DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: Washington’un Ukrayna’da sona ihtiyacı var
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Savaşın maliyetli bir süreç olduğu aşikâr. Şimdilik sahası Ukrayna olan ve son bir buçuk yıldır tırmanan NATO-Rusya çatışması da benzer şekilde tarafların sırtına ağır yükler bindiriyor. Ukrayna, Batı’dan kontrolsüz ve koşulsuz bir şekilde ciddi miktarda askeri ve mali yardım aldı ve almaya devam ediyor, fakat bu sürdürülebilir bir durum değil. Bir son gerekiyor ama tarafların tutumları birbiriyle taban tabana zıt. ABD dış politikasında söz sahibi olduğu bilinen düşünce kuruluşu RAND Corporation’ın üst düzey araştırmacılarından Samuel Charap’ın Foreign Affairs’ta yayımlanan makalesinde Ukrayna ihtilafında Kore Savaşı ya da Arap-İsrail Savaşlarındakine benzer çözüm formülleri öneriliyor. Benzer öneriler şimdiye dek fazlaca odaktan gelmiş olsa da bu önerilerin geldiği yer makaleyi dikkat çekici kılıyor.
Kazanılamayacak savaş: Washington’un Ukrayna’da sona ihtiyacı var
Samuel Charap
5 Haziran 2023
Rusya’nın 2022’nin şubat ayında Ukrayna’yı işgal etmesi ABD ve müttefikleri açısından dönüm noktası oldu. Önlerinde acil bir görev vardı, o da Rus saldırganlığına karşı koyan Ukrayna’ya yardım etmek ve Moskova’yı ihlalleri nedeniyle cezalandırmak. Batı’nın reaksiyonu başından beri açık olsa da hedef —savaşın sonu— belirsizdi.
Bu belirsizlik ABD’nin yürüttüğü politikanın bir marazı olmaktan çok niteliği oldu. Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın 2022’nin haziran ayında ifade ettiği üzere, “Esasında oyunun sonu olarak gördüğümüz şeye zemin hazırlamaktan imtina ettik. […] Ukraynalıların elini önce savaş alanında, sonra da müzakere masasında mümkün olan en üst düzeyde güçlendirmek için bugün, yarın, gelecek hafta neler yapabileceğimize odaklandık.” Bu yaklaşım ihtilafın ilk aylarında anlamlıydı. O dönemde savaşın gidişatı netlikten uzaktı. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelensky, hala Rus mevkidaşı Vladimir Putin ile görüşmeye hazır olduğunu söylüyordu ve Batı, Kiev’e bugünden farklı olarak bırakın tankları ve uzun menzilli füzeleri, henüz sofistike kara tabanlı roket sistemleri bile tedarik etmemişti. Ayrıca, ABD’nin kendi kuvvetlerinin yer almadığı bir savaşın hedefi hakkındaki görüşlerini dile getirmesi her zaman zordu. Ülkeleri için can veren Ukraynalılar, bu yüzden Washington ne isterse istesin ne zaman duracaklarına nihayetinde onlar karar verecek.
Ancak ABD’nin artık savaşın nasıl sona ereceğine dair bir vizyon geliştirmesinin zamanı geldi. On beş aydır süren çatışmalar, her iki tarafın da —dış yardımla bile olsa— diğerine karşı mutlak bir askeri zafer elde etme kapasitesine sahip olmadığını açıkça ortaya koydu. Ukrayna kuvvetleri ne kadar toprak kurtarabilirse kurtarsın Rusya, Ukrayna için kalıcı bir tehdit oluşturma kapasitesini muhafaza edecektir. Ukrayna ordusu da ülkenin Rus kuvvetleri tarafından işgal edilen bölgelerini risk altında tutma ve Rusya’nın kendi içindeki askeri ve sivil hedeflere zarar verme kapasitesine sahip olacaktır.
Bu faktörler, net bir sonuç vermeyen, yıkıcı ve yıllar sürecek bir çatışmaya yol açabilir. Dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri gelecekteki stratejileri konusunda bir seçim yapmak durumunda. Önümüzdeki aylarda savaşı üzerinde müzakere edilmiş bir sona doğru yönlendirmeye çalışabilirler. Ya da bunu yıllar sonra da yapabilirler. Bekleme kararı alırlarsa çatışmanın temelleri muhtemelen aynı kalacak, fakat savaşın maliyetleri —insani, mali ve diğer— katlanmış olacak. Bu nedenle, en azından bir neslin en önemli uluslararası krizi haline gelen bu durum için etkili stratejilerden biri, ABD ve müttefiklerinin odak noktalarını değiştirmelerini ve oyunun sonunu kolaylaştırmaya başlamalarını gerektiriyor.
Kazanmak ne anlama gelmiyor?
Mayıs sonu itibariyle Ukrayna ordusu önemli bir karşı taarruz gerçekleştirmenin eşiğindeydi. Kiev’in 2022 sonbaharında daha önceki iki harekatta elde ettiği başarıların ardından ve bu çatışmanın genel manada öngörülemeyen tabiatı göz önüne alındığında, karşı taarruzun anlamlı kazanımlar üretmesi kesinlikle mümkün.
Batılı karar alıcıların dikkati öncelikle bunun gerçekleşmesi için lazım olan askeri teçhizat, istihbarat ve eğitimi sağlamaya yönelmiş durumda. Savaş alanında görünürde bu kadar çok şey değişirken, bazıları Batı’nın oyunun sonunu tartışmaya başlamasının zamanı olmadığını iddia edebilir. Ne de olsa Ukraynalılara başarılı bir taarruz harekâtı için şans verme görevi Batılı hükümetlerin kaynaklarını halihazırda zorluyor. Ancak iyi gitse bile karşı taarruz askerî açıdan belirleyici bir sonuç doğurmayacaktır. Hakikaten de cephe hattının büyük ölçüde hareketlenmesi bile çatışmayı mutlak anlamda sona erdirmeyecektir.
Daha geniş anlamda, ülkeler arası savaşlar genelde bir tarafın kuvvetleri haritada belirli bir noktanın ötesine itildiğinde sona ermez. Başka bir deyişle, toprak fethi —ya da yeniden fethi— kendi başına bir savaş sonlandırma biçimi değil. Muhtemelen Ukrayna’da da aynı şey geçerli olacak: Kiev tüm beklentilerin ötesinde başarılı olsa ve Rus birliklerini uluslararası kabul gören sınırın ötesine çekilmeye zorlasa bile Moskova’nın savaşmayı bırakması mümkün olmayacak. Fakat bunun yakın vadede gerçekleşmesi şöyle dursun, pek çok kişi için bir noktada gerçekleşmesi bile imkânsız. Önümüzdeki aylar için iyimser beklenti, bundan ziyade Ukraynalıların güneyde bazı kazanımlar elde edeceği, belki de Zaporijya ve Herson oblastlarının bazı kısımlarını geri alacağı ve Rusya’nın doğudaki saldırısını püskürteceği yönünde.
Bu muhtemel kazanımlar önemli olacaktır ve arzu edilir olması haklı. Bundan sonra Rus işgalinin tarifsiz dehşetine daha az Ukraynalı maruz kalacaktır. Kiev, Avrupa’nın en büyüğü olan Zaporijya Nükleer Enerji Santrali gibi önemli ekonomik varlıkların kontrolünü yeniden ele geçirebilir. Rusya ise askeri kabiliyetlerine ve küresel prestijine bir darbe daha indirerek bu durumun maliyetini daha da artırmış olur, nitekim bu Moskova adına stratejik bir felaket anlamına gelir.
Batı başkentlerindeki umut, Kiev’in savaş alanındaki kazanımlarının Putin’i müzakere masasına oturmaya zorlayacağı yönünde. Bir başka taktiksel gerilemenin Moskova’nın savaşa devam etme konusundaki iyimserliğini azaltması da mümkün. Ancak nasıl ki toprak kontrolünü kaybetmek savaşı kaybetmek anlamına gelmiyorsa bu, siyasi tavizleri de beraberinde getirmeyecektir. Putin yeni bir seferberlik ilan edebilir, Ukrayna kentlerine dönük bombardıman harekâtını yoğunlaştırabilir ya da zamanın kendisi için ve Ukrayna’nın aleyhine işleyeceğine inanarak mevcut çizgiyi koruyabilir. Kaybedeceğini düşünse bile savaşmaya devam edebilir. Diğer ülkeler de yenilginin kaçınılmaz olduğunu kabul etmelerine rağmen savaşmaya devam etmeyi seçmişlerdi; mesela I. Dünya Savaşı’ndaki Almanya’yı aklınıza getirin. Kısacası, savaş alanındaki kazanımlar tek başlarına savaşın sonunu getirmeyecektir.
İmkânsız görev mi?
Bir yılı aşkın süredir devam eden çatışmaların ardından, bu savaşın gideceği muhtemel istikamet netleşmeye başladı. Cephe hattının konumu bu bulmacanın önemli bir parçası, fakat en önemlisi olmaktan çok uzak. Aslında bu çatışmanın kilit yönleri iki yönlü: Her iki tarafın da birbirlerine karşı oluşturacağı daimî tehdit ve Rusya’nın ilhak ettiğini iddia ettiği Ukrayna toprakları üzerindeki huzursuz anlaşmazlık. Bunlar muhtemelen önümüzdeki uzun yıllar boyunca sabit kalacaktır.
Ukrayna, Batı’dan aldığı on milyarlarca dolarlık yardım, kapsamlı eğitim ve istihbarat desteğiyle etkileyici bir savaş gücü oluşturdu. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri, Rus işgali altındaki tüm bölgeleri risk altında tutabilecektir. Dahası Kiev, geçtiğimiz yıl tekrar tekrar gösterdiği üzere Rusya’yı bizzat vurma kabiliyetini de koruyacaktır.
Elbette Rus ordusu da Ukrayna’nın güvenliğini tehdit etme kapasitesine sahip olacaktır. Silahlı kuvvetleri, telafisi yıllar sürecek ciddi kayıplar ve teçhizat kayıpları yaşamış olsa da hala çok güçlüler. Ve her gün birer kez daha gösterdikleri üzere, şu anki üzücü durumlarında bile, Ukrayna askeri kuvvetleri ve siviller için ciddi ölçüde ölüm ve yıkıma neden olabilirler. Ukrayna’nın elektrik şebekesini yok etme harekâtı başarısız olmuş olabilir ama Moskova hava gücü, kara unsurları ve denizden fırlatılan silahlarla Ukrayna’nın kentlerini her an vurabilme kabiliyetini koruyacaktır.
Başka bir deyişle cephe hattı her nerede olursa olsun, Rusya ve Ukrayna birbirlerine karşı kalıcı bir tehdit oluşturacak kapasiteye sahip olacaktır. Ancak geçtiğimiz yılın gösterdikleri, Rusya’nın kitle imha silahlarına başvurmadığını varsayarsak (ki bu bile zaferi garantilemeyebilir), her ikisinin de mutlak bir zafer elde etme kapasitesine sahip olmadığını ya da olmayacağına işaret ediyor. 2022’nin başlarında, kuvvetleri çok daha iyi durumdayken Rusya, Kiev’i kontrol altına alamadı ya da demokratik olarak seçilmiş Ukrayna hükümetini deviremedi. Bu aşamada Rus ordusu, Moskova’nın Ukrayna’da kendisine ait olduğunu iddia ettiği tüm bölgeleri ele geçiremeyecek gibi görünüyor. Geçtiğimiz kasım ayında Ukraynalılar, Rusları Herson oblastındaki Dinyeper Nehri’nin doğu yakasına çekilmeye zorladı. Bugün Rus ordusu Herson ve Zaporijya oblastlarının geri kalanını ele geçirmek için nehrin karşısına geçecek durumda değil. Ocak ayında Donetsk oblastının Vuhledar civarındaki düzlüklerinde kuzeye doğru ilerleme teşebbüsü —nehir geçişinden çok daha az yorucu bir saldırı—Ruslar için kan gölüyle sonuçlandı.
Bu arada Ukrayna ordusu beklentilere meydan okudu ve okumaya da devam edebilir. Fakat sahada daha fazla ilerleme sağlanmasının önünde büyük engeller var. Rus kuvvetleri güneydeki en muhtemel ilerleme eksenine yoğun bir şekilde konuşlanmış halde. Açık kaynaklı uydu görüntüleri, cephe hattı boyunca aşılması zor olacak çok katmanlı fiziksel savunmalar —yeni siperler, araç önleyici bariyerler, teçhizat ve malzeme için engeller ve setler— oluşturduklarını gösteriyor. Putin’in geçen sonbaharda ilan ettiği seferberlik, daha önce Ukrayna’nın, Rusya’nın zayıf savunma hatlarının sürpriz bir saldırıya karşı savunmasız olduğu Harkov bölgesinde ilerlemesine imkân veren insan gücü sorunlarını telafi etti. Ve Ukrayna ordusu, çeşitli kabiliyetlerin entegre edilmesini gerektiren taarruz harekatlarıyla pek sınanmamış durumda. Ayrıca savaş sırasında, en son Donetsk oblastındaki küçük bir kent olan Bahmut’ta yaşanan savaşta kayda değer kayıplar verdi. Kiev, ayrıca topçu ve hava savunması da dahil olmak üzere kritik mühimmatlarda sıkıntı yaşıyor ve Batı’dan aldığı teçhizatın karmakarışık olması bakım ve eğitim kaynaklarını zorluyor.
Her iki tarafta da söz konusu olan bu kısıtlar, önümüzdeki aylarda hatta yıllarda iki tarafın da askeri yollarla belirtilen toprak hedeflerine ulaşamayacağını güçlü bir şekilde gösteriyor. Ukrayna için hedef son derece net: Kiev, Kırım ve Donbass’ın Rusya tarafından 2014’ten bu yana işgal edilen kısımlarını da içeren, uluslararası alanda tanınan tüm toprakları üzerinde kontrol sahibi olmak istiyor. Rusya’nın tutumu ise o kadar net değil, zira Moskova ilhak ettiğini iddia ettiği beş Ukrayna bölgesinden ikisinin —Zaporijya ve Herson— sınırları konusunda müphemiyetini koruyor. Bu ne olursa olsun, nihayetinde ne Ukrayna ne de Rusya kendi toprakları olarak gördükleri yerler üzerinde kontrol kuracak gibi görünmüyor (Bu, her iki tarafın da hak iddialarına eşit meşruiyet tanınması gerektiği anlamına gelmiyor. Ancak Rusya’nın tutumunun açıkça gayri meşru olması Moskova’yı bu tutumu korumaktan alıkoyacak gibi de görünmüyor). Başka bir deyişle, savaş toprak anlaşmazlığına bir çözüm bulunmadan sona erecektir. Ya Rusya ya da Ukrayna ya da daha büyük olasılıkla her ikisi de uluslararası sınır olarak tanımadığı fiili bir kontrol hattına razı olmak zorunda kalacak.
Sonsuz savaş başlıyor
Büyük ölçüde sabit olan bu faktörler Rusya ile Ukrayna arasında uzun süreli bir sıcak savaşa yol açabilir. Nitekim tarih de bunun en muhtemel netice olduğunu gösteriyor. Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nin, Uppsala Üniversitesi tarafından derlenen ve 1946-2021 yılları arasındaki verileri kullanarak yaptığı çalışma, ülkeler arası savaşların yüzde 26’sının bir aydan kısa bir sürede, yüzde 25’inin ise bir yıl içinde sona erdiğini ortaya koydu. Fakat çalışma aynı zamanda “ülkeler arası savaşlar bir yıldan uzun sürdüğünde, ortalama on yıldan fazla sürdüğü” sonucuna da vardı. On yıldan az sürenler bile son derece yıkıcı olabiliyor. Mesela İran-Irak savaşı 1980’den 1988’e kadar yaklaşık sekiz yıl sürmüş ve neredeyse yarım milyon insanın ölümüne ve bir o kadarının da yaralanmasına yol açmıştı. Ukrayna yaptığı onca fedakarlıktan sonra böyle bir akıbetten kaçınmayı hak ediyor.
Siyaset bilimci Miranda Priebe ile birlikte yazdığım yakın tarihli bir RAND çalışmasının da gösterdiği üzere Rusya ve Ukrayna arasında uzun sürecek bir savaş, ABD ve müttefikleri açısından da son derece sorunlu olacaktır. Uzun sürecek bir çatışma, Rusya’nın nükleer silah kullanması ya da Rusya-NATO savaşı gibi olası bir tırmanma riskini mevcut yüksek seviyede tutacaktır. Ukrayna, Batı’dan neredeyse tamamen iktisadi ve askeri yaşam desteği almak zorunda kalacak ve bu da eninde sonunda Batılı ülkeler için bütçe sıkıntılarına ve orduları için hazırlık sorunlarına neden olacaktır. Tahıl ve enerji fiyatlarındaki dalgalanma da dahil olmak üzere savaşın küresel iktisadi etkileri devam edecektir. ABD, kaynaklarını başka önceliklere odaklayamayacak ve Rusya’nın Çin’e olan bağımlılığı derinleşecektir. Uzun bir savaş Rusya’yı daha da zayıflatacak olsa da bu fayda bu maliyetlerden daha ağır basmayacak.
Batılı hükümetler Ukrayna’nın karşı taarruza hazırlanmasına yardımcı olmak için ellerinden geleni yapmaya devam ederken, aynı zamanda savaşın sona erdirilmesine yönelik bir strateji benimsemeli; bu ideal olmaktan uzak koşullar altında makul olan bir oyun sonu vizyonu. Mutlak bir askeri zafer pek mümkün olmadığından, belirli oyun sonları artık makul değil. Moskova ile Kiev arasında sınırlar gibi temel konulardaki görüş ayrılıklarının devam ettiği ve bunca can kaybı ve sivil ölümden sonra yaşanan yoğun mağduriyetler göz önüne alındığında, Rusya ile Ukrayna arasındaki ilişkileri normalleştirecek bir barış anlaşması veya kapsamlı bir siyasi çözüm de imkânsız görünüyor. İki ülke sıcak savaş sona erdikten çok sonra da düşman olmaya devam edecek.
Savaşı herhangi bir müzakere olmaksızın sona erdirmek Batılı hükümetler ve Kiev için kışkırtılmamış bir saldırı eylemi ve korkunç savaş suçları işlemiş bir hükümetin temsilcileriyle görüşmeye tercih edilebilir görünebilir. Ancak bu yoğunluk seviyesine ulaşan ülkeler arası savaşlar, müzakere olmaksızın kolayca sona erme eğiliminde olmaz. Savaş devam ederse, 2014’ten 2022’ye kadar Donbass’ta olduğu gibi düşük yoğunluklu lokal bir çatışmaya dönüştürmek de son derece zor olacaktır. Bu dönemde savaşın Ukrayna’daki çatışma bölgesi dışındaki yaşam üzerinde nispeten az bir etkisi oldu. Mevcut cephe hattının uzunluğu (600 milden fazla), hattın çok ötesindeki kentlere ve diğer hedeflere yapılan saldırılar ve her iki ülkede de devam eden seferberlik (Rusya’da kısmi, Ukrayna’da tam) iki savaşan taraf üzerinde sistemik —belki de neredeyse varoluşsal— etkilere sahip olacaktır. Mesela, hava sahası kapalı, limanları büyük ölçüde abluka altında, kentleri ateş altında, çalışma çağındaki erkekleri cephede savaşırken ve milyonlarca sığınmacı ülkeye dönmek istemezken Ukrayna ekonomisinin nasıl toparlanabileceğini tahayyül etmek zor. Bu savaşın etkilerinin belirli bir coğrafya ile sınırlandırılabileceği noktayı çoktan geçtik.
Müzakereler gerekli olacağından ancak bir çözüm söz konusu olmadığından, en makul olanı nihai bir ateşkes anlaşmasıdır. Ateşkes —esasen siyasi ayrışmalar arasında köprü kurmayan kalıcı bir ateşkes anlaşması— Rusya ile Ukrayna arasındaki sıcak savaşı sona erdirecek ama daha geniş çaplı çatışmayı sona erdirmeyecektir. Bunun en iyi örneği 1953 Kore ateşkesidir; bu ateşkes sadece ateşkesin sürdürülmesinin mekaniği ile ilgilenmiş ve tüm siyasi meseleleri masanın dışında bırakmıştı. Her ne kadar Kuzey ile Güney Kore teknik olarak hala savaş halinde olsalar ve her ikisi de yarımadanın tamamının kendi egemenlik alanları olduğunu iddia etseler de, ateşkes büyük ölçüde geçerli oldu. Böyle tatmin edici olmayan bir netice, savaşın sona ermesinin en muhtemel yolu.
Kore örneğinin aksine ABD ve müttefikleri Ukrayna’da savaşmıyor. Kiev ile Moskova’da alınacak kararlar Berlin, Brüksel ya da Washington’da alınacak kararlardan çok daha belirleyici olacaktır. Batılı hükümetler isteseler bile Ukrayna’ya ya da Rusya’ya şartları dikte edemezler. Yine de Kiev’in nihayetinde kendi kararlarını vereceğini kabul etmekle birlikte ABD ve müttefikleri, Ukrayna ile yakın istişare içinde, oyunun sonuna ilişkin vizyonlarını tartışmaya ve ortaya koymaya başlayabilirler. Bir ölçüde halihazırda aylardır bunu yapıyorlar: ABD Başkanı Joe Biden’ın 2022’nin mayıs The New York Times’ta yayımlanan köşe yazısı, yönetiminin bu savaşın müzakere masasında sona ereceğini düşündüğünü açıkça ortaya koydu. Üst düzey yetkilileri o zamandan beri bu görüşü düzenli olarak yinelediler, ancak Ukrayna’ya “gerektiği kadar” yardım etme dili genellikle daha fazla dikkat çekiyor. Fakat Washington daha fazla ayrıntı vermekten ısrarla kaçındı. Dahası ne ABD hükümeti içinde ne de Washington, müttefikleri ve Kiev arasında nihai müzakerelerin pratikleri ve muhtevası üzerine düşünme üzerine devam eden herhangi bir çaba var gibi görünmüyor. Karşı taarruz için kaynak sağlama çabalarıyla karşılaştırıldığında, bundan sonra ne olacağını şekillendirmek için neredeyse hiçbir şey yapılmıyor. Biden yönetimi bu boşluğu doldurmaya başlamalı.
Beklemenin maliyeti
Diplomasinin rayına oturtulması için atılacak adımların Ukrayna’ya askeri yardım sağlama ya da Rusya’ya maliyet yükleme çabalarını etkilemesi gerekmiyor. Tarihsel olarak, savaşlarda aynı anda hem savaşıp hem de müzakere etmek yaygın bir uygulama olmuştur. Kore Savaşı sırasında en yoğun çatışmalardan bazıları, ABD’nin kayıplarının yüzde 45’inin yaşandığı iki yıllık ateşkes müzakereleri sırasında gerçekleşmişti. Kaçınılmaz diplomasi için plan yapmaya başlamak, ABD politikasının diğer mevcut unsurlarına ve devam etmekte olan savaşa paralel olarak gerçekleşebilir ve gerçekleşmelidir.
Kısa vadede bu, hem karşı taarruzda Kiev’e yardım etmeye devam etmek hem de müttefikler ve Ukrayna ile oyunun sonu hakkında paralel müzakerelere başlamak anlamına geliyor. Prensipte Rusya ile müzakere yolunun açılması savaş alanındaki ilerlemeyle çelişmemeli, aksine onu tamamlamalı. Ukrayna’nın kazanımları Kremlin’i uzlaşmaya daha istekli hale getirmişse, bunu öğrenmenin tek yolu işleyen bir diplomatik kanal olacaktır. Böyle bir kanalın kurulması ne Ukrayna’nın ne de Batılı ortaklarının Rusya üzerindeki baskıyı azalttığının göstergesi olarak görülmemeli. Etkili bir strateji hem zorlama hem de diplomasi gerektirecektir. Biri diğerinin zararına olamaz.
Müzakerelere zemin hazırlamak konusunda beklemenin de bir maliyeti var. Müttefikler ve Ukrayna, diplomatik bir strateji geliştirmeden ne kadar uzun süre beklerse, bunu yapmak o kadar zorlaşacaktır. Aylar geçtikçe ilk adımı atmanın siyasi bedeli de artacaktır. Şimdiden, ABD ve müttefiklerinin diplomatik yolu açmak için yapacakları herhangi bir hamlenin —Ukrayna’nın desteğiyle bile olsa— politikadan geri dönüş ya da Batı’nın Kiev’e verdiği destekten vazgeçmesi olarak algılanmaması için hassas bir şekilde yönetilmesi gerekecek.
Hazırlıklara şimdi başlamak da mantıklı zira çatışma diplomasisi bir gecede sonuç vermeyecektir. Sahiden de müttefikler ve Ukrayna’nın müzakere stratejisine dair aynı noktada buluşması haftalar, belki de aylar alacaktır; müzakereler başladığında Rusya ile anlaşmaya varmak ise daha da uzun sürecektir. Kore ateşkesi örneğinde, yaklaşık 40 sayfalık anlaşmaya son şeklini vermek için iki yıl boyunca 575 toplantı yapılması gerekmişti. Diğer bir deyişle, yarın bir müzakere platformu kurulsa bile, silahların susması için aylar geçmesi gerekecektir (eğer müzakereler başarıya ulaşırsa, ki bu da kesin değil).
Ateşkesi kalıcı hale getirecek tedbirlerin tasarlanması çetrefilli ama kritik bir görev olacaktır ve Washington, bu çabada Kiev’e yardımcı olmaya hazır olup olmadığından emin olmalı. Zelenskiy de dahil olmak üzere Ukraynalı yetkililerin alaycı bir şekilde “Minsk 3” olarak tanımladıkları ve Rusya’nın daha önceki işgallerinin ardından 2014 ve 2015 yıllarında Belarus’un başkentinde yapılan iki başarısız ateşkes anlaşmasına atıfta bulunan durumdan nasıl kaçınılacağı konusunda ciddi bir çalışma başlatılmalı. Bu anlaşmalar şiddeti kalıcı olarak sona erdirememiş ve tarafların uymasını sağlayacak etkili mekanizmalar içermemişti.
Siyaset bilimci Virginia Page Fortna, 1946 ve 1997 yılları arasındaki çatışmalardan elde edilen verilere başvurarak askerden arındırılmış bölgeler, üçüncü taraf garantileri, barış gücü veya anlaşmazlıkların çözümüne dönük ortak komisyonlar düzenleyen ve spesifik (belirsizliğe karşı) bir dil içeren güçlü anlaşmaların daha kalıcı ateşkesler sunduğunu göstermişti. Bu mekanizmalar, ezeli düşmanların temel farklılıklarını çözmeden barışa ulaşmalarını sağlayan karşılıklılık ve caydırıcılık ilkelerini güçlendirir. Bu mekanizmaların Ukrayna savaşına uyarlanması zor olacağından, hükümetlerin şimdiden bunları geliştirme konusunda çalışması gerekiyor.
Bu savaşı sona erdirecek bir ateşkes iki taraflı bir anlaşma olacak olsa da ABD ve müttefikleri Ukrayna’ya müzakere stratejisinde yardımcı olabilir ve olmalıdır. Buna ek olarak, tarafları masaya oturmaya teşvik etmek ve muhtemel ateşkesin çökme ihtimalini en aza indirmek adına, paralel olarak ne gibi tedbirler alabileceklerini düşünmeliler. Fortna’nın araştırmasının da ortaya koyduğu gibi, Ukrayna’ya yönelik güvenlik garantileri —Moskova’nın yeniden saldırması halinde Kiev’in Rusya ile tek başına yüzleşmeyeceğine dair güvence— bu denklemin bir parçası olmalı. Güvenlik garantileri tartışması çoğu zaman Ukrayna’nın NATO üyeliği meselesine indirgeniyor. Bir üye olarak Ukrayna, NATO’nun kurucu anlaşmasının, üyelerin aralarından birine karşı silahlı bir saldırıyı hepsine karşı yapılmış olarak kabul etmelerini gerektiren 5. Maddesinden faydalanacaktır. Fakat NATO üyeliği 5. Maddeden daha fazlası. Moskova’nın bakış açısına göre ittifaka üyelik, Ukrayna’yı ABD’nin kendi güç ve imkanlarını konuşlandıracağı bir hazırlık sahasına dönüştürecektir. Dolayısıyla, müttefikler arasında Kiev’e üyelik teklif etme konusunda bir fikir birliği olsa bile (ki yok), Ukrayna’ya NATO üyeliği yoluyla bir güvenlik garantisi verilmesi barışı Rusya için cazip olmaktan çıkarabilir ki Putin de savaşı sürdürmeye karar verebilir.
Bu çemberin içini doldurmak zor ve siyasi açıdan sıkıntılı olacaktır. Muhtemel modellerden biri, İsrail’in Mısır ile barışı kabul etmesinin temel ön koşullarından biri olan 1975 tarihli ABD-İsrail mutabakat zaptı. Belgede “ABD’nin İsrail’in bekası ve güvenliğine dönük uzun süredir var olan taahhüdü ışığında, ABD hükümetinin İsrail’in güvenliğine veya egemenliğine bir dünya gücü tarafından yapılacak tehditleri özel bir ciddiyetle değerlendireceği” belirtiliyor. Belge, böyle bir tehdit durumunda ABD hükümetinin “anayasal uygulamalarına uygun olarak İsrail’e verebileceği diplomatik ya da başka türlü destek ya da yardım konusunda” İsrail ile istişarede bulunacağını ifade ediyor. Belgede ayrıca Mısır’ın ateşkesi ihlal etmesi durumunda “ABD’nin düzeltici eylemde bulunacağı” da açıkça taahhüt ediliyor. Bu, İsrail’i hedef alan bir saldırının ABD’yi hedef almış bir saldırı olarak görüleceğine dair açık bir taahhüt değil, ancak buna yaklaşıyor.
Ukrayna’ya verilecek benzer bir güvence Kiev’e daha fazla güvenlik hissi kazandıracak, Ukrayna ekonomisine özel sektör yatırımını teşvik edecek ve gelecekteki Rus saldırganlığına karşı caydırıcılığı artıracaktır. Bugün Moskova, Ukrayna’ya saldırması halinde ABD’nin askeri müdahalede bulunmayacağından emin olsa da bu tür bir açıklama Kremlin’in iki kez daha düşünmesine neden olacaktır; fakat Rusya’nın sınırlarında yeni Amerikan üsleri kurulması olasılığını artırmayacaktır. Elbette Washington’un ateşkesin kalıcılığına güvenmesi gerekir ki taahhüdün sınanma olasılığı düşük kalsın. Rusya ile savaştan kaçınmak bir öncelik olmaya devam etmeli.
Zamanı geldiğinde Ukrayna, Kiev’in inandırıcı bir caydırıcı güç oluşturmasına yardımcı olmak için yeniden inşa yardımı, Rusya için hesap verebilirlik tedbirleri ve barış döneminde daimî askeri yardım gibi başka teşviklere ihtiyaç duyacaktır. Buna ek olarak, ABD ve müttefikleri Rusya’ya uygulanan zorlayıcı baskıyı, barışı daha cazip bir alternatif haline getirme çabalarıyla desteklemeli; örneğin yaptırımların koşullu olarak hafifletilmesi —uyulmaması halinde geri adım atılması— uzlaşmayı teşvik edebilir. Batı ayrıca ileride Rusya ile benzer bir krizin patlak verme ihtimalini en aza indirmek için Avrupa’nın daha geniş güvenlik meseleleri konusunda diyaloğa açık olmalı.
Müzakereler başlasın
Önümüzdeki aylarda bu vizyonu gerçeğe dönüştürmeye yönelik ilk adım, ABD hükümetinde diplomatik yolu geliştirmeye yönelik çabanın başlatılması olabilir. ABD’nin yeni bir askeri komuta unsuru olan Ukrayna Güvenlik Yardımı Girişimine üç yıldızlı bir general tarafından yönetilen ve 300 kişilik bir kadroya sahip olan yardım ve eğitim misyonu tahsis edildi. Yine de ABD hükümetinde tam zamanlı işi çatışma diplomasisi olan tek bir yetkili yok. Biden, neredeyse tüm ilgili başkentlerde bu krizde kenara itilmiş olan dışişleri bakanlıklarının ötesine geçebilecek bir şahsiyet, belki de özel bir başkanlık elçisi atamalı. Daha sonra ABD, Ukrayna ile ve G7 ve NATO’daki müttefikleri arasında oyunun sonu hakkında gayrı resmi müzakerelere başlamalı.
Buna paralel olarak ABD, savaşla ilgili olarak Ukrayna, müttefikleri ve Rusya’yı kapsayan düzenli bir iletişim kanalı kurmayı düşünmeli. Bu kanal başlangıçta ateşkes sağlamayı amaçlamayacaktır. Bundan ziyade kilit devletler ve uluslararası kurumların temsilcilerinden oluşan gayrı resmi bir grubun düzenli olarak bir araya geldiği, Balkan savaşları sırasında kullanılan temas grubu modeline benzer şekilde, katılımcıların tek seferlik karşılaşmalar yerine sürekli olarak etkileşimde bulunmalarına olanak sağlayacaktır. Bu tür tartışmalar, ABD’nin İran ile 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmayla ilgili ilk temaslarında olduğu gibi, kamuoyunun gözü önünde başlamalı.
Bu çabalar anlaşmayla sonuçlanmayabilir. Başarı ihtimali düşük ve müzakerelerden bir anlaşma çıksa bile kimse tam anlamıyla tatmin olmuş olarak ayrılmayacaktır. Kore ateşkesi, imzalandığı dönemde hiçbir şekilde ABD dış politikasının bir zaferi olarak görülmüyordu; ne de olsa Amerikan halkı net bir çözümü olmayan kanlı savaşlara değil, mutlak zaferlere alışmıştı. Ancak aradan geçen yaklaşık 70 yıl boyunca yarımadada yeni bir savaş patlak vermedi. Bu arada Güney Kore, 1950’lerin yıkımından çıkarak bir ekonomik güç merkezi ve nihayetinde gelişen bir demokrasi haline geldi. Savaş sonrası Ukrayna’nın da benzer şekilde müreffeh, demokratik ve Batı’nın güvenliğine güçlü bir şekilde bağlı olduğu bir ülke olması gerçek bir stratejik zafer anlamına gelecektir.
Ateşkese dayalı bir oyun sonu, Ukrayna’yı —en azından geçici olarak— tüm topraklarından yoksun bırakacaktır. Fakat ülke ekonomik olarak toparlanma fırsatına sahip olacak ve ölüm ve yıkım sona erecektir. Ülke, Moskova’nın işgal ettiği bölgeler üzerinde Rusya ile çatışma içinde kalmaya devam edecek ama bu çatışma Batı’nın desteğiyle Ukrayna’nın avantajlı olacağı siyasi, kültürel ve iktisadi alanlarda yaşanacaktır. Barış şartlarıyla bölünmüş bir başka ülke olan Almanya’nın 1990’da başarılı bir şekilde yeniden birleşmesi, çekişmenin askeri olmayan unsurlarına odaklanmanın sonuç verebileceğini gösteriyor. Bu arada, Rusya ile Ukrayna arasındaki bir ateşkes de Batı’nın Rusya ile çatışmasını sona erdirmeyecektir, fakat doğrudan bir askeri çatışma riski ciddi ölçüde azalacak ve savaşın küresel sonuçları hafifleyecektir.
Pek çok yorumcu bu savaşın sadece muharebe alanında karara bağlanması gerektiği konusunda ısrar etmeye devam edecektir. Ancak bu görüş, cephe değişse bile savaşın yapısal gerçeklerinin değişme ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu ortaya koyuyor ki bu da garanti olmaktan uzak bir sonuç. ABD ve müttefikleri, Ukrayna’ya aynı anda hem savaş alanında hem de müzakere masasında yardım edebilmeli. Şimdi başlamanın tam vakti.
İlginizi Çekebilir
-
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
Batı, Çin’in ‘hakimiyetini kırmak’ için lityuma daha fazla destek vermeye çağırıldı
-
Üst düzey ABD yetkilisi İsrail’i Hizbullah’la savaşın ‘feci sonuçları’ konusunda uyardı
-
ABD, Google’ı reklam teknolojisi pazarında tekelcilikle suçluyor
-
Ukrayna 144 İHA ile Rusya’ya saldırdı
-
IBM Ar-Ge’sini Çin dışına taşıma kararı aldı
DÜNYA BASINI
Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri
Yayınlanma
4 gün önce07/09/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’
Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları
Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”
Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…
Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?
McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid(1) atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar(2) bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.
McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.
18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.
Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.
McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.
McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.
Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?
Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).
Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.
McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.
Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.
Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.
Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.
Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi
Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.
O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.
Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriff’in “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).
McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.
Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu”(3) olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.
Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.
(1) Şempanze ve bonobo, goril, insan ve orangutan cinsi hayvan türlerini içerisinde barındıran, “hominidae” ailesinin üyelerini içeren adlandırma. (ç.n)
(2) İnsan (Homo sapiens), günümüzde yaşayan, hominid bir hayvan türü. (ç.n)
(3) Thomas Piketty’nin sol partilerin günden güne işçi sınıfı tabanından uzaklaşarak yüksek eğitimli seçmenler ve elitlerin hakimiyetine girmesine ilişkin bir analojisi. (ç.n.)
Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.
Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?
Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor
Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024
Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.
Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.
Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.
Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.
Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.
Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.
Amerikan rüyası
Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.
ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.
Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.
Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.
Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.
Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.
Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.
Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.
Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.
Çöküşteki gıda sistemi
Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?
Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.
Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.
Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.
Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.
Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.
Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.
Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”
Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.
ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.
Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.
“Tanrı’yı oynamak”
Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”
Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.
Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.
Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.
Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.
Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.
Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.
“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”
Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.
“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”
Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”
Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.
Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.
AVRUPA
Telegram, 2023’te 173 milyon dolar zarar etti
Yayınlanma
2 hafta önce30/08/2024
Yazar
Harici.com.trFinancial Times‘ın (FT) aktardığı şirketin mali tablolarına göre Telegram, 2023 yılında 342 milyon dolar gelir elde ederken, işletme giderleri 108 milyon dolar oldu ve toplam 173 milyon dolar zarar etti.
Habere göre zarar, Toncoin de dahil olmak üzere Telegram tarafından tutulan dijital varlıkların değerindeki artışla kısmen dengelendi.
Mesajlaşma platformu kendi mali raporlarını yayımlamıyor. Gazeteye göre, Telegram’ın dijital varlıkları 2023’te yaklaşık 400 milyon dolar değerindeydi.
Şirket, 2024 yılında yaklaşık 244 milyon dolar değerinde Toncoin sattı. Ancak, Telegram CEO’su Pavel Durov’un gözaltına alınması haberinin ardından Toncoin’in değeri yüzde 20 düşerek 5,46 dolara geriledi.
Habere göre, Fransa’da Durov’a karşı devam eden soruşturma, Telegram’ın önümüzdeki iki yıl içinde ilk halka arz planlarını raydan çıkarabilir, zira yatırımcılar ve reklam verenler platforma yatırım yapma konusunda isteksiz olabilirler.
Bu yılın başlarında Durov, Telegram’da hisse edinmek isteyen yatırımcıların şirkete 30 milyar dolar değer biçtiğini belirtmişti.
Temmuz ayı itibariyle Telegram’ın aylık kullanıcı sayısı 950 milyona ulaşmıştı. TechCrunch‘a göre, Durov’un gözaltına alınmasını takip eden günlerde, iOS platformundaki indirme sayısı küresel olarak yüzde 4 arttı.
Fransa’da uygulama, sosyal ağ uygulamaları arasında indirme listelerinin başında yer aldı ve genel olarak üçüncü sıraya yerleşti.28 Ağustos’ta, gözaltına alınmasından dört gün sonra Fransız yargısı Pavel Durov’u 5 milyon avro kefaletle adli gözetim altında serbest bıraktı.
Telegram’daki dolandırıcılık faaliyetleri ve şirketin Fransız yetkililerle işbirliği yapmayı reddetmesiyle ilgili altı suçlamayla karşı karşıya.
Draghi raporu Alman hükümetini böldü, Hollanda’dan tepki aldı
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
İsveç’te “tersine göç” tartışması koalisyonu böldü
Japonya’da koasliyon lideri Natsuo Yamaguchi istifa kararını duyurdu
Batı, Çin’in ‘hakimiyetini kırmak’ için lityuma daha fazla destek vermeye çağırıldı
Çok Okunanlar
-
RUSYA2 hafta önce
ABD istihbaratı: Ukrayna, Kursk’ta ele geçirdiği toprakları elinde tutma niyetinde
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Çin-Rusya ödemeler sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Kendimizi ilk günden itibaren savaşmaya hazır hale getiriyoruz’
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Suriye ile normalleşme başka bahara kalamaz: Pişmiş aşa su katılmaz
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Avrupa’da Ukrayna ile “dayanışma yorgunluğu”