Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Harald Kujat: “NATO, ABD’nin Vietnam’da yaptığına benzer bir hata yapabilir”

Yayınlanma

Eski Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve eski NATO Askeri Komitesi Başkanı Harald Kujat, uzun süredir Ukrayna’daki savaşın daha da tırmanmasının sonuçları konusunda uyarılarda bulunuyor. General Kujat, aşağıda çevirisi verilen röportajın ilk bölümünde Ukrayna’nın durumunun yanı sıra aynı zamanda yeni NATO kararları, Rusya’nın müzakere teklifleri ve Macaristan Başbakanı Victor Urban’ın ‘barış misyonu’ hakkında yorumlarda bulunuyor. Emekli generalle röportajı Eva Peli yaptı.

Çeviren: Gülçin Akkoç

***

NachDenkSeiten, Eva Peli
23 Temmuz 2024

NachDenkSeiten: Ukrayna’daki savaşın “21.yüzyılın ana felaketi’’ olabileceği konusunda uyarılarda bulunuyorsunuz. Neden?

Harald Kujat: George F. Kennan, Birinci Dünya Savaşı’nı 20. yüzyılın ana felaketi olarak tanımlamıştı, çünkü Birinci Dünya Savaşı hem İkinci Dünya Savaşı’nın hem de Soğuk Savaş’ın tohumlarını barındırıyordu. NATO daha yeni 75. kuruluş yıldönümünü kutladı. NATO yıllar boyunca üye devletlerine bağımsızlık, özgürlük ve güvenlikle alakalı konularda önemli katkılarda bulunmuştur. Ancak son iki buçuk yıldır Avrupa’da yine savaş var ve görünen o ki Avrupalı politikacılar tarihten hiçbir ders çıkarmamışlar, çünkü Ukrayna’daki savaş toplu bir Avrupa savaşına dönüşebilir.

Artık dünya güçleri ABD ve Çin arasında büyük bir savaş çıkma durumu da ihtimal dışı görünmüyor. 21. yüzyıl, Çin’in ekonomik ve askeri bir dünya gücü olarak yükselişiyle ve büyük güçler olan ABD, Rusya ve Çin arasında rekabetle karakterize edilmektedir. Ukrayna savaşı Çin’in, dünyanın lider gücü olmak için ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik potansiyele giderek yaklaşan ABD’nin tek rakibi olduğunu net bir şekilde ortaya koydu.

Bu yüzden de ABD, ikinci jeopolitik rakibi olan Rusya’yı siyasi, ekonomik ve askeri açıdan zayıflatarak Çin ile çatışmaya odaklanabilmeyi amaçlıyor. ABD’nin savunma bütçesine göz atıldığında, Çin ile çatışmaya yöneldikleri görülmektedir. ABD’nin stratejik hedeflerine ulaşabilmesi için Avrupalı NATO müttefikleriyle yakınlık kurması gerekmektedir. Avrupalı NATO devletleri Avustralya, Japonya, Yeni Zelanda ve Güney Kore ile de birlik olarak bir Hint-Pasifik ortaklar ve müttefikler ağı oluşturmalıdır. Rusya ile çatışmada olduğu gibi Çin ile olacak olan çatışmada da aynı şekilde birlik olmalıdır.

NATO’nun stratejik konseptine göre Çin, Avrupa-Atlantik güvenliğine karşı sistematik bir meydan okuma olarak tanımlanmaktadır. 9-11 Temmuz tarihleri arasında Washington’da düzenlenen NATO’nun kuruluş yıldönümü zirvesinde ittifakın hükümet ve devlet başkanları bir adım ileri gittiler. Çin’in, sınırsız ortaklığı ve Rus savunma sanayisine verdiği kapsamlı destekle Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşında belirleyici bir faktör haline geldiğini ilan ettiler. Bu durum da Rusya’nın komşularına karşı ve Avrupa-Atlantik güvenliğine karşı oluşturduğu tehdidi artırmıştır.

Hint-Pasifik bölgesindeki gelişmeler doğrudan Avrupa-Atlantik güvenliğini etkilemektedir ve bu nedenle NATO için önemli bir bölgedir. NATO, bu sebeple Çin ile karşı karşıya gelme yolundadır. Biz Avrupalılar, gelecekte Çin ve ABD arasında yaşanacak bir çatışma durumunda ne yapacağımıza karar vermeliyiz. Bu çatışmaya katılmak mı istiyoruz, yoksa siyasi, ekonomik ve askeri açıdan kendimizi ortaya koyma kapasitemizi güçlendirerek çatışmaları önleme ve kontrol altına alma kabiliyetine sahip bağımsız uluslararası bir istikrar unsuru haline gelmek mi istiyoruz.

NachDenkSeiten: Ukrayna savaşında güncel durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazı uzmanlar savaşın yılın başında yakında sona ereceğini düşünüyordu. Ancak şu ana kadar durum bu şekilde görünmüyor. Aksine, Batı’dan gelen yeni silahların yardımıyla savaş daha da uzayacak gibi görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Harald Kujat: Merakla beklenen 2023 Ukrayna saldırısının başarısızlıkla sonuçlanmasıyla Ukrayna’nın askeri durumu kritikleşti ve her geçen gün de kötüye gidiyor. Ukrayna silahlı kuvvetleri, kara saldırısı yürütme olanağını büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Bu sebeple ABD’nin tavsiyesine uyarak çok sayıda kayıp vermeye devam etmemek ve hala kontrol ettikleri topraklarda tutunabilmek için stratejik savunmaya geçtiler. Bu sayede Rus silahlı kuvvetlerinin ilerleyişini yavaşlatabildiler.

Ancak Ukrayna; hava savunması, topçu mühimmatı eksiği ve eğitimli asker eksiği gibi başarılı bir savunma için önemli olan üç alanda son derece zayıftır. Bu çok kritik bir durum, çünkü 1300 km uzunluğundaki cephede Ukrayna’nın savunma hatları son derece zorlanıyor. Ayrıca Ukraynalı askerler yorgunlar ve gitgide demoralize oluyorlar. Ukrayna halkı savaştan bıkmış halde, barış istiyorlar ve diplomatik bir çözüm talep ediyorlar.

Rus silahlı kuvvetleri inisiyatifi ele alıp Ukrayna topraklarındaki çeşitli saldırı merkezlerini ele geçirdiler. 10 Mayıs’tan beri Ruslar, Kharkiv bölgesinde önemli topraklar kazandılar. Görünüşe bakılırsa ilk amaç, Rusya sınırına olan mesafelerini artırmak ve sınıra yakın olan Rus şehri Belgorod’un bombalanmasını durdurmak için Kharkiv bölgesindeki Ukrayna güçlerini geri püskürtmekti. Belgorod’un sivil nüfusu ABD’nin misket bombaları da dahil olmak üzere birçok kez saldırıya uğradı.

Rusya’nın Avdiyivka’nın ele geçirilmesi sırasındaki taktiksel becerisi ve Ukrayna kuvvetlerinin kaotik geri çekilişi, savaşın bundan sonra nasıl ilerleyeceğine dair bir örnek olarak görülebilir. Rusya görünüşe göre büyük bir atılım yapma niyetinde değil, ancak cephenin çeşitli saldırı merkezlerinde durmadan ilerleyebileceğini ve toprak kazanımlarını genişletebileceğini göstermek istemektedir.

Batı’nın silah sevkiyatları Ukrayna’nın savunma gücünü sadece sınırlı bir süre için güçlendiriyor. Savunmanın daha fazla toprak kaybetmeden ne kadar devam ettirilebileceği, ABD’nin seçim kampanyası sırasında gereken desteği vermeye devam edip edemeyeceğine bağlıdır. Ancak silahlar, en önemli güç olan askerlerin eksiğini telafi edemezler. Dolayısıyla belirleyici olan faktör, Ukrayna’nın gereken miktarda askeri seferber edip edemeyeceği ve Rus silahlı kuvvetlerinin çatışmaları hangi yoğunlukta sürdüreceğidir.

NachDenkSeiten: Şu anda Batılı askerlerin eğitmenlik ve danışmanlık yapmak için doğrudan cephedeki Ukrayna birliklerine gönderilmesi tartışılıyor ve duyuruluyor. Macaristan Başbakanı Victor Orban da geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda Batılı birliklerin zaten orada olduğunu söylemişti. NATO da Ukrayna birliklerinin silah tedariki ve eğitim koordinasyonunu üstlenmek istiyor. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Harald Kujat: Batılı askeri danışmanların şu anda Ukrayna’da olduğu muhtemelen herkes tarafından biliniyordur. Daha az bilinen bir gerçek ise geçen yılın aralık ayından beri ABD’li General Antonio Aguto ve bir danışman ekibinin Ukrayna askeri yönetimini yönlendirdiğidir. Aguto, ABD Ordusu’nun Wiesbaden’de konuşlanmış “Ukrayna Güvenlik Destek Grubu’’nun başında yer alıyor. Bu grup silah sevkiyatlarını ve Ukraynalı askerlerin eğitimini koordine ediyorlar, Ukrayna silahlı kuvvetlerine operasyonların planlanmasında destek oluyorlar ve onlara bilgi sağlıyorlar. Eğer NATO ülkelerinden düzenli olarak askeri birlikler Ukrayna askeri kuvvetleriyle yan yana konuşlanacaksa, bunu gizli tutmak mümkün değildir. Ukrayna’nın askeri bir yenilgiye uğraması durumda, Batılı askerlerin batılı silahları takip etmesi yönünde çağrılar yapılacaktır.

Bu tartışma Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından başlatılmıştı. Macron, defalarca Fransız kara kuvvetlerinin Ukrayna’da konuşlandırılmasını söz konusu etmişti. Bunun için bazı NATO ülkelerinden onay aldı fakat Macron, Batılı birliklerin müdahalesinin gerekçesini birkaç kez değiştirdi. Son olarak şöyle söyledi: “Eğer Ruslar cephe hattını kırıp geçerse ve Ukrayna’dan talep gelirse (ki bugün hala böyle bir durum söz konusu değil), o zaman kendimize meşru olarak sormalıyız.’’

Bu arada Ukrayna, cephe hattının hemen yakınında eğitmek üzere 150.000 acemi asker talep etti. Eminim ki Ukrayna hükümeti, belli ki bunu yapmaya hazır olan bazı NATO ülkelerinin aksine, sonuçlarını farkındadır. NATO eğitmenlerinin alacağı büyük riski göz önünde bulundurursak, koruyucu önlemler alınması gerekecektir, örneğin kara konuşlu hava savunması gibi. Bu durum bugüne kadar aşılmayan kırmızı çizgiyi aşacaktır, zira askerler doğrudan Rusya ile çatışma operasyonlarına dahil olabilirler.

ABD bugüne kadar Ukrayna’ya askeri birlik göndermeyi kategorik olarak reddetmiş ve müttefiklerine de bunu yapmamaları konusunda çağrıda bulunmuştu. Ancak ABD Genelkurmay Başkanı General Charles Q. Brown, ”zamanla oraya varacağız’’ diyerek NATO eğitmenlerinin konuşlandırılmasının kaçınılmaz olduğunu açıkladı. Yalnızca Almanya Şansölyesi değil, onun yanı sıra İtalya ve Macaristan Dışişleri Bakanları da silahlı kuvvetlerinin Ukrayna’daki savaşa askeri müdahalede bulunmasını reddetti. Müttefiklerin içinde de mevcut gidişatı kabul etmeyen devletler giderek artış gösteriyor.

Mevcut gelişmelere bakıldığında bu pozisyonların geçerli olup olmayacağı şüphelidir. NATO’nun ABD tarafından yapılan ve Vietnam Savaşı’na yol açan hatalara benzer hatalar yapması daha olası görünüyor. Konuşlandırılacak ülkede bir danışman ekiple işe başlamak, ardından ekiplerin çatışma operasyonlarına katılması ve kayıplar vermesi, bunun üzerine de savaşa daha büyük askeri birliklerle müdahale etme ihtiyacının doğması. Bu, ittifak için önceden programlanmış kopma noktasına sürükleyen bir gelişme olacaktır. Eğer bu gerçekten gerçekleşirse NATO, eski NATO olmayacaktır.

NachDenkSeiten: Sayın Kujat, Vladimir Putin’in yeni barış önerileri, Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın barış misyonu ve Washington’daki son NATO zirvesi gibi güncel olayları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu olaylar Ukrayna’daki savaşın sona ermesine yönelik gelişmeler midir?

Harald Kujat: Çin, geçtiğimiz yılın şubat ayında İstanbul’da elde edilen sonuçlar temel alınarak barış müzakerelerine başlanmasını önermişti. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de Minsk ve İstanbul anlaşmalarını müzakerelerin temeli olarak tanımladı. Putin öncelikle Ukrayna’yı Rusya ile müzakere yasağını kaldırmaya davet etti. Sonrasında “ortaya çıkan gerçekliklerin tanınması’’ olarak ifade ettiği, Ukrayna birliklerinin Rusya tarafından ilhak edilen bölgelerden (Donetsk, Luhansk, Zaporizhia ve Kherson) eski idari sınırlar dahilinde tamamen çekilmesini talep etti. Ukrayna bu teklifi kabul edip çekilmeye başladığı anda ve NATO’ya katılma planlarından vazgeçtiğini resmen bildirdiği anda Rusya da çatışmalara son verecek ve ertesi gün müzakerelere başlamaya hazır olacaktı.

ABD Başkanı Joe Biden ise müzakerelerin yapılıp yapılmayacağına, yapılacaksa da ne zaman ve hangi koşullar altında yapılacağına yalnızca Ukrayna hükümetinin karar verebileceğini defalarca kez vurguladı. Yani Putin’in önerisi Ukrayna’nın Batılı destekçileri tarafından reddedildi. İlk karşı çıkan kişilerden biri de NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg oldu ve “bu bir barış önerisi değil, daha fazla işgal önerisidir’’ dedi. Stoltenberg’in bu açıklaması NATO’nun sanki bu savaşta doğrudan müdahalesi varmış gibi, kurbanmış gibi verilen bir tepki izlenimi uyandırıyor.

Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın Vladimir Zelenski’nin yanı sıra Putin ve Xi Jinping ile de ateşkes ve müzakereyle savaşı sona erdirme olasılıklarını görüşmesi, Avrupalıların gerçekçi ve stratejik olmayan eylemleriyle kendilerini içine soktukları bu çıkmazdan bir çıkış yolu aradıklarını göstermektedir.

Orban, Avrupa’nın harekete geçmesini sağlamaya çalışması sebebiyle destek göreceğine, bir yetkisi bulunmaması konusunda ve görüşmelerin koordineli yürütülmemiş olması sebebiyle eleştirildi. Hatta kamuoyunda Orban’ın AB Konseyi Başkanlığı görevinden alınıp alınmayacağı ve alınacaksa nasıl alınabileceği bile tartışıldı. 2012 yılında Avrupa Birliği’nin “bir savaş kıtasını bir barış kıtasına dönüştürdüğü’’ sebebiyle Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüğü düşünüldüğünde bu dikkat çeken bir davranıştır.

Ancak Slovakya Başbakanı Fico, Orban’a desteğini dile getirdi: “Macaristan Başbakanına Kiev ve Moskova’ya tereddüt etmeden seyahat ettiği için hayranlığımı ifade etmek istiyorum. Eğer sağlık durumum izin verseydi ben de onunla birlikte seyahat etmekten memnuniyet duyardım.’’ Orban, barış misyonunu NATO zirvesinden hemen sonra Donald Trump ile görüşerek tamamladı ve ardından şunları söyledi: “Barış yapmanın yollarını konuştuk. Günün iyi haberi: o bu işi çözecek.’’ Bunun üzerine Trump da sosyal medya hesabından “Teşekkürler Viktor. Barış olmalı, hem de hızlı bir şekilde” ifadelerini kullanarak Orban’ı doğrulamış oldu.

Beklenildiği gibi Washington’daki NATO zirvesinin odak noktası Ukrayna politikasıydı. Ancak çatışmaların sona ermesini sağlamak ve müzakerelerle barış yapılması için bir yol bulmak amacıyla değil. Bunun aksine Ukrayna’nın askeri zafer kazanması ve NATO’ya katılma talebi doğrultusunda mali ve maddi desteğin sürdürülmesi konusuna odaklanıldı.

Her iki konunun da “Trump’a dayanıklı’’ bir şekilde düzenlenmesi gerekiyordu bu yüzden de kelimelerin doğru seçilebilmesi için uzun tartışmalar yaşandı. Nihayetinde üye devletler, Ukrayna’nın NATO üyeliği de dahil olmak üzere tam Avrupa-Atlantik entegrasyonuna giden geri dönülmez yolda Ukrayna’yı destekleyecekleri konusunda mutabık kaldılar. Bunun yanında bir davet çıkarılabilmesinin ancak NATO’nun tüm müttefiklerinin mutabık kalması ve tüm koşulların yerine getirilmesi durumunda mümkün olabileceği vurgulandı. Ancak tüm NATO devletleri bir davette bulunmaya hazır değil.

ABD Başkanı Biden da 4 Haziran tarihinde Time dergisine verdiği bir mülakatta Ukrayna’nın NATO’nun bir parçası olmayacağını ve ABD’nin Ukrayna ile ilişkilerini diğer ülkelerle olduğu gibi yalnızca kendilerini savunabilmeleri için silah tedarik ederek yürüteceğini söyledi. Ukrayna’nın “NATO’laşmasını’’ desteklemeye hazır olmadığını söyleyen de kendisiydi.

Zirvede mutabık kalınan tedbirler arasında Wiesbaden’deki mevcut ABD destek komutanlığının yanı sıra Ukrayna askerlerinin destek ve eğitimini koordine edecek bir NATO merkezinin kurulması da var. Önümüzdeki yıl için 40 milyar avroluk mali paket üzerinde de anlaşmaya varıldı. Yeni hava savunma sistemlerinin ve ilk F-16 savaş uçaklarının da yakında teslim edilecekleri duyuruldu.

NATO, 1967’de Harmel Raporu’nda olduğu gibi kendisini Avrupa-Atlantik barış ve istikrar çapası olarak sunma tarihi fırsatını kaçırmıştır. NATO’nun ‘kitlesel misilleme’ stratejisi döneminde ittifakın durumuna ilişkin Harmel Raporu, ittifakın askeri güvenlik ve yumuşama politikası yoluyla kalıcı barışın bir faktörü haline gelmesi çağrısında bulunmuştu.

NachDenkSeiten: NATO zirvesinin sonuçlarından biri, ABD hükümeti ile Alman hükümeti arasındaki Tomahawk füzelerinin ve ABD’nin diğer uzun menzilli silahlarının yeniden Almanya’da konuşlandırılması konusunda varılan anlaşmaydı. Bu, 1980’li yıllarda NATO’nun Çift Yön Kararı ve bunun sonucunda ortaya çıkan ve bu silahları Avrupa’da yasaklayan, ayrıca 2019’da ABD tarafından iptal edilen INF Antlaşmasını anımsatıyor. Bu tarz bir anlaşma bizi Avrupa’da büyük bir savaşa daha yaklaştırır mı ve Berlin neden bu anlaşmaya razı oluyor?

Harald Kujat: 10 Temmuz tarihinde yapılan kısa ikili açıklamada, ABD’nin 2026 yılında Almanya’da konvansiyonel uzun menzilli sistemleri geçici olarak konuşlandırmaya başlayacağı ve daha sonra bunların kalıcı olarak yerleştirilmeye başlanacağını duyuruldu. Bu karar ABD’nin SM-6 füzelerini, ‘Tomahawk’ seyir füzelerini ve daha sonrasında da hali hazırda hala geliştirilmekte olan hipersonik silah sistemlerini Almanya’da konuşlandırma kararıdır. Tomahawk seyir füzelerinin menzilinin 2500 kilometreye kadar sahip olan varyantları bulunmaktadır ve gelecekte konuşlandırılacak olan hipersonik füzelerin menzilinin daha da fazla olması beklenmektedir. ‘2nd Multi-Domain Task Force’ olarak adlandırılan birlik bu silah sistemleriyle donatılacak. Birim, 2021’den beri Wiesbaden’de konuşlandırılmış durumda ve 2026 yılına kadar tam olarak faaliyete geçmesi bekleniyor, buna benzer beş birim dünya çapında konuşlandırılacaktır.

Bunun NATO’daki bir beceri eksikliğini kapatıp kapatamayacağı ve ABD stratejisinin ulusal bir bileşeni olup olmadığı henüz belli değildir. Her ne olursa olsun bunun caydırıcı bir etkisinin olup olmadığı şüphelidir, çünkü Rusya uzun menzilli, güçlü hipersonik silahlardan oluşan geniş bir çeşitliliğe sahiptir ve dolayısıyla bu kabiliyet segmentinde tırmanış üstünde hakimiyet kurabilirler.

Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergei Ryabkov bu hamlenin Rusya tarafından beklendiğini ve “telafi etmeye yönelik karşı önlemlerin’’ geliştirildiğini açıkladı. Bu durum, ABD’nin tek taraflı olarak feshettiği INF Anlaşması alanında son derece istikrarsızlaştırıcı bir politika izlediğinin bir başka somut göstergesidir. Rusya, kara konuşlu orta ve kısa menzilli füzelerin konuşlandırılmasına ilişkin tek taraflı moratoryumunu ve olası tedbirlerini dikkatle yeniden gözden geçirecektir.

Rusya’nın, ABD’nin Almanya’da Avrupa-stratejik saldırı potansiyelinin geliştirilmesini, NATO’nun savunma kabiliyetinin güçlendirilmesi olarak değil (tıpkı daha önce ABD’nin Aegis fırlatma rampalarına sahip NATO balistik füze savunma sistemi gibi), ABD’nin Rus-Amerikan kıtalararası stratejik dengesini Rusya’nın aleyhine değiştirmek için Avrupa’da konuşlandırarak jeostratejik bir avantaj elde etmeye yönelik ulusal bir önlem olarak gördüğünü anlamak önemlidir. Neticede iki savunma bakanı (Almanya, ABD) tehlikeli tırmanışı kontrol altında tutmak için telefonda görüşme yaptılar.

* 1 Mart 1942 doğumlu emekli General Harald Kujat, Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve NATO Askeri Komitesi Başkanı olarak NATO’daki en yüksek rütbeli subay. Aynı zamanda NATO-Rusya Konseyi ve Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi başkanlığı görevlerinde bulundu. Harald Kujat, hizmetlerinden dolayı Fransa Cumhuriyeti Onur Lejyonu Komutan Haçı, Letonya, Estonya ve Polonya’dan Komutan Haçı Liyakat Nişanı, Liyakat Lejyonu dahil olmak üzere çok sayıda ödülle onurlandırıldı. ABD ve Belçika Krallığından Büyük Leopold Nişanı Kurdelesi, Federal Almanya Cumhuriyeti Büyük Liyakat Madalyası ve Malta, Macaristan ve NATO’dan da dahil olmak üzere diğer yüksek ödüller aldı.

DÜNYA BASINI

Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’


Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları

Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”

Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…

Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?

McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.

McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.

18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.

Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.

McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.

McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.

Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?

Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).

Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.

McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.

Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.

Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.

Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.

Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi

Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.

O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.

Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriffin “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).

McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.

Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu” olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.

Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.

Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?


Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor

Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024

Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.

Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.

Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.

Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.

Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.

Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.

Amerikan rüyası

Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.

ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.

Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.

Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.

Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.

Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.

Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.

Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.

Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.

Çöküşteki gıda sistemi

Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?

Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.

Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.

Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.

Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.

Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.

Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.

Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”

Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.

ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.

Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.

“Tanrı’yı oynamak”

Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”

Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.

Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.

Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.

Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.

Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.

Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.

“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”

Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.

“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”

Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”

Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.

Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Telegram, 2023’te 173 milyon dolar zarar etti

Yayınlanma

Financial Times‘ın (FT) aktardığı şirketin mali tablolarına göre Telegram, 2023 yılında 342 milyon dolar gelir elde ederken, işletme giderleri 108 milyon dolar oldu ve toplam 173 milyon dolar zarar etti.

Habere göre zarar, Toncoin de dahil olmak üzere Telegram tarafından tutulan dijital varlıkların değerindeki artışla kısmen dengelendi.

Mesajlaşma platformu kendi mali raporlarını yayımlamıyor. Gazeteye göre, Telegram’ın dijital varlıkları 2023’te yaklaşık 400 milyon dolar değerindeydi.

Şirket, 2024 yılında yaklaşık 244 milyon dolar değerinde Toncoin sattı. Ancak, Telegram CEO’su Pavel Durov’un gözaltına alınması haberinin ardından Toncoin’in değeri yüzde 20 düşerek 5,46 dolara geriledi.

Habere göre, Fransa’da Durov’a karşı devam eden soruşturma, Telegram’ın önümüzdeki iki yıl içinde ilk halka arz planlarını raydan çıkarabilir, zira yatırımcılar ve reklam verenler platforma yatırım yapma konusunda isteksiz olabilirler.

Bu yılın başlarında Durov, Telegram’da hisse edinmek isteyen yatırımcıların şirkete 30 milyar dolar değer biçtiğini belirtmişti.

Temmuz ayı itibariyle Telegram’ın aylık kullanıcı sayısı 950 milyona ulaşmıştı. TechCrunch‘a göre, Durov’un gözaltına alınmasını takip eden günlerde, iOS platformundaki indirme sayısı küresel olarak yüzde 4 arttı.

Fransa’da uygulama, sosyal ağ uygulamaları arasında indirme listelerinin başında yer aldı ve genel olarak üçüncü sıraya yerleşti.28 Ağustos’ta, gözaltına alınmasından dört gün sonra Fransız yargısı Pavel Durov’u 5 milyon avro kefaletle adli gözetim altında serbest bıraktı.

Telegram’daki dolandırıcılık faaliyetleri ve şirketin Fransız yetkililerle işbirliği yapmayı reddetmesiyle ilgili altı suçlamayla karşı karşıya.

Telegram’ın kurucusu Durov adli kontrol şartıyla serbest

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English