Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

FP: Jeopolitikanın geleceğine bu 6 ülke yön verecek

Yayınlanma

Cliff Kupchan, Foreign Policy

6 Haziran 2023

Geçtiğimiz hafta Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski Ukrayna adına neredeyse bir hafta Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde ve Japonya’nın Hiroşima şehrinde bulunarak, eşi görülmemiş temaslarda bulundu. Bu temaslardaki amacı Rusya’nın Ukrayna’daki savaşını kenardan oturup izleyen 4 kilit ülke Brezilya, Hindistan, Endonezya ve Suudi Arabistan’ın desteklerini kazanmaktı. Bunun gibi Küresel Güneyin diğer baş aktörleri, şu ana kadar hiç olmadıkları kadar dünya arenasında söz sahibi. Yeni gelişen bu jeopolitik ağırlıklarının başlıca nedenleri ise: Devlet organlarının çokluğu, bölgeselleşmenin verdiği avantaj, ve ABD-Çin gerginliğinde kullandıkları kozlar.

Bu orta seviye güçler, İkinci Dünya Savaşından bu yana en kapsamlı devlet organlarına sahipler. Bunlar aynı zamanda ciddi ölçüde jeopolitik kozlara sahip ülkeler, ancak dünyanın en güçlü iki süper gücü olan Çin ve ABD’den çok daha güçsüz konuma sahipler. Bu grup aynı zamanda Küresel Kuzey’de Fransa, Almanya, Japonya, Rusya ve Güney Kore gibi birçok ülkeyi da kapsamaktadır. Rusya haricinde bu ülkeler farklı seviyelerde genelde ABD’ye yakın oldukları için, dünyada değişen güç dinamikleri veya kozlar hakkında pek aydınlatıcı olmazlar.

Çok daha ilginç olanlar ise, Küresel Güney’in altı baş aktörüdür: Brezilya, Hindistan, Endonezya, Suudi Arabistan, Güney Afrika ve Türkiye. Bu gibi salınımdaki Küresel Güney ülkeleri (swing states) iki süper güçle de bağlantılı olmadıkları gibi, yeni güç dinamikleri yaratmakta çok daha özgür davranabilirler. Bu ülkelerin tamamı G-20 üyesi olmakla beraber, jeopolitik ve jeoekonomik alanlarda oldukça aktiflerdir. Bu altılı aynı zamanda Küresel Güneydeki geniş kapsamlı jeopolitik trendlerde de barometre görevi görür.

Bu altı devletin öneminin artmasında birçok sebep bulunmaktadır, ancak bu sebepler iki ana kola ayrılabilir: uzun vadeli, tarihsel gelişmeler ve daha güncel global trendler. İlk kola baktığımızda, Soğuk Savaştan beri gelişen bazı olaylar bu güçlere uluslararası alanda çok daha kapsamlı organlar geliştirmelerine sebep olmuştur. Soğuk Savaş birbirine zıt blokların çok daha sert çizgilerle belirlenmesinde önemli bir paya sahipti, bu da günümüzün salınımdaki devletlerini bu kutuplara sıkıca çekmişti. Hemen ardından gelen tek kutuplu ABD dönemi, neredeyse tüm devletlerin Washington’a tam bağlılığını gerektiren bir ortam yarattı. Bugün ise Çin-ABD kutuplaşması çok daha zayıf bir halde, ve bu durum orta seviye güçler için çok daha fazla hareket özgürlüğü sunmakta.

İkinci olarak tarihsel kola baktığımızda: Son yirmi yılda dünyanın önemli alanlarda küreselleşmeden uzaklaşması, yeni jeopolitik ve jeoekonomik alanlarda farklı bölgesel ilişkilerin oluşmasına sebebiyet vermektedir. Salınımdaki ülkelerin tamamı bölgesel liderlerdir ve küresel güç bu bölgelere geri döndüğü için bu aktörlerin önemi de gittikçe artmaktadır. “Near-shoring”  (lojistik hatlarını uzak ülkelerden daha yakın komşulara geri çekme)ve “friend-shoring” (lojistik hatlarını rakip ülkelerden müttefik ülkelere aktarma) gibi süreçler, firmaları ve ticari ilişkileri Çin’den uzaklaştırıp çoğunlukla Küresel Güney’deki diğer bölgelere çekmiştir. Küresel Güney’deki bazı salınımdaki ülkeler, daha önce olduğundan çok daha işlek bölgesel ticari noktalara dönüşecektir. Bunun en iyi örneği olarak Hindistan’da bazı ABD firmaları üretim tesislerini burada kurup, lojistik hatlarını bu bölgeye yönlendirecek şekilde düzenlemektedir. Enerji pazarlarının da gittikçe bölgeselleşmesi, özellikle Suudi Arabistan’ın işine yaramaktadır. Benzer şekilde Suudilerin başkenti Riyad, bölgesel bir finans merkezi olarak öne çıkmaya başlamıştır. Ayrıca Uluslararası Para Fonu (IMF) de dünyanın giderek ayrıştığını belirtmekle, mantıksal olarak giderek ayrışan bir dünyada orta seviyedeki güçlerin giderek daha önemli bir rol oynayacaklarını öngörüyor.

Üçüncü olarak, Soğuk Savaş döneminde Hindistan ve Endonezya henüz yeni sömürgeci yöneticilerinden kurtulmuştular. Bu durum iki kutuplu dönemde onların küresel rollerini kısıtlayan bir etki yarattı. Bugün ise, bu altı salınımdaki ülke tamamen özerk aktörlerdir. Ama bu da Bağlantısızlar Hareketi’nin bir yeniden doğuşu gibi, ya da Küresel Güney’in domine ettiği pek gücü olmayan G-77 ya da BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) gibi örgütler nezdinde değerlendirilemez. Bu örgütler tamamen veya kısmi olarak ideolojik bir bağlantıya sahiplerdir, oysa söz ettiğimiz altılının böyle bir bağlantısı yoktur. Sözünü ettiğimiz bu ideolojik bağlantının eksikliği, dış siyasetlerinde çok daha sert geçişler içeren yaklaşımları yapabilmelerini uygun kılar, bu ise uluslararası meselelerdeki kümülatif etkilerini daha da arttırmaktadır.

Bu salınım ülkelerinin diğer itici güçleri, daha güncel küresel trendlerden gelmektedir. Salınım ülkelerinin sahip olduğu güç, özellikle de giderek ABD-Çin ilişkilerini tarif eden rekabet ve karşı karşıya gelmelerin yarattığı kozlarla, daha da artmaktadır. İki süper güç de salınımdaki ülkeleri kendi tarafına çekmeye çalışmakla birlikte, bu durum salınımdaki ülkelerin birbirlerini elemesinde de işe yaramaktadır. Örnek vermek gerekirse, Hindistan’ın gücü ve kozları, ABD’nin bölgedeki Çin gücünü dengelemek için kurduğu Dörtlü Güvenlik Diyaloğu’na (Quad) katıldığından bu yana ciddi ölçüde artmıştır. Öte yandan Brezilya ve Endonezya, Çin’in bu ülkelerdeki Lityum, Nikel ve Alüminyum gibi kritik maden anlaşmalarına karşı yoğun isteğinden oldukça olumlu faydalanmışlardır. Yakınlarda yapılan bir araştırmaya göre bu ülkeler belirli konularda ABD veya Çin’e yakın olsalar da, genel olarak ittifaklarında çok daha dengeli bir tutum sergilemektedirler. Şimdilik çoğu alanda iki büyük gücün birbirini elemeye çalıştığı bu oyunda rahatlıkla hareket edebilmektedirler. Yarı iletkenler, yapay zeka, kuantum teknolojisi, 5G iletişim ağı ve biyoteknoloji gibi alanlar, orta seviye güçlerin ABD veya Çin arasında ticari bir seçim yapma zorunluluğu olduğu sayılı temel teknoloji alanlarıdır.

Yine benzer şekilde, Küresel Güney’in salınım ülkeleri, uluslararası iklim politikalarında, büyük ve gelişen ekonomileri sayesinde büyük bir koza sahiptirler. Bu devletlerin de katılımı olmadan kirlilik ve iklim etkileri gibi sorunlarda çözüm bulunamamaktadır. Karbon pazarları, bu ülkelerin karbon salınımlarına bakmaksızın giderek kaynaklarını bu orta seviye güçlere aktarmaktadır, çünkü Batılı şirketler net-sıfır politikalarını yakalayabilmek için bu ülkelerden telafi sağlama ihtiyacı vardır. Daha kapsamlı konuşmak gerekirse, ormanların tahribatı ve karbon salınımını azaltma gibi konulardaki siyasetlerde salınımdaki ülkelerin yapıcı katılımları gerekmektedir –Brezilya ve Endonezya’da orman tahribatı konusunda ve Hindistan ve Endonezya için özellikle kömür kaynaklı karbon salınımını azaltma konusunda- . Son olarak Adil Enerji Dönüşümü Ortaklıkları (JETPs) iklim konularının finansmanında

Bu altı salınımdaki devlet, Ukrayna’daki savaşın merceklerini sabitlemede ve uygulanan yaptırımlarda da önemli bir rol oynadı. En başından beri Batı’nın Ukrayna’ya yaptığı yardımlara veya Rusya’ya uyguladığı yaptırımlarda hizalanmayı reddettiler. Bu ülkeler savaşın küresel güvenliğe değil sadece Avrupa güvenliğine etkisi olduğuna inanmakla beraber milli çıkarları için kalkınma, borçlar idaresi, gıda ve enerji güvenliği gibi alanlarda da bir hamle teşkil etmemektedir.

Ancak belki de bu devletlerin savaştaki en büyük etkileri, Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımlara karşı durma -hatta yer yer altını oyma- doğrultusundaki iradeleridir. Türkiye çift kullanımı olan varlıkların Rusya’ya yüksek miktarda akışını sağlayarak, Batı yaptırımlarını ruhen hatta fiilen ihlal eden birkaç ülkeden birisidir. Bu sebepten ötürü ABD daha önceden dört Türk firmasına yaptırım uygulamış durumdaydı. Diğer orta seviye güçler ise fazlasıyla tarafsız kalıp, Güney Afrika’nın Rusya’ya bir meyili gözlenmektedir. Altılının tamamı savaşın başından bu yana Rusya ile olan ticaretlerini ve diğer ilişkilerini ya korudular ya da artırdılar.

IMF Rusya ekonomisinin bu sene yüzde 0,7 büyüme yaşayacağını öngörmekle –Batının umduğu mahvedici etkiler neredeyse gözükmemektedir- . Salınımdaki devletler yaptırımların etkisinin azaltılmasında çok büyük yardım sunmuştur ve sunmaya devam edeceklerdir. Bu durum da, Kremlin’in ticaretini doğuya ve güneye kaydırarak geçinebileceğine inanmasının yegâne sebebidir.

Küresel Güney’in orta seviye güçleri aynı zamanda arabuluculuk faaliyetlerinde de kozlarını arttırmıştır. Türkiye Ukrayna’daki savaşta tek başına en büyük dış aktör olarak yer alıyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tahıl anlaşmalarında kilit bir müzakereci olup, savaşın başlarında barış diyaloğunda katkılar sunarak, gelecekte tarafların isteği doğrultusunda tekrar barış için diyaloga uygun bir konumda durmaktadır. Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva ise kendi atılımıyla ortaya çıkmıştır. Hindistan ise ileride gerçekleşebilecek bir barış görüşmesinde arabuluculuk rolünü daha sessiz bir şekilde beklemektedir. Bu devletler şu an diğer küresel çatışmalarda da arabuluculuk yapmak için uygun bir konumdadırlar. Bu konuda Hindistan’ın konumlanması, Şubat ayı itibariyle Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün aktif personelinin yaklaşık yüzde sekizini oluşturduğu için, özellikle sağlamdır. Endonezya ve Güney Afrika da hem arabulucu rolüyle hem de Barış Gücü olarak, oldukça aktif rollere sahiplerdir.

Son olarak, bilim ve mühendislik uzmanları gelecekte olası bir nükleer silahlanmanın muhtemelen bir Küresel Güney ülkesinde gerçekleşebileceğini öngörüyor. Öte yandan bu durum yakın gelecekte hiç olası gözükmemekle birlikte, nükleer silahlanmanın en olası gerçekleşeceği Suudi Arabistan-İran rekabetinde dahi İran’ın Suudilerle bir uzlaşması söz konusudur. Saklı bir nükleer güce –kısa süre içerisinde nükleer bir bomba yapabilecek- dönüşmesine yalnızca birkaç teknolojik adım kalmıştır. Riyad ile ilişkilerin suya düşmesi ve İran’ın hızla bir bomba çıkartması senaryosunda da, Suudiler ve Türkler de aynı arayışa gireceklerdir. İşte bu yüzden Suudiler İsrail ile diplomatik ilişkiler kurulmasının karşılığında birkaç diğer tavizle birlikte ABD’den nükleer silahları bizzat istemese de, nükleer bir şemsiye ile koruma talep etmektedir.

BRICS ülkelerine Batı karşısında denge güç olarak gösterilen yoğun ilgi, Küresel Güney’in asıl ilginç tarafını örtmektedir. Zira Çin ve Rusya’nın BRICS üyesi olması salınımdaki ülkelerin bu kritik yükselişlerini gizlemektedir.

Çin ve Rusya BRICS’i ve bu yolla Küresel Güney’i genişletmeyi hedeflemektedir, ve bu durum değinilmesi gereken çok ciddi bir tehdittir.

Çin bugün iki kutuplu dünyanın büyük güçlerinden birisidir. Çin’i Küresel Güney’in bir parçası olarak görmek hayli zordur, zira Çin’in ekonomik gücü ve kapsamlı jeopolitik emelleri onu farklı bir kategoriye sokmaktadır. Rusya orta seviye bir güçtür ancak, güç kaybına uğramaktadır. Ayrıca dünyaya yaklaşımı, diğer Küresel Güney salınım ülkelerinin aksine, oldukça hiper-revizyonisttir. Bu yüzden jeopolitik olarak en aktif iki BRICS üyesini açıklayabilmek için, salınım ülkelerini önüne katmaya çalışmaktan daha farklı bir mantık gerekmektedir.

Bununla birlikte Çin’in yönlendireceği BRICS’in daha resmi bir şekilde Küresel Güney’i temsil edip etmeyeceği de hala bir soru olarak kalmaktadır. Bu doğrultu, özellikle de 19 yeni ülkenin katılmayı istemesiyle de, Batı’ya doğrudan bir sıkıntı oluşturmaktadır. Ancak bu sıkıntının gerçekleşmesi pek muhtemel değildir. Hindistan Çin’in bu grubu yönlendirmesine hummalı bir şekilde karşı duracak etkili bir üyedir. Suudi Arabistan, Brezilya, Türkiye (NATO üyesi), Hindistan ve Güney Afrika güvenlik ve ticaret alanlarında ABD ve diğer Batılı ülkeler ile ciddi ilişkilere sahip ülkelerdir. Bu ülkeler ABD’den uzaklaşmış olsalar da, bu durum Çin’in başkanlık ve Rusya’nın yardımcılık ettiği aktif bir şekilde ABD’ye karşı duran bir örgüte katılmaktan çok daha farklıdır. BRICS ortak bir amaç ortaya koymayı henüz başaramadığı için, bu grubu Çin’in yönlendirebilmesi için gereken kurumsal güç bulunmamaktadır. Son olarak da BRICS bir konsensüs temeli ile işlemektedir, bu da kendi amaçları için yeni üye kabulünde konsensüsü daha da zorlaştıracaktır.

Kimileri bu altı salınımdaki ülkeye dikkat edilmesi gerektiği fikrine katılmayabilir. Nihayetinde bu ülkeler hala gelişmekte olan pazarlar ve son yıllar küresel ekonominin bu kısımlarına pek merhametli davranmadı. Hindistan harici salınımdaki ülkeler beklenen büyüme rakamlarını yakalayamadı. Bu grup hala hukukun üstünlüğünü benimsemiş kurumlar geliştirmede geri kalmış durumdadır. Yapay zeka da dahil olarak teknolojik devrimler, Küresel Güney’in yapay zekanın üretim gücüyle baş edebilecek yeteri kadar kaynağının olmaması nedeniyle bu bölgeyi, gelişmiş endüstriyel demokrasilerden daha sert vuracaktır. Dahası, her ne kadar salınımdaki devletlerin iklim hedeflerinde ciddi kozları bulunsa da, iklim kaynaklı etkiler bu devletlerden bazılarına çok ciddi miktarda tahribat ve sorunlara sebep olacaktır.

Ancak her şeyi toplayacak olursak, bu güçlerin jeopolitik olarak güçlendikleri ve daha da güçlenecekleri fikri daha kuvvetlidir. Dünyadaki en kuvvetli küresel trendlerden koz elde edebilmektedirler ve yeni güçlerinin de beyanatı oldukça açık bir şekilde bulunmaktadır.

Buradaki en önemli siyasi ima, ABD’nin küresel güç dengelerinde ciddi bir zayıflamaya uğramaması için, bu altılıya karşı elini güçlendirmesidir. Özellikle de Rusya-Ukrayna Savaşı veya Çin ile olan rekabet gibi konularda bu salınım devletlerinin ABD ile aynı hizada bulunmayı reddetmesiyle, bu ülkelerin çoğu çoktan uzaklaşmaya başlamıştır. Genişletilmiş bir BRICS’in Rusya-Çin tarafından yönlendirilmesi, -ve sonrasında Küresel Güney’in aynı şekilde yönlendirilmesi-, gerçek bir tehdittir ve değinilmesi elzemdir.

Washington’un sadece bu altı ülkeye ayrı ayrı olarak değil, tüm Küresel Güney’e genel bir iyi geliştirilmiş diplomatik strateji edinmesi gerekmektedir. Salınımdaki devletlerin birçoğunu G7 zirvesine davet etmek oldukça başarılı bir başlangıç olsa da, çok daha fazlası gerekmektedir. Daha iyi bir strateji önemli ABD’li diplomatların daha üst mertebeden yapacakları ziyaretlerle başlamalıdır. Daha iyi geliştirilmiş bir siyaset aynı şekilde ABD pazarının kabuğunu kıracak daha hassas bir ticari stratejiyle de başlamalıdır. Daha kapsamlı konuşmak gerekirse, ABD bu altı salınımdaki devletin ve Küresel Güney’in ABD’nin aldığı önemli kararlarda vereceği tepkileri daha iyi kestirebilmesi gerekmektedir. Örneğin, Batılı siyasetlerin Rusya’nın savaşında aldığı kararlardaki ölçüsünün Küresel Güney’de bir uzaklaşma yaratması Washington’u oldukça habersiz yakalayan bir gelişmeydi. İşgalin başladığı Şubat 2022’den beri ABD bir kovalamaca oyunu oynamakta ve onda dahi başarılı olamamaktadır. Buna benzer bir önsezi yeteneği, Küresel Güney’in üst düzey duygu ve düşüncelerini daha kapsamlı anlamayı da gerektirecektir.

İkinci olarak, ABD-Çin gerilimi aniden Soğuk Savaş benzeri bir karşılaşmaya dönüşürse, bu salınımdaki devletlerin ve nihayetin tüm orta seviye güçlerin güçleri ve kozları büyük zarar görecektir. Ayrışma daha da genişleyecek ve bu salınım devletleri o ya da bu şekilde bir tarafı seçmek zorunda bırakılacaktır.

Son olarak, salınımdaki devletlerin yükselişiyle birlikte, şimdiye kadar hiç olmamış sayıda çok ülkenin jeopolitik sonuçlarda kozları mevcuttur. Bu devletler arasında kendi çıkarlarını gözetmek dışında hiçbir davranışsal örüntü bulunmamaktadır. Bugün neredeyse bütün jeopolitik mevzularda daha fazla sayıda itici güç bulunmaktadır. Bu da zaten oldukça endişe verici jeopolitik sonuçların daha da çetin bir hale gelmesini sağlamaktadır.

Çeviren: Eren Türker Tek

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English