DÜNYA BASINI
Rus ekonomist Glazyev yazdı: Stratejik planlama sisteminin iyileştirilmesi üzerine
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınAşağıda bulacağınız epey uzun ve bir ölçüde de teorik yazı, giriş kabilinden ilk paragrafı dışında Türkçeye eksiksiz olarak çevrildi.
Bu uzun yazı, tarih, siyaset ve iktisat açısından not alınarak okumaya değer. Meselenin tarih tarafı, Sovyet planlamacılığıyla ilgili. Siyaset tarafı, devlet idaresinin özerklik alanının genişletilmesiyle ilgili. Siyaset tarafıyla iç içe olan iktisat tarafı, tekellerin dizginlenmesi ve merkezi planlamaya tabi kılınmasıyla ilgili.
Ama bu zaten yeterince uzun yazının girişine bir de bu konularda uzun uzadıya yazmak anlamsız olacak. Mülahazaları başka bir zamana bırakalım; ama hiç değilse, benim Rusya ile ilgili hemen bütün yazılarımdan başka Glazyev’in ve Mamedov’un Harici’de daha önce yayınlanmış makalelerini, ama en çok da (Patruşev’in müsteşarı) Nazarov’un stratejik planlama ile ilgili hacimli doçentlik tezine ilişkin Afinogenov’un gene Harici’de yayınlanan incelemesine gönderme yapmak gerek.
Glazyev’in makalesi, 18 Mayıs’ta Duma’da Moskova Maliye ve Hukuk Üniversitesi Devlet Planlama Enstitüsü tarafından düzenlenen konferansta sunuldu.
* * *
“Stratejik Planlama Sisteminin İyileştirilmesi Üzerine”
Sergey Glazyev
… Bilimsel-teknolojik gelişmenin iktisadi kalkınmanın önde gelen bir faktörü olmasıyla birlikte, devletin en önemli işlevi, uzun vadeli tahmin ve bilimsel-teknolojik ve iktisadi kalkınmanın projelendirilmesi haline geliyor. Böylelikle, hızlı teknolojik değişikliklerin yüksek belirsizliği şartlarında devlet, iktisadi faaliyet unsurlarına çok çeşitli olası teknolojik izlekler üzerinde yoğunlaşmalarında ve zamanında doğru yatırım kararları almalarında yardım ediyor. Devlet, iktisadi kalkınmanın gelecekteki istikametlerini tespit eder, bunların hayata geçirilmesi için bilimsel araştırma çalışmalarını, altyapı tesislerini ve öğrenim potansiyelini zamanında kurarken, milli iktisadın rekabet kapasitesini de yükseltir, teknolojik-iktisadi gelişmenin çığır açan alanlarında görece avantajlar yaratır.
Ülkemiz, stratejik planlama işlevlerinin başlatıcısıdır; bu işlevlerin devlet idaresi sisteminde şekillenmesi daha geçtiğimiz yüzyıl Birinci Dünya Savaşı’ndan önce başlar. Rusya devletinin teknolojik geri kalmışlığı aşmak için ana demiryolu hatlarının örgütlenmesi, savunma sanayisi, devasa coğrafyanın kullanıma açılması işlevlerini üstlenmesi gerekmişti. GOELRO (Rusya’nın Elektrifikasyonu Devlet Komisyonu; Lenin’in “Sovyet iktidarı artı elektrifikasyon eşittir komünizm” formülünün ikinci parçası, komünizmin maddi temeli olarak sanayileşmenin tetikleyicisi — H.Y.) planı, başarılı bir devlet stratejik planlamasının klasik örneği oldu. Sovyet planlama sistemi bu yaklaşımı geliştirdi ve konut inşasından başlayarak uzay uçuşlarına kadar karmaşık kalkınma problemlerini çözebildi.
Bununla birlikte SSCB’deki işlek direktif planlama sisteminin bürokratizasyonu ve formalizasyonu, büyük iktisadi devlet kurumlarının menfaatlerinin yeniden üretilmesiyle koşullanan sistematik hataların birikmesine yol açtı. Mevcut sınai ve teknolojik sistemlerin sonu gelmezcesine yeniden üretilmesinin ağır ataleti efektifliğin düşmesine ve SSCB’nin teknolojik geri kalmışlığının artmasına, nihayetinde çöküşüne yol açtı.
Direktif planlamanın katılığı, Sovyet sosyalizm sisteminin karakteristiğidir; bu katılık birçok açıdan SSCB’nin militarizasyonuyla koşullanmıştı, zira SSCB, İkinci Dünya Savaşı’nın muzaffer surette tamamlanmasına kadar düşman bir çevre içinde hayatta kalmak zorundaydı. Ama bunu takip eden ABD ve müttefikleriyle ile soğuk savaş, kamu iktisadının örgütlenmesinde (onun gelişmesini savunma ve milli güvenliğin sağlanması görevlerinin yerine getirilmesine bağımlı kılan) seferberlik yöntemlerinin korunmasına mecbur bıraktı. SSCB’nin dağılmasından ve iki sistemin soğuk savaşının sona ermesinden, sosyalist ülkelerin çoğnluğunun pazar ekonomisine geçmesinden sonra direktif planlama güncelliğini kaybediyor ve yerini sosyal-iktisadi gelişmenin indikatif planlaması alıyor. Böylelikle indikatif planlama stratejik planların tamamlanmasını temin ederken milli iktisadı kalkındırmaya yönelik stratejik idare sisteminin parçası haline geliyor.
Ülkemizde SSCB’nin çöküşüyle eşzamanlı olarak merkezi planlama sistemi de parçalanırken (üstelik bu sistemin yerine bugüne kadar, sosyal-iktisadi kalkınma hedeflerine erişilmesi için milli iktisadın entegrasyonuna yönelik hiçbir alternatif mekanizma da konulmuş değildir) dünyadaki önde gelen devletlerin çoğunda planlama metodolojisi gelişmeye ve iyileştirilmeye devam etti. Çin Halk Cumhuriyeti’nde direktif planlamadan stratejik planlamaya geçiş, özel bir ilgi konusudur; Çin, sadece sosyalist oryantasyonunu korumakla kalmadı, 21’inci yüzyılda efektif bir sosyal-iktisadi kalkınma idaresinin de örneği oldu.
Dünyadaki iktisaden kalkınmış ülkelerin çoğunda devlet planlama ve düzenleme sistemi, planlamanın taban genişliğini daraltan, ekonominin işlevsellik parametrelerini içeren detaylı ve kapsayıcı belgelerin birbirine bağlı vertikal, piramidal organizasyonu şeklinde formüle ediliyor. Devletler uzun vadeli düzenleyici faaliyetleri çerçevesinde orta vadeli kalkınma programları üzerinde çalışıyor ve bunları gerçekleştiriyorlar. Orta vadeli programlar çerçevesinde de kısa vadeli devlet planlaması, ekonominin ve sosyal alanın düzenlenmesi yapılıyor. Bunlar, mali, vergi ve diğer yıllık döngüsel vasıtalar aracılığıyla konjonktürel düzenleme şeklinde hayata geçiriliyor.
Rusya’da bu türden bir belgelerin hiyerarşik örgütlenme sistemi, 28 Haziran 2014’te kabul edilen “Rusya Federasyonu’nda Strateji Planlama” federal kanunuyla düzenlenir. Bundan başka 8 Kasım 2021’de Rusya Başkanı imzasını taşıyan 633 sayılı “Rusya Federasyonu’ndan stratejik planlama alanında devlet siyasetinin temellerinin onaylanması hakkında” kararname de çıktı. Bunlara uygun olarak idarenin bütün alanlarında onbinlerce stratejik planlama belgesi üzerinde çalışılıyor. Ancak problem şu: mevcut normlar, bunların gerçekleşmesi ve planlanan göstergelere ulaşılmasında sorumluluk mekanizmaları öngörmüyor. Diğer bir problem, bu muazzam miktardaki stratejik planlama belgelerini birbiriyle koordine etmek, bunları denge ve kaynak temini açısından denetlemek.
Son yıllarda hükümet tarafından bu problemlerin idari sisteme modern dijital teknolojiler katmak temelinde çözümü için etkili tedbirler alındı. Bu teknolojiler, federal seviyedeki stratejik planlama belgelerini, bunların hayata geçirilmesine yönelik etkinlikleri ve uygulanmasının kontrolünü birleşik bir enformasyon sistemine bağlıyor. 2021’de bu çalışmanın teknolojik iskeleti şekillendirildi; hükümet Koordinasyon Merkezi kuruldu, temel kısa, orta ve uzun vadeli görevler dijitalize edildi, bunlar ilk defa birleşik bir mali, personel ve proje dengesinde bir araya getiriliyorlar, milli projelerin hedef ve ödevleri üç yıllık bütçede yansımasını buluyor. Hükümetin üretkenliği en az iki kat arttı; 2000-2020 arasında hükümetin yıllık ortalama 950 kanunu (kararnamesi) kabul edilmişti, 2020-2022’de ise yılda 2000’den çok kanun geçti; milli projelerin bütçe uygulaması da büyük artış gösterdi; 2019’da planın yüzde 90’ı seviyesindeyken 2020 ve 2021’de yüzde 97 ve üzerine çıktı. Proje ve program finansmanı, kamu-özel ortaklıkları ve interaktif stratejik planlama için planlar ve prosedürler üzerinde çalışılıyor.
Hükümetin kurduğu Koordinasyon Merkezi, milli projelerin, devlet programlarının uygulanmasını, ülkenin siyasi yönetiminin koyduğu sosyal-iktisadi kalkınma hedeflerinin hayata geçirilmesi çalışmasını online olarak takip etmeye imkân sağlıyor. Sorumluların istikametlere göre tespiti, planlanan etkinliklerin yerine getirilmesinde kontrolü temin ediyor. Neticede sisteme girilen stratejik planlama belgelerinin hayata geçirilmesi için etkinliklerin uygulanması faaliyetinde bütünlük, komplekslik, şeffaflık ve yüksek bir efektivite temin ediliyor. Bu sistem tamamlanan etkinliklerin gerçek sonuçlarının göstergeleriyle tamamlanabilirse (üretim çıktısı ve sağlanan hizmet hacimlerindeki büyüme, yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve uygulanması, istihdam yaratılması, sermaye yatırımları ve hayata geçirilen üretim kapasiteleri) ve bunlar materyal ve sektörler arası bilanço sistemine taşınırsa, bu durumda hayata geçirilen etkinliklerin efektivitesinin makroekonomik göstergelerde yansımasını almak da mümkün olabilir.
Sosyal-iktisadi kalkınmanın stratejik planlamasında ana çizgilerin meydana getirilmesini tamamlamak için başta para-kredi olmak üzere makroekonomik siyasetin eksiz bileşenlerini de ona katmak zaruridir. Şu anda para-kredi siyaseti otonom şekilde yürütülüyor, stratejik planlama belgelerine değil IMF tavsiyelerine uygun ve bu tavsiyeler de siyasi seviyede alınan iktisadi kalkınma hedeflerine erişilmesini dışlıyor. Başkan bir iktisadi atılım görevi koyuyor, Merkez Bankası ise bunun gerçekleşmesini bloke ediyor, “enflasyon hedeflerine varılması” bahanesiyle yatırım kredilerini kısıyor; devlet bankaları yatırım kredileri yerine mevduat sahiplerinden komisyon alarak kâr etmeye yoğunlaşıyorlar, işletmeler de gelirlerini gelişmeye yatırmak yerine offshore hesaplarına yönlendiriyorlar. Neticede ne sınai büyüme, ne enflasyonun azaltılması hedeflerine ulaşılabiliyor.
Para-kredi siyasetini ve bankacılık sistemini stratejik planlamaya sokmadan siyasi yönetim tarafından belirlenen kalkınma hedeflerinin gerçekleştirilmesini sağlamak mümkün değildir. Örneğin ithal ikamesi siyasi ortama ve AB ülkelerinden ithalatın kesilmesiyle açılan geniş imkânlara rağmen ağır ilerliyor. Zira bunların hayata geçirilmesi için işletmelere üretim çıktılarını artırmaları ve yeni ürünler geliştirmeleri için makul faiz oranlarında kredi vermek ve keza istikrarlı bir ruble kuru sunmak gerekiyor.
Merkez Bankası ne birini ne diğerini sağlıyor. Oysa bankanın şu anda sınai üretimi artırmak hedefiyle ticari bankaları ve kalkınma kuruluşlarını yeniden finanse etmeye yönelik özel vasıtaları devreye sokmuş olması gerekirdi. Batılı şirketlerin ayrılmasıyla kendi mamullerimizde üretimi yüzde 25 artırma imkânı ortaya çıktı. Bunun için gerekli boş üretim kapasitesi mevcut (bunların sanayideki ortalama büyüklüğü yüzde 60’dan az fazla), ama döner sermayenin uygun şekilde yenilenmesine ve teknolojik eksikleri aşmak için zaruri yatırımları gerçekleştirmeye yönelik erişilebilir kredi yok.
Sorumluluk, finansman ve bilimsel destek sunan gerçek bir devlet planlaması uygulanmadıkça ithal ikamesi de gerçekleşmez; dış ticaret sadece batıdan doğuya ve güneye kaymış olur. Oysa ithal ikamesi yeterince esnek olmalı ve iktisadi birimlerle devlet organlarının muhtelif menfaatlerini pazar-hukuk mekanizmaları temelinde genel bir eylem planı içinde birleştirmelidir.
Bu tür mekanizmalar müktesebatta mevcut. İlgili işletmelerle federal ve bölgesel iktidar organları arasında özel yatırım sözleşmeleri ve diğer çok taraflı yatırım mutabakatı biçimleri pratikte geniş şekilde kullanılıyor. Ancak bunlar stratejik planlama ile ilişkili değil, sadece yatırım projelerini gerçekleştirmek için devletten imtiyaz ve garanti almayı hedefleyen iktisadi birimlerin inisiyatifleri temelinde. Bunları birleştirmek gerek: strateji kalkınma belgelerinin uygulanması özel-devlet ortaklığı mekanizmaları aracılığıyla, bankalar ve kalkınma kuruluşlarının hâlihazırda mevcut işbirliği biçimleriyle ilişki içinde hayata geçirilmeli. Böylelikle stratejik planlama belgelerinin gerçekleşmesi için indikatif bir planlama kumaşı da örülecektir; bu kumaşta tarafların sorumlulukları aralarındaki sözleşmelerle tespit edilir.
Fiilen bütün gelişmiş ve başarılı şekilde gelişmekte olan ülkeler sosyal-iktisadi kalkınmada devlet planlama vasıtalarını kullanırlar. Bu en etkili olarak dünyadaki yeni iktisadi düzenin çekirdeği ülkelerde, Çin ve Hindistan’da yapılıyor. Bunlar stratejik planlamayı pazar rekabeti mekanizmalarıyla, kredi planlamasını özel inisiyatifler birleştirerek iktisadi potansiyel ve üretim hacmi bakımında dünya liderliğine yükseldiler. Bilimsel-teknolojik, coğrafi, enerji, ulaştırma planlaması kurumları batı ülkelerinde de para-kredi ve vergi-bütçe siyaseti vasıtalarıyla desteklenerek sistematik biçimde kullanılıyor.
Bir stratejik idare sistemini başlatmak için devletin ekonominin düzenlenmesi alanındaki bütün işlemlerini tek bir sisteme bağlamak ve bunların her birinin ortak hedeflere erişim amacına yoğunlaştırmak zaruridir; böylece iktisadi kalkınmanın idaresi sistemini oluşturabilir ve başlatabiliriz. Eğer bu olmazsa, ekonominin işleyici resmi olarak belirlenmiş hedeflerle değil başka faktörlerce tayin olunur. İyi hedefler koyabilirsiniz, ama bu hedeflere erişim için bir koordinasyon mekanizması olmazsa sistem işlemez.
Stratejik planlama metodolojisi uzun, orta ve kısa vadeli tahminler sisteminin, iktisadi kalkınma, vasıta ve bunların hayata geçirilmesi mekanizmalarının seçimini öngörür; bu vasıta ve mekanizmalar uzun vadeli konsept, orta vadeli program ve plan, uygun faaliyetin örgütlenmesi için kurumlar, keza konulan hedeflere erişilmesinin kontrol ve sorumluluk metotlarını içerir. Stratejik planlama sistemi iktisadi büyümenin gelecek vaat eden istikametlerini göstermeli, devlet kalkınma kurumlarının faaliyetlerini ve bunların uygulanması için iktisadi düzenleme vasıtalarını yönlendirmelidir. Sistem şunları içermelidir: bilimsel-teknolojik süreç tahmini, stratejik planlama, bilimsel-teknolojik potansiyeli meydana getirmenin öncelikli istikametlerinin seçimi, bunların hayata geçirilmesi için vasıta ve mekanizmaların kullanılması (konsept, program, indikatif planlar), zaruri sonuçların alınması için sorumluluk kontrol ve mekanizması yöntemlerinin devreye sokulması. Devlet sektörünün yıllık orta vadeli faaliyet planlarını üretim, yatırım ve mali parametrelere göre dengelenmiş olarak ve devlet bankalarının, korporasyonların, kalkınma kuruluşlarının kilit önemlerini gözönünde bulundurarak kabul etmek zaruridir. Sosyal-iktisadi, sektörel ve bölgesel stratejik planlama belgeleri yekpare bir bütün içermeli ve bunlar üzerinde genel metodolojik temelde çalışılmalıdır.
Kalkınma kuruluşlarının, büyük şirketlerin, korporasyonların ve devlet ortaklı bankaların, büyük mali-sınai grupların devlet stratejik planlama sistemine entegrasyonu özel bir önem taşır. Bunların toplam üretim, mali ve idari potansiyelleri sadece stratejinin geliştirilmesi sırasında değil hayata geçirilmesinde de entegre edilmelidir. Devlet kalkınma kuruluşlarının, bankaların, korporasyonların ve ajansların faaliyet alanlarına göre çalışmalarına yönelik hedefler belirlenmeli, bu hedefler yeni teknolojik temelde üretimin dünya pazarında rekabet kapasitesinin yaratılmasını öngörmeli, bunların zamanında hayata geçirilmesi için gerçek sorumluluk mekanizmaları kurulmalıdır.
Bu alanda bilimsel olarak temellendirilmiş öneriler hazırlanması için Moskova Maliye ve Hukuk Üniversitesi Devlet Planlama Enstitüsü kuruldu. Bu, bugün Rusya’nın sosyal-iktisadi kalkınmasının devlet tarafından planlanma metodolojisini iyileştirmek üzere önerilerle uğraşan biricik teşkilat. Enstitü bu amaçla mevcut yerli ve yabancı tecrübeleri analiz ediyor ve genelliyor, iktidarın ilgili organları ve ülke yönetimi için bilimsel olarak temellendirilmiş öneriler hazırlıyor, bunların tartışılması için düzenli konferanslar ve seminerler düzenliyor.
İlginizi Çekebilir
-
Rusya’nın petrol ve doğalgaz gelirleri bu yıl ilk kez düşmeye başladı
-
Yaptırım altındaki Arktik LNG-2’nin akıbeti
-
AB, Rusya’nın Türkiye üzerinden petrol sevkiyatına ilişkin inceleme başlattı
-
Zelenskiy, Kuzey Kore birlikleriyle çatışmaların ‘istikrarsızlığa açık bir sayfa’ olduğunu söyledi
-
Çin, alçak irtifa savunmasını güçlendirmek için Rus teknoloji ve uzmanlığını ithal edecek
-
Rusya Federasyon Konseyi, Kuzey Kore ile stratejik ortaklık anlaşmasını onayladı
DÜNYA BASINI
Yeşiller’in “denazifikasyonu” mümkün mü?
Yayınlanma
5 gün önce02/11/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 1990’lı yıllar boyunca İrlanda Yeşiller Partisi’nin aktif bir üyesi olan, uzun yıllardır ise Avrupa’daki yeşil hareketin ve onun siyasal partilerinin titiz bir gözlemcisi olarak yazılar kaleme alan David Cronin’e ait.
Cronin, politik ekolojinin kökenleri üzerine katıldığı tartışma gruplarında Nazilerin yeşil hareketin erken bir temsilcisi olarak benimsendiği yönünde ilginç bir aktarımla başlıyor yazısına. Devamında ise Almanya Dışişleri Bakanı olan Yeşiller üyesi Annalena Baerbock üzerinden Alman Yeşiller’inin, Nazi geçmişin bir kefareti olarak İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım saldırılarına nasıl arka çıktığına dair birtakım güncel hatırlatmalar yapıyor.
Aslında Cronin’in gözlem ve aktarımları, Alman Yeşiller’inin Nazilerle olan tarihsel ve ideolojik yakınlığı üzerine yazılıp çizilenlerin güncelle bağını kuran etraflı bir toparlama gibi. Zira on yılı aşkın süredir pek çok akademik ve gazetecilik araştırması Nazi figürlerinin yeşil hareket ve yeşil partinin kuruluşu, gelişimi ve bugünündeki kilit rolünü ortaya koymaya çalışıyor.
Alman Yeşiller’i denazifiye edilmeli
David Cronin
Electronic Intifada
26 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal
1990’lı yıllarda İrlanda Yeşiller Partisi’ne katıldıktan kısa bir süre sonra, politik ekolojinin kökenleri üzerine bazı tartışmalara katıldım.
Bu tartışmalara pek katkım oldu mu hatırlamıyorum, aslında sadece oturdum ve benden daha zeki ve daha bilgili olan aktivistleri dinledim.
Bu aktivistlerden biri, doğaya güçlü bir bağlılık ifade eden sabık bir siyasi örgütlenmeden bahsetti: Evet, Naziler sık sık kan ve topraktan bahsederdi.
O vakitler Nazilerin uluslararası yeşil hareketi herhangi bir şekilde etkilemiş olabileceğine inanmak istemiyordum. Televizyonda gördüğüm Alman Yeşillerin hemen hepsi “savaşma, seviş” felsefesini benimsemiş gibi görünüyorlardı.
Bugün ise Yeşiller’in Annalena Baerbock’u, Berlin hükümetinde dışişleri bakanı. Ülkesinin geçmişinden ders çıkarmaktan dem vursa da genelde bunun tam tersini yapıyor.
Baerbock Holokost’u “dünyanın gördüğü en kötü suç” olarak tanımlıyor. Bunun kefaretini ödemek için ise Gazze’de, dünyanın bu yüzyılın başından bu yana gördüğü en büyük suç olan bir başka soykırıma göz yumuyor.
Almanya, geçtiğimiz üç ay içerisinde İsrail’e 100 milyon dolardan fazla askeri teçhizat ihraç edildiğini onaylayan yeni veriler yayımladı.
Söz konusu veriler, Baerbock ve Yeşiller şürekasının İsrail’e yönelik yeni silah sevkiyatlarını onaylamayı reddettikleri yönündeki haberlerle açıkça çelişiyor. Yeşillerin, Alman silahlarının soykırım için kullanılmayacağına dair yazılı bir garanti talep ettikleri söyleniyordu.
Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un İsrail’e silah sevkiyatının devam etmesinde ısrarcı olması bu noktada epey dikkat çekici – hem de Baerbock’tan herhangi bir tepki gelmeden (en azından kamuoyunun önünde).
Baerbock’un silah sevkiyatına ilişkin belgelere bir “soykırım maddesi” ekletmek istediği yönündeki iddialara şüpheyle yaklaşmak için çeşitli nedenlerimiz var.
Almanya aslında soykırım suçlamasına karşı İsrail’i koruyor.
Güney Afrika, İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal ettiği iddiasıyla Uluslararası Adalet Divanı’na gittiğinde, Almanya alelacele İsrail’in tarafında olacağını duyurmuştu. Baerbock ise ocak ayında yaptığı açıklamada, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü ve “meşru müdafaa” olarak tanımladığı savaşın, “soykırım amacı” taşıdığına dair herhangi bir işaret görmediğini savunmuştu.
Tarihin istismarı
Baerbock geçtiğimiz Haziran ayında Almanya’nın eski sömürgeleri hakkında bir konuşma yaptı.
Ülkesinin 1900’lerin başında Güney Batı Afrika’da (bugün Namibya) “Herero ve Nama halklarına uygulanan soykırımda” “tarihsel sorumluluğu” olduğunu çok kesin bir dille ifade etti.
Baerbock, Almanya’nın şu anda bir soykırıma arka çıktığını kabul etmeden geçmişle nasıl yüzleşilmesi gerektiğinin yanıtlarını arıyor.
İsrail’in 2019-2023 yılları arası ithal ettiği tüm büyük silahların yaklaşık yüzde 30’u Almanya’dan gelmişti. Bu dönemde İsrail’e daha fazla silah sağlayan diğer tek hariç güç ise ABD’ydi.
[Gazze’ye dönük] soykırım başladığında Baerbock haftalarca ateşkes çağrısı yapmayı reddetmişti.
Kasım 2023’te Deutsche Welle’ye verdiği bir röportajda, “Alman sorumluluğumuza bağlıyız” diyecekti.
“Bu, Almanya’nın Nazi diktatörlüğü altında yok etmeye çalıştığı Yahudi erkek ve kadınlara güvenli bir ülke sağlamak demek. (…) İşte o ülke İsrail devletidir ve tam da bu nedenle İsrail’in güvenliği Almanya için bir devlet meselesidir.”
Holokost’u bu şekilde anmak, anabilmek tarihi açıkça istismar etmektir.
Naziler Yahudileri Untermensch¹ [alt insan] olarak görmüş ve ari ırk hedefi uğruna onları yok etmeye çalışmıştı.
İsrail ise Filistinlileri “insansı hayvanlar”² olarak görüyor ve onlara karşı amansız bir imha savaşı yürütüyor. Baerbock’un bağlılığını ifade ettiği, nükleer silahlarla donatılmış “güvenli ülke” (İsrail) Binyamin Netanyahu’nun başbakan olarak kalabilmesi ve aşırı sağcı koalisyon ortaklarının etno-dinsel üstünlük ferasetini sürdürebilmesi için dünya barışını açıkça tehlikeye atıyor.
Açık ki, yeşil hareketin artık denazifiye gerekiyor.
Şayet Annalena Baerbock ve Alman Yeşilleri İsrail’in suçlarını desteklemeye devam edecekse Avrupa’daki kardeş yeşil partiler tarafından bir an önce tecrit edilmeleri gerekiyor.
Mevzu soykırım ise görüş ayrılığına yer yoktur: Yeşiller soykırımın ya yanındadır ya da karşısında.
¹ Naziler tarafından “Doğu’dan gelen kitleler” olarak adlandırılan ve “Aryan” olmayan halk ve toplulukları imleyen terim. Yahudiler’in yanı sıra Romanlar ve Slavlar da bu tanım altına sokulmuştu. (ç.n)
² İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Aksa Tufanı sonrası Gazze Şeridi’nin tamamen kuşatılması ve bölgeye hiçbir şekilde elektrik, yiyecek ve yakıt sağlanmaması talimatını verirken, “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz” ifadelerini kullanmıştı. (ç.n)
DÜNYA BASINI
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
Yayınlanma
6 gün önce01/11/2024
Yazar
Harici.com.trDavid E. Rosenberg, Foreign Policy
31 Ekim 2024
İkinci bir Trump yönetimi İsrail’e daha az sempati duyabilir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 5 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde yapılan anketler Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile eski Başkan Donald Trump’ın başa baş gittiğini gösteriyor. Ancak oylama İsraillilerle sınırlı olsaydı, Trump açılış konuşmasını yazmaya başlayabilirdi. İsrail Trump’ın ülkesi ve Trump’ın bir numaralı destekçisi de başbakanı Benjamin Netanyahu. Ancak Trump’ın sicili, değişken kişiliği ve seçim kampanyası sırasında İsrail hakkında yaptığı açıklamalar bu coşkuyu haklı çıkaracak pek bir şey sunmuyor.
İsrail’in son bir yıldır sürdürdüğü savaş, onu 1973 Yom Kippur Savaşı’ndan bu yana hiç olmadığı kadar ABD’ye bağımlı hale getirdi. Kim olursa olsun İsrail’in bir sonraki ABD başkanının tam desteğine ihtiyacı var. Ancak Netanyahu bir adaya soğuk bakmaya ve tüm kozlarını politik içgüdüleri çoğunlukla İsrail’in çıkarlarına ters düşen başka bir adaya vermeye istekli görünüyor.
Netanyahu her zaman Demokratlardan çok Cumhuriyetçilerle kendini evinde hissetmiştir. 2012 seçimlerinde, görevdeki Barack Obama yerine Senatör Mitt Romney’i tercih ettiğini açıkladı. Romney o yıl temmuz ayındaki bir ziyaretinde devlet başkanı muamelesi gördü ve Netanyahu (sözde kendisinin haberi olmadan) bir Obama saldırı reklamında yer aldı. Netanyahu sonraki iki seçimde geri adım attı ama bu sefer yine favorileri oynuyor.
Her şey bir tür uzlaşmayla başladı. Trump, Netanyahu’nun 2020’deki seçim zaferinden dolayı Başkan Joe Biden’ı tebrik etmesine kızdı. Sonraki dört yıl boyunca iki adam konuşmadı. Geçtiğimiz nisan ayında Time ‘a verdiği bir röportajda Trump, Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e saldırmasını sağlayan başarısızlıklardan Netanyahu’yu sorumlu tuttu. Bu, güvenlik başarısızlığı konusunda herhangi bir sorumluluk kabul etmeyi reddeden İsrailli bir lider için sert bir eleştiriydi.
Netanyahu geçtiğimiz temmuz ayında Mar-a-Lago’ya yaptığı bir ziyarette buzları eritmişti. O tarihten bu yana ikilinin birkaç kez telefonla görüştüğü bildirildi. İki adam birbirleri hakkında gerçekten ne düşünüyor olursa olsun, her ikisi de dost ve müttefik olarak görülmeyi siyasi açıdan faydalı buluyor.
İsrailliler Trump’a verdikleri destekle Batı demokrasileri arasında öne çıkıyor. İsrailli yayın kuruluşu Channel 12 tarafından kısa süre önce yapılan bir ankete göre İsraillilerin yüzde 66’sı Trump’ı tercih ederken Harris’i tercih edenlerin oranı yüzde 17’de kaldı (yüzde 17’si ise görüş belirtmedi). Karşılaştırmak gerekirse, Gallup International tarafından 43 ülkede (İsrail hariç) yapılan bir ankete katılanların yüzde 54’ü Harris’i tercih ederken, bu oran Trump’a verilen desteğin iki katından fazla. Trump’ı en çok destekleyen iki ülke olan Sırbistan ve Macaristan’da bile Trump, ankete katılanların sırasıyla yüzde 49 ve 59’undan fazlası tarafından tercih edilmedi.
Ortalama bir İsraillinin Trump’ı tercih etmesinin nedeni muhtemelen Harris’in tanınmayan biri olması. Biden’ın Gazze’deki savaş boyunca gösterdiği muazzam yardıma duydukları minnettarlığın çok azı ya da hiçbiri başkan yardımcısına aktarılmadı.
Ancak Trump’ın popülaritesi büyük ölçüde, ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdığı, Golan Tepeleri üzerinde İsrail egemenliğini tanıdığı, İran nükleer anlaşmasından çekildiği ve İsrail ile bir grup Arap ülkesi arasındaki ilişkileri normalleştiren İbrahim Anlaşmalarını düzenlediği ilk görev döneminden kaynaklanıyor. Trump’ın aynı zamanda bir Filistin devletini öngören bir barış planı önerdiği ve Netanyahu’nun Batı Şeria’nın bir kısmını ilhak etme planlarını boşa çıkardığı gerçeği unutulmuş gibi görünüyor.
İsrailliler bu olumlu jestleri Trump’ın İsrail’e olan sevgisinin bir göstergesi olarak görme eğiliminde. Ancak kayıtlar bunu pek de doğrulamıyor. Trump başkanlığı döneminde İsrail’e sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. Buna karşılık Biden, 7 Ekim 2023’teki saldırıdan günler sonra güçlü ve kişisel bir destek gösterisiyle Gazze’deki savaşın ilk günleri de dahil olmak üzere iki kez İsrail’e gitti. 2016 kampanyasının başlarında Trump, İsrail yanlısı konuşma noktalarını yanlış anladı ve bir CNN röportajcısına İsrail-Filistin çatışmasıyla ilgili olarak “mümkünse tarafsız olmak istediğini” söyledi. Gafını fark ettikten sonra hemen kendini düzeltti ama bunun güçlü bir kişisel dürtüyü yansıttığını varsaymak yanlış olmaz.
Mevcut kampanyasında Trump, Gazze’deki Hamas, Lübnan’daki Hizbullah ve İran gibi İsrail’in karşı karşıya olduğu en acil sorunlarla ilgili olarak karışık ve çoğu zaman belirsiz bir duruş sergiledi.
İsrail-Hamas savaşının ilk birkaç ayında Trump, “savaşınızı bitirme” ve “hızlı bir şekilde halletme” ihtiyacından bahsetti. Eylül ayında Harris ile yaptığı münazarada, “Bunu hızlı bir şekilde halledeceğim” dedi. Son zamanlarda ise savaş çabalarını biraz daha destekleme yönünde hareket ederek Netanyahu’ya bir telefon görüşmesinde “Ne yapman gerekiyorsa yap” dedi. Ancak Trump, Netanyahu’nun İsrail’in hedefi olduğunu söylediği “topyekûn zafer ”den hiç bahsetmedi.
Trump’ın danışmanlarının, Trump’ın Biden’ın yaklaşımını izleyerek İsrail’e ateşkes ve rehine anlaşmasını kabul etmesi için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledikleri aktarıldı. Trump, İbrahim Anlaşması başarısını İsrail ve Suudi Arabistan arasında bir anlaşmayla taçlandırmaya hevesli göründüğünden, Netanyahu kendisini, Filistin devletine doğru ilerleme için Suudi taleplerini karşılamak üzere bir Trump yönetiminin baskısı altında bulabilir.
İran konusunda Trump kamuoyu önünde sert bir tavır takındı ancak Netanyahu’nun istediği kadar sert değil. Trump Tahran’a yönelik “azami baskı” kampanyasını hızlandırmaktan söz etti ancak bununla savaşı değil daha ağır ekonomik yaptırımları kastediyor. Bir danışmanı geçtiğimiz günlerde Financial Times’a verdiği demeçte “Genel olarak savaşa karşı büyük bir isteksizliği var” dedi.
Bu da Trump’ın İsrail’in çıkarlarıyla pek uyuşmayan daha geniş dünya görüşüne işaret ediyor. Trump müttefiklerine şüpheyle yaklaşıyor, özellikle de savunma konusunda kendi payına düşeni yapmayanlara. Çok taraflılığı kesinlikle sevmiyor. Tüm bu alanlarda İsrail bir Trump yönetiminde savunmasız olacaktır.
Geçmişte İsrail, Trump’ın takdir ettiği türden bir müttefik olarak görülebilirdi. Evet, ABD’den milyarlarca dolar yardım alıyordu ve bunun bedelini zor ödüyordu ama en azından İsrail hiçbir zaman Amerikan askerlerinin kendisini savunmasını istemedi. Güçlü ve etkili ordusu da çoğu zaman ABD’nin çıkarlarına hizmet etti.
Hamas ile savaş ve buna paralel olarak Hizbullah ve İran ile yaşanan çatışmalar bu dinamiği değiştirdi. Brown Üniversitesi Watson Uluslararası ve Kamu İşleri Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre, ABD 30 Eylül itibariyle İsrail’e doğrudan askeri yardım ve bölgedeki ilgili ABD operasyonları için en az 22.7 milyar dolar harcadı. O tarihten bu yana, İsrail ve İran arasındaki kısasa kısas saldırılar nedeniyle Washington’un daha fazla yardımda bulunmasıyla bu rakam daha da arttı.
Paranın ötesinde, ABD çeşitli zamanlarda bölgeye ilave uçak gemileri, savaş uçakları ve askerler gönderdi. Bu ayın başlarında İsrail’e bir Terminal Yüksek İrtifa Alan Savunması (THAAD) balistik füze savunma sistemi ve İsrail’in hava savunmasındaki açıkları kapatmak üzere bu sistemi kullanacak 100 personel gönderdi. ABD ayrıca İsrail’e başka hiçbir ülkeden temin edilemeyecek ya da kendi ülkesinde üretilemeyecek büyük miktarlarda silah tedarik etmektedir. Çok taraflılık adına Biden, İran füze saldırıları düzenlediğinde İsrail’e yardım etmek üzere iki kez Batılı ve Arap güçlerden oluşan bir koalisyon kurdu.
Çatışmalar eninde sonunda sona erecek, ancak İsrail’in ABD’ye olan bağımlılığı öngörülebilir bir gelecek için yüksek kalmaya devam edecek gibi görünüyor. İsrailli planlamacılar önümüzdeki yıllarda savunma harcamalarını önemli ölçüde arttırmak zorunda kalacaklarını, özellikle de ekonomik büyüme yavaşlarsa bu harcamaları karşılamakta zorlanabileceklerini varsayıyorlar.
Trump’ın savunucuları İsrail’in özel bir durum olduğunu söyleyecektir. Diğer müttefiklerinin aksine, ABD’de Evanjelik Hıristiyanlar ve pek çok Yahudi arasında kendi içinden yetişmiş bir seçmen kitlesi var. Cumhuriyetçi Parti’de İsrail’e destek olmazsa olmaz bir unsurdur. Ama bu yeterli olacak mı?
Trump gelecek hafta kazanırsa bir daha seçmenlerin karşısına çıkmak zorunda kalmayacak ve istediğini yapabilecek. Netanyahu ile şimdilik barışmış olabilirler çünkü siyasi olarak birbirlerine ihtiyaçları var ama Trump affedici bir tip değil ve meydan okumayı hafife almıyor. Eğer ikili İran, Filistin politikası ya da Suudi Arabistan’la normalleşme koşulları konusunda çatışırsa bu dostluk kolayca bozulabilir.
Trump’ın dış politika ekibinde İsrail’i seven ama İsrail taraf olsa bile ABD’yi Orta Doğu’nun sonsuza dek sürecek savaşlarına bulaştırmak istemeyen çok sayıda “Önce Amerika” destekçisi olması muhtemel. Danışmanları arasında daha aktivist bir ABD dış politikasını savunanlar Çin’e odaklanmış durumda. Biden yönetimi gibi onlar da İran’ı ikincil görüyor ve bu tehdide kaynak ayırmak istemiyorlar.
Netanyahu muhtemelen Trump’a içgüdüsel destek veren sıradan İsraillilerden daha hesapçı ve pragmatik. Başbakan, Trump’ı küstürmeyi göze alamayacağını ve Harris kazanırsa Biden gibi davranıp her türlü husumete rağmen İsrail’i desteklemeye devam edeceğini düşünüyor olabilir.
Kim kazanırsa kazansın, İsrail-ABD ilişkilerinin önümüzdeki dört yılı muhtemelen Biden’ın başkanlığı döneminden daha çalkantılı geçecek. Biden İsrail’in gerçek bir dostuydu ve bir kriz anında büyük bir siyasi bedel pahasına İsrail’e yardım etmek için uzun bir yol kat etmeye hazırdı. Beyaz Saray’ın bir sonraki sahibinin -ister Trump ister Harris olsun- aynı şeyi yapması pek olası değil.
Gürcistan’ın yakın tarihindeki siyasi olaylar ve sosyal dinamikler, geçen haftaki seçimler ve onun öncesinde geçen yıl ve bu yıl boyunca devam eden tartışmalarda göz ardı ediliyor. Seçimlerde iktidardaki Gürcü Rüyası partisinin zaferinin ardından, ülkede “Rusya yanlısı bir yönetim” olduğu iddiaları dile getiriliyor. Gürcistan’da, özellikle mart ayında hükümetin “Yabancı Etkinin Şeffaflığı” yasası önerisi halkın büyük tepkisine yol açarak protestolara sahne olmuştu. Gazeteci Andrew Cockburn, Mayıs 2023’teki Tiflis ziyaretinde şahit olduklarını, Gürcistan’ın Batı ve Rusya arasındaki gerilimi ve ülkedeki sosyal hareketlerin bu denklemde oynadığı rolü değerlendiriyor.
Gürcistan’a dair bir rehber
Ana akım medyada bulamayacağınız birkaç bilgi
Andrew Cockburn, Spoils of War
27 Ekim 2024
Gürcistan’daki seçim sonuçları gelmeye başladı ve görünüşe göre iktidardaki Gürcü Rüyası partisi bir kez daha kazanmış durumda. Şimdi muhtemelen, “Rusya yanlısı” hükümetin seçim sonuçlarını hile ile manipüle ettiği yönünde bir sürü iddia ortalığı saçılacak. Bu büyüleyici ülkenin son siyasi mazisine dair arka plan bilgisi arıyorsanız, geçen yıl yayımladığım bu habere göz atmanızı öneririm.
Tiflis’te
Mart ayının başında, bir akşam Rustaveli Bulvarı’nda, Gürcistan parlamentosunun ışıklandırılmış binasının önünde duruyordum. Etrafımda hızla büyüyen kalabalık arasında, çocukları ve köpekleriyle gelen ailelerin de olduğu insan grupları protestoya katılıyordu. Esasında gösteri, iktidardaki Gürcü Rüyası partisinin desteklediği yeni bir yasa tasarısının oylanacağı tarihten iki gün sonraya planlanmıştı: Yasa kapsamında, yurt dışından gelirinin yüzde 20’sinden fazlasını alan herhangi bir kuruluşun, “yabancı etki ajanı” olarak kaydedilmesi gerekecekti. Yasanın destekçileri bu düzenlemenin, ABD’nin 1938 yılında çıkardığı Yabancı Acenta Kayıt Yasası’ndan (Foreign Agents Registration Act) ilham aldığını öne sürse de etrafımdaki insanlar daha ziyade Vladimir Putin’in 2019’da Rusya’da çıkardığı benzer bir yasayı düşünüyordu. Bu yasa, Rusya’da sivil toplumu adeta felç etmişti. Söylentilere göre, yetkililer yeni yasa tasarısının oylamasını sessizce öne çekmişti.
Tiflis’te herkes birbirini tanıyor gibi görünüyordu; etrafımda sürekli sıcak selamlaşmalar ve eski dostların neşeli sohbetleri vardı. Arkadaşlar heyecanla son gelişmeleri konuşurken, kalabalığın önündeki daha aktif gruplar, polisin kurduğu çelik bariyere sırayla tekme atıyordu. Özgür Üniversite’de görsel sanatlar okuyan Nina, “Bu benim onuncu gösterim. Benim işim bu,” dedi. Fakat gece ilerledikçe atmosfer daha gergin bir hal aldı. Polis arabaları ateşe verildi ve göstericilere su topları ile biber gazı sıkıldı (Olaydan sonra, biber gazına tam anlamıyla maruz kalan bir arkadaşım, etkisini Gürcistan’ın meşhur acı sosu Adjika’ya benzeterek, “Ama o kadar keskin değil!” diye şaka yapmıştı).
Kalabalık çoğunlukla gençlerden oluşuyordu. Birçoğu, protestolardan Tiflis’in gelişmekte olan gece kulüpleri ağı sayesinde haberdar olmuştu. Bu gece kulüpleri, heavy metal drag performanslarından Gürcistan Ulusal Balesi’ne kadar geniş bir yelpazede eğlence sunuyor. Bağımsızlık sonrasında doğmuş olan bu jenerasyon için birer topluluk merkezi haline gelen kulüpler, siyasi açıdan kayda değer bir etkiye sahip. Bir gösterici, bu kulüplerin “kaç kişi olduğumuzu ve birlikte ne kadar güçlü olabileceğimizi görmemiz için bir alan sağladığını” söyledi. Mart ayındaki protestolar büyüdükçe, gece kulüpleri de kapandı ve müşterilerini gösterilere katılmaları için teşvik etti. LeftBank adlı kulübün kurucusu Andro Eradze, merkezi bir organizasyon olmadığını vurguladı: “Doğal bir şekilde, fazla düşünmeden oluyor,” dedi. Onun için dönüm noktası, 2015’in haziran ayında yaşanan ve yirmi kişinin hayatını kaybettiği büyük sel felaketi olmuş. Selin ardından, şehir çamurla kaplanırken, aslanlar, kaplanlar ve diğer vahşi hayvanlar hayvanat bahçesinden kaçarak günlerce sokaklarda dolaşmıştı. Hazırlıksız yakalanan hükümet, felaketle başa çıkmakta zorlanırken, binlerce genç kendiliğinden organize olup kenti temizlemek için harekete geçmişti. Eradze, “Ben de o ekibin bir parçasıydım. Toplumsal şuurun gelişimi açısından olağanüstü önemliydi,” diye konuştu. Etrafımda toplanan bu yeni nesil, yerleşik siyasi yapılardan uzak duran, hatta onlara karşı eleştirel bir tutum sergileyen bir kuşaktı. Tasarıyı okuyan azdı ama hepsi, bu yasanın liberal özgürlüklerle olan bağlarını tamamen koparacağını düşünüyordu, zira pek çok kişinin bel bağladığı sivil toplum kuruluşları, yabancı fonlardan mahrum bırakılacaktı.
Gürcüce ve İngilizce yazılmış, Avrupa’ya bağlılık sözü veren ve Rusya’yı eleştiren el yapımı pankartlar, Gürcistan ve AB bayraklarıyla birlikte dalgalanıyordu. Hiçbir pankart Rusça değildi ve savaşın başından bu yana Gürcistan’a göç eden altmış binden fazla Rus’un hiçbirine rastlamadım; bu, halk arasında pek hoş karşılanmayan bir göç dalgasıydı. Ekonomiyi canlandırmış olsa da (geçen yıl Gürcistan’ın ekonomisi yüzde 10 büyüdü), yaşam maliyetlerini ciddi şekilde artırdı, Tiflis’te kiralar ikiye katlandı. Şehir duvarlarında “Rusları sınır dışı edin,” yazılı grafitiler belirmeye başladı. Dış dünyadan bakıldığında, bu Rusya karşıtı hava, Gürcistan’ın 2013’teki Ukrayna gibi, halkın Batı yanlısı bir muhalefetle Kremlin’den emir alan bir rejim arasında bölündüğünü doğruluyor gibi görünüyor.
Uluslararası sahnede, bu muhalefeti Gürcistan’ın eski Cumhurbaşkanı Mihail “Mişa” Saakaşvili temsil ediyor. Saakaşvili, iktidarı döneminde işlediği çeşitli yetki suistimalleri nedeniyle giyaben mahkum edilmiş, 2021’de ülkeye dönmesinin ardından tutuklanmıştı. Batılı siyasetçiler ve medya kuruluşları, sağlık gerekçesiyle Saakaşvili’nin serbest bırakılmasını talep eden samimi çağrılarda bulunuyorlar (2021’den bu yana aralıklı olarak açlık grevinde olan Saakaşvili, zehirlendiğini iddia ediyor ve sağlık durumu sürekli “ölümün eşiğinde” olarak bildiriliyor. Observer’a göre, Tiflis’te bir hastanede “zayıf düşmüş ve zihni bulanık” bir halde tutuluyor). Ancak gösterilerde pankartlarda gördüğüm tek Gürcü kamu figürü, Putin’le sarmaş dolaş bir karikatürü çizilmiş olan milyarder oligark Bidzina İvanişvili’ydi. İvanişvili, ülkenin gerçek lideri olarak kabul ediliyor ama resmi bir görevi yok ve halka açık alanlarda görünmüyor. Parlamento basamaklarından “Rus yasasını” kınayan konuşmacılar arasında da herhangi bir politikacı yoktu. Hafta ilerledikçe, küçük bir muhalefet partisinin lideri olan eski bir bakan mikrofonu ele geçirdiğinde, kalabalık “Defol!” diye slogan atarak onu susturdu; mikrofon, tanınmış bir yerel sanatçı tarafından elinden alındı. Sanatçı, “Bu, sanat ve sevgi zamanı,” diye ilan etti. Genel atmosfer, bana yaklaşık on iki yıl önceki Wall Street karşıtı Occupy hareketini anımsattı. O hareket sonunda Mike Bloomberg’in polisleri tarafından zorla dağıtılmıştı. Fakat Tiflis’teki kararlı ve giderek öfkelenen kalabalık, daha iyi bir sonuç elde etti. Üç gün süren artan protestoların ardından, hükümet yasayı geri çekti.
Gürcistan’da sokak protestoları uzun süredir etkili bir değişim aracı olmuştur. 1978’de, Sovyet iktidarının sarsılmaz göründüğü bir dönemde, binlerce insan güçsüz Gürcistan Yüksek Sovyet’inin bulunduğu Rustaveli Bulvarı’na akın etmişti. Kremlin, Gürcüce yerine Rusçanın resmi dil olarak kabul edilmesi yönünde bir karar almıştı. Sovyet döneminde protesto son derece tehlikeliydi; örneğin, 1956’da Stalin’in eleştirilmesine ve Gürcü halkına yönelik aşağılayıcı söylemlere karşı düzenlenen bir gösteri ordu tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştı. Ancak 1978’de, dönemin yerel Komünist Parti lideri Eduard Şevardnadze, Kremlin’i ikna ederek askerlerin müdahale etmesini önledi ve Gürcücenin resmi dil olarak kabul edilmesini sağladı ki bu, Moskova için eşi benzeri görülmemiş bir tavizdi.
Bundan sadece on yıl kadar sonra, Sovyet gücü zayıflamaya başladığında, Gürcüler tekrar toplandı ve Sovyetler Birliği’nden ayrılma haklarını talep ettiler. 9 Nisan 1989’da askeri birlikler ellerinde küreklerle kalabalığı dağıttı ve yirmi kişi hayatını kaybetti. Bu hadise bir dönüm noktasıydı. Eski dışişleri bakanı olacak Tedo Japaridze’nin ifadesine göre, “9 Nisan katliamından önce, belki bazıları bağımsızlık yanlısıydı ama çoğunluk değildi. Ertesi sabah herkes birer vatansever olarak uyandı”. 1991’de bağımsızlıktan sonra Gürcistan kaosa sürüklendi. Bu yılki protestoculardan biri bana, “1990’ları yaşayan herkes hâlâ o yılların travmasını taşıyor,” dedi ve dönemin iç savaşlarını ve ayaklanmalarını parmaklarıyla sayarak gösterdi: “En az dört tane”. Parlamento binası bile çatışmalara sahne oluyordu; bağımsızlık sonrası liderlerden biri, binanın bodrum katında son direnişini yapmıştı. Siyasi bir dönüşüm geçiren Şevardnadze, 1995’te cumhurbaşkanı oldu ve artık Güney Osetya ile Abhazya’dan yoksun kalan ülkeyi yeniden inşa etmeye başladı.
Şevardnadze, Rusya’nın askeri üslerinin boşaltılması ve yeni bir anayasa hazırlanması gibi konularda ilerleme kaydetti; hatta NATO’ya üyelik başvurusu bile yaptı. Fakat rejimi yaygın yolsuzluklarla anılıyordu. Saakaşvili’nin de aralarında bulunduğu genç politikacılardan oluşan bir grup, Şevardnadze’yi tekrar iktidara getiren 2003 parlamento seçimlerinin hileli olduğunu ilan ederek sokaklara döküldü. Ellerinde kırmızı güllerle, Saakaşvili ve bir grup destekçisi meclis oturumunu bastı, Şevardnadze’yi konuşması sırasında bölerek onu kaçmaya zorladı. Şevardnadze kısa süre sonra istifa etti.
Bir Gürcü Rüyası milletvekilinin ifadesiyle, “Bu olay Gürcistan’da bir emsal oluşturdu. 6 Ocak’ta ABD’de Kongre işgal edildiğinde Amerikan hükümeti düşmedi. Ama Saakaşvili meclisi ele geçirdiğinde hükümet düştü. Şimdi, eğer fiziksel olarak parlamentoyu işgal ederseniz hükümetin düşeceği fikri hâkim”. Değişim talebine güçlü bir şekilde yatırım yapanlar arasında, “sivil toplumu” geliştirme amacıyla yabancı fonlardan istifade eden STK’lar da giderek artıyordu. Ayrıca, perde arkasında daha gölgeli güçler de işin içinde olabilir. ABD’li siyasi danışmanlık firması Black, Manafort and Stone’da görev alan merhum Greg Stephens, Londra’daki bir toplantıda iftiharla “Gürcistan’ı ben yaptım. 30 milyon dolara. Baksanıza ne kadar ucuz!” diye övünmüştü.
Saakaşvili bir süreliğine vaatlerini yerine getirdi. Hızlı ve yoğun bir reform sürecinde, sıradan vatandaşları en çok etkileyen yolsuzlukların büyük bir kısmını ortadan kaldırdı. Rüşvetçiliğiyle ünlü trafik polisi teşkilatını topluca işten çıkardı. Önceki rejimin bakanları, bazen iç çamaşırlarıyla birlikte, televizyon kameralarının önünde gözaltına alınıp götürüldü. İnsanların ehliyet gibi basit işlerini halledebilmek için rüşvet vermek zorunda kaldığı yorucu bürokrasi yeniden düzenlendi ve halka hizmet sunan bürolar kuruldu. Saakaşvili, Tiflis’e damgasını vurmak için uluslararası mimarlarla çalıştı. Kura Nehri kıyısında devasa bir Kamu Hizmeti Merkezi inşa edildi; mantar şeklinde beton kanopilerle kaplı bu bina oldukça dikkat çekiyordu. Sergi merkezi ve konser salonu olarak planlanan ve halk arasında “tüpler” olarak bilinen çelik ve camdan yapılmış iki büyük silindir yapı ise Saakaşvili’nin kendisi için seçtiği sarayın yanına inşa edildi; bu saray, çarlık döneminde emniyet müdürlüğüydü ve üzerine cam bir kubbe eklenmişti. Binanın geçmişte siyasi kargaşalarda oynadığı merkezi rolün farkında olan Saakaşvili, parlamentonun merkezini Tiflis’ten 225 kilometre uzaklıktaki Gürcistan’ın ikinci büyük şehri Kutaisi’ye taşıdı ve orada başka bir kubbe altında topladı. Fakat yanlış cam seçimi nedeniyle (maliyetleri düşürmek istemişlerdi), milletvekilleri nemli havada bunalıyordu. Milletvekillerinden biri, “Kutaisi’de yapılacak pek bir şey yok. Bu yüzden zamanımızı ziyafetler ve içkilerle geçiriyorduk,” diye anlattı.
Bu gösterişli projeler, özellikle de kapsamlı deregülasyon politikası ve diğer neoliberal ideoloji örnekleriyle birlikte yürütüldükleri için, Batı’da beklenildiği gibi Saakaşvili’ye övgüler kazandırdı. ABD’ye olan bağlılığını göstermek amacıyla Saakaşvili, Gürcü askerlerini Irak ve Afganistan işgallerine gönderdi. Tiflis havaalanına giden ana yol George W. Bush’un adıyla anıldı; 2005’te Gürcistan’ı ziyaret eden Bush, “Amerikan halkı sizinle,” diye ilan etti. Buna rağmen, başlangıçta Putin, güneydeki komşusunu tolere etmeye hazır görünüyordu. Saakaşvili’nin iktidara gelmesi, Rusya Dışişleri Bakanı İgor İvanov’un Şevardnadze’yi istifa etmesi için ikna etmesiyle mümkün olmuştu ve Saakaşvili’nin Moskova’da Putin’le yaptığı ilk özel görüşme de –her ne kadar Saakaşvili görüşmeden önce otelin havuzunda yüzüp Putin’i yarım saat bekletmiş olsa da– olumlu geçmişti. Hatta Gürcistan’ın 1990’larda kaybettiği bölgelerden biri olan Güney Osetya meselesinin barışçıl bir şekilde çözülmesi bile mümkün görünüyor gibiydi.
Fakat Saakaşvili kısa süre içinde Rusya’yı kışkırttı; Güney Osetya’daki silahsız barış gücü devriyelerine askeri polis ekleyerek gerginliği tırmandırdı. Washington’daki yetkililer ise, bu hiperaktif müttefiklerinin herkesi bir belaya sürükleyebileceğinden endişelenmeye başlamışlardı. Colin Powell, Gürcistan Dışişleri Bakanına, “Mişa’ya benim için bir şey sorabilir misin? Ayıyı her gün gözüne mi dürtmek zorunda? Belki haftada bir yeterli olur!” demişti. 2006’ya gelindiğinde, Ruslar Saakaşvili’nin hem güvenilmez olduğunu hem de Washington’un bir piyonu olarak hareket ettiğini düşünmeye başlamıştı. Gürcistan’ın Moskova’daki eski büyükelçisi ve şu anda hükümetin Rusya ile ilişkiler konusunda kıdemli danışmanı olan Zurab Abaşidze’nin anlattığına göre, Ruslar “Bu adamla el sıkışamazsınız,” anlamına gelen bir deyim kullanmışlardı.
Kremlin’de, özellikle de Putin’in kendisini telafisi mümkün olmayan düşmanca bir Batı ile karşı karşıya gördüğü olaylar arttığı için, bu ruh halini körüklemek tehlikeliydi. 2008’in nisan ayında Bükreş’teki NATO zirvesinde, Gürcistan ve Ukrayna’ya ittifakın gelecekteki üyeleri olarak kabul edildiler. Aynı yılın başlarında, ABD ve müttefikleri Kosova’nın Sırbistan’dan tek taraflı bağımsızlık ilanını tanıdı, ki bu durum Gürcistan için uğursuz sonuçlar doğurabilecek bir emsal teşkil ediyordu. Beyaz Saray’dan gelen belirsiz mesajların verdiği cesaretle, ki Saakaşvili bu mesajları bir destek sözü olarak yorumlamayı seçmişti, Ağustos 2008’de Gürcistan ordusunu Güney Osetya’ya gönderdi; burada sivil mahallelere gelişigüzel topçu ateşi açtılar. Ruslar karşı saldırıya geçti ve Tiflis’e sadece bir saat mesafeye kadar ilerlediler. Gürcistan’ın yenilgisinden sonra, Rusya hem Güney Osetya’da hem de Abhazya’da askeri üsler kurdu ve bu bölgeleri bağımsız devletler olarak tanıdı. Ancak Saakaşvili’nin bu pervasız teşebbüsünün sonuçları tamamen olumsuz değildi: Gürcistan, Rusya’nın saldırganlığının mağduru olarak kabul edilince ABD ve AB’den bol miktarda yardım akmaya başladı.
Gürcistan’da içeride neler olup bittiği ise Saakaşvili’nin Batılı destekçilerini pek ilgilendirmiyordu. İktidara geldiğinde hazine boştu ve ilk reformları büyük ölçüde devlete ait varlıkların özelleştirilmesiyle finanse edildi. Bu varlıklar arasında büyük Rustavi metal fabrikası da vardı ve oldukça düşük bir fiyata yerli bir oligarka satılmıştı. Fakat bu para toplama teşebbüsleri bununla sınırlı değildi. Ziyaretim sırasında, Saakaşvili’nin yetkililerinin sık sık suçlamalar yönelterek, bu suçlamaların sadece ağır kefalet ödemeleri ve pazarlık anlaşmaları ile çözülebildiğini anlatan iş insanlarıyla konuştum. Altı ay hapis yatmış bir banker, “Bu bir tür fidyeyle insan kaçırmaydı,” dedi. Yurt dışından finanse edilen bir STK’nın direktörüne, Saakaşvili’nin siyasi bir mahkûm olarak serbest bırakılmasını destekleyip desteklemediğini sordum, “O gangster mi siyasi mahkûm? Hadi ama!” diye hayretle cevap verdi. Ona göre bu zorbalık, küçük işletmelere kadar uzanmıştı. Bana, bir bağ sahibi olan iş insanının, bir yerel yetkiliye rüşvet vermeyi reddettiği için başına gelenleri anlattı. Saakaşvili bu yetkiliyi Tarım Bakanlığında üst düzey bir göreve terfi ettirdikten sonra, yetkili intikam almak için bağın ihracat lisansını iptal etmiş, bu da işletmenin iflas etmesine ve sahibinin intihar etmesine yol açmıştı. 2012 yılına gelindiğinde Gürcistan, Avrupa’da kişi başına en yüksek mahkûm nüfusuna sahip ülke olmuştu ve polis işkencesi yaygındı.
Bir süreliğine, Gürcistan’ın en zengin kişisi olan Bidzina İvanişvili, rejimin zorlamalarından etkilenmeden kaldı. Batı Gürcistan’daki yoksul bir köyde doğup büyüyen İvanişvili, 1990’ların çalkantılı döneminde Rusya’da milyarlarca dolar kazandı. İş çevrelerinde “Piton” (Pitond) lakabıyla tanınan İvanişvili, petrol ve alüminyum gibi kanlı ve tehlikeli sektörlerden uzak durarak, emtia ticareti ve bankacılık alanında büyük başarı elde etti. 1996 Rusya devlet başkanlığı seçimlerinde Yeltsin’e yardım ettikten sonra oligark elitin arasına katıldı ve kendisine, birkaç seçkin kişinin inanılmaz servet kazandığı “hisse karşılığı kredi” programına katılma hakkı tanındı. Oligarkların çoğu Batı Avrupa’ya taşınırken, İvanişvili ülkesine, Gürcistan’a dönmeyi tercih etti ve otel ve gayrimenkul yatırımlarına yöneldi. Ülkesindeki insanlardan fiziksel olarak da mesafesini koruyarak, Tiflis’in yükseklerinde bir tepede kendine camdan bir şato inşa etti. Bu münzevi milyarder tarafından şehre kazandırılan diğer bir yapı ise, altın kubbesi şehrin dört bir yanından görülebilen devasa Ortodoks katedraliydi. Bu oldukça akıllıca bir yatırımdı. Sovyet döneminde baskı altında kalan kilise, bağımsızlıktan sonra popülerlik ve servet kazandı ve bu güçlü konumu bugüne kadar devam ediyor. Son derece muhafazakâr bir figür olan Patrik II. İlya, anketlere göre, hatta Putin’e yakın Rus Ortodoks Kilisesi’ndeki mevkidaşlarıyla sıcak ve destekleyici ilişkileri olmasına rağmen, Gürcistan’ın en sevilen kişisi olmaya devam ediyor.
2008’den sonra Saakaşvili’nin el koyma faaliyetleri hız kazandıkça, İvanişvili de tehdit altında olduğuna inanmaya başladı. Harekete geçerek 2012’de yapılacak seçimlere katılmak için “Gürcü Rüyası” adlı siyasi hareketi kurdu ve bu hareketin çatısı altında muhalefet partilerinden bir koalisyon oluşturmayı başardı. Sağlık hizmetleri ve sosyal yardımlar gibi reform vaatleriyle geniş bir seçmen kitlesine hitap etti; ciddi ameliyatlar için ücretsiz sağlık hizmeti sunma ve herkes için ücretsiz çamaşır makinesi gibi vaatler verdi (kendi köyündeki her evin çatısını yeniletti). İvanişvili, kendini etkili bir siyasetçi ve halkın karşısında konuşma yapan biri haline dönüştürdü. Tiflis’teki seçim sürecini izleyen film yapımcısı Stefan Tolz, “Gerçekten de söylediklerinizi dinliyordu. Saakaşvili ise sadece kendi söylediklerine odaklanıyordu. Bana Donald Trump’ı hatırlatıyordu,” ifadesini kullandı. Seçimden iki hafta önce, İvanişvili’ye ait bir televizyon kanalı, polislerin mahkûmları dövdüğü dramatik bir videoya yer verdi. Saakaşvili bunun kurgu olduğunu iddia etse de Gürcü Rüyası seçimleri açık ara kazandı ve İvanişvili başbakan oldu. Saakaşvili’ye olan güvenin hâlâ yüksek olduğu Washington’dan gelen elçiler, endişeyle Gürcistan’ı nasıl yöneteceğini sordular. İvanişvili ise gülümseyerek, onlara iç rahatlatıcı bir yanıt verdi: “Ben Gürcistan’ı yönetmeyeceğim. Sivil toplumun tam katılımıyla kurumsallaşmış bir demokrasiyi yöneteceğim,” dedi. Bu sözlerle ikna olan ABD’li senatörler, Saakaşvili’ye yenilgiyi kabul etmesi talimatını verdiler.
İşini tamamlayan İvanişvili, kısa süre sonra arka plana çekildi ve Kasım 2013’te başbakanlıktan istifa etti. Fakat iktidarı tamamen bırakmadı. Şu anki içişleri bakanı Vahtang Gomelauri, İvanişvili’nin eski baş koruması. Başbakan Irakli Garibaşvili ise eski özel kalemi. Sağlık eski bakanının ise ailesinin dişçisi olduğu söyleniyor. Bu tür bağlantılar sayesinde İvanişvili’nin doğrudan kontrol sağlamasına ya da üst düzey yetkililerle düzenli iletişim kurmasına gerek kalmıyor. Hassas bir pozisyondaki bir yetkili, “Yıllardır kendisiyle konuşmadım. Ve İçişleri Bakanı, eski bir dostum, onun da bir yıldır konuşmadığını söyledi,” dedi. Anladığım kadarıyla, taleplerini hükümete iletmek için çeşitli çalışanları, aralarında yakın akrabalarının da bulunduğu kişiler aracılığıyla iletiyor.
Bu görünürde rahat tavrına rağmen, aklını meşgul eden pek çok konu var. Bir Amerikalı yetkili, “İvanişvili’nin bir numaralı endişesi, kendisinin, ailesinin ve servetinin güvenliği olmalı. Aynı konumda bulunmuş diğerlerinin başına gelenlerin farkında olabilir,” diye konuştu. İvanişvili’nin, servetine yapılan saldırıların siyasi motivasyonlu olduğuna inandığı görülüyor. 2005 yılında, bir milyar dolardan fazla bir miktarı Credit Suisse’in varlık yönetim departmanına emanet etti; bu, kötü bir karar olarak sonuçlandı; zira hesaplarından biri, bankanın üst düzey yetkililerinden Patrice Lescaudron tarafından yağmalandı. Banka, bu hırsızlık belirtilerini görmezden geldiği gibi, İvanişvili’ye geri ödeme yapmayı da reddetti ve çalışanının eylemlerinden sorumlu olmadığını öne sürdü. İvanişvili, sonunda dava açarak en az 900 milyon dolar kazandı. Ancak Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinden sonra parasını İsviçre’den çıkarmakta yeni zorluklarla karşılaşmaya başladı. Bunu, Gürcistan’ın savaşa dair politikasını değiştirmeye yönelik “gayri resmi yaptırımlar” olarak yorumladı; Gürcistan, işgali kınamak dışında savaşa herhangi bir şekilde müdahil olmaktan kaçınma politikası izliyor. Buna ek olarak, Gürcistan’ın AB üyelik başvurusunun değerlendirilmesinden önce siyasi ve iktisadi yaşamında “de-oligarklaşizasyon” yapılmasını talep eden AB baskılarıyla birleşince İvanişvili, Washington tarafından organize edilen bir kampanyanın hedefi olduğuna dair bolca kanıt gördüğüne inanıyor.
İlginç bir şekilde, İvanişvili’nin Gürcü Rüyası partisi aracılığıyla sürdürdüğü iktidarı, kısmen onun koltuğundan ettiği adama, yani Saakaşvili’ye bağlı. Gürcü seçmenler tarafından reddedilmesinin ve Brooklyn’in lüks bir mahallesinde rahat bir işsizlik döneminin ardından, Saakaşvili yeni bir yuva buldu: 2015’te, eski üniversite arkadaşı ve o dönemin Ukrayna Devlet Başkanı Pyotr Poroşenko, ona Ukrayna vatandaşlığı vererek Odessa Valiliğine atadı. Ancak kısa sürede araları açıldı. Saakaşvili, eski müttefikine karşı kampanya yürütmeye başlayarak onu Ukrayna’daki yolsuzluğun kaynağı olmakla suçladı. Öfkeli Poroşenko, onun yeni vatandaşlığını iptal etti ve Rus “suç unsurları” ile ilişkili yolsuzluk iddialarıyla suçladı. Saakaşvili, intihar tehdidiyle çıktığı bir çatıdan polis tarafından zorla indirildi. 2019’da Poroşenko’nun yerine Vladimir Zelenskiy Ukrayna Devlet Başkanı olunca, Saakaşvili Gürcistan’da yeniden iktidara dönme fırsatı gördü. Zelenskiy’in yönetiminde, Saakaşvili’nin Gürcistan’daki hükümetinden eski dostları da vardı ve onların desteğiyle Ekim 2021’de bir soğutucu kamyonun içinde Gürcistan’a gizlice giriş yaptı. Büyük bir halk desteğiyle karşılanmayı bekliyordu ama birkaç gün içinde gözaltına ve iktidarda olduğu dönemdeki dayak ve cinayet skandallarına ilişkin suçlamalarla yargılandı ve mahkûm edildi. O zamandan beri hapiste, ancak Washington’da güçlü finansmanla yürütülen bir kampanya onu, Putin tarafından organize edilen bir komplonun kurbanı olarak lanse ediyor.
Saakaşvili’yi ülkeden çıkarıp bir uçakla göndermenin daha kolay olup olmayacağı sorulduğunda, Gürcü yetkililer genelde, adil bir şekilde mahkûm edilen bir suçluyu serbest bıraktıkları için asla affedilmeyeceklerini söylüyorlar. Daha da önemlisi, Saakaşvili rejim açısından son derece faydalı bir siyasi koz sağlıyor. Onu, kendi iktidarlarının alternatifi olarak eski günlerin yolsuzluğuna dönüş anlamına geleceğini hatırlatan bir figür olarak kullanıyorlar. Saakaşvili’ye verilen uluslararası destek, rejimin “Batı’nın Gürcistan’ı Ukrayna savaşına bulaştırmayı planladığı” yönündeki mesajını güçlendiriyor. Mart ayında Başbakan Garibaşvili, “Gürcü Rüyası hükümeti, savaştan yana bir hükümet değildir,” dedi. Ukraynalı yetkililer, Saakaşvili’nin iktidarda olmasını, Rusya’ya karşı bir savaş başlatmasını ve Gürcistan’ı bu savaşa dahil etmesini istiyorlardı. Muhalefet, bu söylemi korku yayma olarak nitelese de, mesaj halkta yankı buluyor. Tiflis’te yaşayan bir Amerikalı, hükümetin “Putin Ukrayna’da kazanırsa sıranın kendilerine geleceğinden, kaybederse de hızlı bir zafer kazanmak için Gürcistan’a yöneleceğinden korktuğunu” belirtti.
Kilit ülkelerin liderlerinin katılmayacağı COP29 iklim zirvesinin sönük geçmesi bekleniyor
Saksonya’da koalisyon müzakereleri çöktü
Rusya’nın petrol ve doğalgaz gelirleri bu yıl ilk kez düşmeye başladı
Meloni ve Rutte NATO ittifakını güçlendirme sözü verdi
Netanyahu muhalifliğinden dışişleri bakanlığına
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Türk dış politikasında eksen kayması
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
BRICS öncesi Hindistan ve Çin’den sınır kavgasına gelen ‘çözüm’ duyurusu
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Hint akademisyen Harici’ye değerlendirdi: ‘BRICS, Hindistan-Çin gerilimini yatıştıran bir platform’
-
AMERİKA2 gün önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İran: Sol el Araplarla kucaklaşmaya devam ederken, sağ el İsrail’le çatışıyor
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
WSJ: Hizbullah’ın direnişi İsrail için eziyete dönüşebilir