Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Giden yıl, gelen yıl – 2: Toplum

Yayınlanma

Rusya’nın Ukrayna çatışmasındaki kayıplarıyla ilgili somut bir veri yok. Kiev tarafından açıklanan sayılar çok afaki; bunlara inanılacak olsa Rusya’nın neredeyse yenildiğine kanaat getirmek gerekecek. Ancak gene de önemli olan, bu sayıların ne olduğu değil, her halükârda büyük kayıplara rağmen bunların ne sosyal çatışmayı tırmandırıyor, ne iktidarın itibarını zayıflatıyor, ne ülke içinde genel bir savaşa dair ruh hali ortaya çıkarıyor olması. Aslında bunların tam tersi oluyor: sosyal çatışma dinamikleri zayıflıyor, iktidarın itibarı artıyor, savaş ise Ukrayna’da lokalize bir çatışmadan başka bir şey değil. Dahası, “iki halkın birliği” vurgusu güçleniyor ve bu, lokalize bir çatışmadan başka Ukrayna’da lokalize bir iç savaş olarak da görülüyor. Putin’in Ukrayna çatışmasının bugünkü durumunu “bir iç savaşa benziyor” diye tanımlaması nedensiz değildir.

En dikkat çekici sonuç Rusya’da Kremlin etrafında siyasi konsolidasyonun güçlenmesidir ama bunu ortaya çıkaran da sadece “ideoloji” değildir. Sosyal yardımlar katı bir disiplin içinde artıyor, işsizlik kapitalist Rusya tarihi boyunca minimum seviyesine düştü (2020 ortalarında yüzde 6,4’ten 2023 ocak ayı itibariyle yüzde 3,6, haziranda yüzde 3,1, yıl sonunda yüzde 2,9). GSYH’da artış gözleniyor (yıl sonunda yüzde 3,5 artış bekleniyor). Öte yandan Eurostat verilerine göre AB’de işsizlik ise ortalama yüzde 6 ve dahası, Hollanda (yüzde 3,5) dışında Avrupa’nın bütün kilit ekonomilerinde yüzde 5’in üzerinde (Polonya silah sanayisine rağmen 5, Almanya 5,9, Avusturya 6,5, Fransa 7,4, İtalya 7,8). Başta Almanya olmak üzere (ABD açısından ilan edilmemiş düşman olarak çatışma kararının alınmasında bu ülkenin paryalaştırılması amacı kilit rol oynamıştır) Avrupa ülkelerinin resesyona girmesi de cabası.

Bununla birlikte mevcut durum Avrupa ülkelerinin gerçek hükümdarları için de gayet kârlı ve gelecek vaat ediyor: küresel mali oligarşinin egemenliği pekişiyor, resesyondan çıkış için savaş sanayisi işletiliyor, siyasi haklar bir bir yok ediliyor, faşist hareketler güçleniyor ve iktidara geldiklerinde de demokrasi güçleri diye parlatılıyor.

Rakamlar gene de konvansiyonel şeylerdir; kavramsal açıklamalar olmazsa ne söyletilmek isteniyorsa onu söyleyebilirler. Savaş sanayisinin çoğu zaman iktisadi kalkınmanın kaldıracı olduğu bilinir. Bugün Avrupa’da Çekiya ve Polonya’da bununla karşılaşmak mümkün. Polonya askeri sanayi devlet tekeli PGZ bu yaz teşviklerle istihdam açığını kapatmaya çalışıyordu; bu ülkedeki işsizliğin Avrupa ortalamasının altında olması, askeri sanayinin harıl harıl çalışmasıyla ilişkilidir. 2022’de 29 ülkenin Kiev rejimine ihraç ettiği silahların yüzde 20’si Polonya ve Çekiya tarafından üretiliyordu. Bu, daha ziyade, her iki ülkede de sosyalizm döneminde kurulmuş sanayi altyapısının sonucudur. Ama Rusya’daki durum bu altyapıya çok daha fazlasını borçludur.

Giden yıl, gelen yıl – 1: Ukrayna’da çatışma

Şu satırlar benim “Rusya…”dan:

“Sosyalist bir ekonomide… askeri sanayinin, sivil sanayi ve tarımın diğer kesimleriyle ilişkileri… istihdamı, teknoloji üretkenliği ve silah fabrikalarının kolaylıkla sivil üretime katılabilmelerini kapsar: tank fabrikasından traktör, savaş uçağı fabrikasından sivil uçak, zırhlı fabrikasından ağır sanayi araçları çıkabilir. Aslında öyle de olmuştur. 1950’lerden 1970’lerin ortalarına kadar savunma sektörü diğer sektörleri teşvik etmiştir: Sovyetler Birliği’nde askeri harcamaların tırmanışı milli gelirin artışına paraleldir. Sektördeki istihdam oranları da bunu gösterir. … Aile üyeleri de katıldığında 12-15 milyon insan savunma sektörüyle irtibatlıydı; bu da Rusya’da her 10 kişiden biri demekti.”

Elbette bugün ne sosyalizm var ne sosyalist sanayi; ama sosyalizm döneminde kurulmuş bir altyapı ve yönetme kültürü var. Bu altyapı ve planlamaya dayanan yönetme kültürü savunma çıktılarında muazzam bir artış üretiyor. Ve en önemlisi bütün bunlar, sadece NATO üyelerinin ürettiği toplam silah, zırhlı, tank, mühimmat vb.nden daha fazlasını üretme olanağı sağlamakla kalmıyor, sadece sivil sanayide ve teknoloji birikiminde savunma sanayisinin ihtiyaç duyduğu dolaylı bir artışın tetiklenmesi anlamına da gelmiyor, çok daha yapısal, çok daha önemli başka bir şeyi daha üretiyor: yeni sosyal ilişkileri.

Bu yapısal değişikliğin temel göstergesi, federal bölgelerin 2023’ün ilk üç çeyreğinde topladıkları gelir ve kâr vergisindeki artışta görülüyor.

Bugünkü kanuni düzenleme şöyledir: istisnaları federal hükümet tarafından konulan kâr vergisi yüzde 20, gelir vergisi ise (aynı şekilde istisnaları olsa bile) yüzde 13 olarak tespit edilmiştir. Şirket ve kuruluşların ödemek zorunda olduğu kâr vergisinin yüzde 3’ü federal bütçeye gider, kalanı bölge bütçesine aktarılır; gelir vergisinin ise yüzde 85’i bölgesel (oblast, cumhuriyet, özerk bölge, vb.), yüzde 15’i de yerel (şehir, ilçe, köy, vb.) bütçelere dağıtılır. Federal hükümet ise dolaylı vergilerin ve yararlı mineral çıkarma vergilerinin (NDPİ) tamamını alır. Bu temel kalemlerden başka diğer vergilerin neredeyse tamamı da bölgesel ve yerel idare bütçelerine kaydırılır.

Demek ki gelir vergisi ve kâr vergisi federal bölgelerin temel bütçe gelirlerini oluşturuyor ve bu bütçe kalemlerinin durumu sosyal yapıdaki değişiklikler açısından fikir verebilir.

Buna dayanarak, yılın ilk üç çeyreğindeki duruma bakmak gerek. Rusya Maliye Bakanlığı verilerine göre bu dönemde gelir vergisi yüzde 13 arttı ve 4,9 trilyon ruble (bugünkü kurdan yaklaşık 55 milyar dolar; ancak kur çevirmeleri sadece bir fikir vermeli, özellikle Rusya batı ekonomisinin dışına çıkarken gerçek değerin kur karşılığından fazla olduğunu unutmamak gerek) oldu; bunun 4,8 trilyonu bölge bütçelerinde kaldı. Toplam federal bütçe gelirleri 2022’de 25 trilyon rubleydi (275 milyar dolar); demek ki bölgesel bütçeler için 4,9 trilyon, çok ciddi bir miktar. Gelir vergisinin artmasında küçük ve orta ölçekli işletmelerin sayısındaki artışın önemli bir etkisi var (kâr vergisinde de bütün bölgelerde ortalama yüzde 21,6 artış gözleniyor) ama en önemli rolü, öyle görünüyor ki, işgücü açığı oynadı; bu nedenle işletmeler ücretleri yükseltmek zorunda kaldı, bu da gelir vergisini artırdı.

Gelir vergisinin toplandığı federal bölgeler arasında nakdi lider Krasnodar krayı (126,6 milyar), Tataristan cumhuriyeti (106,6 milyar) ve Primorsk krayı (63,7 milyar). Ama mesela Moskova’da sadece yüzde 6,7, Çeçenistan’da 6,6 artış var. Gelir ve kâr vergisindeki artış özellikle savunma sanayisi kompleksinin gelişkin olduğu federal bölgelerde gözleniyor. Tablo tam da böyle tamamlanıyor: bu bölgelerde işgücü açığıyla birlikte ücretler yükseliyor, savunma sanayisiyle ilişkili teknoloji üretimi bu bölgelerde yoğunlaşıyor, küçük ve orta ölçekli işletmeler yaygınlaşıyor.

Esas önemli olan tam da bu. Çatışmanın başından beri bunun içeride sosyal sonuçları olacağını ve “neredeyse tamamen deklase olmuş orta burjuvaziyi bir tür NEP kullanarak küçük burjuvazi ile konsolide etmeyi, böylece küçük ve orta burjuvazi aracılığıyla sermaye birikimi gerçekleştirmeyi hedeflediğini” vurguladım. Başka deyişle, emperyalist troyka en genelde liberal muhalefetin sosyal omurgasını teşkil eden bu kesimi bilinçli olarak zor durumda bırakıp kışkırtmaya çalıştı; ama Kremlin bunu tam da ülkenin kalkınması için zaruri ve kaçınılmaz saydığı amaçla kullandı: deklase olanın yerine daha konsolide, daha istikrarlı ve daha güvenilir yenisini tesis etmekte.

Rusya ilk yaptırım dalgasının ardından iktisat siyasetinde bir ay kadar panik yaşadı. Başbakan birinci yardımcısı Andrey Belousov geçen yıl aralık ayında belirtmişti bunu; 24 Şubat’ın arkasından mart ayında “ekonominin yerle bir olma riskiyle karşı karşıya bulunduğunu” söylemişti. Ancak Kremlin bütün olumsuz şartlara rağmen paniği ortadan kaldırdı ve riski de tersine çevirmeyi başarmış görünüyor; bu durum ülke yönetiminin siyasi stratejisini ülke dışında olduğu gibi içinde de uygulamaya devam etmek kararlılığını pekiştiriyor.

Sadece bu da değil. Batıdaki varlıklarına el konulması durumunda Rusya’nın da ülkedeki batılı varlıklara el koyacağına artık kuşku yok. Sadece “C” tipi (çıkışı bloke edilmiş, ancak temettüler, kuponlar ve diğer gelirlerle girişi halen açık) hesaplarda toplanan batılı şirketlere ve özel kişilere ait para daha geçen yılın sonunda 300 milyar rubleye yakındı. Bu meblağın 2023 sonu itibariyle 1 trilyonu aşması bekleniyor. Bugünkü kurdan yaklaşık 10 milyar dolar demektir. Üstelik, “C” tipi hesaplar devlet değil sadece “dost olmayan ülkelerden” özel ve tüzel kişilere ait; batılı devletlerin Rusya’daki diğer varlıkları da herhalde çoktan bir bir listelenmiştir.

Gene de bunların Rusya’nın bloke edilmiş varlıklarıyla karşılaştırıldığında pek az olduğu açık; ama epey can yakıcı olduğu da açık.

Ve son olarak, Rusya’dan ayrılan yabancı şirketlerin varlıkları ya devlet idaresinde kayyıma devrediliyor, ya yüzde 50-60’ı bulan indirimler ve bir de devlete “gönüllü aidat” adıyla bir tür ek vergi ödenerek (miktarı sabit değil; ancak satış bedelinin en az yüzde 10’unu buluyor) ve esasen doğrudan kontrol altındaki sermaye grupları tarafından “yerlileştiriliyor”. Bütün bu muazzam sermaye hareketleri, Rusya’nın krizden çıkmasında olduğu gibi geleceğe yönelik orta vadeli bir tür kapitalist NEP siyasetini sürdürmesine, yani yeni bir sosyal düzenleme yapmasına imkân sağlıyor.

GÖRÜŞ

Küresel spor gücü olarak Rusya

Yayınlanma

İlber Vasfi Sel

Rusya Federasyonu’nun, dünya sahnesinde politik, diplomatik ve ekonomik olarak bir süper güç olduğu herkesin malumu. Öte yandan kültür, sanat ve spor alanındaki büyüklüğüne de kimse karşı çıkmaz sanırım.

Tam da bu bağlamda büyük gelişmeler yaşanıyor. Rusya Federasyonu’na bağlı Başkurtistan Cumhuriyeti’nin Başkenti Ufa’da 17 ile 19 Ekim tarihleri arasında 12. Uluslararası “Rusya – Bir Spor Gücü” Forum’u düzenlenecek.

Başkurtistan Cumhuriyeti’nin başında bulunan ve ülkemizin saygın eğitim kurumlarından Bilkent Üniversitesi’nden mezun Radi Habirov, ilgili etkinlik hakkında basın mensuplarına açıklamalarda bulundu. Habirov: “… Rusya’nın önde gelen spor bölgelerinden biri olan Başkurtistan, uzun yıllardır büyük yarışmalara başarıyla ev sahipliği yapıyor. Başkurtistan Cumhuriyeti, Dünya Gençler Güreş Şampiyonası, İşitme Engelliler Yaz Olimpiyat Oyunları ve Ulusal ve Olimpiyatdışı Sporların Birinci Uluslararası Oyunları olan Avrasya Oyunları’na ev sahipliği yaptı…

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, daha fazla Rus vatandaşını spora dahil etmek ve sporcuların rekabetçi aktivitesini artırmak için bir dizi resmi devlet programını başlattı. Bu kapsamda değerlendirilen ilgili forum programında yuvarlak masa toplantıları, genel oturumlar, konferanslar, seminerler ve tartışma programları yer alacak.

Ek olarak çeşitli tiyatro gösterileri, sergiler ve eğlence programları da dahil olmak üzere 15 farklı kültürel etkinliğin de düzenlenmesi planlanıyor. Katılımcılar ayrıca güvenlik, sağlık ve iletişim konularını da tartışacaklar.

Sporun popülerleştirilmesinin önemi, Türkiye’de de anlaşılıyor. Bu yaz gerçekleştirilen 2024 Paris Olimpiyatları’nın en parlak sembollerinden birisi Türk atıcı Yusuf Dikeç’ti. Dikeç, kendi alanındaki alışılmadık yaklaşımıyla herkesin dikkatini çekti. Kulaklık ve özel gözlükler olmadan atış poligonuna giden Dikeç’in eli cebindeki atışları artık herkes tarafından biliniyor. Rakiplerinin aksine bir stilde yaptığı atış sonrası Türkiye, Olimpiyatlarda bir madalya daha kazandı.

Herkesin malumu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da gençlik yıllarında aktif olarak futbolla ilgilendi. Bu nedenle sporun gelişimi de Cumhurbaşkanının özel ilgi alanlarından biri olmaya devam ediyor. Alman Milli Futbol Takımı’nın efsane isimlerinden biri olan Türk kökenli futbolcu Mesut Özil’in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilişkisi ve samimiyeti de biliniyor. Buna ek olarak sosyal medya ve konvansiyonel medyada sıklıkla Erdoğan’ı ilerleyen yaşına rağmen basketbol oynarken görüyoruz.

Sporun gelişmesinin toplum sağlığını güçlendirdiği ve uluslararası arenada ülkenin imajı açısından oldukça önemli olduğu gerçeğini tartışmak anlamsız. Antik çağlardan bu yana spor müsabakaları, uluslararası ilişkilerin güçlü bir enstrümanı olarak kullanılıyor. Şehir devletleri arasındaki çatışmalar genellikle savaşçıların Olimpiyat Oyunlarına katılımı uğruna sona ererdi.

O zamandan beri yerküre üzerinde gerçekleşen tüm siyasi süreçlerin bugün daha da karmaşık hale geldiğini söyleyebiliriz. Ancak buna rağmen bugün sporun sahip olduğu önemli kültürel ve insani işlevini yok sayamayız. En iyilerin en iyileri arasındaki müsabakalar izleyenleri cezbediyor ve şu çalkantılı zamanlarımızda hepimize olumlu birer gündem oluşturuyor.

İşte gelecek günlerde Ufa’da tertip edilecek olan 12. Uluslararası “Rusya – Bir Spor Gücü” Forumu, uluslararası spor adına yeni yarışma formatları oluşturmak konusunda alanında küresel çapta uzmanlıkları bulunanlar için benzersiz bir fırsat sunuyor. Etkinliğin en önemli kısmı ise Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in de şahsi katılımı gibi görünüyor. Ufa’daki bu etkinliğin uluslararası spor adına yeni bir dönüm noktası yaratması ve bir başlangıç olması bekleniyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İran misillemesi şaka değildi: Artık her şey olabilir

Yayınlanma

Yazar

İran’ın beklenen misillemesi 1 Ekim günü beklenmedik bir şekil ve içerikle geldi. Türk medyasının ve özellikle siyasal/selefi İslamcıların alay ederek ciddiye almadıkları, adeta dalga geçtikleri misillemede İran İsrail’i Fettah adını verdiği hipersonik füzelerle vurdu. Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle gerek Amerikan ve Batı basını gerekse İsrail Tahran’ın misillemesinin İsrail’e ciddi zarar verdiği konusunda hemfikir görünüyorlardı.

 SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARI MEMNUN ETMEK MÜMKÜN DEĞİL

Türkiye’de ise durum farklı. Özellikle siyasal/selefi İslamcılar hala her şeyin Tahran ile Tel Aviv arasındaki bir danışıklı dövüş olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Orta Çağ mezhepçiliğinin yüzyılımızda o zamandan hiç de az olmayacak derecede etkin olabildiğini görmek gerçekten çok şaşırtıcı. Hamas için yanıp tutuşuyor gibi görünen bu mezhepçi siyasal/selefi İslamcı gruplar kullandıkları ifadelerde Hamas liderlerinden İsmail Heniye için şehit olarak bahsetmeye özen gösterirken Hizbullah lideri Nasrallah’ın adını ya anmamayı veya en kibarından öldürüldüğünü veya ‘elimine edildiğini’ söylemeyi tercih ediyorlar.

Hatta pek çok siyasal/selefi İslamcı Nasrallah için ‘Müslüman katili’ demeye varacak kadar ağır ifadelerden sakınmıyorlar. Aynı çevrelere göre Tahran’ın misillemesi laf ve propagandadan ibaret ve aslında İran içi boş füzeleri fırlatarak İsrail’e yardım ediyor; çünkü yaptıklarına meşruiyet kazandırıyor ve bu devletin önünü açıyor.

Uluslararası ilişkiler tahlilleri açısından tam bir kafa karışıklığının yansıması olarak değerlendirebileceğimiz bu çarpık düşüncelerin normalde hiçbir değeri yok; ama bu hezeyanvari laf kalabalığının gözleri önünde örneğin Hamas ile Hizbullah’ın yakın işbirliği içinde olduğunu dahi görmemesi inanılmaz bir durum. Örneğin şehit sıfatı verdikleri Heniye’nin Tahran yani İran yönetimiyle yakın bir işbirliği yürüttüğünü görmezden gelmeleri gibi… İran’ın misillemesi konusunda Atatürkçülüğü sadece kıyafet ve yiyip-içme laikliği olarak gören/anlayan bir grubun da İran’ın ‘başarılı’ olmasından/görülmesinden memnun olmadıkları hatta rahatsızlık duydukları sonucunu çıkarmak mümkün.

İSRAİL’İN YENİLMEZLİK ALGISI BÜYÜK DARBELER ALIYOR

Bu ideolojik ve kafası karışık grupları bir kenara bırakacak olursak, olayları yalın bir gözle takip eden herkesin ilk gördüğü şey İsrail’in yenilmezlik algısının hızla yıpranması olsa gerek. Bir güvenlik devleti olan İsrail’in toprakları bugüne kadar neredeyse hiç bombalanmamıştı. Örneğin Hayfa veya Tel Aviv gibi önemli şehir merkezleri… İsrail her zaman çatışmalar/savaşlar içinde olur, silahlı kuvvetlerini sıklıkla kullanır ama her defasında karşı tarafları topraklarından sürerek atar ve elde ettiği yerlere de yeni yerleşimciler yerleştirirdi. Araplar mülteci olurlar, komşu ülkelerde önce çadırlarda ve sonra onlara yapılan kamplarda perişan bir şekilde yaşarlar ve böylece nesiller boyu mülteciler olarak hayata tutunmaya çalışırlardı.

Oysa şimdi ilk defa İsrail vatandaşları kendi evlerini terk ederek güvenli bölgelere kaçmak zorunda kaldılar. Önce 7 Ekim 2023 Hamas saldırısının hemen ardından başlayan çatışmalar ve İsrail güçlerinin gerçekleştirdiği soykırım sırasında Gazze’ye komşu yerleşim yerlerinde yaşayan İsrailliler hızla kendi bölgelerinden tahliye edilerek daha güvenli bölgelere nakledilmişlerdi. Hizbullah ile başlayan çatışmalar sonucunda ise İsrail’in resmi açıklamalarına göre altmış bin kişi güvenli olmayan kuzey bölgelerinden hızla tahliye edildiler. Hizbullah’ın son iki haftadır İsrail’e karşı giriştiği etkili füze yağmurlarında yavaş yavaş yerleşim yerlerini de vurmaya başlaması bu rakamları daha da yukarılara itmiş olabilir.

Bütün bunlar şunu gösteriyor: İsrail toprakları artık güvenli değil. Oysa koca koca Arap devletlerine karşı giriştiği büyük savaşlarda İsrail onların hava kuvvetlerini havalanmadan etkisiz hale getirip (1967, Altı Gün Savaşı) sonra da başkentleri başta olmak üzere bütün yerleşim yerlerini hava bombardımanına tabi tutabilmişti. Şimdilerde bu algının neredeyse toptan yok olması İsrail’i en zayıf noktasından vurabilir; insan kaynağı eksikliği.

Gazze’de 7 Ekim Hamas saldırısı ile başlayan çatışmalardan bu yana ciddi sayıda İsrail vatandaşının ülkeyi terk etmiş olduğu anlaşılıyor. Meselenin bir başka tarafı da İsrail’e Yahudi göçü yıllar içinde zaten azalmış olsa da bunu iyice azaltıp tamamen durdurabilir; çünkü güvenli olmayan bir bölgeye/ülkeye insanlar canları pahasına gidip yerleşmezler, hatta tam tersine oradan kaçarlar.

Bölgesel politikalar ve algılar açısından da İsrail ciddi bir darbe yemiş durumda. Şöyle ki, Hamas’a karşı yürüttüğü mücadelede savaş amaçlarının (Rehineleri kurtarmak, Hamas’ı tamamen yok etmek vd.) hiçbirisine ulaşamazken sadece sivilleri topluca katletmek suretiyle bir soykırım yapmış olması öte yandan Hizbullah ve İran’a karşı ciddi bir askeri başarı kazanamaması İsrail’in yenilmezliği algısının yok olmasına giden süreci hızlandırıyor. Tereyağından kıl çeker gibi operasyon yapan (Entebbe operasyonu gibi) bir İsrail algısı hızla ortadan kalkıyor.

Örneğin bugüne kadar Hizbullah’a karşı giriştiği hiçbir savaşta zaten başarılı olamayıp sonuçta geri çekilmek zorunda kalan İsrail 17 Eylül’den bu yana Hizbullah’a karşı müthiş psikolojik operasyonlar yapmış (çağrı cihazları ve telsizlerin patlatılması, Nasrallah dahil lider kadrosunun öldürülmesi gibi) olmakla birlikte alanda başarılı görünmüyor. Örneğin Lübnan’a daha doğrusu Hizbullah’a yönelik kara savaşı kelimenin tam anlamıyla başarısız durumda. Şu ana kadar düzenlediği bütün komanda operasyonları Hizbullah tarafından püskürtüldüğü gibi İsrail’in askeri ve toplumsal olarak kaldıramayacağı büyük kayıplara sebep oluyor.

Hizbullah’a karşı Lübnanlı diğer grupları özellikle Hristiyanları kışkırtma girişimleri de şu an itibariyle sonuç vermiş veya verecekmiş gibi görünmüyor. İsrail’in sıklıkla başvurduğu bu yöntem 2006’da da sonuçsuz kalmıştı. O günden bu yana özellikle Suriye savaşında yaşananlar, Hizbullah’ın savaşa aktif bir şekilde katılarak Suriye yönetiminin ayakta kalmasına yardımcı olması bir manada Hristiyan nüfusu da IŞİD ve benzeri cihatçı terör örgütlerinden kurtarmış oldu. Dolayısıyla İsrail bugünlerde aynı kartı oynayarak Hizbullah’ı bir Lübnan iç savaşına çekmek için ciddi gayretler sarf etmesine rağmen başarılı olamayabileceğine işaret ediyor.

İRAN’IN FÜZE SALDIRISI

İran’ın 1 Ekim günü 180 ila 250 füze fırlatarak İsrail’in önemli hava alanlarını, Mossad karargahını vd. ve önemli hedeflerini vurması Hizbullah ve Direniş Ekseni güçlerine büyük moral verirken İsrail’i de büyük bir ev ödevi ile karşı karşıya bıraktı. İran’ın kağıttan kaplan olmadığı ve elindeki hipersonik füze stoklarıyla İsrail’e büyük zararlar verebileceği ortaya çıktı. Geçtiğimiz hafta Kavir çölünde İran’ın bir nükleer bomba denemesi yaptığı haberleri de İsrail açısından üzerinde dikkatle düşünmesi gereken başlık bir daha oluşturmuş gibi duruyor.

Öncelikle İran’ın hipersonik füzeler yapabilmiş olması kendisi açısından büyük bir başarı. En başarılı modelleri Rusya tarafından geliştirilen (Sarmat, Kinjal vd.) ve Çin’in de güçlü modellerini geliştirdiği bu füze türlerini İran da yapmış görünüyor. Batı dünyasında henüz test aşamasında kalan bu çok süratli füzelerden büyük bir stok oluşturmuş durumdaki İran’a karşı yapılacak bir misilleme kolay olmayacaktır; çünkü İsrail’in Jericho III füzeleriyle yapacağı saldırılara İran misliyle karşılık verebilir ve bu defa daha güçlü savaş başlıklarıyla göndereceği füzelerle örneğin bütün havaalanlarını yerle bir edebilir. İsrail’in nükleer silah kullanma tehdidine aynı şekilde karşılık verebilir. Türkiye’nin iki misli yüzölçümüne sahip İran’ın bütün bu açılardan İsrail’e karşı oldukça avantajlı olacağını söylemeye bile gerek yok gibi.

AMERİKA DEVREYE GİRMEDEN İSRAİL FAZLA BİR ŞEY YAPAMAZ

İsrail’in Amerika tam olarak devreye girmeden İran’a karşı öldürücü darbeler vurabilmesi hemen hemen imkansız gibi. Birbirinden yaklaşık olarak iki bin kilometre uzaklıktaki iki ülke arasında zaten doğru dürüst bir savaş da olamaz. Kara ve deniz kuvvetlerinin hemen hemen hiç işe yaramayacağı ve İsrail’in güçlü yanı olan hava kuvvetlerinin kolaylıkla operasyon yapamayacağı bir savaş…

Örneğin İsrail hava kuvvetleri tanker uçaklarıyla harekete geçse, bunu anında Rusya gelişmiş radarlarıyla tespit ederek İran’a bildirecektir. İsrail hava kuvvetleri İran’a varmadan en az yarım saat önce İran’ın hipersonik füzeleri İsrail’i bu defa feci şekilde vurup, operasyondaki uçaklara dönüşte ineceği hava alanı bırakmayabilir. Kaldı o kadar uzun bir mesafeyi kat ederek İran’a ulaşacak İsrail uçaklarının hiçbir hava savunmasıyla karşılaşmadan işlerini görüp geri dönecekleri beklenmemelidir. Kısacası Amerika savaşa tam olarak katılmadan İsrail’in mevcut şartlarda İran’a ciddi darbeler vurması beklenmemelidir. Psikolojik ve kısmen de askeri değeri olan suikastler vb. operasyonlara devam etmesi mevcut dengeyi büyük ölçüde değiştirmeyebilir.

Rejim değiştirme amaçlı savaşlardan istediğini alamayan, sadece girdiği ülkeleri yakıp yıkan ve milyonlarca insanı öldüren/ölümüne sebep olan Amerika’nın İran gibi güçlü bir devlete karşı savaşı hem de çok kutuplu bir dünyada göze alması düşünülemez. Bu tür savaşlar Amerikan kamuoyundan destek görmezken, rakibin İran olması da ayrıca düşündürücü olacaktır.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen yenilmezlik efsanesi büyük yara almış olan İsrail’in İran’a karşı hiçbir şey yapmadan yediği darbeleri sineye çekmesini beklemek de çok gerçekçi olmayabilir. Seçimlere kadar mevcut Demokrat yönetimden tam destek alması zor görünüyor. Sonrasında tam destek yine kolay olmayabilir. Sınırlı bir operasyon bu durumda daha mantıklı görünüyor ki, savaş istemeyen ve zamanın kendi lehlerine olduğunu düşünen İran ve Direniş Ekseni açısından da böyle bir durum kabullenilebilir; ancak Hizbullah-İsrail savaşının nasıl sona ereceğini öngörmek pek kolay değil.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail, İran ile vekâlet savaşı yerine doğrudan çatışmaya mı gidecek?

Yayınlanma

Yazar

4 Ekim’de İsrail ve ABD, 1 Ekim’de İran’ın gerçekleştirdiği ikinci füze saldırısına nasıl karşılık vereceklerini tartışıyordu. Özellikle İran’ın petrol tesislerine saldırı yapılması gündemdeydi. İran ise ABD ve İsrail’e, artık “tek taraflı itidalle” sınırlı kalmayacaklarını ve herhangi bir İsrail saldırısının “olağanüstü bir şekilde misilleme” göreceğini açıkça belirtti. Bunun etkisiyle, uluslararası petrol fiyatları üst üste üç gün artarak Brent petrolünün varil fiyatı 75 dolara, Texas petrolü ise 71 dolara yükseldi; bu durum, ağustos ayından bu yana en uzun süren artış olarak kaydedildi.

İsrail’in askeri araçları artık hızla ilerliyor ve ABD Başkanı Biden’ın öneri ve endişelerini umursamıyor, Orta Doğu’daki durumu sürekli tırmandırarak krizi büyütüyor. Hatta dünya enerji arzını tehlikeye atarak küresel ekonomi için büyük bir bedel ödetmekten çekinmiyor. İsrail, İran ile 45 yıldır süregelen vekâlet savaşını sonlandırıp doğrudan çatışmaya girmeye dahi karar verebilir.

Bu yeni dönemde, bir yıllık barışın eşiğindeki Filistin-İsrail çatışmasında, İran, İsrail’e 200 orta menzilli füze fırlattı ve bu, Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan potansiyel bir bölgesel krizi yeniden gündeme getirdi. İran, büyük bir hava saldırısının, Lübnan Hizbullahı lideri Hasan Nasrallah ile İran İslam Devrim Muhafızları (IRGC) Kudüs Gücü Başkan Yardımcısı Abbas Nilfrushan’ın intikamını almak için yapıldığını iddia etti. 28 Eylül’de İsrail Hava Kuvvetleri, Beyrut’un güneyindeki Hizbullah karargâhına en az 80 adet yer altı bombası atarak birkaç binayı anında yerle bir etti ve Nasrallah ile Nilfrushan’ı öldürdü.

Sonrasında yapılan açıklamalarda, Nasrallah’ın cesedinin sağlam ve belirgin bir yara olmadan bulunduğu, büyük patlamanın yarattığı şok dalgaları nedeniyle hayatını kaybettiği görüldü. Bu durum, İsrail istihbaratının Nasrallah’ın yerini ve hareketlerini son derece doğru bir şekilde bildiğini ve hedefe yönelik yoğun bir bombardıman uygulandığını gösteriyor.

2 Ekim’de Lübnan Dışişleri Bakanı Abdullah Habib, CNN’e yaptığı açıklamada, Nasrallah’ın ölümünün ateşkese olumlu yaklaşmasından sonra gerçekleştiğini belirtti. Habib, ABD Başkanı Biden ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki çağrılarının ardından Lübnan hükümetinin Hizbullah ile ateşkesi müzakere ettiğini, Nasrallah’ın 21 gün boyunca ateşkesi kabul ettiğini ve bu durumun ABD ile Fransa’ya bildirildiğini aktardı. İran ise Nilfrushan’ın Nasrallah’a riskten kaçınması için Tahran’a gitmesi gerektiğini söyleyerek öldüğünü iddia etti.

Ağaçlar sessiz olmak istiyor ama rüzgar durmuyor. Eğer Lübnan yukarıdaki açıklamayı doğrularsa, Netanyahu hükümetinin Hizbullah’ın ateşkesi kabul ettiğini ilan ettiğini görmek istemediğini, Hizbullah’a karşı başlattığı “Kuzey Seferi”ni durdurmaya niyeti olmadığını ve bu çatışmayı İran’ı da hedef alacak şekilde daha da tırmandırmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Hatta savaş Lübnan, Suriye ve İran’ı da kapsayan topyekûn bir savaşa dönüşebilir. 2 Ekim’de İsrail’in Şam’da bir eve düzenlediği hava saldırısında Nasrallah’ın damadı Hassan Karsi öldürüldü. Nasrallah’ın üst düzey Hamas yetkilileriyle evli iki kızı var ve Nasrallah’ın diğer damadının da er ya da geç İsrail’in ölüm listesinde olması muhtemel, çünkü Netanyahu hükümeti Hizbullah’la ölümüne savaşmaya kararlı.

Hizbullah ateşkes teklifini kabul etti ve Nasrallah öldürüldü. Bu garip bir durum mu? Hayır. 31 Temmuz’da Tahran’da İsrail askeri istihbaratı tarafından öldürülen Hamas lideri İsmail Haniye de bir barış lideriydi ve Gazze’de ateşkes istiyordu. Müzakere ortaklarını ortadan kaldırmak, barış görüşmelerinin yolunu kesmek, süper askeri araçlarla savaşmak, ABD’den sonsuz ekonomik ve askeri yardım ithal ederek sıfır toplamlı bir son elde etmek Netanyahu hükümetinin temel mantığı ve formülüdür.

İran’ın saldırısında stratejik vuruş silahları kullandığı ve İsrail’in Demir Kubbe savunma sistemini kısmen deldiği için, her ne kadar kasıtlı olarak zayiat vermekten kaçınsa da, sonuçta İsrail’in stratejik savunma ve caydırıcılık sistemini kırmış ve İran’ın stratejik sürpriz ve caydırıcılık kapasitesini artırmıştır. Bu durum, İsrail’in büyük bir misilleme yapma olasılığını artırıyor.  İsrail’in dinlenmeyeceği ve misillemenin 18 Nisan sembolik saldırısını aşacağı, İranlı siyasi ve askeri liderlerin, hükümet ve askeri birimlerin, nükleer ve petrol tesislerinin, önemli liman ve havaalanlarının vb. saldırının hedefi haline gelebileceği ve hatta saldırıyı gerçekleştirmek için savaş uçaklarının İran hinterlandının derinliklerine gönderilmesini göz ardı etmemesi bekleniyor. Kısacası, güç gösterisi topu bir kez daha İsrail’in yarı sahasına atılmıştır ve bu karsr Netanyahu ve savaş kabinesine kalmıştır.

Netanyahu hükümeti, “Korkunç İvan” ve “Çılgın İvan”ın bir bileşimi olan gerçek bir savaş kabinesine dönüştü. “Korkunç İvan”, güvensizlik nedeniyle, yaşlı Veliaht Prens de dahil olmak üzere tehdit olarak algıladığı herkesi öldüren Rus İmparatorluğu’nun 4. İvan’ına atıfta bulunur; “Çılgın İvan” ise Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği denizaltılarının, takip edilme riskini atlatmak için ani manevralar yaparak denizde çarpışma riskini göze aldığı taktikleri ifade eder.

Netanyahu hükümeti Gazze’de ateşkes yerine Direniş Ekseni’nin şartlarını reddediyor ve saldırılarını genişleterek, Hamas’tan daha güçlü ve daha esnek olan Hizbullah’ı yok etmeye çalışıyor. Bu durum, bölgesel çatışmayı Üçüncü Lübnan Savaşı’na veya Altıncı Ortadoğu Savaşı’na taşıma riskini göze alarak, İsrail’i uzun süreli bir savaş durumuna sokmak ve ABD ile İran arasında bir savaşı kışkırtmak pahasına gerçekleştiriliyor.

Amerikan siyasetinin haber ağı “Politico” 2 Ekim’de Biden hükümetinin Netanyahu hükümetine karşı etkisiz hale geldiğini, sadece İran’ın nükleer tesislerine doğrudan saldırmaması için Netanyahu’yu ikna etmeye çalıştığını ancak kararlarını etkileme konusunda pek fazla alanlarının kalmadığını açıkladı. Haberde, iki Amerikalı anonim yetkiliye atıfta bulunarak, Biden hükümetinin Orta Doğu’daki etkisinin giderek azaldığı ve geçen bir yılın ardından, durdurmak için çaba gösterdiği durumu—bölgesel savaşı—artık engelleyemediğini kabul ettiğine dikkat çekildi. Şu anki seçenek, İsrail’in yanıtını sınırlamak, ancak eylemlerini tamamen durdurmak değil.

Haberde ayrıca, Netanyahu hükümetinin defalarca Amerikan önerilerini görmezden gelerek Gazze’deki savaş hedeflerini genişlettiği, bu durumun giderek artan insani kriz nedeniyle Biden hükümetine ciddi iç siyasi baskılar yarattığı belirtildi. Bu da Biden’ın Netanyahu’dan uzak durması için yapılan çağrıların daha da güçlenmesine yol açtı. Biden’ın Netanyahu üzerindeki etkisinin zayıflamasıyla birlikte öfkesinin de arttığı, telefon görüşmelerinin giderek daha fazla “yüksek sesli tartışmalara” dönüşmeye başladığı ifade edildi. Biden, yakın arkadaşlarına Netanyahu’nun ateşkese ulaşma niyetinin olmadığını, aksine çatışmayı uzatarak kendi siyasi geleceğini kurtarmaya çalıştığını ve aynı zamanda Kasım’daki seçimlerde Cumhuriyetçi aday Trump’a yardımcı olmaya çalıştığını söyledi.

Netanyahu’nun Trump ve Yahudi damadı Kushner ile güçlü kişisel bağları ve çıkar ilişkisi olduğu biliniyor. Bazı haberlere göre, Netanyahu, Amerika’da eğitim aldığı dönemde Kushner ailesinin evinde kalmıştı. Trump, 2017’de Beyaz Saray’a girdiğinde, İsrail’e ilk resmi ziyaretini gerçekleştirdi; 20 yılı aşkın süredir iki partili hükümetin kabul ettiği politikaları kırarak, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı; İsrail sağının nefret ettiği İran nükleer anlaşmasını (JCPOA) feshetti; Filistin’in temel çıkarlarını feda eden “Yüzyılın Anlaşması”nı sundu ve dört Arap ülkesini “toprak karşılığında barış” ilkesini bir kenara bırakarak İsrail ile ilişki normalleştirmeye ikna etti.

Buna karşılık, Netanyahu’nun Amerikan Demokrat Partisi ile ilişkisi oldukça hassas ve çalkantılıdır. Biden kişisel olarak İsrail’e ve Yahudi halkına yakın olsa da, Obama hükümeti Filistin-İsrail arasında denge kurmaya çalışmış, Suudi Arabistan ile İran arasında uzlaşıyı teşvik etmiş, İsrail sağının karşı çıkmasına rağmen İran ile nükleer anlaşmaya varmış ve “Şii hilali”ni İran’ın etki alanı olarak görmüş, 2016’nın sonunda görev süresini tamamlamadan İsrail’in yasa dışı yerleşimlerini kınayan 2334 sayılı kararı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kabul ettirmişti.

Amerikan seçimlerine bir ay kala, Netanyahu hükümeti Orta Doğu savaşının ölçeğini genişletmeye karar veriyor ve bu durum Biden hükümetini ve Demokratları zor durumda bırakıyor, aynı zamanda Trump ve Cumhuriyetçi Parti’ye oy kazandırma şüphesi doğuruyor. Sorun şu ki, Netanyahu bu kadar ileri gitmeye devam ettikçe, Biden ekibi durmak istese de duramıyor; İsrail’in savaş politikalarını bağımlı bir şekilde takip ediyor, sürekli olarak ona silah sağlıyor ve stratejik destek sunmaya devam ediyor. Amerika’nın İsrail’e güvenlik taahhüdünü sürdürdüğü söylenebilir, ancak aslında Amerika’nın Orta Doğu politikası ve ulusal çıkarları tamamen İsrail’in etkisi altına girmiş durumda.

Netanyahu hükümeti, Biden ekibine biraz saygı gösterip İran’ın nükleer tesislerine saldırmayı engellerse nükleer silahlanma riskini azaltmış olur, ama İran’ın petrol tesislerine saldırmayı, petrol gelirlerini kısıtlamayı ve İran halkı ile hükümetinin arasını açma fırsatını kaçırır mı? İran, dünyada önde gelen petrol üreticisi ülkelerden biridir, ABD yaptırımları ve ambargoları altında olmasına rağmen, günlük gerçek üretimi ve gri ihracatının yaklaşık 2 milyon varil civarında olduğu tahmin edilmektedir. Şu an dünya petrol piyasasında arz fazlası durumu oldukça istikrarlı olsa da, İran’ın petrol tesislerinin tahrip edilmesi, gelecekteki enerji arzında büyük bir daralmaya yol açabilir, özellikle de Rusya’nın birkaç yıl içinde normal petrol ve gaz ihracatına yeniden başlaması beklenmiyor.

Daha da önemlisi, İran İsrail’e karşı tekrar nasıl misilleme yapacaktır? Haniye olayından sonra, İran İsrail’den intikam alacağını açıklamıştı, hatta Macaristan aracılığıyla İsrail’e önceden belirlenmiş hedefleri bildirmişti, fakat ikinci hamle hala gerçekleşmedi. Nasrallah ve Nilfrushan’ın öldürülmesi, İran için eski öcün ödenmeden yeni bir nefretin eklenmesi anlamına geliyordu ve İsrail’in bir adım daha ileri gitmesi, İran için büyük bir aşağılamaydı. Bu nedenle, geri çekilmeye hiç şansı kalmayan Tahran, sert bir şekilde yanıt vermek zorunda kaldı ve ilk kez savunması zor ve siyasi anlamı büyük orta menzilli füzeleri kullandı.

Tabii ki, intikamın gerçek olup olmadığına bakmaksızın, propaganda yerine etkilerine bakmak gerekir. Bu kadar büyük ve sarsıcı bir cezalandırıcı hava saldırısı, İsrail’e hiçbir ciddi zarar vermemiş gibi görünüyor, tek onaylanan ölüm ise İran füzelerinin enkazından ölen Batı Şeria’daki bir Filistinli sivildi. Bu, ne kadar büyük bir ironidir!

İran, İsrail ile askeri mücadelesinin sona erdiğini açıklamış durumda, bu da “barış teklifini” yüksek sesle sunduklarını gösteriyor. Soru şu ki, Netanyahu, İran’ın işi büyütmek istemediğini ve Amerika’nın her halükârda İsrail’i destekleyeceğini artık anlamış durumda, bu nedenle ne zaman saldırılacağı ne kadar küçük ya da büyük olacağı tamamen onun kararına bağlıdır. İsrail ile İran arasındaki çatışma ve düşmanlık yapısal ve uzun vadeli bir sorundur. Ya İsrail, Arap topraklarındaki yasa dışı işgalini sonlandırır, ya da İran “İslam Devrimi”nin ihraç edilmesinden vazgeçer; başka bir barış yolu yoktur.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English