebe harekâtı ve onu yaratan Anglo-Amerikan, AB-NATO savaş partisi aygıtı, NATO-Ukrayna listelerindeki yüzlerce Avrupalı ve Amerikalı siyasi, askeri ve sivil lider “Fico’ya yapılan muamelenin” aynısıyla karşı karşıya kalmadan önce sona erdirilmeli.

Bu çabayı ilerletmek için EIR, NATO’nun Ukrayna’daki sözüm ona “dezenformasyonla mücadele” aygıtına ilişkin daha önce hazırladığı çığır açıcı dosyayı güncelleyerek, uluslararası soruşturmacılar için bir rehber olarak aşağıdaki yol haritasını sunuyor. Buna, Ukrayna’daki “dezenformasyonla mücadele” aygıtının her Avrupa ülkesinde nasıl kopyalanması gerektiği ve Batı’nın Ukrayna’daki hedef listesi aygıtının bir diğer kilit aktörü olan Molfar-OSINT adlı “özel” istihbarat biriminin ayrıntılı bir profili olmak üzere iki yeni unsur eklendi.

Stratejik ortam

Fico’nun, Orbán ile birlikte Rusya’yı ezmek adına tüm Avrupa’yı militarize etme çabalarının önünde bir engel olarak görüldüğü kimse için sır değil. Fico, 30 Eylül 2023 seçimleri için yürüttüğü kampanya sırasında Londra merkezli The Telegraph’a şunları söylemişti:

“Ukraynalıların ve Rusyalıların sonuçsuz bir on yıl daha birbirlerini öldürmelerine olanak sunmaktansa on yıl boyunca barış müzakereleri yapmak ve askeri operasyonları durdurmak daha iyidir.”

Böylelikle partisi seçimi kazandı ve 25 Ekim’de başbakan olarak yaptığı yemin töreni konuşmasında Fico, Slovakya’nın gelecekte Ukrayna’ya yalnızca sivil ve insani yardım göndereceğini ve askeri yardımın sona ereceğini duyurdu.

Başbakan olarak, diğerlerini de bu politikanın nereye varacağını düşünmeye çağırdı. Ocak 2024’te Ukraynalı mevkidaşı Denis Şmigal ile yaptığı görüşmeden önce Slovak radyo istasyonu RTVS’ye verdiği demeçte, Şmigal’a Slovakya’nın Ukrayna’nın NATO başvurusunu veto edeceğini ve engelleyeceğini söyleyeceğini belirterek “Zira bu tam olarak Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcıdır, ötesi değil,” dedi.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un NATO birliklerini Ukrayna’ya gönderme yönündeki skandal teklifini ilk ifşa eden Fico olmuştu. Gözle görülür bir şekilde rahatsız olan Fico, Macron’un 26 Şubat’ta Paris’te düzenlediği Ukrayna konulu özel Avrupa zirvesine gitmeden önce basına yaptığı açıklamada, toplantıdan önce dolaşıma sokulan “gizli bir belgenin” “bazı NATO ve AB üyesi ülkelerin Ukrayna’ya çift taraflı olarak asker göndermeyi düşündüğünü” gösterdiğini dile getirdi. Bunun “insanın tüylerini diken diken eden” bir fikir olduğunu yüksek sesle dile getirdi. Zirveden ayrılırken tartışmalara hâkim olan “bütünüyle kavgacı atmosferi” kınadı ve bu sırada “bir barış planı hakkında tek bir kelime bile edilmediğini” ifade etti.

Anglo-Amerikan basınının önde gelen yayın organları Fico’nun suikasta uğramak üzere olduğu haberini, CCD’nin ona yönelik karalamalarıyla neredeyse aynı şekilde verdi. Hem “muhafazakâr” hem de “liberal” İngiliz basınının verdiği mesaj, Fico’nun NATO’nun savaşına karşı çıkarak ülkeyi “kutuplaştırmakla” hak ettiğini bulduğu yönündeydi. Hiç kimse bir sonraki nefeste Orbán’ın adını anma fırsatını kaçırmadı.

The Telegraph’ın 15 Mayıs tarihli manşeti “Slovak Başbakan Robert Fico ülkesini nasıl Rusya’nın tek müttefiklerinden birine dönüştürdü?” başlığını taşıyordu. Makalede, “çarşamba günü vurulan Slovakya Başbakanı, geçtiğimiz eylül ayındaki seçim zaferinden bu yana Batı yanlısı değerlerden Rusya’ya artan bir sempatiye geçiş yaptı. […] Ukrayna’nın işgal edilmesinden bu yana, Macaristan’ın giderek daha fazla Putin yanlısı olan lideri Viktor Orbán’a çok daha fazla yaklaştı,” denildi. The Guardian aynı gün “çarşamba günü vurulan deneyimli siyasetçi, Viktor Orbán’ın hayranıydı ve iktidarda kalmak için giderek daha aşırı tutumlar aldı,” diye yazdı. Guardian makalesine “‘Trump’tan ödünç alıyor’: Slovakya’nın popülist lideri Robert Fico’nun yükselişi,” şeklinde kışkırtıcı bir başlık attı.

Anglo-Amerikan gazeteleri genel olarak Fico ve Orbán’ı birleşik bir Avrupa’da “çatlak” sesler olarak göstermeye çalıştı. Times of London, “Avrupa Parlamentosu seçimlerine sadece haftalar kala Amerika, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ndeki yeni hükümetlerin Slovakya ve Macaristan’ı tekrar bir araya getirerek NATO’nun temmuz ayında Washington’da yapılacak 75. yıldönümü zirvesinde bir tür siyasi birlik oluşturmasını umuyor,” diye yazdı. Fakat Times daha temkinli davranıyor ve kapsamlı bir AB-NATO deklarasyonu söz konusu olduğunda bazı ülkelerde görülen “vetoculuğa” işaret ediyor. Slovakya ve Macaristan’ın yanı sıra Gürcistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Moldova endişe merkezleri olarak gösteriliyor. Times, Fico’nun vurulmasıyla birlikte “savaşın başladığını” duyuruyor.

Pek çok güvenlik ve istihbarat uzmanı bu işin nereye varacağı konusunda giderek daha fazla endişeli. Çifte standart politikası tüm dünya için bu kadar açık hale geldikçe, tüm Batı sisteminin meşruiyeti sorgulanmaya başlıyor. Ve tarih, meşruiyetini yitiren bir sistemin hızla sona erdiğini ispat ediyor.

CCD nedir? Kime karşı sorumludur?

EIR’nin 2022’deki “Kiev’in ‘enformasyon terörü listesi’: ‘Küresel NATO’ barış savunucularına saldırı talimatı verdi,” başlıklı dosyasına göre CCD;

  • ABD ve Birleşik Krallık hükümetleri, NATO ve AB bürokrasisinin tamamen sahip olduğu, ABD Dışişleri Bakanlığı, Birleşik Krallık istihbaratı ve NATO tarafından finanse edilen ve her hareketi yakinen teşvik edilen bir oluşumdur;
  • Şu ya da bu şekilde susturulmak üzere saldırıya uğrayacak uluslararası şahsiyetlerin listesini hazırlamakla görevlendirilmiştir. Kiev’e daha fazla silah tedarik etmek yerine Ukrayna-Rusya ihtilafını diplomatik yollarla sona erdirmeyi önerenler, Ukrayna’nın Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı başarıp başaramayacağını sorgulayanlar ve hatta bunu yapmaya kalkışmanın muhtemelen küresel bir nükleer savaşa ve insan türünün sonuna yol açacağı endişesini dile getirenler hedef alınıyor;
  • “Enformasyon terörünün” uluslararası bir “insanlığa karşı suç” olarak sınıflandırılması çağrısında bulunur. Enformasyon terörü, Rusya’nın yok edilmesi gerektiği tezinden sapma olarak tanımlanır. Bu listede yer alan isimler “enformasyon teröristleri” ve “savaş suçluları” olarak suçlanabilecek, yargılanabilecek ve cezalandırılabilecektir, ayrıca:
  • Derlediği listeleri Ukrayna istihbarat teşkilatı SBU’ya, Mirotvorets’e ve Ukrayna’nın müttefik ve ortaklarına ileterek bu isimler karşı fiziksel saldırı ve suikast gibi karşı tedbirler alınmasını sağlar.

2014 yılında neo-Nazi Yevromaydan darbesinin aktivistleri tarafından kurulan Mirotvorets, yurt içinde ve yurt dışında “düşmanları” tanımlaması ve ardından bu “düşmanlardan” biri bombalı araç saldırıları ve açık sokak suikastları da dahil olmak üzere “tasfiye edildikten” sonraki övünmeleriyle biliniyor. Ukrayna’daki çok sayıdaki vurulacaklar listeleri arasında en iyi bilineni budur, zira CCD ve Ukrayna’daki Anglo-Amerikan savaş partisi tarafından tutulan ve birbiriyle örtüşen vurulacaklar listelerinin aksine, BM İnsan Hakları Komisyonu (2017) ve Alman Dışişleri Bakanlığı (2018) gibi uluslararası kurumlar ölümcül operasyonlarının soruşturulması çağrısında bulunmuş ve Fransız Mültecileri ve Vatansız Kişileri Koruma Kurumu (OFPRA) Dokümantasyon ve Soruşturma Dairesi, 2018 yılında Mirotvorets Operasyonu hakkında 11 sayfalık bir rapor yayımlamıştı.

EIR’nin 2022 tarihli dosyası, İngiliz ve Amerikan hükümetlerinin Ukrayna’daki tüm “siber güvenlik” aygıtının inşası, eğitimi ve yönlendirilmesindeki rolüne ilişkin gerekli genel bakışı sunuyor. Karşı dezenformasyon operasyonları ve vurulacaklar listeleri bu aygıt tarafından denetleniyor. İngiliz Hükümeti İletişim Merkezi (GCHQ) ve istihbarat kurumları, bu tür siber operasyonların “beyni” olarak bilinirken [örneğin Dürüstlük Girişimi (Integrity Initiative), İngiliz ordusunun 77. Tugayı, vs], “kas gücünü” sağlayanlar her zamanki gibi Amerikalılar. NATO’nun Ukrayna’daki dezenformasyon aygıtının önde gelen kamusal yüzleri, ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve uluslararası güvenlik ve lojistikle ilgilenen ABD merkezli bir Anglo-Amerikan “quango”su[1] olan Sivil Araştırma ve Geliştirme Vakfı-Global (CRDF-Global) olmaya devam ediyor. Aşağıda tanımladığımız Molfar-OSINT de her iki kuruluş tarafından destekleniyor [CRDF-Global’in Ukrayna’nın ulusal siber güvenlik stratejisinin geliştirilmesindeki merkezi rolü hakkındaki özete bakınız].

Hedef listelerinin tek elde toplanması, genişletilmiş bir savaşa hazırlık

8 Şubat 2024 tarihinde Ukrayna Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (CCD), yeni başkanı Teğmen Andrey Kovalenko’nun, Londra merkezli The Independent gazetesindeki destekçileri tarafından “Ukrayna’nın en büyük özel istihbarat teşkilatı” olarak tanımlanan açık kaynaklı istihbarat kurumu Molfar-OSINT’in CEO’su Artyom Starosyek ile bir iş birliği anlaşması imzaladığını duyurdu. CCD’nin açıklamasına göre, iki kuruluş güçlerini birleştirmeye karar verdi, zira “dezenformasyonla mücadeleyi güçlendirmek için” devlet yetkililerinin sivil toplumla birlikte çalışmasının önemini kabul ettiler. Aynı gün Molfar, aralarında ABD Senatörü Rand Paul’un da bulunduğu 28 ismi kamuoyuna açık “Rusya propagandacıları” listesine ekledi [Eke bakınız].

9 Şubat’ta, USAID’in “karşı dezenformasyon” operasyonları ağının bir parçası olan VoxUkraine’in “doğruluk kontrol” projesi VoxCheck, faaliyetleri “tehlike” arz eden 26 “Batılı uzmandan” oluşan bir “Rusya yanlısı dezenformasyon uygulayıcıları şebekesini” tespit ettiğini iddia eden bir akış şemasıyla birlikte bir makale yayımladı. Bu sözde “şebekede” adı geçen uzmanların her birine, VoxCheck ve CCD’nin ortak bir projesi tarafından Ekim ve Kasım 2023’te Ukraynaca olarak hazırlanan 26 videoluk bir seride ayrı ayrı işaret edilmişti. İngilizce olarak 9 Şubat’ta yayımlanan makalede, CCD/VoxCheck ekibinin Batı’da ve Ukrayna’da seslerini “kısmak” amacıyla bu isimler arasındaki sözüm ona “ilişkileri” ortaya çıkardığı iddia ediliyor.

VoxCheck, Molfar-OSINT ve CCD tarafından hedef alınan isimlerin listeleri ciddi ölçüde örtüşüyor. Bu üç listede yer alan pek çok kişi aynı zamanda Mirotvorets’in vurulacaklar listesinde de yer alıyor. Schiller Enstitüsü’nün kurucusu Helga Zepp-LaRouche, Enstitü’nün diğer bazı önde gelenleri gibi bu listelerin tamamında belirgin bir şekilde yer alıyor.

Savaş politikasının yabancı muhaliflerine karşı çeşitli Ukrayna güçlerinin merkezileşmesinin, NATO’nun Rusya ile kaçınılmaz olarak gördüğü savaşa hazırlık olarak Avrupa toplumunun ve hükümetlerinin artan militarize edilmesiyle aynı zamanda gerçekleşmesi dikkat çekici. Bu, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un NATO ülkelerinin Ukrayna’ya “çift taraflı” olarak asker göndermesi teklifinin Slovakya Başbakanı Fico’nun “tüylerini diken diken ettiği” dönem.

Aynı dönemde, 7 ve 8 Şubat 2024 tarihlerinde Ukrayna’da “tüm bu çetenin” katıldığı 2024 Birinci Uluslararası Kiev Siber Dayanıklılık Forumu gerçekleştirildi. Ukrayna Dışişleri Bakanlığı’na göre forum, Ukrayna Siber Güvenlik Ulusal Koordinasyon Merkezi [aynı zamanda Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi’ne bağlı] ve CRDF-Global tarafından ortaklaşa başlatıldı. Ukrayna Dışişleri Bakanlığı, Ukrayna istihbarat teşkilatı SBU ve savunma ve dijital dönüşüm bakanlıkları tarafından ortaklaşa organize edildi ve ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından “desteklendi”, yani finanse edildi.

Yüksek kalibreli uluslararası konuşmacılar arasında şunlar vardı:

  • NATO İş birliği Siber Savunma Mükemmeliyet Merkezi (CCDCOE) Direktörü Mart Noorma;
  • ABD Siber Güvenlik ve Altyapı Güvenliği (CISA) Direktörü Jen Easterly ve yardımcısı, Dışişleri Bakanlığı’nın “siber elçisi” Nathaniel Fick;
  • Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası Dış Eylem Servisi Direktörü Joanneke Balfoort ve;
  • Avrupa Birliği Siber Güvenlik Ajansı (ENISA) İcra Direktörü Juhan Lepassaar.

Forumun gündeminde NATO’nun Ukrayna’daki siber güvenlik pilot projesinin Avrupa’nın geri kalanına ve daha sonra diğer ülkelere genişletilmesi yoluyla siber savaş alanındaki uluslararası çabaların pekiştirilmesi vardı. Davetiyede “Ukrayna’nın dünyanın ilk siber savaşındaki eşsiz deneyimi” ve “OSINT araçları yardımıyla dezenformasyonla mücadele” konularının ana başlıklar arasında yer alacağı duyuruldu. Molfar’dan Starosyek, ikinci konuyla ilgili bir panelin konuşmacılarından biriydi. Bir CCD yetkilisi de başka bir panelde konuştu.

NATO’dan Noorma, forum için hazırlanan raporun [“Siber Savaş Siperlerinde On Yıl”] giriş kısmında dünyanın “tarihin son derece önemli bir noktasında” olduğunu ve “Ukrayna’nın siber çatışma konusundaki benzersiz deneyiminin küresel savunma stratejileri için paha biçilmez bilgiler sunduğunu” belirtti: “Bir iş birliği merkezi olan bu forum önemli ölçüde CCDCOE’nun [NATO] katkılarıyla şekillenmiştir”.

Zar zor gizlenen saldırı planları tartışıldı. SBU’nun siber güvenlik dairesi başkanı İlya Vityuk, “siber yöntemlerle toplanan bilgilerin SBU’nun ‘savaş suçlularını ortadan kaldırmak’ gibi benzersiz özel operasyonlar yürütmesine nasıl yardımcı olduğu” hakkında agresif bir şekilde konuştu. Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi Başkan Yardımcısı Sergey Demedyuk, “yeni bir uluslararası çatışma ve siber direniş düzeninin” dünya çapında “siber korumayı” uygulamak için uluslararası “ortak müdahale ekipleri” gerektirdiğini vurguladı.

Vaka çalışması: Almanya

CCD’nin nisan ayının başında Almanya’da gerçekleştirilen operasyonlarından biri, devam eden operasyonlara bir örnek teşkil ediyor. CCD, 8 Nisan 2024 tarihinde, Almanya’da yürütüldüğü iddia edilen “geniş çaplı bir Rusya dezenformasyon kampanyası” hakkında yeni bir “analitik rapor” yayımladı. EIR’in o tarihte bildirdiği üzere CCD raporu, “Helga Zepp-LaRouche liderliğindeki Schiller Enstitüsü’nün Rusya propagandası ile tutarlı anlatıları teşvik eden bir platform olduğunu tespit ettiğini” ve “anlatılarının” “sözde barış kampını” desteklediğini iddia etti. Aynı derecede zayıf gerekçelerle CCD, ZDF, Berliner Zeitung ve Anti-Spiegel’in yanı sıra Thomas Röper, Kim Dotcom, Alina Lipp ve Armin Körper gibi gazeteci ve blog yazarlarını da Rusya’nın hedefleri doğrultusunda çalıştıkları iddiasıyla yaftaladı.

Hemen ertesi gün (!), 9 ve 10 Nisan tarihlerinde CCD, raporunu “medya okuryazarlığı ve ‘dezenformasyonla mücadeleden’ sorumlu hükümet temsilcilerine sunmak üzere AB Ukrayna Danışma Misyonunun desteğiyle Federal Almanya Cumhuriyeti’ne bir ekip gönderdi. “Alman İçişleri Bakanlığı ve Federal Yurttaşlık Eğitimi Ajansı temsilcileriyle bir araya gelen heyet, Alman enformasyon alanında Ukrayna’ya ilişkin ‘dezenformasyonla mücadele’ konusunda daha fazla ortak çalışma yapılması konusunu görüştü. Bilginin izlenmesi ve analizine yönelik uluslararası standartlar ile dezenformasyon ve zararlı enformasyon etkisine karşı mücadelede hukuki destek ele alındı”.

“Mevcut tehditlere yanıt verme hızını arttırmaya ve düşmanca bilgi etkilerine karşı ortak mekanizmalar geliştirmeye yardımcı olacak” operasyonel düzeyde istişareler yapılması kararlaştırıldı. Tüm bunlara CCD’nin kendisi tarafından 17 Nisan 2024 tarihinde internet sitesinde “etkinlikler” başlığı altında yer verildi.

NATO, Ukrayna’nın hedef listelerini Avrupa için bir model olarak sunuyor

CCD’nin bu tür hamleleri tam da NATO tarafından teşvik edilen eylem türü. Ocak 2024’te Avrupa Hibrit Tehditlerle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi (kısaca Hybrid COE) “Ukrayna Rus dezenformasyonuyla nasıl mücadele ediyor: Arı kovanına karşı mamut,” başlıklı özel bir rapor yayımladı. Rapor, Hybrid COE’nin Hibrit Etki İlgi Grubu Direktör Yardımcısı Jakub Kalenský ve ABD Atlantik Konseyi Dijital Adli Araştırma Laboratuvarı’ndan (DFRLab) Roman Osadçuk tarafından ortaklaşa kaleme alındı ve Avrupalı ve Amerikalı “dezenformasyonla mücadele uzmanlarına” Ukrayna’nın yaklaşımını incelemeleri ve taklit etmeleri için ilham vermeyi amaçlıyor.

Hybrid COE iddia ettiği üzere “özerk” bir kuruluş değil. Merkezi Letonya’nın Riga kentinde ve “NATO Stratejik Komutanlıkları ile işlevsel ilişkiler sürdüren [ve] ayrıca muharebe geliştirme ajandasını destekleyen faaliyetler yoluyla NATO’nun muharebe konseptinin uygulanmasına yardımcı olan” 29 “NATO tarafından akredite edilmiş Mükemmeliyet Merkezinden” biri.

Başka bir deyişle Hybrid COE, NATO’nun savaş makinesinin bir kolu.

Ocak ayındaki rapor, “Batı’nın eşsiz Ukrayna deneyiminden öğrenebileceği on ders” içeriyor. Hükümet veya sivil toplumda çalışan yirmi Ukraynalı “enformasyon savaşçısı” ile görüşüldü [raporda çoğunun ismi geçiyor]. Mirotvorets’in vurulacaklar listesiyle bağlantısı olduğu bilinen ünlü neo-Nazi, eski içişleri bakanlığı danışmanı ve bakan yardımcısı Anton Geraşçenko da dahil olmak üzere CCD ve Ukrayna istihbaratıyla “çeşitli görüşmeler” yapıldı.

Rapora göre Ukrayna’dan çıkarılması gereken ilk ve en önemli ders, herkesin ve her iletişimin mümkün olduğunca çok sayıda kurum tarafından izlenmesi ve tespit edilen her türlü “dezenformasyon” üzerine harekete geçilmesi gerektiği. Raporda “barış zamanında bile kapsamlı gözetim” savunuluyor ve Batılı uzmanların Ukrayna’nın ne yaptığını anlamadığı, “tereddüt etmek yerine harekete geçmek gerektiği” uyarısında bulunuluyor.

6. ders anahtar niteliğinde. Kör bir başlık taşıyor: “Cezalandırıcı tedbirler şarttır”.

“Dezenformasyonla mücadele” sadece farklı bir politika lehine tartışanları “hedef göstermek ve utandırmaktan” ibaret değil. Ukrayna, “faaliyetlerini cezalandırma ve caydırma çabalarının” dezenformasyonla mücadelede muhtemelen “en önemli” çalışma olduğunu gösteriyor. İster hükümet ister sivil olsun, “görüşülen her bir isim”, 2014 darbesinden bu yana birbirini izleyen Ukrayna hükümetlerinin, “doğrudan Rusya devletine ait olmayan ancak yine de aynı mesajları yayanlar da dahil olmak üzere” giderek daha fazla sayıda televizyon kanalını, internet sitesini, sosyal medya kanalını ve muhabiri yasaklama kararını güçlü bir şekilde destekledi. CCD, “Rusya propagandasını güçlendiren uluslararası etkileyicilerin bir listesini” derliyor.

10. derse göre “Batı, Ukrayna’nın son yıllarda yaptığını yapmalı”. Batı, Rus dezenformasyon ve propaganda kanallarına ve “bunları kendi ülkelerinde yaymalarına yardımcı olan bilerek ya da bilmeyerek çalışan casuslara” karşı agresif tedbirler almalı.

Ukraynalı “enformasyon savaşçıları” Ukrayna’yı “enformasyon alanında” desteklemek üzere Ramstein Grubu olarak bilinen Ukrayna Savunma Temas Grubu’nu örnek alan bir “enformasyon Ramstein’ı” kurulmasını talep ediyorlar [Bu fikrin halihazırda Brüksel ile görüşüldüğü bildiriliyor]. “Rusya’nın etki ajanlarına” yönelik soruşturmalara ihtiyaç olduğunu, “dezenformasyonu bir silah olarak kullanan ya da kullanmaya teşebbüs eden herkesi ifşa etmek” gerektiğini iddia ediyorlar. Önerdikleri bir diğer tedbir ise “önde gelen Rusya propagandacıları” için “özel bir ceza mahkemesi” kurulması.

Rapor, Avrupa ve ABD’ye yönelik mesajı özetliyor: Ukrayna’nın izinden gitmenin ve “kötücül etkinin” tüm kanallarını kapatmak için uzun bir süre boyunca “ciddi kaynaklar” kullanmanın ve bunu Rusya ile olası bir savaştan çok sonra yapmaya hazırlanmanın zamanı geldi. Ne kadar erken, o kadar iyi.

Ekler

I. Molfar-OSINT nedir? Özetleyici bir profil

Molfar-OSINT, Ukrayna ile Rusya arasındaki ihtilafa barışçıl bir çözüm bulunması çağrısında bulunan veya NATO’nun bu ihtilafı desteklemesine karşı çıkan Batı’daki önde gelen isimleri karşı özel ve kamuya açık hedef listeleri tutan bir Anglo-Amerikan “açık kaynak istihbarat” (OSINT) yapılanması. Ukrayna’da faaliyet gösteriyor ancak merkezi Londra’da bulunuyor. Molfar-OSINT, yukarıda bahsi geçen diğer suikast timlerine kıyasla, Batı müesses nizamına derinlemesine yerleşmiş olmasıyla öne çıkıyor.

Yabancı “ortakların” listesi şunları içeriyor:

  • İngiliz monarşisinin önde gelen savunma düşünce kuruluşu olan Kraliyet Birleşik Hizmetler Enstitüsü (RUSI);
  • USAID ve CRDF-Global, USAID’in Molfar ile seminerler düzenlemesi ve CRDF-Global’in Molfar’ın Ukraynalı kamu görevlilerini ve Ukrayna istihbarat teşkilatı SBU’yu OSINT yöntemleri konusunda eğitmesi için ödeme yapması ve;
  • European Endowment for Democracy (EED), adını ABD’deki meşhur National Endowment for Democracy’den alan ve AB Komisyonu ile AB üye ülkeleri tarafından finanse edilen bir kuruluş. Bu kuruluş 2013 yılında, skandal derecesinde Anglofil olan Polonya Dışişleri Bakanı Radoslaw Sikorski’nin girişimiyle kuruldu.

Molfar’ın internet sitesinde müşterileri ve istihbarat raporlarının alıcıları olarak Batı’daki ana akım medyanın en seçkin isimleri listeleniyor: The Times of London, Reuters, The Economist, Financial Times, The Guardian, The Wall Street Journal, The New York Times, PBS, CNN, Foreign Policy, Newsweek, Forbes, Deutsche Welle, Kanadalı Globe and Mail ve İsrail’deki iş dünyası gazetesi Globes bunlardan birkaçı.

Molfar’ın CEO’su Starosyek Ukraynalı yayın kuruluşu Detector Media’ya yaptığı açıklamada, Molfar’ın savaş araştırmalarını Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşla ilgili güvenilir bir kaynak olarak yayımlayan ilk medya kuruluşunun Times of London olduğunu söyledi. Molfar’a göre Times’ın 22 Mart 2022 tarihli makalesinde bahsettiği “operasyonel soruşturma” aslında “dünyanın en saygın yayınlarından biri” olan thetimes.co.uk tarafından yaptırılmıştı [Times, Molfar’a Amerikalı araştırmacı gazeteci Max Blumenthal’in Ukrayna’nın savaş propagandasını çürüten bir makalesini çürütmesi için başvurmuştu].

Avrupa medya dergisi The Fix, Molfar’ın “kuruluş tarafından sağlanan bilgilere dayanarak Ukrayna hakkında yazılar yayımlayan dünyanın dört bir yanından yaklaşık bin gazeteciden oluşan bir tabana sahip olduğunu” bildiriyor. Gazetecilerin çoğu kuruluşun raporlarını kendi materyalleri için kaynak olarak kullanıyor. “Ancak medya kuruluşlarıyla ortak araştırmalar da yapılıyor”. Bir örnek: Molfar-OSINT raporuna atıfta bulunan 16 Ocak 2024 tarihli bir makalede Newsweek, “Ukrayna’daki savaşı yakından analiz eden Molfar’ın düzenli olarak savaş hakkında uydu fotoğraflarının yanı sıra derinlemesine raporlar sunduğunu” belirtmişti.

II. Şahısların ve askeri tesislerin hedef alınması

Molfar’ın internet sitesi, CCD gibi ekibinin de Ukrayna’daki sıkı Banderacı ve neo-Nazi aygıtının bir parçası olduğunu ortaya koyuyor. Bu durum, 2014 yılında Azak Taburu olarak kurulan ve aynı yıl Ukrayna İçişleri Bakanlığı bünyesine dahil edilen, açıkça neo-Nazi olan örgütün “yüksek motivasyonlu vatanseverler” olarak savunulduğu iki gönderide açıkça görülüyor. Ağustos 2022 tarihli bir yazıda küstahça “Azak neden terörist değil kahramandır?” deniyor; benzer bir yazıda ise Azak’ın kendini neo-Nazi olarak gururla tanımlamasına dikkat çeken herkes “Rusya propagandacısı” olarak nitelendiriliyor [Daha fazla arka plan için EIR’nin “Ukrayna’daki İngiliz imparatorluk projesi: Şiddetli darbe, faşist aksiyomlar” başlıklı makalesine bakınız].

Molfar, müfettişlerinin bazı soruşturmalarında Mirotvorets’in vurulacaklar listesini başlangıç noktası olarak kullandıklarını gizlemiyor [örneğin Herson’daki “hain” hikayesi].

Şubat 2022’den bu yana Molfar’ın savaşla ilgili askeri soruşturmaları çalışmalarının ana odağı haline geldi. Kendi ifadesine göre Molfar, Ukrayna devlet ve askeri kurumlarının yanı sıra Batılı medya ve istihbarat kurumları tarafından da soruşturmalar yürütmek üzere görevlendiriliyor. Foreign Policy’nin 2 Mart 2023 tarihli sayısında askeri hedeflere ulaşmadaki “öncü rolü” ile ilgili olarak Molfar’ın “Ukrayna istihbaratına ayda ortalama 15 eyleme geçirilebilir istihbarat raporu sağladığını iddia ettiği” belirtiliyor. Batı medya ağındaki diğer makalelerde olduğu gibi bu makalede de Molfar, Ukrayna ordusunun Rusya içinde ve yeni topraklarında saldırması için net hedefler geliştirmede mükemmel olarak tasvir ediliyor.

Buna paralel olarak Molfar, sözüm ona “Ukrayna’nın düşmanlarına” karşı hedef listeleri oluşturuyor. Hedefleri ve aileleri, nerede yaşadıkları, kimlerle sosyalleştikleri vs. hakkında kişisel bilgiler derliyor ve bunların sadece bir kısmını yayımlıyor.

Bugüne dek bu türden on bir liste yayımlandı. Bu listeler Rusya’daki güvenlik personelinin [FSB, GRU, vs.] listelerinden, ülkenin stratejik bombardıman uçaklarının üslendiği Saratov civarındaki Engels-2 hava üssünden uçan Rusyalı pilotların listelerine, “‘Şahid’ ve ‘Lancet’ insansız hava araçlarının üretiminde yer alan şahısların listesine” ve Rusya’ya karşı yaptırımları ihlal eden anlaşmalarda “muhtemelen” aracı olarak hizmet ettiği iddia edilen dünya çapındaki şirketlere kadar uzanıyor.

Molfar’ın Ukrayna’nın düşmanlarından hazırladığı bir diğer liste ise Ukrayna Ortodoks Kilisesinin üst düzey din adamlarından oluşuyor. Bu kilisenin yasaklanması çağrısında bulunurken, X hesabında paylaştığı, bu kilisenin dövülmüş bir din adamının fotoğrafı, başka yöntemlerin de kullanılacağını gösteriyor. Molfar CEO’su Starosyek, Detector Media’ya yaptığı açıklamada “İnsanlara intikam umudu veriyoruz,” dedi. Ukraynalılar suçluların “yakın gelecekte her şeyin bedelini ödeyeceklerini görüyorlar,” diye övündü.

III. “Yabancı propagandacılar”

On bir listeden biri “Rusya Federasyonu terör rejiminin yabancı propagandacıları” iddiasını içeriyor. Molfar’ın kamuya açık “Yabancı Rusya propagandacıları sicili”, aralarında Devlet Başkanları Luiz Inácio Lula da Silva [Brezilya] ve Cyril Ramaphosa [Güney Afrika], Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, Amerikalı senatörler Rand Paul ve U. Thomas Massie’nin de bulunduğu 153 önde gelen siyasetçi, gazeteci, iş insanı ve analisti listeliyor. Thomas Massie, Almanya vatandaşı ve Schiller Enstitüsü’nün kurucusu Helga Zepp-LaRouche, eski Slovakya Başbakanı Jan Carnogursky, Amerikalı gazeteciler Tucker Carlson, Jimmy Dore ve Max Blumenthal, eski BM silah denetçisi Scott Ritter ve 27 yıl CIA için çalışmış analist Ray McGovern ve diğerleri. Bu isimlerden 73’ü çeşitli gruplar halinde sadece 2024’e dahil edildi [Tam liste için bakınız].

Molfar, “Bizim işimiz, delilleri kullanmak ve yetkililerin dikkatini bu isimlerin faaliyetlerine çekmek,” diyor. Liste İngilizce olarak hazırlandı ve “yabancı Rusya propagandacılarının” çoğunun geldiği AB, ABD, Kanada veya diğer Batılı ülkelerin “yetkili makamlarına” iletilecek. Molfar, “uluslararası toplumun onların [güya propagandacıların] faaliyetlerine uygun şekilde yanıt vermediğinden” şikâyet ediyor ve yazılana göre, “kamu görevinden alınmalarını, yaptırım uygulanmasını ve suçlara kişisel katılımlarının soruşturulmasını” gerektiriyor.

Molfar, ayrıca hedefleri hakkındaki iftiraları geniş medya ağına da iletiyor. İngiliz Morning Star gazetesi 28 Temmuz 2022 tarihli bir haberinde muhabirinin “toplu e-posta” olarak gönderilen ve Max Blumenthal’in Kremlin tarafından finanse edildiği iddiasına ilişkin arka plan bilgilerini içeren bir basın bülteni aldığını açıkladı.

Molfar’ın 9 Şubat 2024’te Tucker Carlson’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile gerçekleştirdiği mülakata cevaben yaptığı Telegram paylaşımı, örgütün daha da kötü niyetli bir hedef peşinde olduğunu gösterdi: Tucker Carlson’ın çocuklarının fotoğraflarına ve kişisel bilgilerine bağlantılar yayımlandı.

Yeni hedefler geliştirilme aşamasında. 23 Şubat 2024’te Molfar, o dönemde Ukrayna’dan buğday ithalatına karşı başlatılan Polonyalı kamyoncu ablukasının liderlerinden Rafal Mekler ve mensubu olduğu Konfederacja partisine karşı bir başyazı yayımladı. Makalede, “Rafal Mekler ve Konfederacja partisinin çok sayıda üyesi Mirotvorets listesine çoktan dahil edildi,” deniyor. Meklar ve Konfederacja partisi, Hitler’in Waffen SS’lerinde görev yapan Ukraynalı kendini “milliyetçi” ilan edenler tarafından Volin’de Polonyalılara karşı gerçekleştirilen katliamı dünyaya hatırlatmaya cesaret ettikleri için “nefret vaizleri” olarak tasvir ediliyor.

Molfar bununla da kalmadı. Meklar’ın eşi ve çocuklarının isimlerinin yanı sıra özgeçmişi ve adresi de internet sitesinde yayımlanmakla kalmadı, bu profili Polonya basınına da göndererek onu Rusya casusu olmakla suçladı. Meklar kendisini savundu ve Polonya televizyon kanalı MN’ye şunları söyledi: “Benim ya da diğer siyasetçilerin yürüttüğü siyasi faaliyetler benim tek alanımdır. Ailemi baskı aracı olarak kullanmak terörist bir harekettir […] Çocuklarımın hangi okullara gittikleri, hangi ödülleri kimden aldıkları da dahil olmak üzere tüm detaylarını vermek tam bir barbarlıktır”.


[1] Yarı-otonom hükümet dışı örgüt. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler

Yayınlanma

Trump-Erdoğan

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:

***

İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor

Raghida Dergham

Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.

Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.

Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.

Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.

Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.

Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.

Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.

Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.

Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.

Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.

Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.

Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.

Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.

Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.

İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.

Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.

Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.

Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.

Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.

Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.

ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English