Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Harald Kujat: Almanya ve Avrupa, Rusya ile on yıl sürecek bir çatışmayla karşı karşıya

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda tercümesi verilen mülakatta eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı Harald Kujat, Rusya’nın ele geçirdiği topraklar konusunda ileriye dönük tek çözümün, savaşın yeniden başlamasını önlemek için mümkün olan azami güvenlik tedbirlerinin alınması olduğunu belirtiyor. Bu doğrultuda muhtemel her anlaşma hem Kiev hem de Biden yönetimi açısından son derece acı verici olacak.

Moskova’nın, bir çözüm bulunmadığı takdirde Batı ile daimî bir çatışma ve Çin’e bağımlılık tehlikelerine doğru gittiğinin farkında olması da mümkün. Rusların bu sorunlarla ilgili kaygıları, Ukrayna’daki savaşı kaybedebileceklerine dair korkuları azaldıkça artacak gibi görünüyor.


“Batı artık Ukrayna halkının trajik kaderinin sorumluluğunu üstlenmemeli”

Thomas Kaiser

Zeitgeschehen im Fokus

14 Şubat 2024

Emekli General Harald Kujat* ile mülakat

Zeitgeschehen im Fokus: ABD’de Ukrayna’ya yönelik mali destek paketi hala nihayete erdirilemedi. Şimdi ise Avrupa Birliği, 50 milyar avro ile devreye girdi. Özellikle Trump’ın başkan seçilmesi halinde ABD’nin Ukrayna’ya uzun vadede yardım sunmaya devam edip etmeyeceği konusunda şüpheler artıyor. Avrupalılar, söylendiği gibi sonuna kadar ABD’nin yerini ikame edebilir mi?

Emekli General Harald Kujat: Savaşın üçüncü yılının başında, Ukrayna’nın kaderinin muhtemelen bu yıl belirleneceği aşikâr. Ülkenin geleceği Batı’nın elinde. Ancak bu, aynı zamanda Rusya’nın hangi savaş hedeflerini güttüğüne de bağlı. Rusya, Ukrayna’nın NATO’nun bir ileri karakolu haline gelmesini önlemek ve ağırlıklı olarak Rusça konuşan nüfusun yaşadığı bölgedeki önceki fetihlerini pekiştirmek mi istiyor, yoksa şu anda iddia edildiği gibi, bu üsten —NATO ülkeleri de dahil olmak üzere— diğer ülkelere saldırılar düzenlemek için Ukrayna’nın tamamını ele geçirmeye niyetlenmesi mi söz konusu?

Ukrayna’nın paraya, askeri teçhizata, silah ve mühimmata ihtiyacı var ama her şeyden önce asker sıkıntısı var. Zelenskiy, “Mali desteğe bağımlıyız, aksi takdirde kaybederiz,” demişti. Ukrayna devlet bütçesinin neredeyse yarısı Batı tarafından finanse ediliyor. Para akışındaki herhangi bir gecikme ya da azalma devletin iflasını tetikleyebilir ama Ukrayna’nın bizzat kendisi de yaygın yolsuzluk nedeniyle mali sorunlarını kayda değer ölçüde ağırlaştırıyor. Savaş devam ettiği sürece Ukrayna, Batı’dan gelecek kapsamlı askeri desteğe bağımlı olacaktır. Önümüzdeki uzun yıllar boyunca ülkenin yeniden inşası ve ekonomik toparlanması, özellikle Avrupalıların büyük ve uzun vadeli taahhütlerini gerektirecektir.

Bir süre önce Şansölye Scholz, Ukrayna’nın gerekli gördüğü sürece savaşı sürdürmesini sağlayacak ülkeler arasında başı çekmiş ve Avrupa ülkelerini yardım konusunda daha fazla isteklilik göstermeye çağırmıştı. Federal Şansölyenin, Macaristan da dahil olmak üzere tüm AB ülkelerinin finansman paketini kabul etmesinde de önemli bir rol oynadığı anlaşılıyor. Fakat 50 milyar avroluk nihai paket 2024 ile 2027 yılları arasında paylaştırılacak. Bu miktar, ABD’nin 60 milyar dolarlık destek paketine kıyasla çok az ve Ukrayna’nın devlet olarak işlevlerini sürdürmeye dönük mali gereksinimlerini ya da askeri destek ihtiyaçlarını karşılamıyor. Bununla birlikte, ABD’nin ana destekçi olarak başarısız olması halinde Avrupalıların tamamen ABD’nin yerini ikame etmesi gerekebileceği yönünde artan bir izlenim var. Bunun nedeni Kongre’nin daha fazla bütçe sunmayı reddetmesi ya da hükümet değişikliğinin ardından yardımın yalnızca mali olarak değil, tamamen de kesilmesi olabilir. Mevcut yardım paketinin uygulanmasında süregelen güçlükler nedeniyle alternatif çözümler şimdiden tartışılmaya başladı. Örneğin, savaş bölgelerine silah sevkiyatı yapmayan Japonya ve Güney Kore, Ukrayna’ya sevk edilmek üzere ABD’ye silah teslim edebilir. Bir başka seçenek de Avrupalıların Ukrayna’ya gönderilen Amerikan silahlarının parasını ödemesi olabilir. Ayrıca askeri yardım artık Ramstein formatında ABD tarafından değil NATO tarafından koordine edilmeli. Bunlar savaşın Avrupalılaştırılması yönünde atılacak önemli adımlar.

Yardımlar silah ve parayla mı sınırlı?

ABD yalnızca para ve silah sağlamakla kalmıyor. Ukraynalı askerlerin eğitimine kayda değer katkılarda bulunuyor, isabetli keşif ve hedefleme verileri sağlıyor ve operasyonel planlamada belirleyici bir rol oynuyor. Trump’ın başkan seçilmesinin ardından radikal bir rota değişikliğine gitmesi halinde Avrupa ülkeleri bu hizmetleri sağlayamayacaktır. Bu nedenle, sadece savaş senaryoları üzerinden düşünen Avrupalı siyasetçilerin Trump’ın seçim öncesi kampanyasındaki ilk başarılarını büyük bir dehşetle izlemeleri anlaşılabilir bir durum.

Gazze savaşının başlamasından bu yana Ukrayna’daki savaşla ilgili bilgi kıtlığı yaşanıyor. Ukrayna, Batı’nın silah yardımıyla Kırım da dahil Rusya tarafından işgal edilen toprakları geri almaya çalışmaya devam edecek mi, yoksa silahlı kuvvetlerinin taarruz sırasında ortaya çıkan zayıflığı nedeniyle ateşkes mi arayacak?

Başarısızlıkla sonuçlanan taarruzun ardından Ukrayna Silahlı Kuvvetleri, taarruzi kara muharebesi yürütme kabiliyetini büyük ölçüde kaybetti. Bu nedenle Rusya topraklarına saldırarak hala askerî harekât kabiliyetine sahip olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Buna Belgorod ya da Donetsk’te olduğu gibi sivil halka dönük saldırılar da dahil. İleride özel kuvvetlerin Rusya’nın kritik altyapısına yönelik saldırıları mutlaka artacaktır.

Askeri cephede ise Rusya Silahı Kuvvetleri inisiyatifi ele almış durumda. Ancak Ukrayna kuvvetlerinin aksine geniş çaplı bir taarruz başlatmadılar, bunun yerine önceki fetihlerini pekiştirmek ve büyük kayıplardan kaçınmak amacıyla saldırılarını yerel düzeyde yoğunlaştırıyorlar. Rusların şu anki odak noktası, tamamen ele geçirilmesi halinde doğu Donbass bölgesinin konsolidasyonunun önünü açacak olan Avdeyevka. Ruslar Kupyansk bölgesine çok sayıda asker yığdı ve görünüşe göre bu birlikler Harkov oblastını ele geçirmeyi amaçlıyor. Ruslar muhtemelen Odessa’yı da almak istiyorlar.

ABD bu gelişmeye nasıl tepki veriyor?

Ukrayna’daki kritik durum ABD’yi yeni bir strateji geliştirmeye sevk etti. Şu an için Ukrayna Silahlı Kuvvetleri, hala kontrolleri altında olan toprakları sağlam savunma mevzilerinden tutmak ve yüksek asker kayıplarını azaltmak için stratejik savunmaya geçecektir. Bu, ordunun ve ekonominin uzun vadede güçlenmesi ve daha dirençli olması için gerekli koşulları yaratacaktır. Dört aşamalı strateji (savaş, inşa, toparlanma ve reform) Ukraynalıları, büyük bir savaş gücüne ve dolayısıyla yüksek bir caydırıcılık faktörüne sahip bir Ukrayna Silahlı Kuvvetlerinin on yıl içinde inşa edileceğine ikna etmeyi amaçlıyor. Bununla birlikte, 2024 yılı sonunda Ukrayna Silahlı Kuvvetlerinin savaş gücü bugünkünden kayda değer ölçüde daha fazla olmalı.

Fakat bu, Ukrayna Devlet Başkanı’nın Kırım da dahil olmak üzere Rusya tarafından işgal edilen tüm toprakları geri alma hedefinden vazgeçmesi gerektiği anlamına geliyor. Bu stratejiyi uygulamak için Avrupalı müttefikler, bağlayıcı anlaşmalarda belirtilecek ve Ukrayna ile ikili anlaşmalarda kabul edilecek on yıl boyunca askeri ve iktisadi destek sağlamak için özel taahhütlerde bulunacaklardır. On yıllık taahhüt, Trump tarafından açıklanan Ukrayna’ya yönelik desteğin sona erdirilmesine karşı bir teminat olarak tasarlandı. Bununla birlikte bu, bir Avrupa ülkesindeki hükümet değişikliğinin rota değişikliğine yol açmasını engellemeyi de amaçlıyor. Birleşik Krallık halihazırda Ukrayna hükümetiyle buna uygun bir anlaşma imzalamış durumda. Görünüşe göre Alman hükümeti de bu on yıllık destek ve yardım taahhüdüne girmeye hazır. Tüm NATO ülkelerinin bu örneği benimsemesi, en azından NATO Antlaşmasının 5. Maddesi uyarınca kolektif savunma söz konusu olduğunda, arka kapıdan NATO üyeliğine eşdeğer olacaktır. Bu nedenle ABD, Ukrayna ile 4. Maddeye benzer bir mekanizma üzerinde anlaşmayı da düşünüyor; buna göre üye ülkeler “herhangi birinin görüşüne göre, taraflardan herhangi birinin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı ya da güvenliğinin tehdit altında olması halinde birbirlerine danışacaklardır”.

Ukrayna bu uzun vadeli plana uyacak mı?

Şimdilik durum böyle görünmüyor. Ukrayna Devlet Başkanı, Davos da dahil pek çok yerde savunma stratejisi hakkında olumsuz konuştu. Hala Ukrayna Silahlı Kuvvetlerinin öngörülebilir gelecekte gerçekleştiremeyeceği taarruz harekatlarına odaklanıyor.

Bu bağlamda Zelenskiy ile Genelkurmay Başkanı Zalujnıy arasında yaşanan ve görevden alınmasına neden olan anlaşmazlık özel bir önem taşıyor. Son mesele, yüksek asker kayıplarını telafi etmek amacıyla 500 bin askerin seferber edilmesi sorumluluğunu kimin üstleneceğiydi. Fakat operasyonların yürütülmesi, bu savaştaki siyasi hedeflerin ulaşılabilirliği ve askeri başarı ve başarısızlıkların kamuoyuna sunulması konusundaki temel görüş ayrılıkları belirleyici oldu.

Batı’dan büyük beklentilerin ve gerçekçi olmayan başarı umutlarının eşlik ettiği Ukrayna taarruzundan önce Zalujnıy, başarı koşullarını kesin olarak tanımlamış ve bunların karşılanmaması halinde şüpheci olacağını ifade etmişti. Öncelikle Amerikalı ve İngiliz subaylar tarafından hazırlanan harekât planının aksine, savaş alanındaki mevcut koşulları daha fazla dikkate alan farklı bir kuvvet yaklaşımı da seçti. Nihayetinde Kasım 2023’ün başında, taarruzun başarısız olduğunu kamuoyu önünde kabul etti. Zalujnıy bunu yaparken, durumu sürekli olarak aşırı olumlu bir şekilde tasvir eden ve Batılı politikacılar ve medyadan en büyük ilgi ve onayı alan Devlet Başkanı’na açıktan muhalefet etti. Öte yandan Zalujnıy —bana göre— haklı olarak silahlı kuvvetlerde ve halk arasında en yüksek itibara sahip.

Geçtiğimiz günlerde Zalujnıy, kişisel yazısında Ukrayna’nın askeri zaferi için gerekli önkoşulları bir kez daha özetledi. Batı’dan Ukrayna Silahlı Kuvvetlerini saldırgana karşı teknolojik üstünlük sağlayacak sistemlerle donatmasını talep etti. Talep ettiği gibi bunun beş ay içinde mümkün olmadığını ve ABD’nin bunu yapmaya hazır olmadığını da bildiğinden eminim. Zelenskiy, kısa süre önce Zalujnıy’dan istifa etmesini istedi ama Zalujnıy bunu reddetti. Görevden alınması son derece kritik bir zamana denk geliyor. Zelenskiy’in kararının büyük bir hata olduğu yakında ortaya çıkacaktır.

Ukrayna taarruzunun başarısızlığa uğramasının ardından Avrupa’da Rusya’nın stratejik hedefinin Ukrayna’nın tamamını ele geçirerek Baltık ülkelerine ya da Polonya’ya saldırmak ve NATO ile bir savaş başlatmak olduğuna dair korkular artıyor. NATO bu tehdide karşı hazırlanıyor; örneğin kısa süre önce başlatılan büyük manevra da buna dahil.

Alman basını bir süredir Ukrayna’ya dönük saldırının, Sovyetler Birliği’nin etki alanını yeniden ele geçirme amaçlı uzun vadeli bir emperyal stratejinin parçası olduğu teorisini yayıyor. Askeri durum açıkça Rusya’nın lehine döndüğünden beri, “askeri uzmanlar” neredeyse histerik bir şekilde savaş korkusu yayıyorlar. Bunun cehaletten mi, ideolojik dar görüşlülükten mi, kendini beğenmişlikten mi yoksa savunma kapasitelerini geliştirme çabalarını haklı çıkarmak için mi olduğu her zaman net değil. NATO’nun yıllar sonra yeniden, nispeten mütevazı da olsa, büyük bir manevra yaptığını söylemeye gerek yok sanırım. Sonuçta, 1988’deki son büyük manevradan bu yana stratejik çerçeve koşulları ciddi ölçüde değişti. Fakat kamuoyuna Rusya’nın saldırması durumunda ortaya çıkacak ilk durumu açıklamanın NATO’nun savaş histerisini körüklemeye kasten yardımcı olduğu bariz.

Alman halkı buna nasıl tepki veriyor?

Propagandanın halkın geniş kesimlerinde savaş korkusuna yol açtığı izlenimine kapılmış değilim. Belli ki, bir süre önce hala askeri zafer ya da Ukrayna’nın savaşı kazanacağı tahmininde bulunanlar, Ukrayna’nın yenilgisinin Rusya’nın güç açlığını tatmin etmeyeceğini ve bu nedenle NATO ülkelerine saldırmaktan çekinmeyeceğini iddia ederek Ukrayna’ya daha fazla yardımı tereddütsüz seferber etmek istiyorlar. Almanya ve Avrupa, Rusya ile on yıl sürecek bir çatışmayla karşı karşıya.

Politikacıların ülkelerinin askeri kapasitelerini güçlendirmek için savunma harcamalarında ciddi artışlara gidilmesi talebini, Rusya’nın güya yakın saldırı savaşı varsayımıyla gerekçelendirmeleri dikkat çekici. On yılı aşkın bir süredir, 2011 yılında Bundeswehr’in sözüm ona “yeniden yapılanması” sonucunda ortaya çıkan anayasa ihlalini kabul ettiler. Açıkça ifade etmek gerekirse, Bundeswehr’in ulusal ve ittifak savunması yapabilecek kapasitede olması gerektiği hakikatini haklı çıkarmak için savaş histerisine —ki bu da tehlikelidir— ihtiyacımız yok. Nihayetinde anayasal yetkinin yerine getirilmesi yeterlidir.

Dolayısıyla, Rusya’nın birkaç yıl içinde NATO’ya saldırabilecek durumda olmakla kalmayıp, aynı zamanda bunu yapmaya niyetli olduğu için buna hazırlandığına dair ikna edici kanıtlar olup olmadığı sorusu ortada duruyor. NATO ülkelerine dönük bir saldırının ön koşullarından biri, saldırı için uygun bir üs oluşturmak amacıyla Ukrayna’nın tamamının ele geçirilmesi olacaktır. Şubat 2022’de Ukrayna’ya saldıran Rusya, bunun iki katından daha güçlü olan ve Batı tarafından mükemmel bir şekilde eğitilip donatılan Ukrayna Silahlı Kuvvetlerine karşı yaklaşık 190 bin asker konuşlandırdı. Rusya liderliği bu durumun Ukrayna’nın tamamını ele geçirmeyi imkânsız hale getirdiğini anlamış olsa gerek. Mart 2022 sonunda İstanbul’da yapılan barış müzakereleri esnasında Rusya, her iki taraf için de olumlu sonuçlar doğurması nedeniyle ve iyi niyet göstergesi olarak Kiev civarında ele geçirdiği bölgelerden askerlerini geri çekmiş ve saldırının başlamasından önceki seviyeye tamamen geri çekilmeyi sözleşmeyle teminat altına almıştı.

Bu bağlamda, Ukrayna’ya yönelik saldırının eski Sovyet etki alanını ya da bunun da ötesinde tüm Avrupa’yı yeniden ele geçirme maksatlı emperyal bir planın parçası olmadığını varsayıyorum. Elbette savaş hedefleri savaş sırasında değişebilir. Bu arada, ateşkes ve ardından yapılacak barış müzakereleri, Rusya’nın saldırı niyetine ilişkin şüphelerin doğru olup olmadığını açığa çıkarabilir. Buna ek olarak müzakerelerin sonucu, Ukrayna topraklarının Rusya tarafından Orta Avrupa’ya dönük bir saldırı için konuşlanma bölgesi olarak kullanılması ihtimalini de ortadan kaldıran hükümler içerebilir. Ayrıca Rusya ile öncelikle Baltık ülkelerinin güvenliğini artıracak ama aynı zamanda NATO ile Rusya arasında daha fazla genel istikrara katkıda bulunacak anlaşmalar imzalanabilir. Örneğin, konvansiyonel silahlı kuvvetlerin sınırlandırılmasına ilişkin güncellenmiş bir AKKA Anlaşması ile yeni kanat düzenlemeleri ve siyasi-askeri eylemlerde daha fazla şeffaflık ve öngörülebilirliğe katkıda bulunacak güven artırıcı askeri tedbirleri düşünüyorum.

Fakat Moskova’nın asıl kaygısı, Ukrayna’nın üyeliği yoluyla NATO’nun Rusya sınırına kadar genişlemesini önlemek gibi görünüyor. Rusya 1990’ların ortalarında NATO’ya karşı stratejik bir tampon bölge — “cordon sanitaire” — hedeflemişti ve son zamanlarda bu fikri Ukrayna topraklarında askerden arındırılmış bir bölge şeklinde yeniden gündeme getirdi. Ancak son zamanlarda Rusya’nın operasyonları, Ukrayna’nın topyekûn bir yenilgiye uğramasını önlemek için Batılı birliklerin savaşa müdahale etme riskine karşı tedbirler aldığını da gösterdi.

Bundeswehr’in yetersiz kapasitesinden bahsettiniz. Temelde Bundeswehr’in NATO çerçevesinde kendini savunma imkanına sahip olmasından yana mısınız?

Sürekli değişen güvenlik politikası ve jeostratejik çerçeve koşulları ne olursa olsun, tüm NATO üyesi ülkeler özgürlüklerini, bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini müştereken teminat altına almak için kolektif savunmaya uygun bir katkıda bulunmalı. Son zamanlarda kendime sık sık Helmut Schmidt’in, yaşasaydı Avrupa’daki mevcut güvenlik durumuna nasıl tepki vereceğini soruyorum. Muhtemelen askeri dengenin barışı sağlamak için gerekli ama yeterli olmayan bir unsur olduğunu söylerdi. Ayrıca askeri dengenin siyasi olarak istikrara kavuşturulması için de çaba sarf edilmeli. Ayrıca karşı tarafla görüşme ve onların çıkarlarını dikkate alma konusunda da istekli olunmalı. Silahsızlanma ve silahların kontrolü müzakerelerinin yanı sıra daha fazla şeffaflık ve askeri güven artırıcı önlemlere ilişkin anlaşmalar da bunlara eklenmeli.

Bu yüzyılın başından beri hem askeri hem de siyasi açıdan pek çok yanlış yapıldı. Bu nedenle çabaların, federal ordunun anayasal görevi olan ulusal ve ittifak savunmasını yeniden yerine getirebilecek bir konuma getirilmesine odaklanmasını savunuyorum. Bu amaçla, yedeklerin sorunsuz bir şekilde entegrasyonu yoluyla görevleriyle orantılı bir savunma seviyesine hızlı bir şekilde ulaşmak için, gerekli kabiliyet yelpazesini kapsayan bir personel seviyesi ve tehdide uygun ve teknolojik olarak geleceğe uygun tüm kabiliyet kategorilerinde teçhizat ve silahlarla büyüme kapasitesine sahip yapıları olmalı. Müttefiklerimiz güçlü bir Almanya’dan değil, zayıf bir Almanya’dan korkuyor. Bundeswehr’i yeniden kapasiteli ve modern bir ordu haline getirmek için işe buradan başlamalıyız. Bu arada bu, askeri dengenin aleyhimize değişmesine izin vermeme kararlılığımızın da ikna edici bir işareti olacaktır. Ancak sonuçta bu tek başına barış ve güvenlik için yeterli bir koşul değildir. Bu nedenle, siyasi anlaşmalar yoluyla askeri dengeyi istikrara kavuşturmak için gerekli irade mevcut olmalı.

Artık üçüncü bir dünya savaşı tehlikesinden bile söz ediliyor olması nasıl anlaşılmalı? Eski Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer bile AB’nin kendi nükleer caydırıcılığına ihtiyacı olduğu görüşünde.

Peşinen söylemek isterim ki, meslekten olmayan şahsiyetlerin bu tür ifadelerine tepki vermenin aslında mantıklı olduğunu düşünmüyorum. Fakat bu tartışma artık daha fazla yer kaplıyor. Konvansiyonel askeri dengenin öneminden halihazırda söz etmiştik. Bu bağlamda, güçlü bir konvansiyonel savunmanın nükleer eşiği ciddi ölçüde, hatta belki de kesin olarak yükselttiğini vurgulamak isterim. Bunun nedeni nükleer tırmanma riskini azaltması. Bir yandan, başarılı bir konvansiyonel savunma yapabilme kabiliyeti bizi nükleer bir ilk saldırıya zorlamayacaktır. Öte yandan, potansiyel bir saldırganın caydırıcılığı temelden artar, zira saldırısını gerçekleştirmek için nükleer bir ilk kullanımı riske atmak zorunda kalabileceğini baştan hesaba katmak zorunda kalacaktır.

Şu anda iki seçenek tartışılıyor: Avrupa nükleer güç olmalı ve Almanya nükleer silahlara sahip olmalı. Nükleer güçler ve BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyeleri olarak Fransa ve İngiltere, Avrupa’da özel bir konuma sahip. Nükleer silahlarının kullanımına ilişkin karar ulusal hükümetlere aittir. Bu karar verme yetkisini diğer Avrupa hükümetleriyle paylaşmayacaklar ve kesinlikle Avrupa Birliği’ne devretmeyeceklerdir. İngiliz ve Fransız nükleer kapasiteleri NATO’nun nükleer caydırıcılık unsurunun bir parçasıdır ve bu nedenle ABD nükleer silahlarının tamamlayıcısı olarak görülmelidir.

Almanya’nın nükleer silah sahibi olmaktan bağlayıcı bir şekilde vazgeçtiği hakikatini göz ardı edersek, nükleer silahlar üzerindeki tasarruf yetkisinin bizim için bir güvenlik kazanımı olup olmayacağı ve bunun Almanya’nın NATO’daki konumu için ne anlama geleceği sorusu ortaya çıkıyor. İttifaka entegre edilmeden ve müttefiklerimizle koordinasyon sağlanmadan nükleer silahların münhasıran ulusal kontrolü, potansiyel bir düşmanın risk hesaplamasını daha zor hale getirecektir ama Almanya ve müttefiklerimiz açısından son derece yüksek bir risk olacaktır. Zira Alman hükümeti, herhangi bir nükleer silah kullanımının dünyamızı sonsuza dek değiştirecek vahim sonuçlar doğuracak öngörülemez tepkiler zincirini tetikleyebileceğini bilerek, acil bir durumda bu silahları kullanmaya hazır olduğunu inandırıcı bir şekilde ifade edebilmeli. Dolayısıyla ne iki Avrupalı nükleer devlet ne de ABD, Almanya’nın nükleer silahlara sahip olmasını ya da bunları kontrol etmesini desteklemeyecektir. Ancak, Almanya’nın nükleer silah potansiyelini sadece NATO çerçevesinde ve ittifak prosedürlerini uygulayarak kullanma niyetinde olmamız halinde, nükleer silahlara sahip olmak ne Almanya ne de müttefiklerimiz için bir güvenlik kazanımı olmayacaktır. Ve bu koşullar altında bile müttefiklerimizden herhangi bir destek alamayız.

Zelenskiy, Davos’ta bir kez daha “barış planını” sundu. Neredeyse iki yıl önce, bugüne dek devam eden çatışmaları önleyebilecek bir barış planı masadaydı. Çatışmanın her iki tarafı da “ad referandum” anlaşmasını kabul etmiş ve başlatmış olmasına rağmen, Batı’nın baskısıyla Ukrayna tarafından sonuçlandırılmamıştı. Batı o dönemde barış anlaşmasını neden dinamitledi? Zelenskiy’in şu anda Batı tarafından kutsanan “barış planının” Rusya ile müzakere edilmesi konusunda gerçek bir şansı var mı?

Zelenskiy şu ana dek Rusya ile planı müzakere etme niyeti bile göstermedi. Zelenskiy’in Ekim 2022 başında Rusya ile müzakereleri yasaklayan kararnamesi de henüz iptal edilmedi. Dahası, teslim olmaya zorlanmadıkça hiçbir egemen devlet böyle bir barış anlaşmasını imzalamaz. Belli ki Zelenskiy ve savaşı destekleyen Batılı ülkeler hala Ukrayna’nın savaşı kazanabileceğini varsayıyor. Ya da —sık sık söylendiği gibi— Ukrayna kazanacak çünkü kazanmak zorunda.

Almanya’da, Mart 2022 sonunda İstanbul’da her iki tarafın da imzaladığı bir anlaşmaya varıldığı hakikati, Ukrayna hükümeti bile bunu inkâr etmese ve Ukraynalı müzakereciler bunu doğrulasa da gizleniyor ya da inkâr ediliyor. Bunun nedenleri son derece bariz. Anlaşmanın muhtevasına daha yakından bakıldığında, Ukrayna’nın altı hafta sonra savaşı oldukça kabul edilebilir şartlarda sona erdirecek çok iyi bir sonuç elde ettiği görülecektir. Ancak aklı başında herhangi bir kişi, Zelenskiy’in Rusya basınında müzakereler hakkında olumlu konuştuktan sonra neden anlaşmayı imzalayarak yüz binlerce Ukraynalının ölümünü ve ülkenin yıkımını önlemeye hazır olmadığını soracaktır. Ve aklı başında her insan, onun ve onu destekleyen Batılı ülkelerin neden hala barışa bir şans vermeye hazır olmadıklarını sormaya devam edecektir. Nisan 2022 başında Rusya ile Ukrayna arasında barışı engelleyen siyasetçiler, belli ki Ukrayna’nın kendi destekleriyle Rusya’yı yenebileceğine inanmışlardı. Şimdiye dek herkes bunun bir hayal ürünü olduğunu anlamış olmalıydı. Ukraynalılar, Batı’nın desteğiyle silahlı kuvvetlerinin yapabileceklerini gösterdiler. Batı artık Ukrayna halkının trajik kaderinin sorumluluğunu üstlenmemeli.

General Kujat, mülakat için teşekkür ederim.


(*) 1 Mart 1942 doğumlu emekli General Harald Kujat, Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve NATO Askeri Komitesi Başkanı olarak NATO’daki en yüksek rütbeli subay. Aynı zamanda NATO-Rusya Konseyi ve Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi başkanlığı görevlerinde bulundu. Harald Kujat, hizmetlerinden dolayı Fransa Cumhuriyeti Onur Lejyonu Komutan Haçı, Letonya, Estonya ve Polonya’dan Komutan Haçı Liyakat Nişanı, Liyakat Lejyonu dahil olmak üzere çok sayıda ödülle onurlandırıldı. ABD ve Belçika Krallığından Büyük Leopold Nişanı Kurdelesi, Federal Almanya Cumhuriyeti Büyük Liyakat Madalyası ve Malta, Macaristan ve NATO’dan da dahil olmak üzere diğer yüksek ödüller aldı.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English