Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Fidel Castro’nun ideolojik mirası üzerine

Yayınlanma

Çeviren: Hazal Yalın

Küba Devlet Başkanı Miguel Mario Díaz-Canel’in 20 Kasım’da Moskova’ya yaptığı resmi ziyaret ve 22 Kasım’da Putin’le birlikte Moskova’da Fidel Castro anıtını açmaları, Rusya’da sadece iki ülke arasındaki iktisadi-siyasi ilişkilerin geleceği açısından değil geçmişi açısından da önemliydi.

Neredeyse tamamını çevirdiğim aşağıdaki yazı, bu ziyaret vesilesiyle Castro’nun mirasına soldan bir bakışı özetliyor.

Yazar, Sergey Batçikov, dikkat çekici bir kişilik. Komünist Partisi’nden Ortodoks kilisesine, oradan Küba’ya iç içe geçen bir siyasi kimlik; büyük burjuvazi sınıfından saymak gerek, ama Rusya’nın sosyalist dönüşümünden yana ve neoliberal “reformların” en kararlı hasımlarından da biri.

Yazı, Küba ve Castro için yazılmış olmasından ziyade (bu açıdan da önemsiz sayılmaz, zira güçlü ve entelektüel bir kalemin kendi tanıklıklarına dayanan içten kasidesi), en çok şu nedenden ötürü önemli: Rusya’daki bir ideolojik eğilimi gösteriyor; kendine has bir kurtuluş teolojisiyle harmanlanmış, düzeniçi ama bağımsız ve entelektüel bir sosyalist damarın görüşü bu. Batçikov’un Glazyev ile köklü dostluğu, artık iyice yaşlanmış olsa bile Sergey Kara-Murza ile tarih, siyaset, felsefe ve iktisat ekseninde ortaklaşan düşünceleri (üç kitabından ikisi Kara-Murza ve Glazyev ile, biri de sadece Kara-Murza ile ortak imzalı), kitle tabanı bulamayacak kadar elit, ama özellikle Glazyev’in iktidar kanadı üzerindeki önemli etkisi dikkate alınırsa hiç de yabana atılır cinsten değil. Bu nedenle, Batçikov’un Fidel kasidesi, diğer ikisinden ileride yapacağım çeviriler için bir girizgâh olarak kabul edilmeli.

* * *

‘Vatan için ölmek yaşamak demektir’
(Fidel Castro’nun ideolojik mirası üzerine)

Sergey Batçikov

Dünyayı ve hareketi her zaman fikirler idare eder. Arzulanan gelecek ilkin hayalde, sonra iradede ve ancak bundan sonra hakikattedir. İlk antik Yunan idealist filozofu Eflatun çalışmalarında sık sık mağara efsanesinden söz ederdi: bu efsanede mağara yeryüzüdür, insanlık ise mağarada hapsolmuş esirler. Mağaranın dışı yemyeşil, engin kırlardır, güneş ışıldar, hayvanlar gezinir, muhteşem kuşlar şakır. Ama zavallı esirler hiçbirini görmez bunların, sadece mağaranın duvarlarındaki gölgeleri gözler ve bu gölgeleri gerçek sanırlar. Bir ateş yakmayı, esirlerin geleceğe giden yolunu aydınlatmayı ve yeni bir hakikat yaratmayı ancak pek az kişi başarır. Küba Devrimi’nin lideri Fidel Castro da bunlar arasında; onun irade ve kişisel yiğitlikle iç içe geçmiş fikirleri Küba’nın kaderini kökten değiştirmekle kalmadı, dünyadaki sosyal gelişmelere de muazzam bir etkide bulundu. Meşhur söz der ki: geçmişten ateş almalıyız, kül değil. Geçmişten almamız gereken ateştir, Fidel Castro’nun ideolojik mirası.

Fikirsiz ömrün bir kıymeti yok. Onlar uğruna mücadele etmekten daha büyük bir mutluluk yok,” derdi Comandante…

Küba, şüphe yok ki, kendine has bir ülkedir; muzaffer devrimin önderi, 49 yıl boyunca ülkesini aralıksız yöneten Fidel Castro öyle yaptı onu. Bir çağ insanı, uzak görüşlü bir düşünür, büyük bir iyimser, romantik, dava adamı, ateşli halk tribünü, iktidarda tek ilgilendiği şey halkına hizmet imkânı olan bir insan, değişmez prensibi asla ve hiç kimseye yalan söylememek olan bir siyasetçi ve en nihayet, halkının kaderini kökten değiştiren bir insan.

Küba, halkının sefaleti ve haklardan mahrumiyetiyle komşusu Haiti adasının kaderini paylaşmak için her türlü şansa sahipti. Geçtiğimiz yüzyılın ellili yıllarında diktatör Batista’nın idaresinde ABD’nin de facto sömürgesiydi. ABD Başkanı John F. Kennedy’nin bu yıllardaki sözleri meşhurdur: “… dünyada sefaleti, iktisadi kolonizasyonu, sömürüsü ve aşağılanması Batista rejimi sırasında ülkemin siyaseti sonucu Küba’nın yaşadığından daha kötü bir ülke yoktu.” Önderliğini  Fidel Castro’nun yaptığı devrimin zaferi değiştirdi ülkenin kaderini. Küba Devrimi’nin başlıca idealleri adalet, insan haysiyetine ve kişi haklarına saygıydı.

Küba Anayasası, milli kahraman Jose Marti’nin sözleriyle başlar: “Cumhuriyetimizin birinci kanununun, Kübalıların insan haysiyetine eksiksiz hürmet göstermesi olmasını isterim.” Fidel bu değişmez kanuna cumhuriyetin yönetiminde olduğu bütün yıllar boyunca eğilip bükülmeksizin uydu. Küba favelalarının haklarından mahrum kılınmış halkını devrimin kazanımlarını savunmaya hazır, yıkılmaz bir halk haline getiren de bu ideallerdi.

Ben, Fidel Castro ile görüşmelerde birkaç defa yer almak mutluluğunu tattım. Bunların ilki şubat 1985’te ben henüz genç bir uzmanken oldu. SSCB Bilimler Akademisi Başkan Yardımcısı Yuriy Ovçinnikov’un başkanlığını yaptığı bir heyet Havana’da Kübalı meslektaşlarımızla bilimsel işbirliği mutabakatı imzalamıştı. Akşam geç saatte, kaldığımız kabul binasına ansızın Fidel Castro geliverdi, heyet üyelerine saygısını ifade etmek için. Yarım saatliğine gelmişti, ama Y. Ovçinnikov ile söyleşiye başlayıp öyle bir kaptırdı ki kendini, maddi varoluş problemleri, bilimsel bilginin sınırları ve insan gelişmesiyle ilgili sohbet sabaha kadar sürdü.

Fidel’in şu sözleri aklımdan hiç çıkmadı: “Biliyor musunuz, bütün o gençlik hayallerimi burada, Küba’da gerçekleştiremeyeceğimi çok iyi anlıyorum artık. Ama halkıma haysiyetli bir yaşam ve kalkınma temin edecek iki şeyi mutlaka yapmak istiyorum: insanlara nitelikli ve erişilebilir eğitim ve sağlık hizmetleri sunmak.” Ve gerçekten de yaptı bunu! …

Zenginlikten çok uzak Küba, cömertçe paylaştı başarılarını da. Enternasyonalizm ve Küba’nın muhtaç ülkelere cömert yardımı temelinde — Fidel’in fikri şuydu: gelecek parayla satın alınamaz, ancak adalet ve halkların dürüst ve kardeşçe dayanışması sayesinde temin edilebilir. Ve bunu söyleyen, bugün yetmiş yıldır ambargo şartlarında yaşayan bir ülkenin önderiydi!

Kübalıların kardeş yardımlarının örnekleri sayılamayacak kadar çoktur.

Kübalı doktorlar yıkıcı bir depremin ardından Pakistan’da insanların hayatını kurtardılar, Gine’nin, Liberya’nın, Sierra Leone’nin köylerinde ölümcül Ebola salgınıyla mücadele ettiler, Latin Amerika’nın en zorlu bölgelerinde yerli halka tıbbi yardım götürüyor ve ameliyatlar yapıyorlar. Fidel Castro, Çernobıl çocuklarına yardım için başvuruda bulunan ilk kişiydi ve ambargo altındaki Küba, kendisi için en zorlu zamanlarda bile ücretsiz tedavi etti binlerce acılı çocuğu, yirmi uzun yıl boyunca, ta 2012’ye kadar! Ve onlara, pahalı kemik iliği ameliyatları yaptı.

Demin anlatmaya başladığım, bilim insanı Y. Ovçinnikov ile o uzun gece sohbetinde, Castro, sosyalist projenin ödevlerinin gerçekleştirilmesinin insanları kendiliğinden mutlu kılamayacağına ve insanın manevi alanını zenginleştirmeden maddi refahın büyümesinin de değerler skalasını hiç fark ettirmeden manevi alanı fakirleştirmeye başlayacak şekilde deforme ettiğine dair düşüncelerini paylaştı. Bu ikisi de aynı derecede önemli süreç arasında bir antagonizma bile başlayabilirdi. Sosyalizm teorisinde biçimsel olarak formüle edilmiş bir problemdi bu, ama üzerinde hiç çalışılmamıştı. Fidel Castro bu problemin çözümünü “insana yatırımların” ilkesel artışında, manevi tatmin getirecek faaliyetlere katılım imkânlarının genişletilmesinde görüyordu. Kesinkes bu tür alanlar arasında sayıyordu eğitim ve sağlık hizmetlerini.

Ama Y. Ovçinnikov o zaman Fidel’e itiraz etti: “Siz eğitim verirsiniz, sağlık verirsiniz, ama insanlar gene de mutlu olmazlar, meğerki yaratıcı enerji gerçekleşmezse. Bunun için de bilimi geliştirmek zaruri.” Fidel büyük bir dikkatle dinledi bu sözleri ve sonra uzun uzun, Küba’ya nasıl bir bilim gerektiği üzerine konuştu. Y. Ovçinnikov dikkatleri biyoteknolojiye yoğunlaştırmayı öneriyordu. Küba’nın bu yöndeki başarıları, Fidel Castro’nun o öğüde kulak verdiğine tanıklık eder.

Onun inisiyatifiyle, daha sonra çok kısa bir sürede kovide karşı aşı üretilecek olan çağdaş bir biyoteknoloji merkezi kuruldu Küba’da. Günümüz Küba’sı Fidel’in vasiyetine uyarak bilime yatırım yapmaya devam ediyor. Kasım ayında resmi bir ziyaretle Küba’ya gelen Küba Devlet Başkanı Miguel Mario Díaz-Canel Moskova’da Biokubafarm grubundan temsilcilerle görüşmesi sırasında “ülkeyi kurtaranın bilim insanları olduğunu” vurgulamıştı.

Küba, Fidel’in bilgeliği ve dengeli siyaseti sayesinde, SSCB’nin tersine, iktidarın kiliseyle çatışmasından da kaçındı. Fidel, Küba Devrimi’nin kilise mensuplarından tek bir kişinin bir damla kanını bile dökmediğini, tek bir tapınağı bile kapatmadığını söylerdi her zaman. “Hıristiyanlıkla komünizm arasında, hristiyanlıkla kapitalizm arasından olduğundan on bin kat daha fazla ortak yan olduğuna” emindi. Fidel, “hristiyanlar devrimcilerin müttefikleri olabilirler mi?” sorusuna cevap olarak, sadece geçici taktik ittifakların değil, toplumda adaletli sosyal değişikliklerin gereği olarak stratejik işbirliği de olması gerektiğini söylerdi.

İkibinli yılların başlarında, Rusya ile Küba arasındaki ilişkiler hiç de en iyi döneminde değilken, Fidel o zamanki Smolensk ve Kaliningrad metropoliti Kirill ile görüşmüştü. Sohbet sırasında Küba’nın başkentinde bir ortodoks tapınağı kurulması düşüncesi ortaya çıktı. Asırlar boyunca Rus halkının her tür güçlüğü aşmasına ve işgalcilerle mücadele etmesine yardım edenin tam da ortodoks inancı olduğuna emindi Fidel, böylece fikri hararetle destekledi. Tapınağın inşası için Havana’nın en prestijli semtinde bir arsa tahsis edildi, bütün inşaat masraflarını da Küba tarafı üstlendi. Meryem Ana Kazan ikonası tapınağı ekim 2008’de kutsandı ve Rus kilisesi için kanonik yetki alanına girmeyen, üstelik de ağır iktisadi güçlükler yaşayan bir devletin güçlerince inşa edilen yegâne tapınak oldu.

SSCB’nin çöküşünden sonra Küba’da çok zorlu bir ekonomik durum ortaya çıktı. Şöyle anlatıyordu Fidel Castro: “Büyük bir güç bütünüyle beklenmedik biçimde çökünce ülke afallatıcı bir darbe aldı, bir başımıza kalmıştık, sadece biz, şeker için bütün pazarları kaybetmiştik, gıda, yakıt, hatta ölülerimizi hristiyan usulüyle gömmek için kereste bile alamaz olmuştuk.” Fidel, “sosyalist kampın ve SSCB’nin yıkılışını öngörememiş” ve “böyle bir duruma önceden hazırlanmamış olmasını” devasa, trajik bir hata sayıyordu. SSCB’nin çöküşünün ve sosyalist kampın yok oluşunun nedenini perestroykada buluyordu. Küba Komünist Partisi’nin IV’üncü Kongre’sindeki konuşmasında perestroykanın hedefleriyle felaket doğuran sonuçları arasındaki büsbütün uyumsuzluktan söz etmişti.

Doksanlı yılların başında Rusya Dış Ekonomik İlişkiler Bakanlığı’nda Latin Amerika Baş İdaresi müdürü olarak çalışıyordum; bizim liberal reformatörlerin Küba’nın da liberal reformlar yoluna gireceğine ve Castro sonrası kapitalist Küba’ya hazırlanmaya başlamanın vakti geldiğine emin olduklarını çok iyi hatırlıyorum. O zaman, Yeltsin-Kozırev dış siyaseti devam ederken, Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın orta derecede kadrolarının dürüst profesyonel tutumu sayesinde, o sırada Sergey Glazyev’in başında bulunduğu Dış Ekonomik İlişkiler Bakanlığı tarafından Küba’da iktisadi bir felaketi önlemek için olabilecek yegâne karar alındı: “şekere karşılık petrol” mutabakatı imzalandı ve uygulandı.

Fidel Castro, imkânsız görüneni başardı: Sovyetler Birliği’nde sosyalizm yıkılmışken sosyalist Küba’yı korudu. Şundan emindi: “İnsan, eğer iradesi güçlüyse, eğer her durumu doğru değerlendirir ve adaletli ve asil ilkelerinden vazgeçmezse en zorlu şartların bile üstesinden gelmeye muktedirdir.” Doksanların onca ağırlığına katlanmalarında, milli haysiyetlerini ve birliklerini korumalarında Kübalılara yardım eden tam da bu adalet hissiydi. Küba, en zorlu iktisadi krize rağmen ayakta kaldı.

Geçmişe gidip yitmedi, geleceğe atıldı! Fransa Devlet Başkanı De Gaulle tarafından Stalin için söylenen bu sözler, mağlubiyet nedir bilmeyen Fidel için de tamamen geçerli olabilir; zira onun idealleri, öngörmüş olduğu gibi yaşamaya, zihinleri etkilemeye ve geleceği tayin etmeye devam ediyor. Kübalılar Fidel’in ölümsüzlüğe gittiğini düşünüyorlar. Fidel’in kendisi de vatan için ölmenin yaşamak demek olduğunu söylerdi.

Fidel, parlak bir entelektüel olarak, daima çok ilerilere bakardı. Kapitalizmin gelişmesi, dünya ekonomisi, iklim değişikliği, sosyal meselelerle ilgili değerlendirmeleri ve fikirleri onlarca yıl geçtikten sonra da güncelliğini koruyor. “Üçüncü dünyanın” önderlerinden birinin dediği gibi, Fidel geleceğe yolculuk yapıyor ve sonra, onu anlatmak için dönüyordu geri. Putin de iki gün evvel aslında tam bunu söyledi, Fidel Castro ile 2014’teki görüşmesini hatırlarken. Başkan, Fidel Castro’nun o zaman da bugünün jeopolitik durumunu öngörmüş ve eksiksiz tasvir etmiş olduğunu belirtti.

Küba Devlet Başkanı Miguel Mario Díaz-Canel konuşmalarından birinde Fidel’in sözlerini alıntılamıştı: “Bu dünyada, hakikatin ve fikirlerin gücünü kırabilecek bir güç yoktur.” Nasıl da yankılıyor, her bir Rusyalının yüreğinde yeri olan Aleksandr Nevskiy’in sözlerini: “Tanrı kuvvette değil hakikattedir!”

Fidel Castro, ender bulunan sezgilere sahip biri olarak ömrünün sonuna kadar emindi Küba için sosyalizm tercihinin doğruluğundan ve sosyalizm tercihinin bütün insanlık için tayin edici olduğundan. Son konuşmalarından birinde şöyle demişti: “Kapitalizm, her türlü sosyal sistemde kendini yeniden üretme eğilimine sahip, çünkü kökleri egoizmde ve insanların en aşağı içgüdülerinde yatıyor. İnsanlığın bu çelişkiyi aşmaktan başka bir alternatifi yok, çünkü aksi takdirde hayatta kalamayacak.” Dünya, onun görüşüne göre, şu iki alternatifle karşı karşıyadır: daha iyi olmak veya yok olmak.

22 Kasım’da Moskova’da gerçekleşen, Küba’nın efsanevi önderinin, adı eski İspanyolca’da “sadık” anlamına gelen, fikirlerine ve ilkelerine asla ihanet etmemiş bu adamın, bu Maneviyat insanının, bu muzaffer adamın anısına yapılmış anıtın açılışı, düşüncelerin güce üstün olduğunu hatırlatacak bize daima.

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: Biden yönetimi Gazze’de savaş sürerken kuzeydeki sorunu aşmayı umuyor

Yayınlanma

ABD, Gazze’deki başarısız ateşkes diplomasisinden sonra şimdi de gerilimin iyice tırmandığı Lübnan cephesinde yine başarısız olacağı baştan belli bir diplomasi yürütüyor. İsrail ile Hizbullah’ın topyekûn savaşa girmesini engellemek için İsrail, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerle temasta. Washington, Hizbullah defalarca ilan etmesine rağmen Gazze’deki kriz devam etse de İsrail-Hizbullah krizini çözebileceğini düşünüyor. Tıpkı Kızıldeniz’de bombalayarak Husileri durdurabileceğini umduğu gibi…

***

Biden yönetimi, İsrail ile Hizbullah arasındaki daha geniş bir savaşı önlemek için çabalıyor

Beyaz Saray’ın diplomatik atağı, Gazze’de ateşkes sağlanması için haftalarca süren başarısız baskıların ardından geldi

Michael R. Gordon

ABD’li yetkililer, Biden yönetiminin İsrail ile Hizbullah arasında Lübnan’ın güneyinde giderek kötüleşen sınır çatışmalarını azaltma çabasının, ABD’nin Gazze’de ateşkes sağlamakta karşılaştığı güçlükler nedeniyle büyük zorluklarla karşılaştığını söylüyor.

İki cephe arasındaki bağlantılar, İran’ı da içine çekebilecek ve çatışmaları Gazze’nin çok ötesine taşıyabilecek geniş çaplı bir savaşı önlemeye çalışan Beyaz Saray’ın karşı karşıya olduğu diplomatik çıkmazın altını çiziyor.

Beyaz Saray, İsrail’in kuzey sınırındaki gerilimin azaltılmasının Gazze’de sağlanması zor bir ateşkese bağlı olamayacağı konusunda ısrar ediyor ve Hamas’a güneydeki çatışmaları durdurmayı kabul etmesi için haftalarca süren başarısız baskının ardından kuzeydeki gerilimi yatıştırmak için büyük bir diplomatik çaba sarf ediyor.

Ancak ABD tarafından “terörist” olarak tanımlanan ve Hamas’ın önemli bir müttefiki olan Hizbullah’ın son haftalarda İsrail’in kuzeyine yönelik roket ve insansız hava aracı saldırılarını yoğunlaştırması, tehdidi sona erdirme ve kuzeye tahliye edilmek zorunda kalan 70.000 kadar vatandaşını geri gönderme sözü veren İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümeti üzerindeki baskıyı arttırdı.

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, bu ayın başlarında Beyrut’tan yaptığı bir televizyon konuşmasında İsrail’i “ülkede hiçbir yer roketlerimizden korunamaz” diye uyardı.

Biden yönetiminden üst düzey bir yetkili çarşamba günü gazetecilere yaptığı açıklamada “Nasrallah’ın mantığı… her şeyin Gazze’ye bağlı olduğu ve Gazze’de ateşkes sağlanana kadar İsrail’e ateşin durmayacağıdır. Açıkçası bu mantığı tamamen reddediyoruz” dedi.

ABD özel temsilcisi Amos Hochstein’ın Hizbullah’ın sınırdan geri çekilmesini de içeren bir anlaşma yapma çabaları şu ana kadar sonuçsuz kaldı.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant bu hafta Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon yetkilileriyle üst düzey görüşmeler için Washington’da bulunduğu sırada Hochstein ile Lübnan konusunda iki kez görüştü.

Gallant, salı günü gazetecilere yaptığı açıklamada, “İsrail kuzeydeki güvenlik durumunu değiştirecek bir çözüm bulmak istiyor. Savaş istemiyoruz ama her türlü senaryoya da hazırlıklıyız. İsrail sınırında Hizbullah birliklerini ve askeri oluşumlarını kabul etmeyeceğiz. Kuzey toplumlarımıza yönelik tehditleri kabul etmeyeceğiz” dedi.

Hochstein geçen hafta üst düzey yetkililerle görüşmek üzere Lübnan’a yaptığı ziyaret sırasında Netanyahu ile de görüştü.

İsrail ve Hizbullah, İran’a bağlı milislerin Filistinli hareket Hamas’ın Gazze’de savaşa yol açan saldırılarını desteklediği 7 Ekim’den bu yana karşılıklı ateş açıyor. Hem Hizbullah hem de İsrail düşmanlıklarını daha büyük bir çatışmaya dönüştürme konusunda isteksiz davranırken, her ikisi de çatışmayı tırmandırabileceklerinin sinyallerini veriyor.

Bu ayın başlarında Hizbullah, Hayfa’daki İsrail limanı üzerinde uçan bir keşif uçağına ait olduğunu söylediği bir video yayınladı. Bir başka Hizbullah insansız hava aracı da aşağı Celile üzerinde İsrail güçleri tarafından düşürüldü.

İsrail güçleri ise Hizbullah komutanlarına karşı hava saldırıları düzenliyor. Geçen hafta İsrail ordusu Hizbullah’a karşı olası bir askeri operasyon planını onayladı ancak operasyon için hükümetin onayı gerekiyor.

İsrail için Hizbullah’a karşı savaşmak, Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaştan çok daha zorlu bir görev olacak. Uzmanlar Lübnanlı grubun 150.000’den fazla roket ve füzeden oluşan bir cephaneliği olduğunu ve bunların bir kısmının İsrail’in füze savunma sistemlerine rağmen Tel Aviv ve İsrail’in diğer şehirlerine ulaşabileceğini tahmin ediyor.

İsrail ordusuna göre Hizbullah çatışmanın başlamasından bu yana İsrail’e 5.000’den fazla roket, tanksavar füzesi ve patlayıcı insansız hava aracı fırlattı. Grubun açıklamalarına dayanan bir çeteleye göre Ekim ayından bu yana en az 338 Hizbullah savaşçısı öldürüldü. Lübnanlı yetkililere ve Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’ne göre en az 95 Lübnanlı sivil de öldürüldü.

İsrail’in kuzey sınırına odaklanan ve kâr amacı gütmeyen bir araştırma merkezi olan Alma Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne göre, evlerinden olan binlerce kişiye ek, çatışmalar nedeniyle en az 17 İsrail askeri ve dokuz sivil öldürüldü.

Üst düzey ABD’li yetkililer Hizbullah, İsrail ve İran’ın Gazze’deki yıkımı gölgede bırakacak kapsamlı bir savaş istemediklerine inandıklarını söylerken, bazıları da iki taraf arasında tırmanan gerilimin kontrolden çıkmasından korkuyor.

Trump döneminde Dışişleri Bakanlığı’nın Orta Doğu’dan sorumlu üst düzey yöneticisi olarak görev yapan David Schenker, “Yeni bir Hizbullah-İsrail savaşının yıkıcı sonuçlarından ve İran’ın da savaşa katılma ihtimalinden endişe duyan Biden yönetimi, nihayetinde kaçınılmaz olabilecek bir çatışmayı ertelemek için büyük diplomatik çaba sarf ediyor” dedi.

ABD’li yetkililer diplomatik çabalarının durmadığı konusunda ısrarlı.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi gazetecilere yaptığı açıklamada “Devam eden bir diplomatik sürecimiz var. İsrailliler, Lübnanlılar ve diğerleriyle oldukça yoğun istişarelerde bulunuyoruz” dedi.

Mevcut ve eski yetkililere göre ABD’nin gerilimi düşürmek için önerdiği fikirler arasında Lübnan Silahlı Kuvvetleri’nden birkaç bin askerin Hizbullah’ın boşalttığı sınır bölgelerine taşınması ve bu askerlerin sınırdan yedi kilometre geri çekilmesi yer alıyor. Schenker buna ek olarak, halihazırda güney Lübnan’da konuşlanmış olan BM barış gücünün de genişletilebileceğini söyledi. Schenker, Hizbullah’ın geri çekilmesi karşılığında İsrail’in de Lübnan üzerinde savaş uçakları ve insansız hava araçları uçurmayı azaltmayı kabul edeceğini söyledi.

Amerikalı yetkililer, gerilimi azaltma anlaşmasına uyması için Hizbullah üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla, diplomatik çabaların başarısızlığa uğraması halinde Washington’un İsrail ordusunu geri çekecek konumda olmayacağı uyarısında bulundu.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi “İsrail’i ve ulusal güvenlik çıkarlarını… Hizbullah gibi gruplara karşı savunmasını tamamen destekliyoruz” dedi.

Ancak Genelkurmay Başkanı Hava Kuvvetleri Generali CQ Brown pazar günü gazetecilere yaptığı açıklamada ABD ordusunun İsrail’i Hizbullah’ın büyük bir saldırısına karşı, İran’ın balistik füzeler ve insansız hava araçlarıyla saldırdığı Nisan ayında ülkeyi koruduğu kadar başarılı bir şekilde savunamayacağını söyledi.

ABD ve diğer ülkelerin yardımıyla İsrail, İran ve milis müttefikleri tarafından ateşlenen 300’den fazla insansız hava aracı ile balistik ve seyir füzelerinin neredeyse tamamını durdurdu. Ancak Brown, Hizbullah’ın elinde çok sayıda kısa menzilli roket bulunduğunu, bunların ABD tarafından engellenmesinin zor olacağını ve İran’ın tepkisini tetikleyebileceği uyarısında bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fyodor Lukyanov ile mülakat: Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası mümkün

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı. Devamında Erivan’da oturma eylemleri düzenlendi ve hadise çok sürmedi.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, Erivan ile Ankara arasında yakın zaman içinde pirüpak bir sayfa açılmasını göz ardı etmediğini söylüyor.


Lukyanov: Ermenistan için Avrupa’daki tek seçenek Türkiye

Hayk Halatyan

Verelq.am

21 Haziran 2024

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz ne kadar ileri gidebilir? Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor? Rusya ile siyasi ilişkileri yeniden düşünmek ve aynı zamanda Ermenistan açısından son derece faydalı olan iktisadi ilişkileri sürdürmek mümkün mü? Ermenistan açısından Avrupa entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Russia in Global Politics dergisinin genel yayın yönetmeni, Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlık Divanı Başkanı ve Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, bu ve daha fazlasını yanıtladı.

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz nereye kadar gidebilir? Ve Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor?

Kriz vektörel. Ermenistan yönetiminin net bir yol seçtiğini ve bunu tutarlı bir şekilde sürdürdüğünü kabul etmelisiniz. Bu sadece pratik yönlerle ilgili değil, aynı zamanda sembolizmle de ilgili. Buça ziyareti ve benzerleri, sinyaller açık. Bu açıdan süreç geri döndürülemez görünüyor.

Konuyla çok ilgili olmasam da Rusya’nın şu anda son derece temkinli davrandığını söyleyebilirim. Diplomatik adımlar atıldı, büyükelçi istişareler için geri çağrıldı, açıklamalar yapıldı. Fakat genel manada Rusya’nın benzer durumlarda —Gürcistan, Moldova ya da başka yerlerde— nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Şimdiye dek böyle bir şey görmedik, bu nedenle “aktif gözlem pozisyonunun” bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum.

KGAÖ’ye gelince, mesele açık görünüyor: Ermenistan’ın bu örgüte ihtiyacı yok. Halihazırda bu sadece Rusya’nın alanına ait olmanın sembolik bir işaretiydi. Fakat kilit nokta, Rusya’nın Ermenistan’daki askeri üssü olacaktır. Ermeni tarafı üssün geri çekilmesini talep ederse Rusya buna uymak zorunda. Bu muhtemelen Ermenistan ile ilişkilerin kayda değer ölçüde yeniden düzenlenmesine yol açacaktır.

Rusya’nın bu tutumunun nedeni nedir? Ukrayna’da Batı ile yaşadığı çatışma nedeniyle Ermenistan ve Güney Kafkasya’daki nüfuzu için mücadele edecek kaynaklara sahip değil mi? Ya da sadece bu nüfuzu elinde tutmak için bir irade eksikliği mi var? Ermenistan’daki pek çok uzman, Rusya’nın Ermenistan’dan ve bölgeden çekilmeye hazır olduğuna inanıyor.

Rusya’nın çekilmeye hazır olduğunu söylemek abartı olur. Elbette şu anda başka öncelikler daha öncelikli. Bunlar gerçekleşmediği sürece diğer her şey ikinci planda kalır. Dahası, Rusya’da Ermenistan’daki süreçlerin vektörel bir şekilde ilerlediği, ancak henüz sonuçlanmadığı yönünde bir his var gibi görünüyor. Bundan sonra ne olacağı sadece Ermenistan’daki gelişmelere değil, aynı zamanda bölgedeki duruma da bağlı: Türkiye’nin ve Avrupa’nın tutumu vb.

Bence Rusya, krizden henüz ciddi bir şekilde etkilenmemiş olan Ermenistan ile iktisadi ilişkilerin daha önemli olduğunu varsayıyor. Şu anda Rusya için tüm iktisadi ilişkiler önemli. Eğer ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının son ziyareti iktisadi iş birliği fırsatlarının keskin bir şekilde azalmasına yol açarsa ve Ermenistan, ABD’nin baskısı altında yaptırımları daha sıkı bir şekilde uygularsa, o zaman elbette çıkar sorunu da ortaya çıkar.

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin açıklamalarında, Rusya ile siyasi ilişkilerin yeniden gözden geçirilebileceği, ancak Ermenistan’ın lehine olan iktisadi ilişkilerin sürdürülebileceği fikri sıklıkla dile getiriliyor. Bu ne kadar gerçekçi?

Bunu tahayyül etmek zor. Diğer ülkelerle benzer bir şey yapmaya yönelik önceki tüm teşebbüsler genelde kötü neticelendi. Öte yandan, Rusya’da belli bir yaklaşım değişikliği var gibi görünüyor. Daha önce soyut jeopolitik çıkarlar her zaman ağır basarken, şimdi en azından somut iktisadi çıkarlarla birlikte değerlendiriliyor. Yakın insani bağlar göz önünde bulundurulduğunda Ermenistan, açık provokasyonlara girişmediği sürece Rusya’nın Ermeni tarafına yönelik sert adımlar atmayacağını göz ardı etmiyorum.

Asıl mesele, Batılı ortakların Ermenistan’dan ne talep edeceği. Eğer Rusya ile iktisadi ilişkilerin gerekliliğini anlıyorlarsa, bu bir şeydir. Fakat Amerikalılar ve Avrupalılar, “Eğer Avrupa rotasını takip ediyorsanız, o zaman tutarlı bir şekilde takip edin,” derlerse, o zaman…

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin aktif olarak sözünü ettiği Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Ermeni diasporasının bir seçim faktörü olarak önemli bir rol oynadığı Fransa dışında, Avrupa’daki her muhafazakârın Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonuna yönelik adımlar atılması gerektiğini anlamadığını düşünüyorum. Bence mesele daha ziyade Ermeni toplumunun, siyasi zümresinin ve bir bütün olarak Güney Kafkasya’nın dinamiklerinde yatıyor. Kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da son on yıllardaki deneyimlerin coğrafi olarak entegrasyon alanından kopuk bir ülkenin entegre olamayacağını gösterdiğidir. Bu işe yaramaz.

Ermenistan için teorik olarak erişilebilir tek Avrupa seçeneği Türkiye’dir. Bu komşu ülke de uzun süredir AB üyeliğine aday. Yalnızca birkaç yıl önce, bunun herhangi bir ihtimali ortadan kaldırdığını söylerdim. Bugün artık böyle düşünmüyorum, zira Erivan’ın yaklaşımının nasıl kökten değiştiğini görebiliyoruz. Bir zamanlar tamamen düşünülemez olarak kabul edilen şey gerçek oldu. Dağlık Karabağ’dan vazgeçilmesi herhangi bir şoka neden olmadı.

Bu nedenle, Avrupa ile entegrasyona doğru gidişin, Ermenistan söz konusu olduğunda Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası anlamına geleceği ihtimalini göz ardı etmiyorum. Esasında Ermenistan, bu iktisadi etki alanına girebilir. Tarihi göz önüne alarak bu tamamen düşünülemez gibi görünse de yakın geçmişte düşünülemez gibi görünen pek çok şey artık gerçeğe dönüştü. Ancak bu Avrupa entegrasyonu ile aynı şey değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English