Dünya Basını
Foreign Affairs: İsrail’in Trump’ın koşulsuz desteği hakkındaki varsayımları safça

Aşağıda çevirisini okuyacağınız Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olan Shalom Lipner tarafından kaleme alınan makale İsrail yönetiminin yeni Trump döneminden beklentilerine odaklanıyor. 1990-2016 arasında İsrail Başbakanlık Ofisi’nde çalışmış bir isim olan Lipner’in Foreign Affairs’te yayınlanan bu yazısında yüzeysel bakınca oldukça mantıklı görünen bu beklentilerin gerçekleşmeme olasılığının yüksek olduğuna hatta safça olduğuna işaret ediliyor. Makalede Trump’ın dış politikadaki pragmatik ve izolasyonist tutumunun, İsrail’e sağlanan desteği sınırlandırma riski taşıdığına dikkat çekiliyor. Makalede Hamas, Hizbullah ve 7 Ekim’le ilgili “terör” tanımları gibi katılmadığımız birçok nokta olmakla birlikte makale genel beklentinin Trump’ın İsrail’e koşulsuz destek vereceği yönünde olduğu bir dönemde bu genel ön kabulü sorgulaması açısında dikkate değer:
***
Netanyahu’nun Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme hedefinin başarı şansı düşük.
Shalom Lipner
Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerindeki zaferi İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için daha iyi bir zamana denk gelemezdi. Hamas’ın 7 Ekim 2023’te gerçekleştirdiği terör saldırısının üzerinden 13 aydan fazla bir süre geçtikten sonra İsrail yükselişe geçti. Yılın başından bu yana İsrail hem Hamas’ın hem de Hizbullah’ın üst düzey liderlerinin çoğuna suikast düzenledi, saflarını bozdu ve İran’a hassas saldırılar düzenledi. Netanyahu, 7 Ekim’den sonra halk desteğinin dibe vurduğunu gördükten sonra popülaritesinin yeniden yükselmeye başladığını gördü.
Şimdi Netanyahu ve hükümeti Orta Doğu’nun kapsamlı bir şekilde yeniden şekillenmesi için nadir bir fırsat görüyor. Ateşkes çağrılarına direnen Netanyahu, aşırı sağ kanadının güçlü baskısıyla, ne kadar uzun sürerse sürsün “tam zafer” peşinde koşmaya kararlı. Bu yaklaşım, Gazze savaşını sürdürmeyi, Gazze Şeridi’nin kuzeyinde uzun vadeli bir İsrail güvenlik varlığının altyapısını oluşturmayı; Lübnan’a yeni bir düzen dayatmayı; İran’ın Irak, Suriye ve Yemen’deki vekillerini etkisiz hale getirmeyi ve nihayetinde İslam Cumhuriyeti’nin nükleer tehdidini ortadan kaldırmayı kapsıyor. Netanyahu’nun yönetimindeki koalisyonun bazı üyeleri de iki devletli çözüm ihtimalini sonsuza dek ortadan kaldırmayı hedefliyor. Netanyahu aynı zamanda Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin eninde sonunda İsrail ile normalleşmeyi kabul edeceğini düşünüyor. Trump’ın Beyaz Saray’a dönmesiyle birlikte Başbakan ABD’nin kendisini destekleyeceğinden emin.
Bu plan cazip ve hatta belli bir mantık taşıyor: Ne de olsa Trump İsrail’de, uluslararası normlar ve kurumlarla -ve ihtiyatlı davranmaya- Demokrat selefinden çok daha az önem veren sadık bir İsrail destekçisi olarak görülüyor. Dahası, Trump; İran’a yönelik “maksimum baskı” kampanyasını sürdürme ve İbrahim Anlaşması’nın genişletilmesine öncelik verme planlarını şimdiden duyurdu.
Ancak bu varsayımlar -hem silah gücüyle neyin mümkün olabileceği hem de Trump yönetimin bunu ne derece destekleyeceği konusunda- tehlikeli bir şekilde abartılıyor. Siyasi ya da diplomatik düzenlemeler olmadan kazanılan taktiksel askeri başarılar kalıcı güvenlik sağlayamaz. İsrail kendini birden fazla sıcak savaşın ortasında ve Gazze ile Lübnan’daki büyük bir sivil nüfusun refahından sorumlu bir durumda bulabilir. Arap dünyasının desteğini kazanmak, Hamas ve Hizbullah’ın yenilgiye uğratılmasından daha fazlasını gerektirecek ve İsrail’in mevcut sağcı hükümeti iktidardayken bu destek pek olası görünmüyor. Öte yandan, Trump son derece öngörülemez bir lider ve onun desteğine güvenerek kumar oynayan İsrail kendisini dünya sahnesinde yalnız halde bulabilir. Başbakan kalıcı bir zafer kazanma çabasıyla İsrail’in durumunu daha da belirsiz hale getirebilir.
BÜYÜK FİKİR!
Trump’ın iktidara gelişi, bölgesel dinamiklerin nihayet İsrail’in lehine dönmeye başladığı bir döneme denk geliyor. Hamas’ın menfur saldırısı karşısında gafil avlanan İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), Gazze’de bir yılı aşkın süredir devam eden yoğun operasyonlar sırasında Hamas’ın komuta yapısını çökertti ve kabiliyetlerini neredeyse tamamen yok etti. Savaş başlamadan önce Hamas’ın övündüğü 24 taburun tamamı ve örgütün tünel ağının önemli bir bölümü devre dışı bırakıldı. Ekim ayında Yahya Sinvar’ın öldürülmesiyle birlikte Hamas’ın bir daha böyle bir katliam yapma ihtimali neredeyse sıfırlandı.
İsrail, İran’ın “direniş ekseni”nin merkezi ve en güçlü kolu olarak görülen Hizbullah’a da benzer bir darbe indirdi. Hizbullah’ın genel sekreteri Hasan Nasrallah’ın yanı sıra örgütün üst düzey yöneticilerinin çoğunu öldüren İsrail’in Lübnan’a düzenlediği kara harekâtı Hizbullah’ın devasa füze ve roket stokunu büyük ölçüde tüketti. Aynı zamanda, İsrail uçakları Suriye üzerinde sık sık operasyonlar düzenledi ve hatta 1,000 milden fazla uzaklıktaki Yemen’deki Husi altyapısını bombaladı. Son olarak, İsrail’in Ekim ayında gerçekleştirdiği hassas saldırılarla askeri tesisleri büyük zarar gören İran’a darbe vuruldu: İsrail, üç dalga hava saldırısını içeren operasyonda, İran’ın çeşitli bölgelerinde nükleer silah araştırma laboratuvarları, balistik füze üretim tesisleri, hava savunma sistemleri ve füze fırlatma rampalarını etkisiz hale getirdi.
Kasım’daki ABD seçimlerinden önce, bu askeri kazanımlar ABD ile artan gerilimler pahasına elde edildi. Biden yönetimi İsrail’i askeri, ekonomik ve diplomatik olarak desteklemiş olsa da- ABD başkanının savaş zamanında İsrail’i ilk kez ziyaret etmesi dahil- İsrail’in savaşı yürütme biçimini sık sık onaylamadığını gösterdi ve ABD Başkanı Joe Biden sık sık Netanyahu ile doğrudan anlaşmazlığa düştü. Netanyahu hükümetinin ateşkes müzakerelerine ilgi göstermemesi ve Gazze’de insani yardım dağıtımını genişletme konusundaki isteksizliği nedeniyle sürekli çatışmalar yaşandı. Başbakan için, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in seçim zaferi Washington’la daha da fazla gerilime, hatta belki de ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin sınırlanması anlamına gelebilirdi.
Buna karşılık Netanyahu ve müttefikleri yeni Trump yönetiminin İsrail’e kayıtsız şartsız ABD desteği getireceğini öngörüyor. Bu varsayım, İsrail’in yükselen sağ kanadının en yayılmacı, hatta mesihçi heveslerini yeniden alevlendirdi; IDF düşmanlarını yok ettiğinde, İsrail karşıtlarının İsrail’i yenmeye çalışmanın beyhudeliğini anlayacağını ve onunla barış arayışına gireceğini umuyorlar. İsrail, Batı Şeria ve Netanyahu’nun bazı koalisyon ortaklarına göre Gazze üzerindeki hakimiyetini güçlendirecek. Herkes -en azından bölgedeki tüm önemli oyuncular- sonsuza kadar mutlu yaşayacak.
İşin pratiğine gelince Netanyahu’nun zümresi Gazze’nin ne kadar tahrip edilirse edilsin Hamas’ı ezip geçmeye devam etme niyetinde. Şimdi İsrailli liderler, Ekim ayında Netanyahu’ya işi bitirmek için “ne yapman gerekiyorsa yap” tavsiyesinde bulunan Trump’ın desteğine de güveniyor. Ayrıca İsrail hükümeti, Gazze’de savaş sonrası yönetim için ciddi bir plan yapmaya pek yanaşmadı; Filistin Yönetimi’nin geri dönmesi çabalarını da engelleyerek IDF’nin süresiz olarak bölgede kalacağı sinyalini verdi. Netanyahu’nun kabinesindeki üyeler, Gazze’nin yeniden inşasını engellemek, bölgede Yahudi yerleşimlerini kurmak ve Batı Şeria’nın ilhakı için hevesle baskı yapıyor.
İsrail, Hizbullah’ın etkisiz hale getirilmesini Lübnan’ı yeniden şekillendirme yönünde daha geniş bir hamleye dönüştürmeye çalışıyor. Trump’ın rahatsız edici bir sorun olarak gördüğü anlaşılan bu konuyu ele almadaki öngörülemezliği, süreci Trump göreve başlamadan tamamlamak için bir teşvik oluşturuyor. İsrail, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı Kararını (2006’da Hizbullah ile İsrail arasındaki savaşı sona erdirmek için hazırlanmıştı) genişletilmiş bir şekilde yeniden uygulamayı kabul ediyor. Bu genişletme, anlaşmanın ihlal edilmesi halinde IDF’nin Lübnan’da operasyon yapma özgürlüğünü garanti altına alıyor. İsrail ayrıca güçlendirilmiş Lübnan ordusunun nihayetinde Lübnan’ın güneyinde tam otorite kurabileceğini umuyor.
Bu cesur projenin kilit noktası, İsrail’in İsrail’in ek müttefikler kazanarak ekibini genişletmesi olacak. Kızıldeniz’deki Husi korsanlığı, ABD’yi ve Birleşik Krallık’ı Yemen’deki Husi mevzilerine füze saldırıları başlatmaya yönlendirdi. İsrail hükümeti, İran’ın nisan ayında düzenlediği büyük füze saldırısı sırasında Fransa, Birleşik Krallık ve ABD’nin yanı sıra, daha dikkat çekici bir şekilde Ürdün, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelen uluslararası desteği hatırlayarak bu dayanışmayı genişletmek istiyor.
İsrail bu örneklerin üzerine bir şeyler inşa etmeyi ve bu işbirliğini genişletmeyi umuyor. Bu bağlamda, ABD ve BAE, Gazze için nihai bir uluslararası misyonda önemli roller oynayabilir (ancak Emirlikler, yalnızca Filistinliler tarafından resmi olarak davet edilirlerse katılacaklarını belirtti). İsrail’in tek başına hareket etmeyi tercih etmeyeceği bir diğer alan da İran. Tahran’ın nükleer programının çökertilmesi ve İslami rejimin devrilmesiyle sonuçlanacak, ABD öncülüğünde İran’la askeri bir çatışma senaryosu ana akım İsrailli yöneticiler tarafından benimsenmemiş olsa da aşırı sağ arasında tartışmalara yol açıyor.
Netanyahu hükümeti son perdede, bu gelişmelerin diğer bölgesel güçlerin İsrail ile kalıcı bir uzlaşmaya varmasına neden olacağını umuyor. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın, ilişkileri normalleştirmek için sıraya giren Arap ve İslami yöneticilere öncülük edeceğini düşünüyorlar. Bu hesaba göre, ilk yönetimi sırasında Suudiler ve Körfez’deki komşularıyla verimli ilişkiler geliştiren Trump, İsrail’in elindeki en önemli koz olacak. Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir gibi koalisyonun radikalleri, Washington’un İsrail hükümetinin istediğini yapmasına izin vermesiyle, geleneksel destekçilerinden yoksun ve ellerinde çok az seçenek kalan Filistinlilerin kendi şartlarını kabul etmek zorunda kalacağını iddia ediyor. Bu da muhtemelen siyasi haklar olmadan medeni hakların tanınması ve İsrail yerleşimlerinin dokunulmaz kalması anlamına gelecek.
DAHA FAZLA SAVAŞ İÇİN SAVAŞ
Netanyahu’nun sağcı koalisyonunun hırslarının şu anda neden bu kadar güçlü olduğunu anlamak için Trump’ın İsrail’de nasıl algılandığını kavramak gerekiyor. Birçok İsrailli, Netanyahu’nun bir zamanlar “İsrail’in Beyaz Saray’da sahip olduğu en büyük dost” olarak ilan ettiği bir adam tarafından yönetilen yeni ABD yönetiminin ülkelerini koşulsuz destekleyeceğini düşünüyor. Trump’ın dış politika ekibine sağlam İsrail yanlısı isimler ataması -Senatör Marco Rubio’yu dışişleri bakanı, eski Guvernör Mike Huckabee’yi İsrail büyükelçisi ve Temsilci Elise Stefanik’i Birleşmiş Milletler büyükelçisi olarak aday göstermesi- bu görüşü daha da güçlendiriyor.
İsrailli yetkililer, Trump’tan gelecek bir onayın yanı sıra, diğer başkentlerden İran’a baskıyı artırma planlarına yalnızca minimum düzeyde direnç geleceğini umuyor. Ağustos ayında Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık Tahran’ı ve müttefiklerini, İran’ın gerilimi daha da tırmandırması halinde bundan sorumlu tutacakları konusunda uyardı. İsrail’in bölgesel ortaklarından gelen diğer güven verici işaretler de dikkat çekiyor; bu ortaklar da İran destekli saldırganlık tehdidi altında. İsrailli yetkililer, İbrahim Anlaşmaları’nın geçen yılki savaş sürecine rağmen ayakta kalmasını ve ABD ile Suudi Arabistan yetkilileri arasında Riyad’ın nihayetinde bir anlaşmaya ikna edilebileceğine dair ısrarlı konuşmaları yakından takip ediyor.
Bu dış etkenlerin yanı sıra Netanyahu, koalisyonunun baskılarını da göz ardı edemez. Çünkü onların desteği olmadan görevde kalması mümkün değil. Bu baskıyı en güçlü şekilde oluşturanlar ise, bir zamanlar geleneksel siyaset için fazla radikal kabul edilen sağcı ideologlar Smotrich ve Ben-Gvir. ABD seçimlerinden bir hafta sonra Smotrich, Trump’ın dönüşünün “Tanrı’nın yardımıyla 2025’in Yahudiye ve Samiriye’de [Batı Şeria] İsrail için egemenlik yılı olacağı” anlamına geldiğini ilan etti. Netanyahu’nun siyasi olarak hayatta kalma içgüdüleriyle eşgüdüm sergileyen bu amansız ısrarlar, IDF’nin saldırısını sonlandırmasını tercih eden güvenlik kurumu üyeleri için sürekli bir engel teşkil ediyor.
Bu görüşler İsrail’de bir ölçüde destek bulmuş durumda. İsrail’in güvenliğine yönelik 7 Ekim öncesi radikal grupların IDF’nin + periyodik operasyonlarıyla kontrol altında tutulabileceği fikrine dayanan “çim biçme” stratejisi gibi yaklaşımların yetersiz olduğuna dair büyük ölçüde görüş birliği var. Pek çok İsrailli artık toplumun zaten tamamen seferber olduğu bir durumda, sürekli savaşın güvenliği sağlamak ve sürdürmek için en iyi yol olabileceği sonucuna varıyor. Son aylarda bu yaklaşımı güçlendiren bir diğer etken, IDF’nin taktiksel başarıları oldu. Bu başarılar, kamuoyunda daha fazlasını isteme iştahını artırdı. Son birkaç ayda Hamas ve Hizbullah’a karşı elde edilen kazanımlar -Gazze ve Lübnan’daki kara operasyonlarının başarısız olacağı yönünde uyarıda bulunan Biden yönetimi yetkililerinin öngörülerine rağmen- bu örgütlerin son kalıntılarını da yok etmek isteyenleri destekler nitelikte. Bu durum, sivil kayıplar ve barışın ertelenmesi pahasına gerçekleşse bile bu görüşü güçlendirdi.
İsrail parlamentosu Knesset’teki muhalefetin etkisizliği göz önüne alındığında, Netanyahu savaşa fazla bir engelle karşılaşmadan devam edebildi. Başsavcı ve İsrail’in güvenlik teşkilatı Şin Bet’in şefi dahil olmak üzere ülkenin olağan güvenlik sorumlularının çoğu savunmaya çekildi. Başbakan için uzun süreli savaş operasyonları, İsrail’in kaybedilen caydırıcılığını yeniden tesis etmek ve 7 Ekim’de ve sonrasında gösterdiği kötü performanstan dikkatleri başka yöne çekmek gibi ikili bir amaca hizmet ediyor. Gazze’deki İsrailli esirlerin ailelerinin protestoları bile ciddi bir engel oluşturmadı. Bu aileler aylardır -Biden’ın güçlü kişisel teşvikiyle- bir rehine anlaşması yapılması çağrısında bulunuyorlar ve kayda değer bir halk desteğine de sahipler. Ancak Netanyahu, Hamas’ın esir değişimi şartlarına karşı çıkanlardan ve sağ kanadındaki destekçilerinden aldığı güçle bu direnişi aşmayı başardı. Ayrıca Trump’ın iktidara gelmesiyle birlikte, ABD’nin İsrail’e askeri operasyonlarını sonlandırması yönünde daha az, hatta hiç baskı yapmayacağı varsayılıyor.
“MAGA”YI YANLIŞ ANLAMAK
Ancak Netanyahu ve müttefikleri bu büyük hedefleri baltalayan sayısız sorunu hafife alıyor. Bir kere İran ve vekilleri ortadan kaybolmayacak. Hamas, Hizbullah ve Husiler daha şimdiden direnç göstermeye ve yeniden toparlanmaya başladılar. Ellerinde hala önemli bir ateş gücü var ve İsrail’i her gün yüzlerce roket, balistik füze ve insansız hava araçlarıyla vurarak İsraillileri öldürme ve mülklerini tahrip etmeye devam edebiliyorlar. Bu gruplar İsrail’in hava savunmasını alt etmekte başarısız olsalar da genel bir tahribat yaratmayı, İsraillileri sürekli olarak sığınaklara doldurmayı ve hayatlarının akışını bozmayı başardılar. Bu grupların yakın zamanda teslim olacağı hayali gerçek dışı. İranlıların, Lübnanlıların, Filistinlilerin ve Yemenlilerin hemen ayaklanıp acımasız zalim liderlerin boyunduruğundan kurtulacakları beklentisi de bilinçli bir analizden çok hüsnükuruntu gibi görünüyor.
Daha da önemlisi, İsrail’in bölgeye yönelik herhangi bir büyük tasarımı Washington’dan önemli bir yardım almadan gerçekleşmeyecek. İsrail’in ABD’ye bağımlılığının hiç bu kadar belirgin olmadığı bir dönemde İsrail’in Trump’ın koşulsuz desteği hakkındaki varsayımları safça görünüyor. Özellikle de Trump’ın zaferini kolaylaştırdıkları için “Arap Amerikalı” ve “Müslüman Amerikalı” seçmenlere seslenmesi Trump’ın genel olarak savaşlardan ve ABD’nin yurtdışındaki askeri angajmanlarından kaçınma eğilimiyle birleşince yeni yönetimin İsrail’in ayrıcalıklarına daha şüpheci yaklaşacağı bir politikanın habercisi olabilir.
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
Ne de olsa Trump ilk dönemini Netanyahu’ya hakaretler yağdırarak tamamladı ve İsrail’in çatışmaları uzatmasını istemediğini açıkça ortaya koydu. İki lider temmuz ayında Florida’da bir araya geldiklerinde Trump Netanyahu’ya Biden görevden ayrılmadan önce savaşı tamamlamasını söyledi. Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerinin destekçileri Trump’ın en büyük destekçileri arasında yer alsa da yakında Trump’ın onların gündemine karşı pek yükümlülük hissetmediğini hatırlatabilirler. Trump’ın kısa ömürlü 2020 İsrail-Filistin barış planı olan “Barıştan Refaha”nın nihai olarak bir Filistin devletinin kurulmasını savunduğunu ve yerleşimci liderler tarafından “İsrail Devleti’nin varlığını tehlikeye attığı” gerekçesiyle eleştirildiğini hatırlatmakta fayda var.
Trump’ın genel dış politika pozisyonları da İsrail için aynı derecede sorunlu olabilir. Eylül ayında gazetecilere Tahran ile “bir anlaşma yapmak zorundayız” dedikten bir ay sonra “Lübnan’daki acı ve yıkımı durduracağını” söyledi. Trump’ın yurtdışındaki ABD güçlerine katkıda bulunma konusundaki isteksizliği, Pentagon’un daha yeni sofistike bir THAAD antibalistik füze bataryası ve onu kullanacak 100 ABD askeri konuşlandırdığı İsrail için büyük bir değişiminin habercisi. Trump, Biden’ın İsrail’e tahsis ettiği kaynakları geri çekmese bile, izolasyonist eğilimleri gelecekte desteğin azalacağına ve dolayısıyla IDF’nin manevra özgürlüğünün kısıtlanacağına işaret edebilir.
Diğer uluslararası güçlerin İsrail’in uzlaşmaz tavrına karşı sabrı daha da azalıyor. İran’ın Ekim ayındaki ikinci füze saldırısına karşı İsrail’in savunma şemsiyesine katılmayan Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık, uluslararası hukuka uyum konusundaki endişelerini gerekçe göstererek İsrail’e silah ihracatını kısıtladı. (Ekim ayında Biden yönetimi de Gazze’ye insani yardım sevkiyatının iyileşmemesi halinde silah transferlerini sınırlama tehdidinde bulundu ancak henüz böyle bir adım atmadı). Birleşmiş Milletler, Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi İsrail’e tarihsel olarak dostane olmayan platformlar da İsrail’in mevcut davranışları konusunda ağırlığını koydu. 21 Kasım’da UCM’nin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında Gazze’de savaş suçu işledikleri iddiasıyla tutuklama kararını onaylaması da buna dahil. Artan bu uluslararası baskı, IDF’nin operasyonel özerkliğinin yanı sıra İsraillilerin ticaret ve yurtdışına seyahatleri üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilir.
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
Bu gelişmelerin yanı sıra, İsrail’in kendi iç durumu da dikkate alınmalı ve Netanyahu, bu durumun kendisi için göründüğünden daha elverişli olduğunu düşünebilir. Bir yılı aşkın süredir devam eden amansız savaşın ardından yorgun düşen İsrail halkı, Gazze’de hala 100’den fazla rehinenin bulunduğunu ve on binlerce kişinin evlerinden olduğunu biliyor. IDF yedek askerleri yüzlerce günü ailelerinden ve mesleklerinden uzakta üniformalı olarak geçirdi. Bu sorumluluktan kaçanlara (özellikle de Knesset’teki temsilcileri Netanyahu’nun koalisyonunun kilit üyeleri olan ultra Ortodokslara -Harediler-) duydukları öfke aşikar. Aktif görevde olanların birçoğu için hükümetin direktiflerini yerine getirme hevesi azalıyor.
Bu arada Netanyahu’nun üst düzey kurmayları, IDF subaylarının tehdit edilmesi ve hükümetin hatalarını örtbas etmek için resmî belgelerde açıkça sahtecilik yapılması olaylarına karıştı. Sözcülerinden biri, bir rehine anlaşması konusundaki hükümetin inatçılığını haklı çıkarmak amacıyla gizli istihbarat belgelerinde tahrifat yaparak sızdırdığı şüphesiyle ulusal güvenliği tehlikeye atmak suçlamasıyla yargılanıyor. Ve tüm temyiz yollarını tüketmiş olan başbakanın kendisi de nihayet yolsuzluk davasında mahkeme karşısına çıkmak zorunda. Yıl sonundan önce ifade vermesi planlanıyor.
Netanyahu 5 Kasım’da eski bir general ve Biden yönetiminin İsrail’deki en güvenilir muhatabı olan Gallant’ı görevden aldı ve yerine askeri kimliği olmayan bir siyasetçiyi getirdi. Tamamen siyasi bir hamle olan bu değişiklik, Netanyahu’nun, haredi koalisyon ortaklarını memnun etmek amacıyla yapıldı. Haredi gruplar, nüfuslarının IDF hizmetinden muaf tutulmasını hızlandıracak yasal düzenlemeler yapılmazsa hükümeti terk etmekle tehdit etmişti. Gallant (ve İsrail kamuoyunun büyük bir kısmı) bu yasaya karşı çıkıyordu. Netanyahu’nun kendi çıkarlarını ulusal güvenlikten ve sosyal bütünlükten önde tutması, İsrail’in vatandaş ordusu ve modern ekonomisinin bel kemiğini oluşturan geniş bir kesimi giderek daha fazla hayal kırıklığına uğratıyor.
GERÇEKLE YÜZLEŞME
Savaş alanındaki zaferlerine rağmen İsrail gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya. Mevcut çatışmaları başarıyla sona erdirme yeteneği, büyük ölçüde Netanyahu’nun bir sonraki ABD başkanıyla ilişkileri nasıl yöneteceğine bağlı olacak. Yeniden seçilme endişesi taşımayan Trump, en pragmatik içgüdülerini takip etmeye daha da hazır olabilir. Netanyahu, Trump’ın hâlâ taşıyor olabileceği kinleri bertaraf ederek hedeflerini uyumlu hale getirmek için ustaca bir denge yürütmek zorunda kalacak. İronik bir şekilde, Netanyahu’nun en zorlu engeli, onu iktidarda tutan aynı sağ partiler olabilir.
Şu anda İsrail güçleri, Gazze ve Lübnan’da daha derinlere çekilme riskiyle karşı karşıya. İsrail’in askeri üstünlüğüne rağmen, bu iki bölge Vietnam tarzı bir bataklığa dönüşme işaretleri gösteriyor. Hizbullah, İsrail’in Beyrut’a saldırmaya devam etmesi durumunda Tel Aviv’e tekrar saldıracağını açıkladı. İran ise İsrail’in misillemesine karşı sert bir intikam yemini etti. Bu arada IDF, yeni asker sıkıntısı çekiyor ve şu an için, daha fazla destek almadan hem saldırı hem savunma mühimmatı eksikliklerini giderebilecek durumda değil. Rehineler hâlâ Gazze’de; kaçının hayatta olduğu kesin olarak bilinmiyor. Ayrıca kuzeydeki köylerinden tahliye edilenler, İsrail’in Lübnan’daki operasyonlarına rağmen evlerine geri dönemiyor.
İsrail’in savunma şefleri Netanyahu’ya Gazze ve Lübnan’da tüm hedeflerine ulaştıklarını bildirdiler. Rehineleri Gazze’den geri getirmek ve Lübnan’daki çatışmayı sonlandırmak için taviz verilmesini destekliyorlar. IDF ve Şin Bet, İsrail’i Hamas ve Hizbullah’tan gelecekteki saldırılara karşı koruyabileceklerinden emin. Bu değerlendirme hem bir an önce sükûnet isteyen Trump’ın hem de başkanlığı sona ermeden Gazze’de ateşkes ve Lübnan’da bir anlaşma görmek isteyen Biden’ın düşüncelerine rahatlıkla uyuyor.
Bir açıdan bakıldığında, Netanyahu’nun da bu yönde hareket etmek istediği görülüyor. Haberlere göre, ABD seçimlerinin ardından o da Hizbullah ile bir ateşkes sağlamak için çalışıyor, bunu Trump’a bir “hediye” olarak sunmayı planlıyor. Mantık şöyle işliyor: Bu adım, İsrail’in dikkatini İran’dan gelen daha ciddi tehditlere odaklamasına olanak tanıyacak ve 2018’de İran nükleer anlaşmasından çekilen Trump’ı, Tahran’a baskı yapmak için harekete geçirebilecek. Ancak Netanyahu’nun bu yöndeki herhangi bir hamlesi, rehinelerle ilgili müzakerelere sürekli müdahale eden ve herhangi bir ateşkese onay vermesi durumunda başbakanı devireceklerini söyleyen Smotrich ve Ben-Gvir tarafından engellenecek. Bu ikilinin Gazze ve Batı Şeria üzerinde uzun vadeli İsrail kontrolünü dayatma çabaları, IDF’nin bu bölgelerdeki varlığını azaltmaya yönelik girişimlerle tamamen çelişiyor ve Netanyahu’nun İsrail’ini Trump ile bir çatışma rotasına sokabilir.
Seçilmiş başkan, Suudi Arabistan ile herhangi bir ilerleme kaydedilmesinin, muhtemelen mevcut İsrail hükümeti süresince söz konusu olmayacağını keşfederek benzer şekilde hayal kırıklığına uğrayacak. Smotrich ve Ben-Gvir, Riyad’ın talep ettiği asgari bedeli ödemeyi yani Filistin devletine giden bir yolu asla taahhüt etmeyecekler. Onların bakış açısına göre, İbrahim Anlaşmaları önemli bir kazanım olabilir, ancak hiçbir şey İsrail’in “Ataların Toprakları” üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmaktan daha değerli değil. Dahası, Suudi Arabistan’ın yanı sıra Ürdün, Mısır, Katar ve Umman gibi Arap devletlerinin İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’yi samimi bir şekilde karşılamasının da gösterdiği gibi Suudi Arabistan’ın İran’ı kızdırmaya pek niyeti olmayabilir.
Netanyahu’nun bu işaretleri doğru yorumlaması gerekecek. Zamanı iyi değerlendirmeli ve İsrail’in savaşları yarardan çok zarar getirmeye başlamadan ve Trump’la arasını açmadan önce sonlandırmalı. Netanyahu koalisyon ortaklarına karşı durabilirse, çatışmaları sona erdirebilir ve Trump’a istediği temiz masayı bırakabilir. Ancak zaman kısa. Eğer başbakan zamanı tüketmeyi tercih ederse hem Trump’ı memnun etmeye çalışmak hem de Smotrich ve Ben-Gvir’i yatıştırmak gibi imkânsız bir görevle karşı karşıya kalacak. İsrail kendisini daha fazla çalkantıya hazırlamalı.
Dünya Basını
Güçlü Amerikan Tanrıları, Trump ve Uzun Yirminci Yüzyılın Sonu

Çevirmenin notu: N.S. Lyons’un “Güçlü Amerikan Tanrıları” makalesi, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemini sadece politik bir dönüş değil, Batı uygarlığında “uzun yirminci yüzyıl” olarak tanımladığı bir dönemin sonu olarak okuyor. Lyons’a göre, II. Dünya Savaşı sonrası liberal Batı’yı şekillendiren “açık toplum” ideolojisi; ulusal kimlik, inanç, aidiyet, dayanışma, kolektivizm gibi bağları zayıflatarak yerine teknokratik yönetim, sınırsız bireysellik ve soyut evrenselcilik koydu. Bu düzenin artık tükendiğini ve çökmekte olduğunu söyleyen Lyons’a göre, süreç yerini “güçlü tanrılar”a, yani eylemselcilik, ulusal kimlik, bağlılık ve aidiyet arayışına bırakmaktadır. Trump ise bu yeni çağın taşıyıcısı değilse bile, onun kaçınılmaz gelişini haber veren sarsıcı habercisidir.
Çeviren: Mert Cafer Eral
***
N.S. Lyons, 13 Şubat 2025
İkinci Trump döneminin ilk haftaları maceralı geçti. Çoğu insan gibi, ben de Trump ve ekibinin Washington’daki müesses nizama karşı başlattığı yıldırım harekatının hızı ve kapsamlılığı karşısında şaşkına döndüm. Trump, iki ay önce “The Counter-Revolution Begins,” [Karşı-Devrim Başlıyor] isimli yazımda bahsettiğim önceliklerin çoğunu şimdiden yerine getirdi. Meşru iktidarın kullanımına ve kurumlara karşı tutucu olmayı reddetmek bunların en önemlileriydi. “İstediğin şeyi yapabilirsin” gibi bir düsturla beraber, ikinci Trump yönetimi Roosevelt’ten beri süregelen Amerikan yönetişimde gerçek değişim taleplerini demokratik olarak iletmek konusunda ilk Trump yönetimi ile ciddi şekilde benzer görünüyor.
Aslında, darbeler o kadar hızlı oluyor ki olan biteni ve bunların sonuçlarının izlerini takip etmek gerçekten zor. Bundan dolayı ne olup bittiği hakkında detaylı açıklamalar yapmak güç. Bunu yapmayı denersek güncel olayların gerisinde kalabiliriz. Ancak Grönland’i ilhak etme girişimi, sınırların kapatılıp gümrük vergilerinin artırılması, USAID’in lağvedilmesi gibi dünya üzerinde kargaşa yaratan hamlelerin ortasında, büyük resim daha net bir biçimde ortaya çıkmaya başlıyor.
Henry Kissinger’ın 2018’de söylediği ve son zamanlarda dilden dile dolaşan bir söz var: “Trump, tarihte zaman zaman bir dönemin sonunu işaret etmek ve onu eski iddialarından vazgeçmeye zorlamak için ortaya çıkan figürlerden biri olabilir.” Eğer bu 2018’de doğru değilse bile şuan kesinlikle doğru. Bugün gördüğümüz şeyin gerçekten bir dönemin sonu olduğuna, bildiğimiz dünyanın çığır açan bir şekilde altüst olduğuna ve bunun tüm öneminin ve sonuçlarının henüz bizi gerçekten etkilemediğine inanıyorum.
Daha açık bir ifadeyle, Donald Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın gecikmiş sonuna işaret ettiğine inanıyorum.
Uzun yirminci yüzyıl
1789’daki Fransız Devrimi ve 1914’te başlayan Dünya Savaşı arasındaki 125 yıl “Uzun Ondokuzuncu Yüzyıl” olarak tanımlanıyor. Bu deyiş “Ondokuzuncu Yüzyıl” dediğimizde basit bir yüz yıllık süreden çok daha fazlasını, coşkulu bir genişlemeyi, aydınlanmayı, imparatorlukları, yani akılcı düşünme ve ilerlemeciliğin hız kazandığı çağın ruhunu anlamamızı sağlıyor. Kendisinden önce ve sonra gelenlerden farklı olan bu kalıcı tarihsel ruh, Büyük Savaş’ın siperlerinde sönümlendi. Felaketin ardından, İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle biten bir fetret devrinden sonra, Batı medeniyetinin insanlarının dünyayı algılama ve onunla etkileşim kurma biçimleri –siyasi, psikolojik, sanatsal, manevi– tamamen değişti.
R.R. Reno, 2019 tarihli Return of the Strong Gods [Güçlü Tanrıların Dönüşü] adlı kitabına, “Yirmi yedi yaşındayım ve yirminci yüzyılın sonunu görmeyi umuyorum,” diye hayıflanan genç bir adamdan alıntı yaparak başlıyor. Bu çelişkili ifade, 20. yüzyılın da son kullanma tarihini aştığını gösteriyor. Bu yüzyıl geç başladı, 1945’te tam olarak hissedilmeye başlandı. Ancak bu 80 yıllık sürede yüzyılın ruhu medeniyetin dünyayı nasıl algıladığı ve nasıl algılaması gerektiği konusunda hegomonikleşti. Toplumun tüm korkularını, değerlerini ve ahlaki ilkelerini belirledi ve ABD’nin dünyaya yayılan gücü sayesinde dünyanın geri kalanının siyasi ve kültürel düzenini de şekillendirdi.
Bu ruh, kendinden öncekinden çok da farklı olamazdı. İkinci Dünya Savaşının yarattığı yıkımın ardından, Batı anlaşılabilir bir şekilde “Bir daha asla” düsturunu ideolojik evreninin merkezine koydu. Faşizmin, savaşların ve soykırımın insanlığı tehdit etmesine bir daha müsaade edilmeyecekti. Fakat bu karar, o zamanlar ne kadar makul ve iyi niyetli görünse de, kısa sürede her şeyi tüketen bir olumsuzlama takıntısı haline geldi.
Popper ve Adorno gibi büyük etki uyandıran liberal düşünürler dünya üzerinde otoriterliğin ve çatışmanın temel kaynağının “kapalı toplum” olduğu konusundaki savaş sonrası uyumlu ideolojik düzenin ikna sürecine katkıda bulundular. Reno’nun “güçlü tanrılar” derken kastettiği şey budur: güçlü inanışlar, sarsılmaz doğru tanımları, tartışılmaz ahlaki kodlar, güçlü ilişki bağları, güçlü toplumsal kimlikler ve güçlü mekan ve geçmiş bağları; nihayetinde, “insanın sevgi ve bağlılık nesneleri, toplumları birleştiren sadakat ve tutku kaynakları.”
Günümüzde güçlü tanrıların birleştirici gücü tehlikeli, fanatizm, baskı, nefret ve şiddetin cehennemvari kaynağı olarak görülmeye başlandı. İnanç, aile ve her şeyden önce ulusal bağlar artık şüpheli, faşizme doğru endişe verici bir geri dönüş olarak görülüyordu. Savaş sonrası Amerikan psikolojisi ve eğitimini on yıllar boyunca yöneten Adorno, aile ve ulusa karşı duyulan doğal sadakatin aslında insanı yabancı düşmanlığına ve führer hayranlığına karşı gizlenen bir otoriter kişiliğin dışa vurumu olarak sınıflandırıyordu. 1945’te yayımladığı büyük etki uyandıran kitabı Açık Toplum ve Onun Düşmanları kitabında Popper, ulusal komünite fikrini “insanlık karşıtı” bir propaganda olmakla suçlayıp kendi vatanını ve onun tarihini seven herkesi tehlikeli birer “ırkçı” olarak tanımladı. Bu tür entelektüeller için ister insanlar, ister ahlak veya ister metafizik gerçekler arasında olsun, otorite veya hiyerarşiye dair kesin iddialar, yeryüzündeki barışa ölümcül bir tehdit olarak görünüyordu.
Savaş sonrası düzenin liberal paradigmasının en büyük projesi kapalı toplumun duvarlarını yıkıp tanrılarını sonsuza dek yasaklamaktı. Bu başka ot bitmeyen zemin üzerine, hoşgörü, şüphe, diyalog, eşitlik ve tüketici konforunun barışçıl zayıf tanrıları tarafından canlandırılan pastoral ama son derece belirsiz bir “açık toplum” vizyonu inşa edildi. Siyasi ve kültürel olarak baskın olan bu “açık toplum konsensüsü” Adorno ve Popper gibi teorisyenlerden yararlanarak zihinleri açmayı, idealleri gözden düşürmeyi, gerçekleri göreceleştirmeyi ve bağları zayıflatmayı amaçlayan bir sosyal reform programı geliştirdi.
Reno’nun detaylıca sınıflandırdığı gibi, eğitime, psikolojiye ve yönetime yönelik yeni yaklaşımlar hakikati görelileştirmeye, “eleştirel düşünce”yi karakterin önüne koymaya, kollektif olarak duyulan sadakati yermeye, hiyerarşilere şüpheyle bakmaya, tüm kural ve sınırları yıkmaya ve insanları ahlaki ve toplumsal sorumluluklarının “baskısından” azat etmeye çalıştı. Muğlak bir hümanizme yönelik özlem, kısa sürede saf ekonomik büyüme dışında hedeflenebilir en büyük doğru haline geldi.
Yirminci yüzyıl antifaşizmi ironik bir biçimde ateşli bir gayret ve büyük bir hoşgörüsüzlükle karakterize edilen büyük bir haçlı seferine dönüştü. “Bir daha asla” düsturunu en önemli önceliği yapan açık toplum ideolojisi, merkezine “en büyük erdem”den ziyade “ en azılı düşman”ı koydu. Hitler’in tekil figürü sadece 20. yüzyıl zihninin arkasında pusuya yatmakla kalmadı; bilinçaltına hükmederek, insanlığı yeni kötülüklere sürüklemekle tehdit eden bir tür seküler Şeytan haline geldi. Bu durum, açık toplum için dinlerden bağımsız bir varoluş nedeni ve savaş sonrası liberal düzeni yarattı: Bir türlü ölemeyen Führer’in dirilişini önlemek.
Bu önleme doktrini, açık toplum değerlerinin her koşulda kapalı toplum değerlerine üstün gelmesini sağlamaya muazzam bir ahlaki ağırlık vermektedir. Tek seçeneğin “açık toplum ya da Auschwitz” olduğu varsayılırsa, kapalı toplumun algılanan değerlerine sıfır tolerans göstermek işlevsel olarak ahlaki bir emirdir. Sekülerleşmeden cinsel devrime ve LGBTQ haklarına, göçmenlerin serbest dolaşımına kadar toplumsal açılımın ve bireysel özgürleşmenin olası herhangi bir yönünün önünde durmak, Hitler’in işini yapmak ve faşizmin geri dönüşünü kolaylaştırma riskini almaktır (ilgili konu gerçek faşizmden ne kadar uzak olursa olsun). Reno’nun deyimiyle “yasaklamanın yasak olduğu”, açık toplumun tek dokunulmaz kuralı olarak tesis edildi. Böylece, toplumları daha da açma projesine aykırı herhangi bir fikrin dile getirilmesinin ahlaki bir kötülük olarak yasaklandığı katı yeni bir kültürel ortodoksi pekiştirildi. Tam bir içerme, katı bir dışlamayı gerektiriyordu. Bu dogmaya bugün politik doğruculuk olarak aşinayız.
Soğuk Savaşın bitimi açık toplum konsensusunu aşırı bir hızda harekete geçirdi. Gayretlerini azaltmak bir yana, açık toplum ideolojisinin tek gerçek rakibi olan Sovyet komünizminin çöküşü, açık toplumun ahlaki ve pratik üstünlüğünü ve Soğuk Savaş sonrası düzenin tüm dünyanın onun imgesinde yeniden inşa edilebileceği ve edilmesi gerektiği inancını doğrulamış gibi görünüyordu, tarihin sonunu müjdeliyordu.
Açıklık için düzenlenen haçlı seferinin tüm ulusları özgürlük, refah ve barış adı altında parçalamak gibi bir görevi vardı. Bu inanç, 11 Eylül saldırılarıyla daha da güçlendi. Bu durum, varoluşunu sürdüren en ufak bir bağnazlığın tüm hoşgörüye ve açık fikirliliğe karşı tehdit oluşturduğu retoriğini güçlendirdi. Christopher Caldwell’in Reflections on the Revolution in Europe [Avrupa’da Devrim üzerine Düşünceler] adlı kitabında alıntılanan savaş yanlısı bir siyasetçinin kısa bir süre sonra ifade ettiği gibi, “Yeni misyonumuzun ülkelerimizin sınırlarını değil, nezaket ve insan haklarını savunmak olduğu sınırsız bir dünyada yaşıyoruz.”
USAID’in Sırp işyerlerinde DEI’yi [çeşitlik, eşitlik ve kapsayıcılık] geliştirmek için neden 1,5 milyon dolar, Nepal’de “ateizmi yaymak” için 500.000 dolar ya da Sri Lankalı gazetecileri “ikili cinsiyetçi dilden” kaçınmaları konusunda eğitmek için 7,9 milyon dolar harcadığını merak ediyorsanız, işte nedeni budur. ABD hükümetinin ABD göçmenlik yasasını çiğnemeye ve açık sınır göçünü kolaylaştırmaya adanmış “hayır kurumlarını” finanse etmek için milyonlar akıtmasının nedeni de aynıdır: zombi Hitler’i durdurmak için kapalı topluma karşı iyi bir mücadele verdiklerine inanıyorlardı. Onlarca yıldır, itiraz eden herkesin otomatik olarak gerçek bir faşist olarak etiketlenmesinin nedeni de tam olarak bu.
Bu arada, açık toplum konsensüsünün gelişimi dünya üzerindeki idari devletlerin gelişimi ve demokratik öz yönetişimi tıkamasıyla paralel gitmiştir. Burada doğrudan ve kasıtlı olarak var olan bir bağlantıdan söz edebiliriz. Carl Schmitt’in yirminci yüzyılın başlarında belirttiği gibi, liberalizmin “esas dürtüsü” politik olanın “etkisizleştirilmesi” ve “depolitizasyonudur”; yani, çatışma korkusuyla politikadan tüm temel çekişmeleri çıkarma girişimi, politik olanı sadece yönetsel idareye indirgemektir. Siyasal olanın siyasetten bu şekilde çıkarılması, savaş sonrası projenin yapısal amaçlarının merkezinde yer alıyordu. Tıpkı Schmitt’in öngördüğü gibi amaç, bürokratik süreçler, hukuki kararlar ve uzman teknokratik komisyonlar gibi sözde tarafsız mekanizmaların güçlendirilmesi yoluyla siyasetin bir makinenin daha güvenli, daha öngörülebilir hareketlerine indirgeneceği bir “teknisite çağı” aracılığıyla sürekli barışa ulaşmak oldu.
Özellikle faşizm eğilimli demokratik kitleler tarafından, gerçek siyasi sorunlar üzerine yapılan kamuoyu çekişmeleri artık izin verilmesi tehlikeli şeylerden biri gibi görünüyordu. Açık toplumun savaş sonrası düzeni, bunun yerine yönetişimi bilimsel yönetimle sağlamayı, politik arenayı bir “sonuçları sosyal mühendislikle test edilen bir sosyal teknoloji” haline getirmeyi amaçladı, Popper’ın dediği gibi. Bu makinenin işletilmesi, Popper’ın ifadesiyle, özenle seçilmiş ve eğitilmiş bir “kurumsal teknoloji uzmanları” kadrosuyla sınırlandırıldı.
Trump yönetiminin ve Elon Musk’ın günümüzde ortadan kaldırmaya çalıştığı Amerikan “derin devleti” de dahil olmak üzere, modern yönetim rejimlerimizin büyük genişlemesi böylece gerçekleşti.
Hesap vermeyen bürokrasilerden oluşan geniş daimi idari devletlerle karakterize edilen bu tür rejimler, toplum mühendisliği, ikiyüzlülük, sahte merhamet, sözde tarafsız süreçlerin manipülasyonu ve riskten kaçınma konusunda eğitimli teknokratlardan oluşan oligarşik bir elit sınıf tarafından yönetilmektedir. Propaganda ve sansür yoluyla kamuoyunun titizlikle yönetilmesi de bu tür rejimlerde özellikle temel bir öncelik haline gelmiştir; amaç hem demokratik sonuçları kısıtlamak (“demokrasiyi” kitlelere karşı savunmak) hem de iç çatışmaları önlemek amacıyla tartışmalı ancak temel siyasi meselelerin (kitlesel göç politikaları gibi) kamuoyunda ciddi bir şekilde tartışılmasını genel olarak engellemektir. Depolitizasyona yönelik bu yönetsel dürtü ulusal düzeyle de sınırlı değildi. Tüm siyasi çekişmelerin yarı-emperyal uluslar-üstü yapılar (BM ve AB gibi) tarafından yönetileceği ve devletler arasındaki savaşın barbar geçmişin bir kalıntısı haline geleceği “kurallara dayalı liberal bir uluslararası düzenin” yaratılması, savaş sonrası Batı hedeflerinin zirvesiydi. ABD ve müttefiklerinin askeri gücüyle desteklenen bu yeni uluslararası düzen, izinsiz çatışmalara sıfır tolerans gösterecek, dünyayı depolitize edecek ve açık toplumların barış içinde gelişmesine izin verecekti.
Uzun yirminci yüzyıl, birbiriyle bağlantılı bu üç savaş sonrası projeyle birlikte karakterize edildi: normların ve sınırların yok edilmesiyle beraber hızlı bir şekilde açık hale gelen toplumlar, idari devletin konsolidasyonu ve uluslararası düzene hakim liberal paradigma. Bu sistem kurulduğunda bu üç projenin dünya üzerindeki barışı ve insanlığın iyiye doğru gidişini sağlayacağı umuluyordu.
Bunun zayıf, tutkusuz, demokratik olmayan, teknokratik rasyonalizmin karmaşık bir şekilde yönetildiği bir dünya olması, savaş sonrası konsensüsün yapmaya razı olduğu bir fedakarlıktı.
Ancak bu rüya gerçekleşmedi, çünkü güçlü tanrılar ölmeyi reddetti.
Tanrıların geri gelişi
Mary Harrington kısa bir süre önce Trump devriminin siyasi olduğu kadar arketipik de göründüğünü gözlemlemiş ve “Elon Musk ve onun genç tekno-kankalarından oluşan ‘savaş grubu’nun yerleşik bürokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelik son çalışmalarına yönelik genel olarak coşkulu erkek tepkisinin”, “arketipik olarak, amacı eril kahramanlığın yok edilmesi olan geniş, pis bir düşmana karşı savaşmak olarak anlaşılabilecek” şeyin bir yansıması olduğunu belirtmiştir. Bu eril yansımalı tumotik [tanınma arzusu sahibi] vitalizm [yaşamcılık] ruhu Uzun Yirminci Yüzyıl boyunca bastırılmıştı ama şimdi geri döndü. Ve bu, ona göre, “prosedürel, idari bir medeniyetin kendi içinde korkunçluklara yer bırakmadığı” anlamına gelmiyordu. Dolayısıyla şimdi “kahraman, kral, savaşçı ve korsan gibi figürlerin, hatta çeşitli anti-kahramanların kamuoyuna geri dönüşünü gerçek zamanlı olarak izliyoruz.”
Ütopik bir barış ve ilerleme sağlayacakları yerde, açık toplumun zayıf tanrıları medeniyet üzerinde bir çözünüm ve umutsuzluk yarattı. İstendiği gibi, tarihin güçlü tanrıları yasaklanmış, dini gelenekler ve ahlak çürümüş, komüne yönelik sadıklık ve yasaklar zayıflamış, farklılıklar ve sınırlar yok edilmiş ve öz yönetişim disiplini tepeden inme teknokratik yönetim karşısında pes etmişti. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu durum, açık olmayan, hayalperest olmayan toplumlardan gelen dış tehditlere karşı savunmak bir yana, kendilerini bir arada tutma gücünden yoksun ulus-devletlere ve daha geniş bir medeniyete yol açtı. Kısacası, savaş sonrası açık toplum konsensüsü tarafından sürdürülen radikal kendini reddetme kampanyası, işlevsel olarak Batı dünyasının liberal demokrasileri tarafından kolektif bir intihar anlaşmasına dönüştü.
Ancak, son yirmi yılda gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca, açık toplumun belirsiz vaatlerine inanan insan sayısı gitgide azaldı. Özellikle eskiyen takıntılarından en çok zarar gören ve bunlardan uzaklaşan gençler ve işçi sınıfı arasında bir reaksiyon baş gösterdi. Bugün Batı’da “popülizm”in gitgide popülerleşmesi ulus kimliğiyle toplumu birleştiren, ulusal davalar yaratan, şeffaf ve herkesçe kabul edilen doğrular yaratıp bu bağlamda insanları bir arada tutan güçlü tanrıların yok edilmesine ve yerlerine başka şeyler koyulmasına yönelik çabaya karşı demokratik bir direnç olarak daha iyi anlaşılabilir.
Günümüz popülizmi, on yıllardır süregelen elit ihanetine ve berbat yönetime karşı bir tepkiden çok daha fazlasıdır; uzun süredir ertelenen eylem için, prosedürel idareciliğin dayattığı boğucu uyuşukluktan kurtulmak ve kolektif hayatta kalma ve kişisel çıkar için tutkuyla mücadele etmek için derin, bastırılmış bir duygusal arzudur. Bu, politik olanın politikaya dönüşüdür. Bu, ulusal ve uygarlıksal öz-değer duygusu da dahil olmak üzere eski erdemlerin yeniden tesis edilmesini gerektirir. Bu da 1945’ten bu yana Batı zihnini etkisi altına alan patolojik “suçluluk tiranlığının” reddedilmesini gerektirir. Sonu gelmeyen histerik “faşizm” suçlamalarının gücü yavaş yavaş azalırken, iyi ya da kötü, Hitler Çağı’nın sonuna tanıklık etmeye başladık.
O halde enerjik ulusal popülizm, yirminci yüzyılın tüm temel saplantı ve taleplerinin ve bu yüzyıla hakim olan açık toplum konsensüsünün reddidir. Ahlaki ve siyasi idealler olarak gösterilen zayıflık, hoşgörü ve sıkıcı evrenselci faydacılığın tutkusuz saltanatı sona eriyor gibi görünüyor. Bu da Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlı demokrasisinin de nihayet ölmekte olduğu anlamına geliyor. Trump tüm küstahlığıyla işte bunu temsil ediyor: güçlü tanrılar sürgünden kaçıp Amerika’ya döndüler ve yirmi birinci yüzyılı da peşlerinden sürüklüyorlar.
Yeni yüzyılın başlangıcı
Trump bir eylem adamıdır, bir konu üzerine aşırı kafa yoran biri değildir ve risklere karşı yüksek bir toleransa sahiptir. İçgüdüseldir, akılcı değil. Sadakate önem verir ve hassas bir haysiyet duygusuna sahiptir. Ortak doğruları bu konularda hassas olan insanları tetikleyip tetiklemeyeceğini önemsemeden dile getirir. Bitmeyen diyaloglara veya formalite prosedürlere karşı ufak bir sabrı vardır. Koyu bir milliyetçi olarak, Amerika’nın çıkarları için ortaya güç koymaktan ve bu çıkarları diğer tüm çıkarların önüne koymaktan çekinmez. Bir başka deyişle, o popülist ayaklanmanın sebebi veya belirtisi değildir ancak eski düzeni alt üst eden eski isyankar dünya ruhunun somut bir örneğidir.
İkinci Trump yönetiminin politikaları zamanın ruhunu yansıtan nitelikte. Onun yürütmedeki yıldırım harekatı doğrudan Uzun Yirminci Yüzyılın üç temel direğine saldırdı: ulusun sınırlarını kapatmak ve devleti açık toplum ortodoksluğunun son ideolojik evriminden (“Çeşitlilik, Eşitlik, Kapsayıcılık”) arındırırken daha geniş kültüre de aynı şeyi yapması için ilham vermek; seçilmiş Yürütmenin korunaklı prosedüralist (yani demokratik olarak kontrol edilemez ve hesap verilemez) bürokrasi üzerindeki doğrudan, kişisel kontrolünü onaylamak da dahil olmak üzere yönetimsel devleti parçalamak için harekete geçmek; ve uluslararası alanda da liberal prosedüralizmi reddederek ulusal çıkarları “uluslararası düzenin” çıkarlarının önüne koyarak otomatik olarak küresel kural koyuculuk ve uygulayıcılık rolünü reddetmek.
Bu eylemin cüretkârlığı, partizan siyasi oyunbazlıktan daha fazlasını yansıtmaktadır: kendi içinde eski paradigmanın durağanlığının altüst oluşunu temsil etmektedir; artık yeniden “sadece bir şeyler yapabilirsiniz”. Bu zihniyet, FDR ve devrimci hükümetinin ülkeyi yeniden şekillendirip modern yönetim devletini kurmasından bu yana Amerika’da görülmemişti; İkinci Dünya Savaşının sonundan bu yana hiç kimse onun yarattığı makineyi sarsmaya cesaret edememişti. Şimdi Trump yaptı.
Dışarıda ve Washington’da bu atılgan tavır endişe ve kafa karışıklığına neden oldu. (“Trump neden Meksika’yı işgal etmekle, Kanada’ya kabadayılık taslamakla ve bir NATO müttefiki olan Grönland’ı ilhak etmekle tehdit ediyor? Onun bir izolasyonist olması gerekmiyor muydu?”) Aslında Trump’ın tüm eylemlerinin ardında yatan prensip çok açık: Statükocu liberal uluslararası düzeni kendi iyiliği için korumayı ya da uluslararası hukuk gibi kibar kurgulara bağlı kalmayı çok fazla önemsemek yerine, Amerikan gücünü ulusun yararına olabilecek şekilde kullanmaya istekli. Görünüşe göre dünya sahnesinde de “sadece bir şeyler yapabilirsiniz” düsturunu benimsiyor. Diplomasi ve ittifaklar mantıksal olarak sadece Amerika’ya fayda sağladıkları ölçüde değerli görülüyor. Aslında “Önce Amerika” her zaman bu anlama gelmiştir. Bu şekilde Trump Doktrini basitçe nevrotik, çatışmadan kaçınan savaş sonrası konsensüsün reddedilmesi ve Andrew Jackson, William McKinley ya da Teddy Roosevelt gibi başkanların tarzında, standart güçlü, Batı Yarımküre odaklı, yirminci yüzyıl öncesi Amerikan dış politikasının yeniden tesis edilmesidir.
Yeni Genel Sekreter Rubio Amerikan liderliğindeki liberal uluslararası düzeni “Soğuk Savaş sonrasının ürünü olan bir anomali” olarak nitelendiriyor ve şunları da ekliyor: “Sonunda tekrar çok kutuplu bir dünyaya ulaşıyoruz. Gezegenin her yerinden farklı süper güçlerin barındığı bir dünya.”
Ulus egemenliği ve global rekabetin dirilişi dünya genelinde güçlü tanrıların geri dönüşünü işaret ediyor. Macaristan’ın muhafazakar-milliyetçi başbakanı Viktor Orbán’ın kısa süre önce Avrupalı popülistlerin bir araya geldiği bir toplantıda ifade ettiği gibi, “Dostumuz Trump, Trump kasırgası, sadece birkaç hafta içinde dünyayı değiştirdi. Bir dönem sona erdi. Bugün herkes geleceğin biz olduğumuzu görüyor.”
Dolayısıyla yüzeysel bir bakışla Trump devriminin havası, bireysel özgürlük ve “açgözlülük iyidir” serbest piyasa zihniyetiyle 1990’lardaki liberteryenizme geri dönüş olarak algılanabilirse de, Trump bundan çok daha önemli bir değişimi temsil ediyor: bir asırdan fazla geriye, ya da daha doğrusu ileriye. Küreselci neoliberalizm, müdahaleci tek dünya enternasyonalizmi ve 90’ların açık toplumunun naif sosyal ilerlemeciliği öldü ve gitti. Silikon Vadisi’nin sağ kanat ilericileri ile kurduğu siyasi ittifaka rağmen, Trump’ın yeni dünyası gerçek anlamda belirgin bir şekilde post-liberaldir.
Gerici kalıntılar
O halde Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlanan aristokrasisini neden bu kadar dehşete düşürdüğüne şaşmamak gerekir: Onlar her şeyden önce, tüm ahlaki ve siyasi dünya inşası projelerini engellemek için yürüttükleri güçlü tanrıların geri dönüşünden korkuyorlar.
Örneğin, “Hıristiyan Milliyetçiliği”nin yakın tehlikesi hakkında giderek daha fazla paniğe kapılan uyarıların ortaya çıkışına dikkat edin. Bu iki güçlü tanrıyı –milliyetçilik ve din– bir araya getiren bir terimdir ve bu nedenle özellikle tetikleyici bir hayalettir. Bu aynı zamanda belli bir tür gevşek muhafazakarın Trump ve popülizm hakkında özel bir histeri sergilemesinin nedenidir. Bu tip gerçekten muhafazakârdır, çünkü hayattaki önceliği statükonun değişmesini engellemek, demokratik gücün meşru kullanımı da dâhil olmak üzere açık toplum konsensüsünü bozma riski taşıyan her türlü kararlı eylemi kınamaktır. Her ne kadar bu konsensüsün altını oyma riski taşıyan ilerici “aşırılıklara” karşı seçici bir anlaşmazlık dile getirse de, özünde böyle bir adam her şeyden önce yönetsel çekingenliğin zayıf tanrılarının hizmetkarıdır.
Hem sol hem sağ kanatta yer alan eski seçkinler, açık toplum ve değerlerine verdikleri ortak öncelik sayesinde seksen yıldır birleşmiş durumdalar. Dick Cheney gibi daha önce sağcı olarak kodlanmış figürlerin son seçimlerde siyasi solun yanında yer alması bazı Amerikalıları şaşırtmış olsa da şaşırtmamalıydı. Cheney açık toplum konsensüsünün radikal bir savunucusuydu: sadece yeni-muhafazakârlık biçiminde, açıklık müjdesini tüm dünyaya kılıç zoruyla dayatan Amerikan kilisesinin militanıydı. Bu yönüyle George Soros gibi amacını açıkça ortaya koyan aktivist bir kurum (Açık Toplum Vakfı) kuran ve bu kurumun geniş etki ağını Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki muhafazakar kültürleri yıkmak ve yapılarını bozmak için kullanan adanmış solculardan hiç de farklı değildi.
Her iki adamın da aynı Batı müesses nizamının güçlü evlatları olarak bunu yapmaları, bu müesses nizamı birleştiren şeyin açık toplum konsensüsü olduğu düşünüldüğünde, çelişkili değil tamamen mantıklıdır. 1960’ların en radikal “karşı-kültürel” isyancıları bile, hedeflerinin savaş sonrası müesses nizamın hedefleriyle aynı olduğu göz önüne alındığında, gerçekte böyle bir şey değildi: toplumun açılmasını aşamalı olarak ilerletmek. Sadece değişimin hızı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi ve müesses nizam kısa süre içinde bu heveslerine uyum sağlayarak onları da bünyesine kattı.
Trump ve popülist-milliyetçi hareketler, başlangıcından bu yana bu konsensüsten ilk gerçek kopuştur. Çok farklı bir dünyanın gelişini müjdeliyorlar.
Yeni dünyanın kapıları aralanıyor
“Açıklık” fetişine karşın, savaş sonrası açık toplum dünyası her zaman kendi tarzında sıkı sıkıya kapalı ve boğucu bir yer olmuştur. Bu dünya insan doğasından şüphe edilen, onun tehlikeli ve kontrol altına alınması ve baskılanması gereken, hatta daha iyisi onun güvenilir bir makine gibi risksiz bir şekilde çalışacak şekilde yeniden yapılandırılması gerektiğine inanılan bir yerdi. İdeal bir özgürlük, eşitlik, akılcılık ve pasifliğin hayali, Ernst Jünger’in bir zamanlar dediği gibi, her zaman “hiçbir büyük kalbin atamayacağı ve hiçbir büyük ruhun nefes alamayacağı” bir dünya olmuştur.
Uzun Yirminci Yüzyılın başından beri Leo Strauss gibi açık görüşlü liberal düşünürler pasifize edilmiş, yöneten ve yönetileni olmayan bir gezegen gayesiyle “kapalı toplumun” gerçeklerini ve değerlerini yasaklamanın yalnızca, baş kaldırı, kan dökümü ve kendi kendini yok eden bireyler elde etmekten öteye gidemeyeceğini öngörmüşlerdi. Strauss’un da uyardığı gibi, açık toplum liberalizminin dogmatik yanlışlama anlayışı sadakat, görev bilinci, cesaret, kendini sevmek gibi toplumların hayatta kalıp devamlılıklarını sağlamak için bağlı olduğu değerleri zayıflatabilirdi. Matthew Rose’un akıllıca gözlemi gibi, Strauss, kapalı toplumun güçlü tanrılarının “ilerici görüşlüler için ne kadar tatsız olurlarsa olsunlar, sadece ata yadigarı değil, kalıcı gerçekler olduğunu” anlamıştır. Ve “onları onaylayamayan bir toplum, en az onları sorgulayamayan bir toplum kadar felakete davetiye çıkarır.”
Ancak bu tür uyarılar göz ardı edildi. Yirminci yüzyılın travmaları, milliyetçilik gibi fikirleri, hatta “biz” ve “onlar” arasındaki net ayrımları, ciddi bir şekilde tartışılması imkansız tabular haline getirdi. “Kapalı” ve ‘açık’ değerler arasında doğru dengeyi bulmanın sağlıklı bir toplumu sürdürmek için gerekli olduğu onlarca yıl boyunca dikkatle göz ardı edilen bir gerçekti.
Şimdi, devrimci reform anımızın canlandırıcı neo-romantizmi açık toplumun çürüyen duvarlarını ve koruma kulelerini yıkarken, güçlü tanrılar yine de gelişigüzel bir şekilde dünyaya geri çağrılıyor. Elbette geri dönüşleri gerçek riskleri de beraberinde getiriyor – gerçi asıl mesele riskin geri dönüşü. Güçlü tanrıların özelliği güçlü olmalarıdır, yani korkutucu ve tehlikeli olabilirler; tam da bu yüzden koruma ve savunma gücüne de sahiptirler. Bu gerekli güç ve canlılık yenilenmesinin toplumlarımıza uyumlu bir şekilde yeniden entegre edilip edilemeyeceği ya da dünyamızın yeniden çok daha büyük bir çekişme, tehlike ve savaş dönemine sürüklenip sürüklenmeyeceği açık bir soru olmaya devam etmektedir.
Ancak artık bu konuda fazla bir seçeneğimiz yok; güçlü tanrıların yenilenmesi öyle ya da böyle kaçınılmaz hale geldi. Artık yepyeni bir yüzyılda yaşıyoruz. Uzun Yirminci Yüzyıl, Batı’da bize miras bıraktığı dünyanın atomizasyon, kayıtsızlık, kendini inkâr ve küçük, kişisel olmayan zorbalığın tamamen sürdürülemez bir karışımı olduğunu kanıtladı. Toplumlarımız ya yeniden canlanma teklifini kabul edecek ya da yerlerini daha güçlü, daha ayakları yere basan ve uyumlu başka kültürlere bırakmak üzere yok olup gideceklerdir.
Reno’nun Güçlü Tanrıların Dönüşü kitabında haklı olarak belirttiği gibi, “Zamanımız –bu yüzyıl– açıklık ve ayrışma değil, sadakat ve dayanışma siyaseti için yalvarıyor. Daha fazla çeşitliliğe ve yeniliğe ihtiyacımız yok. Bir eve ihtiyacımız var.” Umarım hepimiz 21. Yüzyılda kendimize yeni birer ev bulabiliriz.
Dünya Basını
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek

The Economist dergisinde, gelişmiş ülkelerin içine girdiği demografi krizini ve olası sonuçlarını ele alan “Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek“* başlıklı bir makale yayımlandı. Sizler için çevirdik.
John Uwagboe 2008’de İskoçya’ya taşındığında birkaç hafta boyunca başka bir siyahi erkek görmedi. Nihayet Edinburgh sokaklarından birinde karşıdan gelen bir siyahi adam gördüğünde tanışmak için hemen onun yanına gitti. Tanışmalarıyla birlikte uzun zamandır kayıp arkadaşlar gibi kucaklaştılar, birlikte yemeğe gittiler. “Adam aslında Nijeryalı bile değildi,” diye hatırlıyor Uwagboe, “Ganalıydı!”
2001 yılında İskoçya’da yaşayan Afrikalı sayısı sadece 5.000 idi; yani büyük oranda beyaz olan nüfusun %0.1’ini oluşturuyorlardı. 2022 nüfus sayımına göre bu sayı 11 kattan fazla artmış durumda ve muhtemelen o zamandan beri daha da büyüdü. Uwagboe, eğitim için geldiği İskoçya’da önce bir bankada çalıştı, sonra kendi restoranını açtı. Şimdi sadece Edinburgh’daki Nijeryalılar için kurulmuş bir WhatsApp grubunda 3.000’den fazla üye olduğunu söylüyor. Katıldığı Pentekostal kilisesinin 10 şubesi var. “Kesin olan bir şey varsa, o da Afrikalıların gelmeye devam edeceğidir,” diyor.
Bu kulağa tuhaf gelebilir; Donald Trump göçmenleri sınır dışı ediyor, Avrupa’daki siyasetçiler yerelciliğe yöneliyor, medyada ise Afrika’dan gelen göçmenler çoğunlukla kaçak yollarla sızan teknelerde anlatılıyor. Oysa Afrikalıların büyük çoğunluğu yasal ve normalyollarla kıtayı terk ediyor. Bu tür göç, göçmen karşıtı söylemlerin yükselmesine rağmen artmaya devam etti ve muhtemelen önümüzdeki on yıllarda daha da artacak. Bu eğilim, hem göç alan ülkelerde hem de Afrika’da derin etkiler yaratacak.
Bu artış, Afrika’nın –dünyanın en genç ve en hızlı büyüyen kıtası– ile diğer tüm bölgeler arasındaki olağanüstü demografik ayrışmadan kaynaklanıyor. Afrika’da işgücü artarken, diğer birçok bölgede azalıyor. Bu nedenle, Cornell Üniversitesi’nden demograflar Kathryn Foster ve Matthew Hall “Göçün geleceği Afrika menşeli olacak” diyor.
Danışmanlık firması McKinsey’in bu yıl yayınladığı “yeni demografik gerçeklik” raporuna göre Amerika, Çin, Japonya, Güney Kore ve Avrupa ülkeleri dahil olmak üzere ilk dalga ülkelerin 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu (15-64 yaş) 340 milyon azalacak. Ortalama yaşam süresinin uzaması ve doğurganlık oranlarındaki büyük düşüş nedeniyle bu ülkelerde çalışma çağındaki kişi sayısının 65 yaş üstüne oranı 1997’de 7:1 iken, bugün 4:1’e geriledi. 2050’de bu oran 2:1’e düşecek.
İş Var, İşçi Yok
Benzer bir düşüş gelişmekte olan ülkelerde de yaşanıyor. BM’ye göre, 2060 yılına kadar Brezilya’da destek oranı 6.2:1’den 2.3:1’e, Vietnam’da ise 7.5:1’den 2.4:1’e düşecek. George Mason Üniversitesi’nden Michael Clemens, “Tarih boyunca bu kadar hızlı işgücü kaybı görülmedi” diyor.
Bunun istisnası Sahra Altı Afrika. Doğurganlık oranları burada da düşüyor ama yavaş ve yüksek bir seviyeden başlıyor. Bu bölge demografik geçişin daha başında. 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu yaklaşık 700 milyon artarak iki katına çıkacak. 2030 yılına kadar küresel işgücü piyasasına katılan her iki kişiden biri Sahra Altı Afrika’dan olacak.
Ancak bu insanlar kendi ülkelerinde iş bulmakta zorlanacak. Her yıl yaklaşık 15 milyon kişi işgücü piyasasına girerken, yalnızca 3 milyon formel iş yaratılıyor. Afrobarometer’ın yaptığı bir ankete göre, 24 Afrika ülkesinde halkın %47’si göç etmeyi düşündüğünü, %27’si ise bunu “ciddi şekilde düşündüğünü” belirtti. “Daha iyi iş fırsatları” en çok belirtilen neden oldu.
Göç eğilimleri, ülkelerin kişi başına düşen geliriyle karşılaştırıldığında çan eğrisi benzeri bir grafik oluşturur. Kişi başına düşen gelir yaklaşık 5.000 dolara ulaşınca göç artar, 10.000 dolarda zirveye ulaşır, sonra düşer. Yani çok fakir ülkelerde insanların gitmeye gücü yetmez, zengin ülkelerde ise ihtiyaç duymazlar. Orta gelirli ülkelerde ise hem istek hem imkan vardır.
Göçle özdeşleşen Meksika ve Filipinler gibi ülkeler artık bu zirveyi geçmiş durumda. Oysa Sahra Altı Afrika nüfusunun %94’ü (yaklaşık 1.1 milyar kişi), kişi başına gelirin 10.000 doların altında olduğu ülkelerde yaşıyor. “Afrika’dan göç durdurulamaz bir güç,” diyor Clemens.
Gerek Var Ama İstek Yok
Göçmen kabul eden ülkelerdeki siyaset ise bu güce karşı hareketsiz bir nesne gibi duruyor. Trump, Afrikalı göçmenler arasında popüler olan “çeşitlilik vizesini” askıya aldı. AB, Afrika’dan gelen yasa dışı göçü azaltmak için milyarlarca euro harcıyor. Eski İngiliz hükümeti, Ruanda’dan gelen göçmenleri kabul etmektense İngiltere’deki göçmenleri Ruanda’ya göndermeye daha hevesliydi.
Yerlilik savunusu, Afrika’dan göçü kısıtlayabilir. Ancak bu tür kısıtlamaların siyasi bedelleri olur. Örneğin İngiltere’de Ulusal Sağlık Sistemi için hemşire ve doktor bulmak zorlaşır. Emek açığı ve sosyal güvenlik açıkları karşısında daha az tercih edilen önlemler (emeklilik yaşını yükseltmek gibi) gündeme gelir. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni seçim kampanyasında göçü azaltacağını vadetti, fakat iktidara geldikten sonra AB dışı ülkelere verilen çalışma vizesi sayısını artırdı. Brexit sonrası İngiltere’de net göç oranı yükseldi. Zengin ülkeler işgücü açığını kapatmak istiyorsa, bunu en çok Afrikalılarla yapacak.
Zaten Yapıyorlar
2024’te, BM verilerine göre 45 milyon Afrikalı ülkesi dışında yaşıyor. Bu, küresel göçmen nüfusunun %15’i. 1990’da bu oran %13’tü. O dönem Afrikalı göçmenlerin yalnızca %35’i Afrika dışındaydı; bugün bu oran %45. Yani Afrika dışındaki Afrikalı göçmen sayısı 1990’dan bu yana üç katına çıkarak 20.7 milyona ulaştı. Bu, Hindistan dışındaki Hintlilerden (18.5 milyon) ve Çin dışındaki Çinlilerden (11.7 milyon) fazla.
Avrupa’daki Afrikalı göçmen sayısı 1990’da 4 milyonken, 2024’te 10.6 milyona çıktı. Fransa’da 4 milyon, İngiltere’de 1 milyon Afrikalı göçmen var. Yeni gelenler, sömürge dönemine dayanan eski diasporalara katılıyor. Daha önce gelenlerin çocukları İngiltere’de sınavlarda ortalamanın üstünde başarı gösteriyor. Özellikle Britanyalı Nijeryalılar spor (rugby kaptanı Maro Itoje), iş dünyası ve siyasette (Muhafazakar Parti lideri Kemi Badenoch) öne çıkıyor.
Afrikalılar artık sadece doktor ya da mühendis olarak değil; bakım evlerinde çalışmak gibi daha mütevazı işler için de geliyor. 2023’te İngiltere’deki bakım evlerinde çalışan yabancı uyruklular arasında Nijeryalılar ilk sıradaydı. Zimbabwe ve Gana’dan da on binlerce kişi bu tür işlerde çalışıyor.
Yeni Azınlık
Son on yılda Amerika, Sahra Altı Afrika’dan en çok göç alan ülke olarak Fransa’nın önüne geçti. 1960’ta Afrika kökenliler toplam göçmenlerin %1’inden azını oluştururken, 2020’de bu oran %11 oldu. 1990-2020 arasında Amerika’ya gelen Afrikalı sayısı, köle ticareti dönemindekinden dört kat fazla.
Columbia Üniversitesi’nden Neeraj Kaushal’ın yakında çıkacak kitabı, “Amerika’nın geleceği Kara Afrika’da” tezini işliyor. Nijerya, Etiyopya, Gana ve Kenya diasporaları, 1980’deki Hint diasporasıyla aynı büyüklükte. Hintli göçmen nüfusu o zamandan beri 13 kat arttı. Benzer bir artış, 2060’a kadar bu dört Afrika diasporasından 10 milyon yeni göçmen anlamına gelir.
Kaushal, Trump döneminde bazı kısıtlamalar getirilse de uzun vadede Amerika göçmen ülkesi olarak kalmak istiyorsa, Afrika’nın en büyük kaynak olacağını savunuyor. Zira Afrika’dan gelen göçmenler hem eğitimli hem çalışkan: Nijeryalı Amerikalıların %64’ü üniversite mezunu. Amerika genelinde bu oran %33. Ayrıca iş gücüne katılım oranları da ortalamanın üstünde.
Göçmenler o kadar başarılı ki bazı Afro-Amerikalı akademisyenler, çocuklarının pozitif ayrımcılık uygulamalarından faydalanmaması gerektiğini savunuyor. Yeni gelenler “Afrikalı-Amerikalı” kavramını da dönüştürüyor. Atlanta’daki Kongo Koalisyonu’ndan Carl Kananda, “Ben Afrikalıyım. Amerika’ya gelene kadar siyah olduğumu öğrenmemiştim” diyor.
Batı Dışında da Varlar
2024 itibariyle, Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinde 4.7 milyon Afrikalı göçmen var; bu rakam 1990’dan beri üç katına çıktı. Suudi Arabistan, Kenya’ya en fazla döviz gönderen ikinci ülke. Ancak Körfez’deki Afrikalı işçiler çoğu zaman kötü muamele görüyor. Kenya’dan gidenlerin %99’u patronlarından kötü muamele gördüğünü söylüyor. Uganda’da aktivist Marie Mwiza, kadın hizmetçilerin “domates çuvalı gibi” görüldüğünü söylüyor.
Yine de pek çok kişi gitmeye devam ediyor. Uganda’da çalışan Steven Nuwuguba Katar’da zorlu koşullarda çalıştı ama ülkesiyle kıyasla yüksek kazanç elde etti. Birçok kişi bu gelirle iş kurabiliyor.
Afrikalılar Çin’de de var. Nijeryalılar, Endonezyalılardan fazla; Güney Afrikalılar neredeyse Taylandlılar kadar. Yiwu ve Guangzhou gibi şehirlerde binlerce Afrikalı ticaret yapıyor. 2018’de Çin’deki Afrikalı öğrenci sayısı 80.000’di; bu sayı Amerika’daki Afrikalı öğrenci sayısından daha fazlaydı.
Afrika İçin Etkileri
Göç, “beyin göçü” korkularını da beraberinde getiriyor. Ancak Kamerunlu ekonomist Narcisse Cha’Ngom’a göre bu daha karmaşık. Evet, nitelikli iş gücü, tüketim ve vergi tabanı kaybediliyor. Ama göçmenlerin gönderdiği döviz, doğrudan yatırımlardan ve yardımlardan fazla. Göç ihtimali, ülkede eğitime olan talebi bile artırıyor.
Cha’Ngom’un 2023 tarihli çalışmasına göre, göç veren ülkelerin çoğu, kişi başına düşen GSYİH açısından göçten net fayda sağlıyor. Ancak bu faydayı artırmak için doğru politikalar gerekiyor. Filipinler hemşire ihracını sağlık eğitimiyle eşleştirdi. Hindistan, göçmenlerini ülkeye beceri ve sermaye getirmeye teşvik ediyor.
Afrika ülkeleri de benzer politikalar geliştiriyor. Kenya, Almanya ile mesleki eğitim ve dil kurslarını içeren bir göç anlaşması yaptı. Hedefleri, yılda 1 milyon Kenyalıyı yurt dışına göndermek. Etiyopya ve Tanzanya da benzer girişimlerde bulunuyor.
Yine de pek çok Afrikalı hükümetlerinin bu fırsatı doğru kullanabileceğine inanmıyor. İşçi ihracatı yapan şirketlerin siyasi elitlere ait olması kuşkuları artırıyor. Ancak yurt dışında şansını denemek isteyen genç Afrikalılar için bu durum pek caydırıcı değil.
Afrikalıların işe ihtiyacı var; dünyanın da işçiye. Bu çıkar birliği büyük bir fırsat. Yeter ki her iki taraf da bu fırsatı değerlendirmeyi bilsin.
Dünya Basını
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı

Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ve uzun süredir Asya uzmanı olan Kurt Campbell, ABD’nin Çin’le tehlikeli bir sarmalın içine girmekten kaçınması gerektiğini söyledi. ‘Önce Amerika’ politikası ‘Yalnız Amerika’ politikasına dönüşmemeli dedi.
Campbell, bu hafta Tokyo ve bölgede yaptığı ziyaret sırasında Nikkei Asia‘ya verdiği özel röportajda, “Muhtemelen Çin ve ABD kadar birbirine bağımlı iki ülke yoktur” dedi. Ancak “bu karşılıklı bağımlılıktan daha rahatsız olan iki ülke de yok” diye ekledi.
Joe Biden yönetiminin ikinci diplomatı olarak görevinden ayrıldıktan sonra ilk kez Asya’yı ziyaret eden Kurt Campbell, mevcut Başkan Donald Trump’ın Çin ile ticaret savaşı küresel ekonomiyi ve Asya’yı sarsarken konuştu. ABD, rakibine %145’e varan yeni gümrük vergileri uygulayarak bazı ürünlerin efektif vergisini %245’e kadar yükseltti. Pekin ise Amerikan mallarına %125 gümrük vergisi uygulayarak misilleme yaptı. Campbell, şu anda “Pekin ile Washington arasında neredeyse hiçbir iletişim kanalı bulunmaması”nın riski artırdığını söyledi.
Trump bu hafta iki tarafın müzakere halinde olduğunu ısrarla belirtirken, Çin görüşmelerin yapıldığını yalanladı.
Kurt Campbell, “ABD ile Çin arasında kasıtsız bir yanlış hesaplamadan endişe duyuyorum” diyerek, öncelikli hedefin “kasıtsız bir askeri çatışmaya girilmemesini sağlamak” olduğunu vurguladı.
ABD-Çin ilişkilerinin “derin rekabet” ile tanımlanmaya devam edeceğini belirten Campbell, Washington’daki herhangi bir yönetimin hedefinin “bu rekabeti mümkün olduğunca istikrarlı ve sağlıklı hale getirmek” olması gerektiğini söyledi.
2013 yılında kurucularından olduğu Washington merkezli danışmanlık şirketi The Asia Group’un başkanlığını yürüten Campbell, her iki tarafın da sessiz, kapalı kapılar ardında görüşmelerin yolunu aradığını düşündüğünü söyledi. Ancak “hiçbiri yüzünü kaybetmek istemediği” için diyalog yolunu bulmak “zor olacak” dedi.
Trump, anlaşma halinde gümrük vergilerinin “önemli ölçüde” indirilebileceğini belirtirken, Çin bazı ABD ürünlerine uyguladığı vergileri muafiyet kapsamına almayı düşünüyor.
Geri adım atma görevi, daha geniş uluslararası ilişkilerdeki değişiklikler nedeniyle karmaşık hale geliyor.
Rusya ve Kuzey Kore vurgusu
Kurt Campbell ayrıca, “Şu anda en çok endişe duyulan ilişki, açıkçası Rusya ile Çin arasındaki ilişkidir” dedi. Pekin’nin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline devam etmesini sağlayarak, ekonomik destek ve çeşitli çift kullanımlı teknolojiler sağladığını savunan Campbell, bunun karşılığında Çin’in, ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına “derinden aykırı” denizaltılar ve diğer yeteneklerle ilgili teknolojiler aldığını düşünüyor.
Aynı şekilde Campbell, Kuzey Kore’yi “tehlikeli bir joker kart” olarak nitelendirdi. Trump’ın Pyongyang ile “bir tür diplomasi kurmanın yollarını bulmakla ilgilendiğini” düşünse de, başarısız adımların tekrarlanmasından endişe duyuyor.
1994 tarihli ikili anlaşma çerçevesi, 2000’li yıllarda yapılan altı taraflı görüşmeler ve Trump’ın Kuzey Kore lideri Kim Jong Un ile yaptığı çok sayıda toplantıya atıfta bulunarak, “Önceki çabaların başarılı olmadığını unutmamalıyız” dedi. Bu arada Kuzey Kore’nin, “nükleer silahlar ve bunları uzun menzilli füzelerle fırlatma kapasitesi” konusunda ilerleme kaydettiğini kaydetti.
Bunun da ötesinde Campbell, Trump’ın ilk dönemine kıyasla “dünyanın, Kuzey Kore’nin Rusya ve Çin ile güçlenen ilişkileri göz önüne alındığında, ABD ile diplomasiye daha da dirençli hale gelebileceği şekilde değiştiğini” söyledi.
Güney Kore ve Japonya ile üçlü işbirliği ve gemi inşası
Campbell’a göre ABD’nin izlemesi gereken yol, Trump yönetiminin dost ve düşmanlara gümrük vergileri uygulayıp baskı yapmasına rağmen ittifakları güçlendirmektir.
“Atabileceğimiz en önemli adımlar, caydırıcılık ve benzer düşünen ülkelerle ortak çabalardır” dedi, bu ülkeler arasında, bölgedeki iki uzun soluklu müttefik olan Japonya ve Güney Kore ile üçlü işbirliğinin de yer aldığını belirtti.
Campbell, ticari ve askeri önemi ve Çin’in hakim konumu nedeniyle bu alanı ‘en büyük zorluklarımızdan biri’ olarak nitelendirerek, üçlü işbirliği için doğal bir alan olarak özellikle gemi inşasını gündeme getirdi. Güney Kore ve Japonya bu alanda en büyük ikinci aktörlerdir.
Campbell, “Bu tür bir işbirliğini zorlaştıran birçok kısıtlama var, ancak Başkan Trump’ın belirttiği şeylerden biri, iş yapmaya açık olduğu” dedi. “O, belirli alanlarda, askeri teknolojide ve özellikle gemi inşasında daha güçlü ilişkiler kurmak için uzun süredir var olan engelleri aşmaya hazır” ifadelerini kullandı.
Japonya bölgede ABD için en önemli ilişki
Trump’ın gümrük vergilerini bir baskı aracı olarak kullanmasına ve Tokyo’nun Washington ile bir anlaşma arayışına girmesine rağmen, Campbell “ABD’de bunun sadece önemli bir ilişki değil, ABD için en önemli ilişki olduğu ve bu ilişki üzerine bir dizi başka şey inşa ettiğimizin farkında olunduğunu” söyledi.
Campbell, Japonya’nın her zamanki gibi “geride kalma” zamanının değil, katılım ve fırsatları değerlendirme zamanı olduğunu söyledi.
Tokyo’ya “iki farklı yolda, tam hızla ilerlemesi” tavsiyesinde bulundu. Bunlardan biri, “Washington ile derin bir işbirliği içinde stratejik bir şekilde çalışmak için mümkün olan her şeyi yapmak.” Diğeri ise, çok taraflı ticaret çerçevelerini güçlendirmek, iklim değişikliği ve temiz enerji konusunda öncülük etmek ve Trump yönetiminin ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı (USAID) kapatarak yarattığı boşluğu doldurmak için Afrika, Pasifik ada ülkeleri ve Güneydoğu Asya’ya yardım sunmaya devam etmek gibi “Japonya’nın dünyadaki rolünü güçlendirmek için giderek daha bağımsız adımlar atmak.”
ABD-Japonya ittifakının güvenlik yönüne gelince, eski müsteşar, bunun “paternalist olamayacağını” ve “tamamen eşit bir ortaklık olması gerektiğini” söyledi.
“Genişletilmiş caydırıcılıkta Japonya’nın [daha büyük] bir rol oynamasını dışlamıyorum” dedi.
İmparatorluk ve işgalin hatıralarının hala taze olduğu bir bölgede, daha aktif Japon kuvvetleri muhtemelen şüpheyle karşılanacaktır. Ancak Kurt Campbell, “Mesajım şudur: Şimdi cesur olmak, kendinden emin olmak, dış politikada bazı riskler almak ve Japonya’nın küresel sahnedeki rolünü ilerletmek için doğru zaman” dedi.
“Zorluklar ve riskler olduğu kesinlikle doğru, ancak fırsatlar da var. Bu fırsatları şekillendirme zamanı” diye ekledi.
Campbell ayrıca, ABD’nin askeri varlığının ve nükleer caydırıcılığının önemini vurgulayarak, “Dikkatli olmalıyız ve Amerikan dış politikasının en büyük başarılarından birinin, çoğu ülkenin Avrupa ve Asya üzerinde ABD’nin genişletilmiş caydırıcılığını açık ve net bir şekilde kabul etmesi olduğunu kabul etmeliyiz” dedi ve ekledi: “Barış ve istikrarın korunması için çok önemli olan bu sağlam taahhüdü ülkelerin sorgulamasına neden olmayacak adımlar atmaya devam etmeliyiz.”
Tayvan vurgusu
Ona göre bu, Tayvan için de geçerli.
Campbell, Washington’un Pekin’i tanıyan ve Taipei ile gayri resmi ilişkiler için bir çerçeve belirleyen 1979 tarihli Tayvan İlişkileri Yasası’nı “dış politikadaki en önemli yasama liderliği örneği” olarak nitelendirdi. Tayvan’da barışı korumak ABD’nin çıkarlarına uygun olduğunu savundu.
“Sadece şunu söylemek isterim: [Tayvan ile] gayri resmi ilişkilerimizi derinleştirmek ve güçlendirmek ABD için hayati önem taşıyor ve Tayvan’ın Pasifik’te, güvenlik ve teknoloji alanlarında yaptığımız pek çok şeyde demokratik bir aktör ve gayri resmi ortak olarak gücünü kutlamalıyız” dedi.
Pekin, Tayvan yakınlarında askeri tatbikatlar düzenlerken, “saldırganlığı caydırmak, özellikle Tayvan Boğazı’nda hiç bu kadar önemli olmamıştı” dedi.
Campbell, Çin’in 1,4 milyarlık nüfusu ve ekonomik gücüyle Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetler Birliği’nden daha zorlu bir rakip haline geldiğini belirterek, bunun yine ittifakların güçlendirilmesine bağlı olduğunu savundu.
“Nihayetinde Çin’i caydırmanın en iyi yolu, ortaklarla birlikte hareket etmektir” dedi. Ancak ABD’nin gümrük vergileri ve diğer adımlarıyla kendini izole ettiğini belirtti.
Campbell, ‘Amerika Önce’ politikasının ‘Amerika Yalnız’ politikasına dönüşmemesi gerektiğini vurguladı. ‘Yalnız Amerika’, ABD’yi zayıflatacak, bizi daha fakir, daha güvensiz ve açıkçası hala bir dereceye kadar Amerikan liderliğine ihtiyaç duyan bir dünyada çok daha endişeli hale getirecektir.”
-
Görüş1 hafta önce
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?
-
Görüş2 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jeffrey Sachs: ABD’nin Asya’daki askeri üslerini kapatın
-
Dünya Basını2 hafta önce
Bender Abbas patlaması: Sabotaj mı kaza mı?
-
Rusya3 gün önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Dünya Basını2 hafta önce
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek
-
Görüş3 gün önce
Kim kazandı?
-
Dünya Basını2 hafta önce
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı