DÜNYA BASINI
Harald Kujat: “NATO, ABD’nin Vietnam’da yaptığına benzer bir hata yapabilir”
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trEski Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve eski NATO Askeri Komitesi Başkanı Harald Kujat, uzun süredir Ukrayna’daki savaşın daha da tırmanmasının sonuçları konusunda uyarılarda bulunuyor. General Kujat, aşağıda çevirisi verilen röportajın ilk bölümünde Ukrayna’nın durumunun yanı sıra aynı zamanda yeni NATO kararları, Rusya’nın müzakere teklifleri ve Macaristan Başbakanı Victor Urban’ın ‘barış misyonu’ hakkında yorumlarda bulunuyor. Emekli generalle röportajı Eva Peli yaptı.
Çeviren: Gülçin Akkoç
***
NachDenkSeiten, Eva Peli
23 Temmuz 2024
NachDenkSeiten: Ukrayna’daki savaşın “21.yüzyılın ana felaketi’’ olabileceği konusunda uyarılarda bulunuyorsunuz. Neden?
Harald Kujat: George F. Kennan, Birinci Dünya Savaşı’nı 20. yüzyılın ana felaketi olarak tanımlamıştı, çünkü Birinci Dünya Savaşı hem İkinci Dünya Savaşı’nın hem de Soğuk Savaş’ın tohumlarını barındırıyordu. NATO daha yeni 75. kuruluş yıldönümünü kutladı. NATO yıllar boyunca üye devletlerine bağımsızlık, özgürlük ve güvenlikle alakalı konularda önemli katkılarda bulunmuştur. Ancak son iki buçuk yıldır Avrupa’da yine savaş var ve görünen o ki Avrupalı politikacılar tarihten hiçbir ders çıkarmamışlar, çünkü Ukrayna’daki savaş toplu bir Avrupa savaşına dönüşebilir.
Artık dünya güçleri ABD ve Çin arasında büyük bir savaş çıkma durumu da ihtimal dışı görünmüyor. 21. yüzyıl, Çin’in ekonomik ve askeri bir dünya gücü olarak yükselişiyle ve büyük güçler olan ABD, Rusya ve Çin arasında rekabetle karakterize edilmektedir. Ukrayna savaşı Çin’in, dünyanın lider gücü olmak için ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik potansiyele giderek yaklaşan ABD’nin tek rakibi olduğunu net bir şekilde ortaya koydu.
Bu yüzden de ABD, ikinci jeopolitik rakibi olan Rusya’yı siyasi, ekonomik ve askeri açıdan zayıflatarak Çin ile çatışmaya odaklanabilmeyi amaçlıyor. ABD’nin savunma bütçesine göz atıldığında, Çin ile çatışmaya yöneldikleri görülmektedir. ABD’nin stratejik hedeflerine ulaşabilmesi için Avrupalı NATO müttefikleriyle yakınlık kurması gerekmektedir. Avrupalı NATO devletleri Avustralya, Japonya, Yeni Zelanda ve Güney Kore ile de birlik olarak bir Hint-Pasifik ortaklar ve müttefikler ağı oluşturmalıdır. Rusya ile çatışmada olduğu gibi Çin ile olacak olan çatışmada da aynı şekilde birlik olmalıdır.
NATO’nun stratejik konseptine göre Çin, Avrupa-Atlantik güvenliğine karşı sistematik bir meydan okuma olarak tanımlanmaktadır. 9-11 Temmuz tarihleri arasında Washington’da düzenlenen NATO’nun kuruluş yıldönümü zirvesinde ittifakın hükümet ve devlet başkanları bir adım ileri gittiler. Çin’in, sınırsız ortaklığı ve Rus savunma sanayisine verdiği kapsamlı destekle Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşında belirleyici bir faktör haline geldiğini ilan ettiler. Bu durum da Rusya’nın komşularına karşı ve Avrupa-Atlantik güvenliğine karşı oluşturduğu tehdidi artırmıştır.
Hint-Pasifik bölgesindeki gelişmeler doğrudan Avrupa-Atlantik güvenliğini etkilemektedir ve bu nedenle NATO için önemli bir bölgedir. NATO, bu sebeple Çin ile karşı karşıya gelme yolundadır. Biz Avrupalılar, gelecekte Çin ve ABD arasında yaşanacak bir çatışma durumunda ne yapacağımıza karar vermeliyiz. Bu çatışmaya katılmak mı istiyoruz, yoksa siyasi, ekonomik ve askeri açıdan kendimizi ortaya koyma kapasitemizi güçlendirerek çatışmaları önleme ve kontrol altına alma kabiliyetine sahip bağımsız uluslararası bir istikrar unsuru haline gelmek mi istiyoruz.
NachDenkSeiten: Ukrayna savaşında güncel durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazı uzmanlar savaşın yılın başında yakında sona ereceğini düşünüyordu. Ancak şu ana kadar durum bu şekilde görünmüyor. Aksine, Batı’dan gelen yeni silahların yardımıyla savaş daha da uzayacak gibi görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Harald Kujat: Merakla beklenen 2023 Ukrayna saldırısının başarısızlıkla sonuçlanmasıyla Ukrayna’nın askeri durumu kritikleşti ve her geçen gün de kötüye gidiyor. Ukrayna silahlı kuvvetleri, kara saldırısı yürütme olanağını büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Bu sebeple ABD’nin tavsiyesine uyarak çok sayıda kayıp vermeye devam etmemek ve hala kontrol ettikleri topraklarda tutunabilmek için stratejik savunmaya geçtiler. Bu sayede Rus silahlı kuvvetlerinin ilerleyişini yavaşlatabildiler.
Ancak Ukrayna; hava savunması, topçu mühimmatı eksiği ve eğitimli asker eksiği gibi başarılı bir savunma için önemli olan üç alanda son derece zayıftır. Bu çok kritik bir durum, çünkü 1300 km uzunluğundaki cephede Ukrayna’nın savunma hatları son derece zorlanıyor. Ayrıca Ukraynalı askerler yorgunlar ve gitgide demoralize oluyorlar. Ukrayna halkı savaştan bıkmış halde, barış istiyorlar ve diplomatik bir çözüm talep ediyorlar.
Rus silahlı kuvvetleri inisiyatifi ele alıp Ukrayna topraklarındaki çeşitli saldırı merkezlerini ele geçirdiler. 10 Mayıs’tan beri Ruslar, Kharkiv bölgesinde önemli topraklar kazandılar. Görünüşe bakılırsa ilk amaç, Rusya sınırına olan mesafelerini artırmak ve sınıra yakın olan Rus şehri Belgorod’un bombalanmasını durdurmak için Kharkiv bölgesindeki Ukrayna güçlerini geri püskürtmekti. Belgorod’un sivil nüfusu ABD’nin misket bombaları da dahil olmak üzere birçok kez saldırıya uğradı.
Rusya’nın Avdiyivka’nın ele geçirilmesi sırasındaki taktiksel becerisi ve Ukrayna kuvvetlerinin kaotik geri çekilişi, savaşın bundan sonra nasıl ilerleyeceğine dair bir örnek olarak görülebilir. Rusya görünüşe göre büyük bir atılım yapma niyetinde değil, ancak cephenin çeşitli saldırı merkezlerinde durmadan ilerleyebileceğini ve toprak kazanımlarını genişletebileceğini göstermek istemektedir.
Batı’nın silah sevkiyatları Ukrayna’nın savunma gücünü sadece sınırlı bir süre için güçlendiriyor. Savunmanın daha fazla toprak kaybetmeden ne kadar devam ettirilebileceği, ABD’nin seçim kampanyası sırasında gereken desteği vermeye devam edip edemeyeceğine bağlıdır. Ancak silahlar, en önemli güç olan askerlerin eksiğini telafi edemezler. Dolayısıyla belirleyici olan faktör, Ukrayna’nın gereken miktarda askeri seferber edip edemeyeceği ve Rus silahlı kuvvetlerinin çatışmaları hangi yoğunlukta sürdüreceğidir.
NachDenkSeiten: Şu anda Batılı askerlerin eğitmenlik ve danışmanlık yapmak için doğrudan cephedeki Ukrayna birliklerine gönderilmesi tartışılıyor ve duyuruluyor. Macaristan Başbakanı Victor Orban da geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda Batılı birliklerin zaten orada olduğunu söylemişti. NATO da Ukrayna birliklerinin silah tedariki ve eğitim koordinasyonunu üstlenmek istiyor. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Harald Kujat: Batılı askeri danışmanların şu anda Ukrayna’da olduğu muhtemelen herkes tarafından biliniyordur. Daha az bilinen bir gerçek ise geçen yılın aralık ayından beri ABD’li General Antonio Aguto ve bir danışman ekibinin Ukrayna askeri yönetimini yönlendirdiğidir. Aguto, ABD Ordusu’nun Wiesbaden’de konuşlanmış “Ukrayna Güvenlik Destek Grubu’’nun başında yer alıyor. Bu grup silah sevkiyatlarını ve Ukraynalı askerlerin eğitimini koordine ediyorlar, Ukrayna silahlı kuvvetlerine operasyonların planlanmasında destek oluyorlar ve onlara bilgi sağlıyorlar. Eğer NATO ülkelerinden düzenli olarak askeri birlikler Ukrayna askeri kuvvetleriyle yan yana konuşlanacaksa, bunu gizli tutmak mümkün değildir. Ukrayna’nın askeri bir yenilgiye uğraması durumda, Batılı askerlerin batılı silahları takip etmesi yönünde çağrılar yapılacaktır.
Bu tartışma Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından başlatılmıştı. Macron, defalarca Fransız kara kuvvetlerinin Ukrayna’da konuşlandırılmasını söz konusu etmişti. Bunun için bazı NATO ülkelerinden onay aldı fakat Macron, Batılı birliklerin müdahalesinin gerekçesini birkaç kez değiştirdi. Son olarak şöyle söyledi: “Eğer Ruslar cephe hattını kırıp geçerse ve Ukrayna’dan talep gelirse (ki bugün hala böyle bir durum söz konusu değil), o zaman kendimize meşru olarak sormalıyız.’’
Bu arada Ukrayna, cephe hattının hemen yakınında eğitmek üzere 150.000 acemi asker talep etti. Eminim ki Ukrayna hükümeti, belli ki bunu yapmaya hazır olan bazı NATO ülkelerinin aksine, sonuçlarını farkındadır. NATO eğitmenlerinin alacağı büyük riski göz önünde bulundurursak, koruyucu önlemler alınması gerekecektir, örneğin kara konuşlu hava savunması gibi. Bu durum bugüne kadar aşılmayan kırmızı çizgiyi aşacaktır, zira askerler doğrudan Rusya ile çatışma operasyonlarına dahil olabilirler.
ABD bugüne kadar Ukrayna’ya askeri birlik göndermeyi kategorik olarak reddetmiş ve müttefiklerine de bunu yapmamaları konusunda çağrıda bulunmuştu. Ancak ABD Genelkurmay Başkanı General Charles Q. Brown, ”zamanla oraya varacağız’’ diyerek NATO eğitmenlerinin konuşlandırılmasının kaçınılmaz olduğunu açıkladı. Yalnızca Almanya Şansölyesi değil, onun yanı sıra İtalya ve Macaristan Dışişleri Bakanları da silahlı kuvvetlerinin Ukrayna’daki savaşa askeri müdahalede bulunmasını reddetti. Müttefiklerin içinde de mevcut gidişatı kabul etmeyen devletler giderek artış gösteriyor.
Mevcut gelişmelere bakıldığında bu pozisyonların geçerli olup olmayacağı şüphelidir. NATO’nun ABD tarafından yapılan ve Vietnam Savaşı’na yol açan hatalara benzer hatalar yapması daha olası görünüyor. Konuşlandırılacak ülkede bir danışman ekiple işe başlamak, ardından ekiplerin çatışma operasyonlarına katılması ve kayıplar vermesi, bunun üzerine de savaşa daha büyük askeri birliklerle müdahale etme ihtiyacının doğması. Bu, ittifak için önceden programlanmış kopma noktasına sürükleyen bir gelişme olacaktır. Eğer bu gerçekten gerçekleşirse NATO, eski NATO olmayacaktır.
NachDenkSeiten: Sayın Kujat, Vladimir Putin’in yeni barış önerileri, Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın barış misyonu ve Washington’daki son NATO zirvesi gibi güncel olayları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu olaylar Ukrayna’daki savaşın sona ermesine yönelik gelişmeler midir?
Harald Kujat: Çin, geçtiğimiz yılın şubat ayında İstanbul’da elde edilen sonuçlar temel alınarak barış müzakerelerine başlanmasını önermişti. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de Minsk ve İstanbul anlaşmalarını müzakerelerin temeli olarak tanımladı. Putin öncelikle Ukrayna’yı Rusya ile müzakere yasağını kaldırmaya davet etti. Sonrasında “ortaya çıkan gerçekliklerin tanınması’’ olarak ifade ettiği, Ukrayna birliklerinin Rusya tarafından ilhak edilen bölgelerden (Donetsk, Luhansk, Zaporizhia ve Kherson) eski idari sınırlar dahilinde tamamen çekilmesini talep etti. Ukrayna bu teklifi kabul edip çekilmeye başladığı anda ve NATO’ya katılma planlarından vazgeçtiğini resmen bildirdiği anda Rusya da çatışmalara son verecek ve ertesi gün müzakerelere başlamaya hazır olacaktı.
ABD Başkanı Joe Biden ise müzakerelerin yapılıp yapılmayacağına, yapılacaksa da ne zaman ve hangi koşullar altında yapılacağına yalnızca Ukrayna hükümetinin karar verebileceğini defalarca kez vurguladı. Yani Putin’in önerisi Ukrayna’nın Batılı destekçileri tarafından reddedildi. İlk karşı çıkan kişilerden biri de NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg oldu ve “bu bir barış önerisi değil, daha fazla işgal önerisidir’’ dedi. Stoltenberg’in bu açıklaması NATO’nun sanki bu savaşta doğrudan müdahalesi varmış gibi, kurbanmış gibi verilen bir tepki izlenimi uyandırıyor.
Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın Vladimir Zelenski’nin yanı sıra Putin ve Xi Jinping ile de ateşkes ve müzakereyle savaşı sona erdirme olasılıklarını görüşmesi, Avrupalıların gerçekçi ve stratejik olmayan eylemleriyle kendilerini içine soktukları bu çıkmazdan bir çıkış yolu aradıklarını göstermektedir.
Orban, Avrupa’nın harekete geçmesini sağlamaya çalışması sebebiyle destek göreceğine, bir yetkisi bulunmaması konusunda ve görüşmelerin koordineli yürütülmemiş olması sebebiyle eleştirildi. Hatta kamuoyunda Orban’ın AB Konseyi Başkanlığı görevinden alınıp alınmayacağı ve alınacaksa nasıl alınabileceği bile tartışıldı. 2012 yılında Avrupa Birliği’nin “bir savaş kıtasını bir barış kıtasına dönüştürdüğü’’ sebebiyle Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüğü düşünüldüğünde bu dikkat çeken bir davranıştır.
Ancak Slovakya Başbakanı Fico, Orban’a desteğini dile getirdi: “Macaristan Başbakanına Kiev ve Moskova’ya tereddüt etmeden seyahat ettiği için hayranlığımı ifade etmek istiyorum. Eğer sağlık durumum izin verseydi ben de onunla birlikte seyahat etmekten memnuniyet duyardım.’’ Orban, barış misyonunu NATO zirvesinden hemen sonra Donald Trump ile görüşerek tamamladı ve ardından şunları söyledi: “Barış yapmanın yollarını konuştuk. Günün iyi haberi: o bu işi çözecek.’’ Bunun üzerine Trump da sosyal medya hesabından “Teşekkürler Viktor. Barış olmalı, hem de hızlı bir şekilde” ifadelerini kullanarak Orban’ı doğrulamış oldu.
Beklenildiği gibi Washington’daki NATO zirvesinin odak noktası Ukrayna politikasıydı. Ancak çatışmaların sona ermesini sağlamak ve müzakerelerle barış yapılması için bir yol bulmak amacıyla değil. Bunun aksine Ukrayna’nın askeri zafer kazanması ve NATO’ya katılma talebi doğrultusunda mali ve maddi desteğin sürdürülmesi konusuna odaklanıldı.
Her iki konunun da “Trump’a dayanıklı’’ bir şekilde düzenlenmesi gerekiyordu bu yüzden de kelimelerin doğru seçilebilmesi için uzun tartışmalar yaşandı. Nihayetinde üye devletler, Ukrayna’nın NATO üyeliği de dahil olmak üzere tam Avrupa-Atlantik entegrasyonuna giden geri dönülmez yolda Ukrayna’yı destekleyecekleri konusunda mutabık kaldılar. Bunun yanında bir davet çıkarılabilmesinin ancak NATO’nun tüm müttefiklerinin mutabık kalması ve tüm koşulların yerine getirilmesi durumunda mümkün olabileceği vurgulandı. Ancak tüm NATO devletleri bir davette bulunmaya hazır değil.
ABD Başkanı Biden da 4 Haziran tarihinde Time dergisine verdiği bir mülakatta Ukrayna’nın NATO’nun bir parçası olmayacağını ve ABD’nin Ukrayna ile ilişkilerini diğer ülkelerle olduğu gibi yalnızca kendilerini savunabilmeleri için silah tedarik ederek yürüteceğini söyledi. Ukrayna’nın “NATO’laşmasını’’ desteklemeye hazır olmadığını söyleyen de kendisiydi.
Zirvede mutabık kalınan tedbirler arasında Wiesbaden’deki mevcut ABD destek komutanlığının yanı sıra Ukrayna askerlerinin destek ve eğitimini koordine edecek bir NATO merkezinin kurulması da var. Önümüzdeki yıl için 40 milyar avroluk mali paket üzerinde de anlaşmaya varıldı. Yeni hava savunma sistemlerinin ve ilk F-16 savaş uçaklarının da yakında teslim edilecekleri duyuruldu.
NATO, 1967’de Harmel Raporu’nda olduğu gibi kendisini Avrupa-Atlantik barış ve istikrar çapası olarak sunma tarihi fırsatını kaçırmıştır. NATO’nun ‘kitlesel misilleme’ stratejisi döneminde ittifakın durumuna ilişkin Harmel Raporu, ittifakın askeri güvenlik ve yumuşama politikası yoluyla kalıcı barışın bir faktörü haline gelmesi çağrısında bulunmuştu.
NachDenkSeiten: NATO zirvesinin sonuçlarından biri, ABD hükümeti ile Alman hükümeti arasındaki Tomahawk füzelerinin ve ABD’nin diğer uzun menzilli silahlarının yeniden Almanya’da konuşlandırılması konusunda varılan anlaşmaydı. Bu, 1980’li yıllarda NATO’nun Çift Yön Kararı ve bunun sonucunda ortaya çıkan ve bu silahları Avrupa’da yasaklayan, ayrıca 2019’da ABD tarafından iptal edilen INF Antlaşmasını anımsatıyor. Bu tarz bir anlaşma bizi Avrupa’da büyük bir savaşa daha yaklaştırır mı ve Berlin neden bu anlaşmaya razı oluyor?
Harald Kujat: 10 Temmuz tarihinde yapılan kısa ikili açıklamada, ABD’nin 2026 yılında Almanya’da konvansiyonel uzun menzilli sistemleri geçici olarak konuşlandırmaya başlayacağı ve daha sonra bunların kalıcı olarak yerleştirilmeye başlanacağını duyuruldu. Bu karar ABD’nin SM-6 füzelerini, ‘Tomahawk’ seyir füzelerini ve daha sonrasında da hali hazırda hala geliştirilmekte olan hipersonik silah sistemlerini Almanya’da konuşlandırma kararıdır. Tomahawk seyir füzelerinin menzilinin 2500 kilometreye kadar sahip olan varyantları bulunmaktadır ve gelecekte konuşlandırılacak olan hipersonik füzelerin menzilinin daha da fazla olması beklenmektedir. ‘2nd Multi-Domain Task Force’ olarak adlandırılan birlik bu silah sistemleriyle donatılacak. Birim, 2021’den beri Wiesbaden’de konuşlandırılmış durumda ve 2026 yılına kadar tam olarak faaliyete geçmesi bekleniyor, buna benzer beş birim dünya çapında konuşlandırılacaktır.
Bunun NATO’daki bir beceri eksikliğini kapatıp kapatamayacağı ve ABD stratejisinin ulusal bir bileşeni olup olmadığı henüz belli değildir. Her ne olursa olsun bunun caydırıcı bir etkisinin olup olmadığı şüphelidir, çünkü Rusya uzun menzilli, güçlü hipersonik silahlardan oluşan geniş bir çeşitliliğe sahiptir ve dolayısıyla bu kabiliyet segmentinde tırmanış üstünde hakimiyet kurabilirler.
Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergei Ryabkov bu hamlenin Rusya tarafından beklendiğini ve “telafi etmeye yönelik karşı önlemlerin’’ geliştirildiğini açıkladı. Bu durum, ABD’nin tek taraflı olarak feshettiği INF Anlaşması alanında son derece istikrarsızlaştırıcı bir politika izlediğinin bir başka somut göstergesidir. Rusya, kara konuşlu orta ve kısa menzilli füzelerin konuşlandırılmasına ilişkin tek taraflı moratoryumunu ve olası tedbirlerini dikkatle yeniden gözden geçirecektir.
Rusya’nın, ABD’nin Almanya’da Avrupa-stratejik saldırı potansiyelinin geliştirilmesini, NATO’nun savunma kabiliyetinin güçlendirilmesi olarak değil (tıpkı daha önce ABD’nin Aegis fırlatma rampalarına sahip NATO balistik füze savunma sistemi gibi), ABD’nin Rus-Amerikan kıtalararası stratejik dengesini Rusya’nın aleyhine değiştirmek için Avrupa’da konuşlandırarak jeostratejik bir avantaj elde etmeye yönelik ulusal bir önlem olarak gördüğünü anlamak önemlidir. Neticede iki savunma bakanı (Almanya, ABD) tehlikeli tırmanışı kontrol altında tutmak için telefonda görüşme yaptılar.
* 1 Mart 1942 doğumlu emekli General Harald Kujat, Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve NATO Askeri Komitesi Başkanı olarak NATO’daki en yüksek rütbeli subay. Aynı zamanda NATO-Rusya Konseyi ve Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi başkanlığı görevlerinde bulundu. Harald Kujat, hizmetlerinden dolayı Fransa Cumhuriyeti Onur Lejyonu Komutan Haçı, Letonya, Estonya ve Polonya’dan Komutan Haçı Liyakat Nişanı, Liyakat Lejyonu dahil olmak üzere çok sayıda ödülle onurlandırıldı. ABD ve Belçika Krallığından Büyük Leopold Nişanı Kurdelesi, Federal Almanya Cumhuriyeti Büyük Liyakat Madalyası ve Malta, Macaristan ve NATO’dan da dahil olmak üzere diğer yüksek ödüller aldı.
DÜNYA BASINI
İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?
Yayınlanma
1 gün önce24/12/2024
Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:
***
Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde
Amwaj.media
Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.
Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.
-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.
-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.
-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.
Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.
-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.
-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.
İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.
Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.
-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.
-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.
-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.
Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.
-Gerçek adı Ahmed el-Şara olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.
-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.
-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.
Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.
-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.
-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.
-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.
Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.
-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.
-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.
Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.
-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.
Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.
-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.
-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.
-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.
-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.
2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.
-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.
-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.
Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.
-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.
Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.
– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.
Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.
-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.
-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.
DÜNYA BASINI
Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler
Yayınlanma
2 gün önce23/12/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:
***
İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor
Raghida Dergham
Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.
Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.
Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.
Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.
Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.
Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.
Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.
Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.
Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.
Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.
Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.
Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.
Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.
Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.
Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.
İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.
Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.
Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.
Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.
Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.
Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.
ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.
Şam’a giden yollar
Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı, Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.
Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.
2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.
Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.
Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.
Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.
Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.
Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.
Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.
ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)
BM: Küresel açlık krizi derinleşiyor
Mihail Hazin: Finansal feodalizm çöküş sürecinde
Mario Draghi’den iç talep için “yaratıcı yıkım” önerileri
Rusya’nın paralel ithalat hacmi azaldı
İsrail askerleri, işgali protesto eden sivillere ateş açtı
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Kirillov suikasti, olası sonuçlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
-
ORTADOĞU2 hafta önce
SDG sözcüsü Ferhad Şami: ABD’nin bizi terk etmesinden korkuyoruz
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Esad’dan sonra Kıbrıs: İngilizler şimdilik rahat bir nefes aldı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Bundan sonra Suriye
-
SÖYLEŞİ7 gün önce
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’