Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: İsrail’in Trump’ın koşulsuz desteği hakkındaki varsayımları safça

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olan Shalom Lipner tarafından kaleme alınan makale İsrail yönetiminin yeni Trump döneminden beklentilerine odaklanıyor. 1990-2016 arasında İsrail Başbakanlık Ofisi’nde çalışmış bir isim olan Lipner’in Foreign Affairs’te yayınlanan bu yazısında yüzeysel bakınca oldukça mantıklı görünen bu beklentilerin gerçekleşmeme olasılığının yüksek olduğuna hatta safça olduğuna işaret ediliyor. Makalede Trump’ın dış politikadaki pragmatik ve izolasyonist tutumunun, İsrail’e sağlanan desteği sınırlandırma riski taşıdığına dikkat çekiliyor. Makalede Hamas, Hizbullah ve 7 Ekim’le ilgili “terör” tanımları gibi katılmadığımız birçok nokta olmakla birlikte makale genel beklentinin Trump’ın İsrail’e koşulsuz destek vereceği yönünde olduğu bir dönemde bu genel ön kabulü sorgulaması açısında dikkate değer:

***

İsrail’in Trump yanılgısı

Netanyahu’nun Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme hedefinin başarı şansı düşük.

Shalom Lipner

Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerindeki zaferi İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için daha iyi bir zamana denk gelemezdi. Hamas’ın 7 Ekim 2023’te gerçekleştirdiği terör saldırısının üzerinden 13 aydan fazla bir süre geçtikten sonra İsrail yükselişe geçti. Yılın başından bu yana İsrail hem Hamas’ın hem de Hizbullah’ın üst düzey liderlerinin çoğuna suikast düzenledi, saflarını bozdu ve İran’a hassas saldırılar düzenledi. Netanyahu, 7 Ekim’den sonra halk desteğinin dibe vurduğunu gördükten sonra popülaritesinin yeniden yükselmeye başladığını gördü.

Şimdi Netanyahu ve hükümeti Orta Doğu’nun kapsamlı bir şekilde yeniden şekillenmesi için nadir bir fırsat görüyor. Ateşkes çağrılarına direnen Netanyahu, aşırı sağ kanadının güçlü baskısıyla, ne kadar uzun sürerse sürsün “tam zafer” peşinde koşmaya kararlı. Bu yaklaşım, Gazze savaşını sürdürmeyi, Gazze Şeridi’nin kuzeyinde uzun vadeli bir İsrail güvenlik varlığının altyapısını oluşturmayı; Lübnan’a yeni bir düzen dayatmayı; İran’ın Irak, Suriye ve Yemen’deki vekillerini etkisiz hale getirmeyi ve nihayetinde İslam Cumhuriyeti’nin nükleer tehdidini ortadan kaldırmayı kapsıyor. Netanyahu’nun yönetimindeki koalisyonun bazı üyeleri de iki devletli çözüm ihtimalini sonsuza dek ortadan kaldırmayı hedefliyor. Netanyahu aynı zamanda Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin eninde sonunda İsrail ile normalleşmeyi kabul edeceğini düşünüyor. Trump’ın Beyaz Saray’a dönmesiyle birlikte Başbakan ABD’nin kendisini destekleyeceğinden emin.

Bu plan cazip ve hatta belli bir mantık taşıyor: Ne de olsa Trump İsrail’de, uluslararası normlar ve kurumlarla -ve ihtiyatlı davranmaya- Demokrat selefinden çok daha az önem veren sadık bir İsrail destekçisi olarak görülüyor. Dahası, Trump; İran’a yönelik “maksimum baskı” kampanyasını sürdürme ve İbrahim Anlaşması’nın genişletilmesine öncelik verme planlarını şimdiden duyurdu.

Ancak bu varsayımlar -hem silah gücüyle neyin mümkün olabileceği hem de Trump yönetimin bunu ne derece destekleyeceği konusunda- tehlikeli bir şekilde abartılıyor. Siyasi ya da diplomatik düzenlemeler olmadan kazanılan taktiksel askeri başarılar kalıcı güvenlik sağlayamaz. İsrail kendini birden fazla sıcak savaşın ortasında ve Gazze ile Lübnan’daki büyük bir sivil nüfusun refahından sorumlu bir durumda bulabilir. Arap dünyasının desteğini kazanmak, Hamas ve Hizbullah’ın yenilgiye uğratılmasından daha fazlasını gerektirecek ve İsrail’in mevcut sağcı hükümeti iktidardayken bu destek pek olası görünmüyor. Öte yandan, Trump son derece öngörülemez bir lider ve onun desteğine güvenerek kumar oynayan İsrail kendisini dünya sahnesinde yalnız halde bulabilir. Başbakan kalıcı bir zafer kazanma çabasıyla İsrail’in durumunu daha da belirsiz hale getirebilir.

BÜYÜK FİKİR!

Trump’ın iktidara gelişi, bölgesel dinamiklerin nihayet İsrail’in lehine dönmeye başladığı bir döneme denk geliyor. Hamas’ın menfur saldırısı karşısında gafil avlanan İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), Gazze’de bir yılı aşkın süredir devam eden yoğun operasyonlar sırasında Hamas’ın komuta yapısını çökertti ve kabiliyetlerini neredeyse tamamen yok etti. Savaş başlamadan önce Hamas’ın övündüğü 24 taburun tamamı ve örgütün tünel ağının önemli bir bölümü devre dışı bırakıldı. Ekim ayında Yahya Sinvar’ın öldürülmesiyle birlikte Hamas’ın bir daha böyle bir katliam yapma ihtimali neredeyse sıfırlandı.

İsrail, İran’ın “direniş ekseni”nin merkezi ve en güçlü kolu olarak görülen Hizbullah’a da benzer bir darbe indirdi. Hizbullah’ın genel sekreteri Hasan Nasrallah’ın yanı sıra örgütün üst düzey yöneticilerinin çoğunu öldüren İsrail’in Lübnan’a düzenlediği kara harekâtı Hizbullah’ın devasa füze ve roket stokunu büyük ölçüde tüketti. Aynı zamanda, İsrail uçakları Suriye üzerinde sık sık operasyonlar düzenledi ve hatta 1,000 milden fazla uzaklıktaki Yemen’deki Husi altyapısını bombaladı. Son olarak, İsrail’in Ekim ayında gerçekleştirdiği hassas saldırılarla askeri tesisleri büyük zarar gören İran’a darbe vuruldu: İsrail, üç dalga hava saldırısını içeren operasyonda, İran’ın çeşitli bölgelerinde nükleer silah araştırma laboratuvarları, balistik füze üretim tesisleri, hava savunma sistemleri ve füze fırlatma rampalarını etkisiz hale getirdi.

Kasım’daki ABD seçimlerinden önce, bu askeri kazanımlar ABD ile artan gerilimler pahasına elde edildi. Biden yönetimi İsrail’i askeri, ekonomik ve diplomatik olarak desteklemiş olsa da- ABD başkanının savaş zamanında İsrail’i ilk kez ziyaret etmesi dahil- İsrail’in savaşı yürütme biçimini sık sık onaylamadığını gösterdi ve ABD Başkanı Joe Biden sık sık Netanyahu ile doğrudan anlaşmazlığa düştü. Netanyahu hükümetinin ateşkes müzakerelerine ilgi göstermemesi ve Gazze’de insani yardım dağıtımını genişletme konusundaki isteksizliği nedeniyle sürekli çatışmalar yaşandı. Başbakan için, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in seçim zaferi Washington’la daha da fazla gerilime, hatta belki de ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin sınırlanması anlamına gelebilirdi.

Trump, Batı Şeria’nın ilhakına şartlı destek verecek

Buna karşılık Netanyahu ve müttefikleri yeni Trump yönetiminin İsrail’e kayıtsız şartsız ABD desteği getireceğini öngörüyor. Bu varsayım, İsrail’in yükselen sağ kanadının en yayılmacı, hatta mesihçi heveslerini yeniden alevlendirdi; IDF düşmanlarını yok ettiğinde, İsrail karşıtlarının İsrail’i yenmeye çalışmanın beyhudeliğini anlayacağını ve onunla barış arayışına gireceğini umuyorlar. İsrail, Batı Şeria ve Netanyahu’nun bazı koalisyon ortaklarına göre Gazze üzerindeki hakimiyetini güçlendirecek. Herkes -en azından bölgedeki tüm önemli oyuncular- sonsuza kadar mutlu yaşayacak.

İşin pratiğine gelince Netanyahu’nun zümresi Gazze’nin ne kadar tahrip edilirse edilsin Hamas’ı ezip geçmeye devam etme niyetinde. Şimdi İsrailli liderler, Ekim ayında Netanyahu’ya işi bitirmek için “ne yapman gerekiyorsa yap” tavsiyesinde bulunan Trump’ın desteğine de güveniyor. Ayrıca İsrail hükümeti, Gazze’de savaş sonrası yönetim için ciddi bir plan yapmaya pek yanaşmadı; Filistin Yönetimi’nin geri dönmesi çabalarını da engelleyerek IDF’nin süresiz olarak bölgede kalacağı sinyalini verdi. Netanyahu’nun kabinesindeki üyeler, Gazze’nin yeniden inşasını engellemek, bölgede Yahudi yerleşimlerini kurmak ve Batı Şeria’nın ilhakı için hevesle baskı yapıyor.

İsrail, Hizbullah’ın etkisiz hale getirilmesini Lübnan’ı yeniden şekillendirme yönünde daha geniş bir hamleye dönüştürmeye çalışıyor. Trump’ın rahatsız edici bir sorun olarak gördüğü anlaşılan bu konuyu ele almadaki öngörülemezliği, süreci Trump göreve başlamadan tamamlamak için bir teşvik oluşturuyor. İsrail, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı Kararını (2006’da Hizbullah ile İsrail arasındaki savaşı sona erdirmek için hazırlanmıştı) genişletilmiş bir şekilde yeniden uygulamayı kabul ediyor. Bu genişletme, anlaşmanın ihlal edilmesi halinde IDF’nin Lübnan’da operasyon yapma özgürlüğünü garanti altına alıyor. İsrail ayrıca güçlendirilmiş Lübnan ordusunun nihayetinde Lübnan’ın güneyinde tam otorite kurabileceğini umuyor.

Bu cesur projenin kilit noktası, İsrail’in İsrail’in ek müttefikler kazanarak ekibini genişletmesi olacak. Kızıldeniz’deki Husi korsanlığı, ABD’yi ve Birleşik Krallık’ı Yemen’deki Husi mevzilerine füze saldırıları başlatmaya yönlendirdi.  İsrail hükümeti, İran’ın nisan ayında düzenlediği büyük füze saldırısı sırasında Fransa, Birleşik Krallık ve ABD’nin yanı sıra, daha dikkat çekici bir şekilde Ürdün, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelen uluslararası desteği hatırlayarak bu dayanışmayı genişletmek istiyor.

İsrail bu örneklerin üzerine bir şeyler inşa etmeyi ve bu işbirliğini genişletmeyi umuyor. Bu bağlamda, ABD ve BAE, Gazze için nihai bir uluslararası misyonda önemli roller oynayabilir (ancak Emirlikler, yalnızca Filistinliler tarafından resmi olarak davet edilirlerse katılacaklarını belirtti). İsrail’in tek başına hareket etmeyi tercih etmeyeceği bir diğer alan da İran. Tahran’ın nükleer programının çökertilmesi ve İslami rejimin devrilmesiyle sonuçlanacak, ABD öncülüğünde İran’la askeri bir çatışma senaryosu ana akım İsrailli yöneticiler tarafından benimsenmemiş olsa da aşırı sağ arasında tartışmalara yol açıyor.

Netanyahu hükümeti son perdede, bu gelişmelerin diğer bölgesel güçlerin İsrail ile kalıcı bir uzlaşmaya varmasına neden olacağını umuyor. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın, ilişkileri normalleştirmek için sıraya giren Arap ve İslami yöneticilere öncülük edeceğini düşünüyorlar. Bu hesaba göre, ilk yönetimi sırasında Suudiler ve Körfez’deki komşularıyla verimli ilişkiler geliştiren Trump, İsrail’in elindeki en önemli koz olacak. Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir gibi koalisyonun radikalleri, Washington’un İsrail hükümetinin istediğini yapmasına izin vermesiyle, geleneksel destekçilerinden yoksun ve ellerinde çok az seçenek kalan Filistinlilerin kendi şartlarını kabul etmek zorunda kalacağını iddia ediyor. Bu da muhtemelen siyasi haklar olmadan medeni hakların tanınması ve İsrail yerleşimlerinin dokunulmaz kalması anlamına gelecek.

DAHA FAZLA SAVAŞ İÇİN SAVAŞ

Netanyahu’nun sağcı koalisyonunun hırslarının şu anda neden bu kadar güçlü olduğunu anlamak için Trump’ın İsrail’de nasıl algılandığını kavramak gerekiyor. Birçok İsrailli, Netanyahu’nun bir zamanlar “İsrail’in Beyaz Saray’da sahip olduğu en büyük dost” olarak ilan ettiği bir adam tarafından yönetilen yeni ABD yönetiminin ülkelerini koşulsuz destekleyeceğini düşünüyor. Trump’ın dış politika ekibine sağlam İsrail yanlısı isimler ataması -Senatör Marco Rubio’yu dışişleri bakanı, eski Guvernör Mike Huckabee’yi İsrail büyükelçisi ve Temsilci Elise Stefanik’i Birleşmiş Milletler büyükelçisi olarak aday göstermesi- bu görüşü daha da güçlendiriyor.

Trump’ın barometresi İsrail

İsrailli yetkililer, Trump’tan gelecek bir onayın yanı sıra, diğer başkentlerden İran’a baskıyı artırma planlarına yalnızca minimum düzeyde direnç geleceğini umuyor. Ağustos ayında Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık Tahran’ı ve müttefiklerini, İran’ın gerilimi daha da tırmandırması halinde bundan sorumlu tutacakları konusunda uyardı. İsrail’in bölgesel ortaklarından gelen diğer güven verici işaretler de dikkat çekiyor; bu ortaklar da İran destekli saldırganlık tehdidi altında. İsrailli yetkililer, İbrahim Anlaşmaları’nın geçen yılki savaş sürecine rağmen ayakta kalmasını ve ABD ile Suudi Arabistan yetkilileri arasında Riyad’ın nihayetinde bir anlaşmaya ikna edilebileceğine dair ısrarlı konuşmaları yakından takip ediyor.

Bu dış etkenlerin yanı sıra Netanyahu, koalisyonunun baskılarını da göz ardı edemez. Çünkü onların desteği olmadan görevde kalması mümkün değil. Bu baskıyı en güçlü şekilde oluşturanlar ise, bir zamanlar geleneksel siyaset için fazla radikal kabul edilen sağcı ideologlar Smotrich ve Ben-Gvir. ABD seçimlerinden bir hafta sonra Smotrich, Trump’ın dönüşünün “Tanrı’nın yardımıyla 2025’in Yahudiye ve Samiriye’de [Batı Şeria] İsrail için egemenlik yılı olacağı” anlamına geldiğini ilan etti. Netanyahu’nun siyasi olarak hayatta kalma içgüdüleriyle eşgüdüm sergileyen bu amansız ısrarlar, IDF’nin saldırısını sonlandırmasını tercih eden güvenlik kurumu üyeleri için sürekli bir engel teşkil ediyor.

Bu görüşler İsrail’de bir ölçüde destek bulmuş durumda. İsrail’in güvenliğine yönelik 7 Ekim öncesi radikal grupların IDF’nin + periyodik operasyonlarıyla kontrol altında tutulabileceği fikrine dayanan “çim biçme” stratejisi gibi yaklaşımların yetersiz olduğuna dair büyük ölçüde görüş birliği var. Pek çok İsrailli artık toplumun zaten tamamen seferber olduğu bir durumda, sürekli savaşın güvenliği sağlamak ve sürdürmek için en iyi yol olabileceği sonucuna varıyor. Son aylarda bu yaklaşımı güçlendiren bir diğer etken, IDF’nin taktiksel başarıları oldu. Bu başarılar, kamuoyunda daha fazlasını isteme iştahını artırdı. Son birkaç ayda Hamas ve Hizbullah’a karşı elde edilen kazanımlar -Gazze ve Lübnan’daki kara operasyonlarının başarısız olacağı yönünde uyarıda bulunan Biden yönetimi yetkililerinin öngörülerine rağmen- bu örgütlerin son kalıntılarını da yok etmek isteyenleri destekler nitelikte. Bu durum, sivil kayıplar ve barışın ertelenmesi pahasına gerçekleşse bile bu görüşü güçlendirdi.

İsrail parlamentosu Knesset’teki muhalefetin etkisizliği göz önüne alındığında, Netanyahu savaşa fazla bir engelle karşılaşmadan devam edebildi. Başsavcı ve İsrail’in güvenlik teşkilatı Şin Bet’in şefi dahil olmak üzere ülkenin olağan güvenlik sorumlularının çoğu savunmaya çekildi. Başbakan için uzun süreli savaş operasyonları, İsrail’in kaybedilen caydırıcılığını yeniden tesis etmek ve 7 Ekim’de ve sonrasında gösterdiği kötü performanstan dikkatleri başka yöne çekmek gibi ikili bir amaca hizmet ediyor. Gazze’deki İsrailli esirlerin ailelerinin protestoları bile ciddi bir engel oluşturmadı. Bu aileler aylardır -Biden’ın güçlü kişisel teşvikiyle- bir rehine anlaşması yapılması çağrısında bulunuyorlar ve kayda değer bir halk desteğine de sahipler. Ancak Netanyahu, Hamas’ın esir değişimi şartlarına karşı çıkanlardan ve sağ kanadındaki destekçilerinden aldığı güçle bu direnişi aşmayı başardı. Ayrıca Trump’ın iktidara gelmesiyle birlikte, ABD’nin İsrail’e askeri operasyonlarını sonlandırması yönünde daha az, hatta hiç baskı yapmayacağı varsayılıyor.

“MAGA”YI YANLIŞ ANLAMAK

Ancak Netanyahu ve müttefikleri bu büyük hedefleri baltalayan sayısız sorunu hafife alıyor. Bir kere İran ve vekilleri ortadan kaybolmayacak. Hamas, Hizbullah ve Husiler daha şimdiden direnç göstermeye ve yeniden toparlanmaya başladılar. Ellerinde hala önemli bir ateş gücü var ve İsrail’i her gün yüzlerce roket, balistik füze ve insansız hava araçlarıyla vurarak İsraillileri öldürme ve mülklerini tahrip etmeye devam edebiliyorlar. Bu gruplar İsrail’in hava savunmasını alt etmekte başarısız olsalar da genel bir tahribat yaratmayı, İsraillileri sürekli olarak sığınaklara doldurmayı ve hayatlarının akışını bozmayı başardılar. Bu grupların yakın zamanda teslim olacağı hayali gerçek dışı. İranlıların, Lübnanlıların, Filistinlilerin ve Yemenlilerin hemen ayaklanıp acımasız zalim liderlerin boyunduruğundan kurtulacakları beklentisi de bilinçli bir analizden çok hüsnükuruntu gibi görünüyor.

Daha da önemlisi, İsrail’in bölgeye yönelik herhangi bir büyük tasarımı Washington’dan önemli bir yardım almadan gerçekleşmeyecek. İsrail’in ABD’ye bağımlılığının hiç bu kadar belirgin olmadığı bir dönemde İsrail’in Trump’ın koşulsuz desteği hakkındaki varsayımları safça görünüyor. Özellikle de Trump’ın zaferini kolaylaştırdıkları için “Arap Amerikalı” ve “Müslüman Amerikalı” seçmenlere seslenmesi Trump’ın genel olarak savaşlardan ve ABD’nin yurtdışındaki askeri angajmanlarından kaçınma eğilimiyle birleşince yeni yönetimin İsrail’in ayrıcalıklarına daha şüpheci yaklaşacağı bir politikanın habercisi olabilir.

Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir

Ne de olsa Trump ilk dönemini Netanyahu’ya hakaretler yağdırarak tamamladı ve İsrail’in çatışmaları uzatmasını istemediğini açıkça ortaya koydu. İki lider temmuz ayında Florida’da bir araya geldiklerinde Trump Netanyahu’ya Biden görevden ayrılmadan önce savaşı tamamlamasını söyledi. Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerinin destekçileri Trump’ın en büyük destekçileri arasında yer alsa da yakında Trump’ın onların gündemine karşı pek yükümlülük hissetmediğini hatırlatabilirler. Trump’ın kısa ömürlü 2020 İsrail-Filistin barış planı olan “Barıştan Refaha”nın nihai olarak bir Filistin devletinin kurulmasını savunduğunu ve yerleşimci liderler tarafından “İsrail Devleti’nin varlığını tehlikeye attığı” gerekçesiyle eleştirildiğini hatırlatmakta fayda var.

Trump’ın genel dış politika pozisyonları da İsrail için aynı derecede sorunlu olabilir. Eylül ayında gazetecilere Tahran ile “bir anlaşma yapmak zorundayız” dedikten bir ay sonra “Lübnan’daki acı ve yıkımı durduracağını” söyledi. Trump’ın yurtdışındaki ABD güçlerine katkıda bulunma konusundaki isteksizliği, Pentagon’un daha yeni sofistike bir THAAD antibalistik füze bataryası ve onu kullanacak 100 ABD askeri konuşlandırdığı İsrail için büyük bir değişiminin habercisi. Trump, Biden’ın İsrail’e tahsis ettiği kaynakları geri çekmese bile, izolasyonist eğilimleri gelecekte desteğin azalacağına ve dolayısıyla IDF’nin manevra özgürlüğünün kısıtlanacağına işaret edebilir.

Diğer uluslararası güçlerin İsrail’in uzlaşmaz tavrına karşı sabrı daha da azalıyor. İran’ın Ekim ayındaki ikinci füze saldırısına karşı İsrail’in savunma şemsiyesine katılmayan Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık, uluslararası hukuka uyum konusundaki endişelerini gerekçe göstererek İsrail’e silah ihracatını kısıtladı. (Ekim ayında Biden yönetimi de Gazze’ye insani yardım sevkiyatının iyileşmemesi halinde silah transferlerini sınırlama tehdidinde bulundu ancak henüz böyle bir adım atmadı). Birleşmiş Milletler, Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi İsrail’e tarihsel olarak dostane olmayan platformlar da İsrail’in mevcut davranışları konusunda ağırlığını koydu. 21 Kasım’da UCM’nin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında Gazze’de savaş suçu işledikleri iddiasıyla tutuklama kararını onaylaması da buna dahil. Artan bu uluslararası baskı, IDF’nin operasyonel özerkliğinin yanı sıra İsraillilerin ticaret ve yurtdışına seyahatleri üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilir.

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Bu gelişmelerin yanı sıra, İsrail’in kendi iç durumu da dikkate alınmalı ve Netanyahu, bu durumun kendisi için göründüğünden daha elverişli olduğunu düşünebilir. Bir yılı aşkın süredir devam eden amansız savaşın ardından yorgun düşen İsrail halkı, Gazze’de hala 100’den fazla rehinenin bulunduğunu ve on binlerce kişinin evlerinden olduğunu biliyor. IDF yedek askerleri yüzlerce günü ailelerinden ve mesleklerinden uzakta üniformalı olarak geçirdi. Bu sorumluluktan kaçanlara (özellikle de Knesset’teki temsilcileri Netanyahu’nun koalisyonunun kilit üyeleri olan ultra Ortodokslara -Harediler-) duydukları öfke aşikar. Aktif görevde olanların birçoğu için hükümetin direktiflerini yerine getirme hevesi azalıyor.

Bu arada Netanyahu’nun üst düzey kurmayları, IDF subaylarının tehdit edilmesi ve hükümetin hatalarını örtbas etmek için resmî belgelerde açıkça sahtecilik yapılması olaylarına karıştı. Sözcülerinden biri, bir rehine anlaşması konusundaki hükümetin inatçılığını haklı çıkarmak amacıyla gizli istihbarat belgelerinde tahrifat yaparak sızdırdığı şüphesiyle ulusal güvenliği tehlikeye atmak suçlamasıyla yargılanıyor. Ve tüm temyiz yollarını tüketmiş olan başbakanın kendisi de nihayet yolsuzluk davasında mahkeme karşısına çıkmak zorunda. Yıl sonundan önce ifade vermesi planlanıyor.

Netanyahu 5 Kasım’da eski bir general ve Biden yönetiminin İsrail’deki en güvenilir muhatabı olan Gallant’ı görevden aldı ve yerine askeri kimliği olmayan bir siyasetçiyi getirdi. Tamamen siyasi bir hamle olan bu değişiklik, Netanyahu’nun, haredi koalisyon ortaklarını memnun etmek amacıyla yapıldı. Haredi gruplar, nüfuslarının IDF hizmetinden muaf tutulmasını hızlandıracak yasal düzenlemeler yapılmazsa hükümeti terk etmekle tehdit etmişti. Gallant (ve İsrail kamuoyunun büyük bir kısmı) bu yasaya karşı çıkıyordu. Netanyahu’nun kendi çıkarlarını ulusal güvenlikten ve sosyal bütünlükten önde tutması, İsrail’in vatandaş ordusu ve modern ekonomisinin bel kemiğini oluşturan geniş bir kesimi giderek daha fazla hayal kırıklığına uğratıyor.

GERÇEKLE YÜZLEŞME

Savaş alanındaki zaferlerine rağmen İsrail gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya. Mevcut çatışmaları başarıyla sona erdirme yeteneği, büyük ölçüde Netanyahu’nun bir sonraki ABD başkanıyla ilişkileri nasıl yöneteceğine bağlı olacak. Yeniden seçilme endişesi taşımayan Trump, en pragmatik içgüdülerini takip etmeye daha da hazır olabilir. Netanyahu, Trump’ın hâlâ taşıyor olabileceği kinleri bertaraf ederek hedeflerini uyumlu hale getirmek için ustaca bir denge yürütmek zorunda kalacak. İronik bir şekilde, Netanyahu’nun en zorlu engeli, onu iktidarda tutan aynı sağ partiler olabilir.

Şu anda İsrail güçleri, Gazze ve Lübnan’da daha derinlere çekilme riskiyle karşı karşıya. İsrail’in askeri üstünlüğüne rağmen, bu iki bölge Vietnam tarzı bir bataklığa dönüşme işaretleri gösteriyor. Hizbullah, İsrail’in Beyrut’a saldırmaya devam etmesi durumunda Tel Aviv’e tekrar saldıracağını açıkladı. İran ise İsrail’in misillemesine karşı sert bir intikam yemini etti. Bu arada IDF, yeni asker sıkıntısı çekiyor ve şu an için, daha fazla destek almadan hem saldırı hem savunma mühimmatı eksikliklerini giderebilecek durumda değil. Rehineler hâlâ Gazze’de; kaçının hayatta olduğu kesin olarak bilinmiyor. Ayrıca kuzeydeki köylerinden tahliye edilenler, İsrail’in Lübnan’daki operasyonlarına rağmen evlerine geri dönemiyor.

İsrail’in savunma şefleri Netanyahu’ya Gazze ve Lübnan’da tüm hedeflerine ulaştıklarını bildirdiler. Rehineleri Gazze’den geri getirmek ve Lübnan’daki çatışmayı sonlandırmak için taviz verilmesini destekliyorlar. IDF ve Şin Bet, İsrail’i Hamas ve Hizbullah’tan gelecekteki saldırılara karşı koruyabileceklerinden emin. Bu değerlendirme hem bir an önce sükûnet isteyen Trump’ın hem de başkanlığı sona ermeden Gazze’de ateşkes ve Lübnan’da bir anlaşma görmek isteyen Biden’ın düşüncelerine rahatlıkla uyuyor.

Bir açıdan bakıldığında, Netanyahu’nun da bu yönde hareket etmek istediği görülüyor. Haberlere göre, ABD seçimlerinin ardından o da Hizbullah ile bir ateşkes sağlamak için çalışıyor, bunu Trump’a bir “hediye” olarak sunmayı planlıyor. Mantık şöyle işliyor: Bu adım, İsrail’in dikkatini İran’dan gelen daha ciddi tehditlere odaklamasına olanak tanıyacak ve 2018’de İran nükleer anlaşmasından çekilen Trump’ı, Tahran’a baskı yapmak için harekete geçirebilecek. Ancak Netanyahu’nun bu yöndeki herhangi bir hamlesi, rehinelerle ilgili müzakerelere sürekli müdahale eden ve herhangi bir ateşkese onay vermesi durumunda başbakanı devireceklerini söyleyen Smotrich ve Ben-Gvir tarafından engellenecek. Bu ikilinin Gazze ve Batı Şeria üzerinde uzun vadeli İsrail kontrolünü dayatma çabaları, IDF’nin bu bölgelerdeki varlığını azaltmaya yönelik girişimlerle tamamen çelişiyor ve Netanyahu’nun İsrail’ini Trump ile bir çatışma rotasına sokabilir.

Trump’a “hediye” mi sahadaki gerçek mi?

Seçilmiş başkan, Suudi Arabistan ile herhangi bir ilerleme kaydedilmesinin, muhtemelen mevcut İsrail hükümeti süresince söz konusu olmayacağını keşfederek benzer şekilde hayal kırıklığına uğrayacak. Smotrich ve Ben-Gvir, Riyad’ın talep ettiği asgari bedeli ödemeyi yani Filistin devletine giden bir yolu asla taahhüt etmeyecekler. Onların bakış açısına göre, İbrahim Anlaşmaları önemli bir kazanım olabilir, ancak hiçbir şey İsrail’in “Ataların Toprakları” üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmaktan daha değerli değil. Dahası, Suudi Arabistan’ın yanı sıra Ürdün, Mısır, Katar ve Umman gibi Arap devletlerinin İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’yi samimi bir şekilde karşılamasının da gösterdiği gibi Suudi Arabistan’ın İran’ı kızdırmaya pek niyeti olmayabilir.

Netanyahu’nun bu işaretleri doğru yorumlaması gerekecek. Zamanı iyi değerlendirmeli ve İsrail’in savaşları yarardan çok zarar getirmeye başlamadan ve Trump’la arasını açmadan önce sonlandırmalı. Netanyahu koalisyon ortaklarına karşı durabilirse, çatışmaları sona erdirebilir ve Trump’a istediği temiz masayı bırakabilir. Ancak zaman kısa. Eğer başbakan zamanı tüketmeyi tercih ederse hem Trump’ı memnun etmeye çalışmak hem de Smotrich ve Ben-Gvir’i yatıştırmak gibi imkânsız bir görevle karşı karşıya kalacak. İsrail kendisini daha fazla çalkantıya hazırlamalı.

DÜNYA BASINI

Rus uzman yanıtladı: Trump döneminde ABD dış politikası ne kadar değişecek?

Yayınlanma

Editörün notu: Moskova Yüksek Ekonomi Okulu (VŞE), Siyasi Coğrafya ve Çağdaş Jeopolitik Laboratuvarı’nda misafir araştırmacı olan Alan Lolayev’e göre Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna dönmesiyle ABD dış politikasında bazı taktiksel değişiklikler yaşanabilir, ancak stratejik rota büyük ölçüde aynı kalacak. Bunun başlıca nedeni, ABD dış politikasındaki karar alma sürecinin kurumsal yapısı ve derin devletin etkisi. Trump’ın yönetiminde taktiksel farklılıklar gözlemlenebilir; ancak derin devletin ve kurumsal yapıların etkisiyle ABD’nin genel dış politika stratejisinde büyük bir dönüşüm beklenmiyor.


Aptal olma, derin devlet burada: Trump döneminde ABD dış politikası neden pek değişmeyecek?

Alan Lolayev, Russia Today

12 Kasım 2024

47. başkanın yönetiminde taktiksel değişiklikler beklenebilir, ancak stratejik rota büyük ihtimalle sabit kalacak.

Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerindeki zaferi, Biden yönetimindeki mevcut dış politika rotasının destekçileri arasında endişe yaratırken, bu politikaların dönüşümünü arzulayanlar için de umut ışığı oldu.

Bu noktada Amerikan siyasi çevrelerinde ve Washington’ın dünya genelindeki müttefikleri ile rakipleri arasında yankılanan en kritik soru şu: Yeni bir Cumhuriyetçi yönetim altında ABD dış politikasında ne kadar değişiklik beklenebilir?

Trump ve kampanya ekibinin cüretkâr açıklamalarını baz alan pek çok uzman, onun başkanlığa dönüşünün kayda değer politika değişikliklerini beraberinde getireceğini öne sürüyor. Fakat, her iki Kongre kanadında –özellikle dış politika üzerinde kayda değer etkisi olan Senato’da– Cumhuriyetçi çoğunluğun bulunmasına rağmen, Trump’ın bu alanda verdiği vaatleri tam anlamıyla yerine getirebilmesi pek mümkün görünmüyor.

Teorik açıdan Trump’ın yeniden başkanlığa dönmesi, dış politika gündemini hayata geçirmek için en elverişli koşullar altında gerçekleşecek. Cumhuriyetçiler yalnızca Temsilciler Meclisi’nde güçlerini artırmakla kalmadı, aynı zamanda dış politika üzerinde büyük etkiye sahip olan önemli atamaların onaylanması ve uluslararası sözleşmelerin onaylanması gibi süreçlerde belirleyici olan Senato’nun kontrolünü de geri kazandı.

Mevcut dış politika değişikliklerine dair endişeler, Trump’ın ilk başkanlık dönemini hatırlatıyor. O dönemdeki sert açıklamaları sıklıkla politika değişikliği olarak algılanmış, fakat nihayetinde bu değişiklikler gerçekleşmemişti. Beyaz Saray’a geri döndüğünde Trump’ın dış politikada yeniden “Önce Amerika” ilkesini benimsemesi bekleniyor. Bu ilke, uluslararası meselelerde daha pragmatik bir yaklaşımı işaret ediyor ama dış politika hedefleri ve önceliklerinde köklü bir değişikliği mutlaka beraberinde getirecek anlamına gelmiyor.

Trump’ın ilk dönemi: Taktiksel değişiklikler, stratejik süreklilik

Trump’ın 2016’daki zaferinin ardından ABD dış politikasında kaçınılmaz radikal değişimler yaşanacağına dair beklentiler boşa çıktı. Örneğin, Cumhuriyetçi lider NATO’yu lağvetmeyi, Rusya ile daha yakın ilişkiler kurmayı ve Çin’e karşı daha sert bir tavır sergilemeyi vaat etmişti. Trump, Avrupa ülkelerini yetersiz savunma harcamaları nedeniyle eleştirmiş ve ABD’nin NATO’daki rolünü azaltma tehdidinde bulunmuştu.

Trump, NATO ülkelerinden savunma harcamalarını artırmalarını bir kez daha ısrarla talep edebilir, en ağır yükü ABD’nin taşımaması gerektiğini vurgulayabilir. Bu yaklaşım, ittifak içinde gerilimlere yol açmış, ancak sorumlulukların yeniden dağıtılmasıyla Avrupa ülkelerinin kendi güvenliklerine daha fazla katkı sağlamasını teşvik ederek NATO’nun güçlenmesini sağlamıştı.

Trump ayrıca Moskova ile daha yakın ilişkiler kurma niyetini dile getirmiş, Putin hakkında olumlu konuşmuş ve Çin’i de kapsayacak yeni bir nükleer silah kontrol anlaşması arayışında olmuştu. Fakat bu hedefler, Rusya’ya dönük ek yaptırımlara ve Ukrayna’ya daha fazla yardıma yol açmış, böylece ABD-Rusya ilişkilerinde sahici bir iyileşmenin önüne geçmişti.

Trump yönetiminde ABD, Çin ile aktif bir ticaret savaşına girişmiş, yüksek teknoloji sektörlerindeki iş birliğini kısıtlamış ve Çin’in Asya ile diğer bölgelerdeki etkisine karşı önlemler almıştı. Ancak bu çatışmacı adımlar, Obama yönetimi döneminde başlatılan “Asya’ya Yönelim” [Pivot to Asia] stratejisinin ve caydırma politikalarının mantıklı bir devamı niteliğindeydi, dolayısıyla büyük bir politika değişikliği olarak değerlendirilemez.

Ukrayna dosyası: Yardımlardaki sürekli azalış

Trump’ın ikinci dönemindeki dış politika önceliklerinden biri, Ukrayna’daki ihtilaf olacak. Seçim kampanyası sırasında Trump, başkan olduğunda Ukrayna’nın Rusya’ya karşı savaşını hızla sona erdirebileceğini iddia etti. Ancak, Ukrayna’ya yardımı artırma taahhüdünde bulunmayacağını, Avrupa ülkelerinin desteğin daha büyük bir kısmını üstlenmesi gerektiğini savundu.

Trump’ın Rusya ile ilişkisi çelişkilerle dolu. Bir yandan Putin ile daha sıcak ilişkiler kurmaya çalıştı, onu defalarca “zeki” ve “parlak” olarak tanımlayarak övgüyle bahsetti. Öte yandan, Rusya’nın Ukrayna’daki harekâtını kınayarak, bunu Putin’in “büyük bir hatası” olarak nitelendirdi. Bu tutarsızlık, Trump’ın yakın çevresinden gelen Ukrayna karşıtı açıklamalarla birleşince, yeni bir Cumhuriyetçi yönetim altında Washington’ın ne tür bir tavır alacağı konusunda belirsizlik yarattı.

Trump’ın Ukrayna’daki çatışmaya barışçıl bir çözüm arayışı içinde olması bekleniyor. Bu süreçte, Kiev’in ABD’nin askeri ve mali yardımına bağımlılığını ve bu yardımın kesilme ihtimalini bir pazarlık unsuru olarak kullanabilir.

Muhtemel bir barış anlaşması, bir yıl öncesine kıyasla Ukrayna için daha az avantajlı şartlar içerebilir. Sahadaki durumun Rusya’nın lehine değişmesi ve Ukrayna’nın toprak kayıpları, müzakerelerin daha erken gerçekleşmiş olması durumunda elde edilebilecekten daha zorlayıcı koşullara yol açabilir.

Bu senaryonun gerçekleşmesi halinde, diğer önemli konularda olduğu gibi bu da ABD dış politikasında büyük bir değişim anlamına gelmeyecektir.

Biden yönetimi, şimdiden Kiev’e yönelik maliyetli desteğe ilişkin bir tür “Ukrayna yorgunluğu” sinyalleri göstermeye başlamış durumda. ABD kamuoyunda da Ukrayna’ya mevcut yardım seviyelerini sürdürme konusundaki destek, düzenli bir düşüş gösteriyor. Demokratlar başkanlık seçimlerini kazanmış, Kamala Harris Beyaz Saray’a çıkmış ve Kongre’nin kontrolü Demokratlarda kalmış olsaydı bile, Ukrayna’ya verilen destek muhtemelen kademeli olarak azalmaya devam edecekti.

Trump yönetimi, Ukrayna’daki çatışmayı daha pragmatik bir çözümle ele almayı hedefleyebilir. Bu yaklaşım, askeri yardımların azaltılmasını aktif diplomatik arabuluculukla birleştirerek, başarılı olması durumunda Trump’ın ihtilafı “etkili bir şekilde çözme” başarısını öne çıkarmasını sağlayabilir. Fakat Ukrayna ve müttefikleri için bu strateji, Kiev üzerindeki uzlaşma baskısını artıracak, müzakerelerdeki pozisyonunu zayıflatabilecek ve bölgedeki güç dengesini değiştirebilecektir.

Ana kısıtlayıcı faktör: Kurumsal atalet ya da derin devlet

ABD dış politikasında radikal değişimlerin gerçekleşme ihtimalinin düşük olmasının nedeni, karar alma sistemindeki kurumsal atalet. Ülkenin dış politikası yoğun bir şekilde bürokratikleşti ve çeşitli etki grupları arasındaki çıkar dengelerinden bağımsız hareket etmesi mümkün değil. Başkan geniş yetkilere sahip olsa da önemli dış politika kararlarında Kongre’yi dikkate almak zorunda. Diğer karar alma alanlarında olduğu gibi, dış politika üzerindeki derin devletin etkisi de ciddi ölçüde hissediliyor.

Kongre’de, ABD dış politikasının önemli alanlarında (Rusya ve Çin’i sınırlandırma, NATO’yu koruma ve İsrail’e destek verme) iki partinin de mutabık olduğu bir konsensüs mevcut. Bu uzlaşı, yalnızca taktiksel düzenlemelere olanak tanırken, genel stratejinin korunmasını sağlar.

Bu bağlamda, Trump’ın ikinci döneminde daha pragmatik bir dış politika izlenmesi muhtemel. Yönetimi, Çin’e karşı daha sert bir tavır benimsemeye, Ukrayna’ya verilen desteği azaltmaya, NATO içindeki sorumlulukların yeniden dağıtılmasına ve ABD’nin küresel ittifaklar ile anlaşmalardaki rolünü azaltmaya odaklanacaktır.

Bu değişiklikler önemli gibi görünse de Washington’ın uzun vadeli dış politika yöneliminde köklü bir dönüşüm anlamına gelmeyecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın zaferi Avrupa için dönüm noktası mı?

Yayınlanma

Editorün notu: Aşağıda çevirisini okuyacağınız makalenin yazarı Dieter Stein, Almanya ve Avrupa’daki “Yeni Sağ” diye anılan çevrelerde iyi bilinen Junge Freiheit‘ın [Genç Özgürlük] kurucusu ve genel yayın yönetmeni. Stein’ın yazısı, Avrupa’daki sağ çevrelerin yeni Donald Trump iktidarından beklentilerini yansıtması açısından önemli. Bu çevreler, Trump’ın Amerika’sının Avrupa’da da bir tür “ulusal egemenlik” çağını yeniden başlatacağına inanıyorlar. Almanya özelinde ise, anketlerde birinci sırada görünen ana muhalefetteki CDU’nun ve lideri Friedrich Merz’in AfD’ye yönelik mesafeli yaklaşımını kırmak için özel bir çaba sarf ediyorlar. Özetle “liberal kurumların” çöküşü ve “ulusal egemenliğin” yükselişi teması baskın. Öte yandan Trump’ın olası ticaret savaşlarının bir ihracat devi olarak Almanya için yaratacağı “nazik” durumun da farkındalar. Tüm bunlara rağmen, Trump’lı bir ABD’nin Avrupa için yaratacağı fırsatların daha baskın olduğunu düşünüyorlar; Elon Musk gibi isimlere yönelik ölçüsüz hayranlıkları da cabası. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Trump’ın zaferi Avrupa için dönüm noktası mı?

Dieter Stein
European Conservative
15 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Hem Amerika’da hem de Avrupa’da güncel siyasetin köklü bir değişim geçirdiğine tanıklık ediyoruz. Donald Trump’ın ezici seçim zaferi, Atlantik’in her iki yakasındaki liberal kurumlarda şok etkisi yarattı. Ancak bu müspet sayılabilecek bir şoktu.

Yaşananlar, Avrupa siyasi sınıfını, özellikle de Almanları; bazı yanılsamalarını terk etmeye ve ekonomi ve güvenlik politikası konularında daha olgun ve özgüvenli olmaya zorluyor. Trump’ın Amerikan ulusal çıkarlarını ifade ederken kullandığı hoyrat üslup, siyasal arenaya taze bir soluk getirecek gibi. Tüm bunlar, hakikati ve küresel güç ilişkilerinin ardını görmemizi engelleyen sahte ahlakçılığı ve ucuz ideolojik perdeyi yırtıp atacak belki de.

Tarihin bir cilvesi olsa gerek, Trump’ın ezici seçim zaferinin ilan edildiği gün, [Almanya Şansölyesi] Olaf Scholz’un Sosyal Demokratlar (SPD), Yeşiller ve liberal FDP’den oluşan ve kendini “ilerleme koalisyonu” olarak tanımlayan koalisyon hükümeti çöktü. Scholz, yüksek kamu açıklarına direnen ve ülkedeki düşüşü tersine çevirmek için ekonomi politikasında değişiklik çağrısında bulunan liberal maliye bakanı Christian Lindner’i görevden aldı.

Scholz “Trafik lambası koalisyonu”nun sona erdiğini açıkladığında Almanya, derin bir nefes almış gibiydi. Sefil dönemin artık geride kaldığına bir işaretti bu. Scholz iktidarı, ülkeyi boğan ve bunaltan bir yönetimdi gerçekten de. “Trafik lambası” kelimenin gerçek anlamında bir felaketti ve savaş sonrası Almanya’sının “en sevilmeyen hükümeti” ödülünü haklı olarak kazandı; halkın sadece yüzde 14’ü hâlâ onu destekliyordu. SPD-Yeşiller ekseni, yıkıcı bir miras bırakan Angela Merkel’in 16 yılının ardından gerekli olan rota değişikliğini uygulamaya ne istekliydi ne de başarabilecek kudretteydi. Bunun yerine, Scholz, SPD ve Yeşiller -ve tabii Liberaller- yönetiminde, göndere çekilmiş gökkuşağı bayrakları eşliğinde ülkeyi uçuruma doğru son sürat götürüyorlardı.

Neredeyse yüz gün var, 23 Şubat 2025’te yeni seçimler yapılacak. Seçimlerin muhtemel galibi, yani bir sonraki dönemin Alman Şansölyesi, Hıristiyan Demokratların lideri Friedrich Merz olacağa benziyor. Merz pek çok seçmen için en acil konu olarak masada duran yasadışı göç dalgası başta olmak üzere önemli bir siyasal rota değişikliğine gidebilir. Hatta bunu hemen gerçekleştirebilir. Federal Meclis’te çoğunluk, merkez sağ partiler CDU/CSU, FDP ve Almanya için Alternatif’in (AfD) elinde. Ancak Merz, CDU’nun önerdiği herhangi bir yasa tasarısı için AfD’den oy kabul etmeyeceğini açıkça ilan etmişti. Hatta AfD’nin desteği sayesinde elde edilebilecek “şans eseri” bir çoğunluk yaratabilecek bu türden tasarıları sunmaktan kaçınmaya dahi söz verdi.

Merz, en güçlü ikinci parti olan AfD’yi hükümetten kalıcı olarak dışlamayı hedefleyen “güvenlik duvarının” adet cisimleşmiş bir hali gibi. Ancak antidemokratik güvenlik duvarı politikalarındaki bu ısrarı (ya da Belçika ve Fransa’daki adıyla cordon sanitaire) Merz’i gelecekteki koalisyonlar için sürekli olarak sol partilere bağımlı kılıyor. Merkez sağda net bir çoğunluğu reddeden Merz’in önünde soldaki partilerle işbirliği hariç pek de yol yok. Bu da CDU’nun muhafazakâr seçmen tabanını hayal kırıklığına uğratmasının etkisiyle AfD’ye geniş bir siyasal alan açmış/açacak olduğu anlamına geliyor. Nitekim hükümetin çökmesinin ardından yapılan ilk anketlerde AfD’nin hızla yükselişe geçtiği görülmüş, parti lideri Alice Weidel de trafik lambası koalisyonunun bozulmasını Almanya için bir kurtuluş anı olarak nitelendirmişti.

Merz’in Almanya’nın gerilemesine neden olan politikalarda köklü bir manevra yapabileceğine ilişkin şüphelerim var. Partisi, Başbakan Angela Merkel döneminde pek çoğu Orta Doğu ve Afrika’dan olmak üzere iki milyondan fazla göçmenin ülkeye kontrolsüz girişine izin veren ve tam anlamıyla bir felaket olan “açık kapı mülteci politikası”ndan sorumluydu. O vakitten bu yana suç oranı arttı. Kamu güvenliğindeki bozulmayı kentlerin yanı sıra küçük kasabalarda da izlemek olası hale geldi.

Merz, Yeşiller ideolojisinin etkisiyle şekillenen ve Merkel tarafından uygulamaya geçirilen büyük maliyetli “enerji dönüşümü” politikalarının artık geri döndürülemez olduğunu ifade etmişti. CDU’nun Yeşiller ile arasındaki belki de tek büyük anlaşmazlık, Merkel hükümetinin devre dışı bırakmaya karar verdiği nükleer enerjiyi desteklemeye geri dönmesi gibi görünüyor. Ne var ki, Almanya’daki nükleer santrallerinin hepsi kapatıldığı ve yıkımına başlandığı için artık çok geç. Merz, Yeşiller ile hâlâ flört eden güçlü bölgesel liderler varken Sosyal Demokratlarla bir koalisyona girmeyi tercih edecektir. Almanya için büyük bir siyasal rota değişikliği bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacağa benziyor.

Bir de şu var tabii: Almanya’nın bir sonraki hükümeti Atlantik’in öte yakasında tamamen farklı bir yönetimle karşı karşıya kalacak. Donald Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönüşü Avrupa’da büyük bir şok etkisi yarattı. Trump’ın ezici seçim zaferi, Amerika’da “faşizmin” yükselişinden yakınan ilerici elitler ve aktivistler arasında derin bir endişeye yol açtı. Almanya’nın Greta Thunberg’i sayılabilecek ünlü bir iklim aktivisti, X’te İngilizce çevirisiyle birlikte sadece tek bir kelime ile içinde bulunulan durumu anlattı:  “Weltschmerz” [dünya ağrısı]. Yine haftalık Die Zeit gazetesinin genel yayın yönetmeni Trump’ın seçilmiş olmasını “bir kâbus” olarak değerlendirirken, Der Spiegel ise “Batı’nın sonu” diye yakındı. Nitekim bu durum, sol-ilerici politikaların ve dış politikamızın artık sorgulanmaya başlanacağı anlamına geliyor.

Yeşiller üyesi dışişleri bakanımız Annalena Baerbock tarafından savunulan ilerici “değerlere dayalı dış politika” kurgusu çöküyor. Pasifizm ve savaşçılık arasında gidip gelen, ancak güç politikalarına ilişkin temel bilgilerden yoksun olan bu naif dış politika, ülkesini ilk sıraya koyan [America first] bir Amerikan başkanıyla karşı karşıya kaldığında artık iyiden iyiye çöküşe geçmiş olacak. İşaretler sert bir Realpolitik’e geri dönüşün sinyallerini veriyor.

Trump’ın iktidara geri dönüşüyle birlikte dünyanın dört bir yanında kazananlar ve kaybedenler de netleşmeye başlıyor. Trump yönetimi Pekin’in aleyhine döner ve ekonomik, askeri ve diplomatik cephede koordineli bir geri püskürtme girişimi başlatırsa Çin büyük bir kaybeden olabilir mesela. Yine Trump’ın zaferinin en önemli faydalanıcılarından biri, Trump ve bazı kilit danışmanlarıyla yakından ilişkili olan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu olabilir. Avrupa’da Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, anketlerin Trump’ın zaferine işaret etmesinin ardından Trump’a sıcak bir kutlama mesajı gönderen ilk isim oldu. Ancak kıtamızdaki merkezci ve liberal siyasi liderler arasında, Avrupa’daki Amerikan askeri varlığının geri çekilmesinden ve Ukrayna’ya yönelik (mali) desteğin radikal şekilde azalmasından endişe edenler de mevcut.

Trump’ın dönüşü kesinlikle Batı’nın ya da Batı siyasal ittifakının sonu anlamına gelmiyor. Aksine, ulusal çıkarlara dayanan ve bu çıkarları gözeten ulus devletlerin temel siyasi özüne geri dönüş demek belki de. Avrupa genelinde duyulan derin korkuya rağmen, Trump yönetimindeki ABD’nin Ukrayna’yı Putin’in kaderine teslim edeceği yönünde kesin veriler yok elimizde. Ancak, Washington ve Moskova arasındaki ilişkilerde barış müzakerelerini kolaylaştırabilecek yeni bir başlangıç olacaktır; olmalıdır da. Böylesi bir gelişme, memnuniyetle karşılanacaktır.

İlginç ve şaşırtıcı bir şekilde, İngiliz The Economist dergisinin yakın tarihli bir makalesinde (“Volodimir Zelensky neden Donald Trump’ın zaferini memnuniyetle karşılayabilir?”) altının çizildiği gibi, Ukrayna hükümetindeki birçok üst düzey yetkili aslında (gizli saklı da olsa) Trump’ın zaferini ümit ediyordu. Zayıf Biden yönetimi ile “kuralları yerle yeksan edecek joker başkan” arasında seçim yapmak zorunda kaldıklarında, ikincisini seçeceklerdi; öyle de yaptılar.

Başkan Zelensky, Trump’ın “küresel meselelerde güç yoluyla barış yaklaşımını” övmekte gecikmedi ve ülkesi için “adil bir barış” sağlamak üzere yeni başkanla birlikte çalışmaya istekli olduğunu ifade etmiş oldu. Zelenskiy seçim sonrası seçilmiş başkanla yaptığı ilk telefon görüşmesinin ardından Trump’tan övgüyle bahsetti. Nitekim, The Economist bunu şöyle değerlendirecekti:

“Amerika’nın Ukrayna’ya Rusya topraklarına saldırı için uzun menzilli füzelerini kullanma izni vermemesi, zaten onaylanmış olan askeri yardım tedarikinde yaşanan ve artık kronikleşmiş gecikmeler ve sağlam güvenlik garantileri sunamaması [Ukrayna’da] her geçen gün daha fazla zayıflık ve ikiyüzlülük olarak algılanıyor. Ancak Bay Trump’ın zaferi, Bay Zelenskiy’e en iyi ihtimalle kanlı bir çıkmazdan, en kötü ihtimalle ise bir yenilgiden çıkış yolu sunabilir.”

Avrupa medyasının ekseriyeti, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan Amerikalı seçmen davranışını anlamakta ve öngörmekte bütünüyle başarısız oldu. Amerikan halkının, ekonomi, enflasyon ve kitlesel göç gibi konularda büyük endişesi var. Amerika “küresel iklim hükümeti” ya da dünya demokrasisi hayalleri uğruna dünyanın süper gücü olmaktan feragat etmeye hazır değil. Seçim sonuçlarından bir kez daha öğreniyoruz ki, sıradan işçi sınıfı Amerikalılar, vergilerinin wokeness¹, sol tandanslı kimlik siyaseti, DEI ideolojisi [çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık], iklim yanılsaması ve göçmenlere yönelik yaygın sosyal harcamalar için kullanılmasından bıktı usandı. Güvenliklerini ve kimliklerini intihar niteliğindeki bir açık sınır politikasına feda etmeyeceklerdi. Bu durum Almanya için de geçerli. Nitekim AfD’nin anketlerde yükselmesinin nedeni de budur.

Trump’ın korumacılığı ve getirilmesi muhtemel yeni gümrük tarifeleri Avrupa’nın ve Almanya’nın ihracata dayalı üretimine zarar verecektir. Otomotiv sektörü başta olmak üzere pek çok endüstrinin çeşitli endişeleri olduğu bir sır değil. Tarifelerin mütevazı bir sınırda tutulmasını ve zararın minimumda kalmasını umuyorum. Tüm bunlara karşın, mevcut vahametin, özellikle de Almanya’nın geleneksel endüstrilerindeki ekonomik rahatsızlığın Amerikan politikasından kaynaklanmadığını, tamamen içeriden kaynaklı olduğunu da kabul etmeliyiz: Yeşil enerjiye geçiş politikaları sebebiyle yaşanan artan enerji maliyetleri, yüksek vergi oranları ve işgücü maliyetleri ve aşırılaşmış bürokratik formaliteler rekabet gücünde sürekli bir kayba yol açtı.

19. yüzyılda Almanya sanayide lider ve ekonomik bir güç merkezi haline gelerek İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımlarından kurtulmuştu. Ancak bir süredir geriye düşüyor. ABD’nin bazı bölgelerine hâkim olan inovasyon düzeyinden bir hayli yoksun. Trump’ın yanında Elon Musk gibi çağımızın en başarılı girişimcisi ve yenilikçisinin olması da vizyoner bir çıkış anlamına geliyor. Amerika kelimenin gerçek anlamıyla yeniden yıldızlara ulaşıyor. Musk uzaya roketler gönderip parlak siber kamyonlar inşa ederken, Almanya’nın yeşil ilerici-aptalları arabaların yerine hantal kargo bisikletlerini koymanın hayalinde.

Almanya’da Musk’ın coşkulu iyimserliğini ve önlenemez başarı arzusunu bulmak pek mümkün değil. Aksine, Tesla ve X’in sahibi mütemadiyen yeriliyor. Der Spiegel dergisi geçtiğimiz günlerde Musk hakkında “İki Numaralı Halk Düşmanı” başlıklı bir haber yayımladı ve onu son derece absürt şekilde demokrasiyi yok etmekle suçladı.

Avrupalı solcu elitler Elon Musk’tan nefret ediyor çünkü o Twitter/X’i kısıtlardan kurtardı ve daha önce solcuların hakimiyetinde olan platformdaki güç dengesini yeniden tesis etti. Musk, en üst düzeyde fikir özgürlüğünü ve demokratik tartışmayı savunuyor. Bu da ülkedeki yerleşik söylemi kontrol etmeye ve hoşlarına gitmeyen görüşleri sansürlemeye alışkın kurulu düzen muhafızları için kâbus demek. Hoşlanmadıkları her şeye dezenformasyon diyerek görmezden geldikleri düşünüldüğünde Trump’ın zaferi, sol-kanat iptal kültürüne karşı kültür savaşında bir dönüm noktası olacak!

Trump’ın zaferini Avrupalılar ve Almanlar için daha da acı verici kılan şey, güvenlik politikası konusundaki zaaflarımızı ve yanılsamalarımızı gözler önüne sermesidir. Eski başkan, Almanya’nın yetersiz silahlı kuvvetlerini ve ABD’nin güvenlik garantilerine bel bağlamasını eleştirirken oldukça haklıydı. Son otuz yıldır, bilhassa da Merkel döneminde, Almanya’nın askeri harcamaları son derece yetersiz kaldı. Öyle ki, NATO’nun yüzde 2 olan gayrisafi yurtiçi hasıla hedefi de sürekli olarak ıskalandı.

Senatör J.D. Vance şubat ayında Financial Times için yazdığı makalede öne sürdüğü taleplerinde haklıydı: “Avrupa savunma konusunda kendi ayakları üzerinde durmalıdır”. Şu anda Almanya’nın Bundeswehr’i² tek bacaklı bir asker gibi adeta. Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, Baltık ülkelerine tek bir tugay göndermek için dahi yeterli kaynakları denkleştirmekte zorlanıyor. Şubat 2022’nin sonlarında, Rusya’nın Ukrayna’yı tamamen işgal etmesinin ardından, Şansölye Olaf Scholz Zeitenwende [dönüm noktası] ilan etti. Gerçekte ise Scholz’un sözlerinin arkası boştu, ardından dişe dokunur bir eylem gelmedi. Bundeswehr için borçla finanse edilen 100 milyar avroluk ek kaynak, somut ve kayda değer bir değişime yol açmadı. Almanya bugün hâlâ NATO’nun yüzde 2’lik harcama hedefinin çok çok gerisinde.

Trump, Schröder’den Merkel’e (ve Merkel’in eski maliye bakanı olan Scholz’a) kadar Alman hükümetlerinin bir biçimde kaçabileceklerine inandıkları faturayı bir kez daha önümüze koyacak. Komünist Sovyet imparatorluğunun çöküşünden sonra Almanlar, ulusal savunma harcamalarını kısmak, NATO’nun gölgesinde ve ABD’nin nükleer kalkanının koruması altında neredeyse bedavaya “barış getirisinden” yararlanabilmeyi umdular. Ama nihayet Trump bizi artık kendi silahlı kuvvetlerimize çok daha fazla yatırım yapmaya zorlayacak. Daha bağımsız ve egemen olmak istiyorsak önkoşul budur.

Trump’ın “Önce Amerika” politikaları, yasadışı göçe ve sol esintili çeşitlilik gündemlerine karşı çıkışı, Avrupa’daki sağcı partiler ya da sağcı hükümetler için ideolojik bir destek sağlayabilir. Ve evet, onun korumacılığı bizim işimizi zorlaştıracaktır. Fakat, ülkelerimize, uluslarımıza sahip çıkmalıyız. Kim bilir belki de yeni Trump hükümeti, transatlantik ilişkilerde Avrupalıların vasal devletler yerine gerçek birer siyasal ortak haline geldiği yeni bir aşama için bir fırsat açıyordur.


¹ ABD’de ortaya çıkan ve sosyal adalet ile etnik-ırksal eşitliği önceliklendiren hareketleri, kimlik temelli eşitsizliklere karşı duyarlılığı ve bu konulara yönelik aktif farkındalığı tanımlamak için kullanılan bir tür şemsiye kavram, “duyarcılık.” (ç.n.)
² Alman Silahlı Kuvvetleri. Almanya Federal Cumhuriyeti’nin kara, deniz ve hava kuvvetlerini kapsayan, ülkenin savunma politikalarını icra eden temel askeri organ. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English