Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hayır, Hindistan süper güç olmaya hazır değil

Yayınlanma

Hindistan’ın küresel süper güç statüsüne yükselişi uzun yıllardır tartışılan bir konu ve bu statüye ne zaman ulaşacağına dair pek çok tahmin yürütülüyor.

Daha da ilginç olanı, Hindistan’ı “pohpohlamak” -ki Hintler dünyadaki en pohpohlanmaya eğilimli insanlardır- veya pohpohlayanların amaçlarına hizmet edecek dış politika adımları atmasını sağlamak amacıyla da Hindistan için süper, küresel, bölgesel güç gibi unvanlar kullanılıyor.

Gerçekte, Hindistan’ın stratejik topluluğu genellikle ülkesinin bir süper güç haline gelmesi fikrine kuşkuyla yaklaşıyor ki daha da önemlisi, Hindistan’ın bırakın dünyayı, -bir yanında Çin ve diğer yanında Pakistan varken- kendi mahallesinde ne tür daha büyük bir rol oynaması gerektiğine dair iç tartışma hâlâ çözülmedi.

Ve zaten bugünden öngörülebilir geleceğe baktığımızda, büyük nüfusuna, ekonomik ağırlığına ve askeri gücüne karşın Hindistan süper güç olmaya hazır değil.

Doğrusu, çağdaş dünyada bir süper güç var mı? Yanıt açıkça olumsuz.

Amerika’nın küresel erişimi var ve ordusu hiç kuşkusuz dünyanın en güçlüsü, ancak bu ona kendi iradesini başkalarına dayatma yeteneği vermez ki ordusunun kapasitesinin ve politik liderliğinin olumsuz politik veya diplomatik tepkilerden kaygı duymadan herhangi bir zamanda herhangi bir yere konuşlanma isteği sürüyor, ancak artan ekonomik zayıflığı nedeniyle ciddi biçimde sekteye uğruyor ve bu bakımdan küresel bir güç, ancak gücün diğer niteliklerinden yoksun.

Ve bir de daha eski bir dönemde, sanayileşmeden önce, bir ülkenin nüfusu büyük ölçüde onun güç statüsüne karar veriyordu. Ancak artık o basit zamanlarda yaşamıyoruz.

Uluslararası İlişkiler literatürü genel olarak bir süper gücü belirleyen dört faktördeki ezici güç ve üstünlük üzerinde durmakta: askeri güç, ekonomik güç, idari kapasite ve ahlaki amaç.

Bu arada, Uluslararası İlişkilerde güç, bir ülkenin başka bir ülkeye kendi başına bırakıldığında yapmayacağı veya yapmak istemeyeceği bir şeyi yaptırma kapasitesi ve bu kapasiteyi kullanacak politik iradedir.

Ve buradaki işlevsel terim güçtür. Literatürde örneğin askeri güçten söz edildiğinde, yalnızca ülkenin sınırlarını etkili bir biçimde savunabilecek güçlü silahlı kuvvetlere sahip olmaktan söz edilmiyor. Hatta bölgesel hegemon olma kapasitesine sahip olmaktan dahi söz edilmiyor.

Bunun anlamı, süper güç statüsünün eşiğindeki ülkelerin veya mevcut süper güçlerin kalplerine ve zihinlerine korku salan askeri cesarettir.

Hindistan’ın askeri gücü ne kadar iyi de olsa ve ne kadar gelişiyor da olsa -her ne kadar oldukça iyi eğitimli birimleri ile yüksek irtifa savaşı ve gerilla operasyonlarında uzmanlaşmış diğer birimleri olan Hindistan’ın ordusu birçok savaşta yer aldığından savaşta kendini kanıtlamış da olsa- Amerikalıların veya Çinlilerin kalplerinde ve zihinlerinde korku uyandıran bir düzeyde olmaktan çok uzak.

Ayrıca Hindistan, askeri donanımının önemli bir kısmı için hâlâ Rusya’ya bağımlı. Ve Rusya, neredeyse üç yıldır küçücük bir komşusuyla yüz yıl öncesinin siper savaşına benzeyen bir çıkmazda.

Bu, Hindistan’ın donanım tedarikini çeşitlendirmediği anlamına gelmiyor. Ama buna yönelik adımların meyve vermesi bir süreç gerektiriyor.

Ama zaten askeri gücün bir kriteri, donanım ithalatı için sınırsız ödeme kapasitesi değil, ülkenin bunun ne kadarını yurt içinde üretebildiği olmalı ve Hindistan bu açıdan henüz son derece yetersiz.

Ve silah üretimi ile beraber ihracatı da önemli. Hindistan Savunma Bakanlığı verilerine göre Hindistan şu anda dünya çapında 85 ülkeye silah sağlıyor ama SIPRI araştırmasında en çok ihracat yapan 25 ülke arasında yer almıyor.

Ayrıca askeri güç tek başına hiçbir şey ifade etmez. Eski komünist diktatörlüklerin çoğu bunun kanıtı.

Gerçek şu ki gücün -askeri, ekonomik ve diplomatik olmak üzere- üç kurucu unsurundan ekonomik olan çok önemli. Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş’ı kaybetmesinin önemli bir nedeni, yapay bir biçimde yükseltilmiş ordusu ile ekonomisinin onu destekleme ve sürdürme konusundaki yetersizliği arasındaki uyumsuzluktu.

Ekonomik güçten söz ettiğimizde, bir ülkeyi süper güç olma yoluna sokan şey yüksek büyüme, hatta refah dahi değildir. Güçtür.

Literatürde söz edilen, küresel finansın ve tedarik zincirinin küresel ticareti durma noktasına getirebilecek şekilde kontrol edilmesidir. Ve daha da iyisi, sonsuz savaşları finanse etme yeteneğidir.

Britanya’nın 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında yaptığı gibi. Fransa bunu daha önce yaptı ve Amerika da o zamandan beri yapıyordu.

Ya da BRICS’in dedolarizasyon için, yani doların hakim olduğu sermaye piyasası sistemine son vermek için uğraşlarına karşın Hindistan, ticaret söz konusu olduğunda çok ikircikli; katılaşmış, genişleyen devlet sektörü ile labirentimsi bürokrasi tarafından geride bırakıldığı sorunsalını aşamıyor ki son otuz yılda yaşanan geniş çaplı liberalleşmeye karşın eş dost kapitalizminin yaygınlığı ve korumacılık mirası hâlâ varlığını sürdürüyor.

Zaten askeri ve ekonomik gücün en başta karşılanması gerekirken Hindistan’ın üçüncü bir faktör olarak idari kapasite yetersizliği de süper güç iddialarını tuhaflaştırıyor.

İdari kapasite, yani bir ulusun insan potansiyelini üretme yeteneği de herhangi bir alanda ilerleme kaydetmenin gerekli koşulu.

İnsanın ilerlemesi, bir toplum temel geçim kaynaklarının ötesine geçip rezerv mental ve maddi enerjiye sahip olduktan sonra gerçekleşen şeydir. Bu, bazı bakımlardan gücün yansıtılmasında aynı derecede önemli olan kültürel çıktıda da sonuçlanan şeydir.

Ve son faktör olarak ahlaki amaç denildiğinde, Hindistan’ın bu noktada da eksiği var.

Bu arada, ahlaki amaç denildiğinde, felsefi olarak doğru olunması gerektiği anlamına gelmiyor ki ahlaki amaç için ahlak dışı şeyler yaparken dahi bu bir hedef olarak belirlenebiliyor.

Örneğin, İngiltere’nin ticari fikirleri, Amerika’nın kurduğu doların hakim olduğu serbest piyasa sistemleri.

Hindistan’ın sorunu, onun savunulacak herhangi bir amacının olmaması.

Tüm bunlardan söz ettikten sonra biraz da süper güç literatürünün dışına çıktığımızda ve Hindistan’ı biraz daha yakından irdelediğimizde, yine Hindistan süper güç olmaya hazır değil.

Ve bunun pek çok karmaşık nedeni var: Somut bir jeopolitik vizyonun eksikliği, tembel bir tutum, zayıf politikacılar ve bürokratlar, yoksulluk ve eşitsizlik gibi önemli sosyal zorluklar, az gelişmiş bir savunma ekosistemi gibi bir dizi faktör, Hindistan’ın süper güç olmasını engelliyor.

Tarih boyunca büyük güçlerin hepsinin, güçlü liderler ve etkin bürokrasiler tarafından desteklenen, dışa dönük bir ulusal vizyona sahip olduğu görülüyor ama Hindistan’ın buna benzer bir vizyonu yok.

Hindistan insanlarının pek çoğunda Hindistan’ın süper güç olmasına yönelik açık bir istek görülürken ne ülkenin politikacıları ne de ülkenin diplomatları Hindistan halkını bu hedefin arkasında birleştirecek tek bir ulusal vizyon oluşturmaya dair ciddi bir girişimde bulundu.

Aslında ülkedeki pek çok önde gelen düşünürün, Hindistan’ın süper güç olabileceği veya olması gerektiğine ikna olmadığı öne sürülüyor.

Örneğin, Hindistan’ın tanınmış tarihçisi Ramachandra Guha, Hindistan’ın süper güç olmaya dahi çalışmaması gerektiğine inanıyor.

Kendi sözleriyle: “Toplumumuzda süper güç olamayacak kadar çok fay hattı var. Bir tarihçi olarak şunu söylüyorum: Hazır değiliz, bir Hint vatandaşı olarak da şunu söylüyorum: Buna teşebbüs dahi etmemeliyiz.”

Hindistan devletinin çok çeşitli dilleri, dinleri ve kültürleri var. Batı’nın klasik “tek dil, tek din ve ortak düşman” tarifine göre inşa edilmemiş. Gandhi modern demokratik Hindistan devletini kurdu, ancak bunu Hintler arasındaki köklü bölünmeleri göz ardı ederek yaptı.

Bugün ülkenin Kuzeydoğusu ve Kuzeybatısında bölgesel istikrarsızlık ülkeye kritik fay hatları sağlıyor. Hindistan’ın 28 devletinden en az üçü bağımsızlık mücadelesi veriyor.

Hindistan’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı M.K. Narayanan, süper güç haline gelmenin korkunç büyüklükte kaynakların konuşlandırılmasını gerektirdiğini ve dolayısıyla bunun, yoksul bir Hindistan’ın karşılayamayacağı karşılanamaz bir lüks olduğunu savunuyordu.

Süper güç statüsünü elde etmek için dışarıya bakan popüler bir ulusal vizyon olmadan Hindistan, reformları gerçekleştiremez veya ihtiyaç duyduğu kaynakları harekete geçiremez.

Kaldı ki dış politika ve ulusal güvenlik konuları -bazı istisnalar dışında- ortalama vatandaştan kopuk.

Ulusal bir vizyonun yokluğu aynı zamanda Hindistan’ın politikacı ve diplomatlarının ülkenin doğal olarak bu statüye zamanla ulaşacağını düşünmesine yol açıyor.

Hindistan’ın en üst düzey askeri araştırma kuruluşu olan Savunma Araştırma ve Geliştirme Organizasyonu’nun (DRDO) eski Şefi V.K. Saraswat’ın da söylediği üzere Hindistan insanları -ortalamaya baktığımızda- hırslı insanlar değiller. Dolayısıyla “tembel bir tutum” devreye giriyor.

Hindistan’daki politikacıların çok azı dış politikayla ilgileniyor çünkü odak noktaları çoğunlukla iç konular.

Bu, genellikle dış politikayı belirli bir yöne itecek irade, uzmanlık veya vizyondan yoksun oldukları anlamına gelir.

Ayrıca, Hindistan’daki politika işleyişi veya politikacılar dikkate alındığında, Hindistan’ın siyasi partilerini aile örgütlerine dönüştüren politik elit karşımıza çıkıyor ki bu hem çoğulcu bir sisteme eşlik eden politik kaos nedeniyle uzun vadeli istikrarlı politikalar oluşturmayı zorlaştırmaya hem de üniversite, polis, yargı gibi kamu kurumlarının yıpranmasına ve demokratik açıklık nedeniyle de yolsuzluğa davetiye çıkarıyor.

Dahası, Hindistan’ın diplomatları ve ordusu yetkin olsa da bürokrasi sorunları var.

Hindistan Dışişleri Bakanlığı’nın finansmanı yetersiz ve çok az diplomatı var.

Savunma Bakanlığı’nın savunma uzmanı olmayan Hindistan İdari Hizmeti memurları tarafından yönetildiğini savunan argümanlar var.

Bürokratlar aynı zamanda günlük operasyonlarla da meşgul. Bu, büyük stratejik düşünmeye çok az zaman bırakır.

Bütün bunlar Hindistan’ın süper güç olmak için ihtiyaç duyduğu tutumu geliştirmediği anlamına geliyor.

Başka bir açıdan, sert gücün ve askeri diplomasinin etkili kullanımının büyük güçler için vazgeçilmez bir beceri olduğu görülür ki Hindistan Ordusu’nun dış politika karar alma süreçleri hâlâ oldukça kopuk durumda.

Bunun nedeni olarak Dışişleri Bakanlığı ile Ordu arasındaki sürtüşme öne çıkıyor.

Eski Dışişleri Bakanı Jaswant Singh’in söylediği gibi Hindistan’ın dış politika ve savunma politikası fonksiyonlarının işlevsel bir bütün olmasının yerine, onları iki ayrı faaliyet haline getiren bir planlama eksikliği var.

Örneğin, henüz hâlâ savunma ve diplomatik çabaları entegre edebilecek tek bir ulusal güvenlik stratejisi dahi mevcut değil.

Ayrıca, Hindistan Ordusu ile ilgili, birimler arası rekabet çok fazla iken koordinasyonun az olması, yerli savunma üretim sisteminin zayıflığı, dış savunma ithalatına bağımlılık ve yeni teknolojilerin kolaylıkla benimsenememesi gibi bazı eksiklikler de öne çıkıyor.

Ve bürokrasi, önemli satın alma sorunları, savunma bütçesinin daralması konusunda birimler arası çekişmeler ve ardı ardına gelen hükümetlerin stratejik odak noktasını Pakistan ile Çin arasında sürekli değiştirmesi, askeriyeyi odak noktasında dolambaçlı bir hale getiriyor.

Son olarak, büyük güçler aynı zamanda güçlü ekonomilere ve sosyal hareketliliğe sahiptir ki Hindistan ekonomisi güçlü bir ekonomik büyümeye tanıklık ediyorken sosyal eşitsizlik ve yoksulluğun yüksek, hareketliliğin ise düşük olduğu gerçeği var.

Hindistan artık muazzam ekonomik büyüme yaşıyor ama her ne kadar orta sınıf da büyüyor olsa da paradoksal olarak Hindistan’da zaten yüksek olan zengin ve fakir arasındaki uçurum her geçen gün daha da artıyor.

Ulusal düzeydeki etkileyici büyüme rakamlarına karşın ekonomik faydalar son derece eşitsiz. Hintlerin en zengin yüzde 10’u ulusal servetin yüzde 80’ine yakınını elinde tutuyor.

Güney ve batı Hindistan’ın kuzey ve doğu Hindistan’dan neredeyse yüzde 15 daha hızlı büyümesi gibi bölgesel dengesizlikler de söz konusu.

Ekonomi politiğindeki dengesizliğin temel iki nedeni: siyasi partilerin “kimlik politikaları” nedeniyle ülkenin geniş nüfusunun en geniş kesimini kazanmanın en güvenilir yolu olarak kapsayıcı büyümeye ve istihdam yaratmaya yönelmemesi ve Hindistan’da sürekli bir devlet düzeyinde “seçim akışının” yaşanması nedeniyle kamusal diyaloğun uzun vadeli ekonomik büyüme odaklı perspektiflerden uzaklaştırılarak çarpıtılıyor olması.

Ve büyük güçler aynı zamanda tarihsel olarak mal üretiminde de büyük olmuşlardır ki bu endüstriler endüstriyel kapasite geliştiriyor ve milyonlarca iyi ücretli iş sağlıyor.

Ama Hindistan’ın imalat sektörü GSYİH’nın yalnızca yüzde 15’inden biraz fazlasına katkıda bulunuyor. Ki bu da işsizliği besliyor.

Dünya Bankası verilerine göre 2022’de Hindistan’ın gençlerinin yüzde 25’i işsizdi. (Ki bunların yalnızca kayıtlı veriler olduğunu unutmayın.)

Dahası, bunu ayrıca Hindistan’ın 2030’a kadar her yıl artacak 8 milyon kişi işgücü ile birlikte hesap edin ki bu, sosyal istikrarsızlık ve bölünmeleri daha fazla tetikleyebilecek bir potansiyel anlamına gelir.

Bu arada, en az son 20 yıldır, Hindistan’da kadınların da işgücüne katılım oranı istikrarlı bir düşüş gösteriyor.

Ayrıca, kentli işçilerin yarısından azı tam zamanlı işlerde çalışırken Hindistan’daki istihdamın büyük bir kısmı verimsiz kayıt dışı sektörlerde bulunuyor ve eğitim, beceri geliştirme ve sağlık hizmetleri son derece yetersiz ki 2023 Hindistan Beceri Raporu, genç Hintlerin yalnızca yarısının istihdam edilebilir olduğunu ortaya koyuyor.

Ve ne yazık ki gerçek şu ki hâlâ milyonlarca Hint’in elektriği yok, Hindistan’da hâlâ tuvaletten çok cep telefonu var, milyonlarca çocuk okula gitmiyor, çoğu şehirde kanalizasyon arıtma sistemi yok, hiçbir büyük şehrin sürekli su kaynağı yok, hastalık çok yaygın, altyapı hâlâ çok zayıf, kentlerdeki yoksullar arasında akut yetersiz beslenme ve açlık var, kentlerdeki yoksullar arasında ölen bebek sayısı kentli yoksul olmayanlara göre neredeyse yarı yarıya daha fazla, milyonlarca Hint hâlâ kentsel gecekondu mahallelerinde, kaldırımlarda, inşaat sahalarında yaşıyor.

Ancak her ne kadar Hindistan’ın aşması gereken bazı zor sorunları olsa da ülkenin sürdürülebilir bir biçimde süper güç olabileceği konusundaki iyimser senaryo hâlâ iş görebilir.

GÖRÜŞ

Pekin Deklarasyonu Orta Doğu’da barış için yeni bir umut doğurdu

Yayınlanma

Prof. Ma Xiaolin

Çin Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi
Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

23 Temmuz’da 14 Filistinli grup Pekin’de Bölünmüşlüğe Son Verilmesi ve Filistin Ulusal Birliğinin Güçlendirilmesine ilişkin Pekin Deklarasyonunu (bundan böyle Pekin Deklarasyonu olarak anılacaktır) imzaladı. Bu, geçen yıl mart ayında Suudi Arabistan ve İran arasında gerçekleşen ve uluslararası toplum tarafından büyük övgüyle karşılanan tarihi uzlaşmanın ardından Çin’in Orta Doğu diplomasisinde bir başka dönüm noktasıdır ve zorlu ve dolambaçlı Orta Doğu barış süreci için yeni fırsatlar yaratmış ve yeni bir umut aşılamıştır.

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih), Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İslami Cihad gibi dünyanın yakından tanıdığı gruplar, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında, büyük istişareler, uzlaşmalar ve ulusal birlik taahhütleri bağlamında bir araya gelmişlerdir ki bu, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ender görülen bir durumdur. Bu aynı zamanda Filistin ve İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana geçen 31 yıl içinde de eşi benzeri olmayan bir olaydır ve Orta Doğu ile dünyanın siyasi ve diplomatik tarihine geçecektir.

Pekin Deklarasyonu, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Orta Doğu meselesinin çözümünün desteklenmesine belirgin bir Çin damgası vurmuştur. Çin’in büyük güç diplomasisi, çok taraflı diplomasi ve barış diplomasisinin en son meyvesi, Çin’in büyük bir gücün sorumluluklarını somutlaştırma, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme ve dünya barışını ve kalkınmasını teşvik etme çabalarının bir başka şaheseri ve Çin’in Orta Doğu’nun yönetimine derinlemesine ve aktif katılımına yaratıcı bir katkıdır. Çin’in bölgesel meselelerle ilgilenirken Çin markası altında kamu hizmetleri sunma kararlılığına, yeteneğine, stratejisine ve araçlarına sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Mevcut Filistin Anayasası uyarınca geçici bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması, Gazze’nin yeniden imarı ve mümkün olan en kısa sürede genel seçimlere hazırlanması; yeni bir ulusal konseyin (yasama organı) oluşturulması; geçici birlik ve kolektif liderlik kurumlarının ve operasyonel mekanizmaların etkinleştirilmesi, ortak karar alma ve deklarasyon hükümlerinin bir takvimle tam olarak uygulanması kararlaştırılmıştır.

Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi, Pekin Deklarasyonu’nun değerini özetleyerek, mevcut İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün “Gazze’de ateşkes” gerektirdiğine işaret etti. Mevcut Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik üç adım, “Gazze’de ateşkes”, “Filistinlilerin Filistinlileri yönetmesi” ve “Birleşmiş Milletler’e hızlandırılmış katılım”dan oluşuyor. Gözlemciler Pekin Deklarasyonu’nun iki temel engeli ortadan kaldırdığına inanıyor: Hamas ve diğer radikal grupların iki devletli çözümü kabul etmesi ve FKÖ’nün yüce otoritesinin ve tek meşru temsilinin tanınması; bu da çeşitli grupların devlet olma ve siyasi liderlik istekleri açısından ilk kez birleşmesini sağlayacak.

Pekin’den gelen açıklama dünyayı bir bahar şimşeği gibi sarstı ve pek çok kişi tarafından takdirle karşılandı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğer uluslararası örgütler ve önemli ülkeler Filistinli grupların uzlaşma çabalarına desteklerini ifade etmiş ve Çin’in oynadığı eşsiz ve yapıcı rolü takdirle karşılamışlardır.

Filistin sorununun ortaya çıkışından bu yana Arap ülkeleri ve İsrail uzun bir savaş ve çatışma dönemine girmiş, Filistin direniş hareketi belirli bir tarihsel arka planın ve karmaşık iç ve dış faktörlerin etkisi altında birçok fraksiyona dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya ve Ortadoğu büyük ölçüde değişmiş, El Fetih’in hakim olduğu ve uzun süredir sürgünde olan FKÖ, İsrail ile “Oslo Anlaşmaları”na varma fırsatını yakalamış, özerkliğe geçiş ve laik bir Filistin devletinin kurulmasının ardından nihai statüyü müzakere ederek “iki devletli çözümü” hayata geçirmeye çalışmış; işgal altındaki topraklarda kök salan Filistin devleti de birçok fraksiyon oluşturmuştur. Teokratik ve milliyetçi ideolojileri bir arada barındıran Hamas ve Cihad, Oslo Anlaşmalarını reddederek ve İsrail’in varlığını kabul etmeyerek silahlı ve şiddet içeren mücadelelerini sürdürmektedir.

Barış süreci aksamaya ve gerilemeye devam ederken, El Fetih ve Hamas’ın İsrail’e karşı oyunlarındaki hedefleri, stratejileri, araçları ve yol gösterici ideolojilerindeki farklılıklar giderek daha belirgin hale geliyor ve İsrail, “çimleri biçme” stratejisi ve böl ve yönet taktiklerinin yardımıyla, Filistinli gruplar arasında kasıtlı olarak bölünmeler, düşmanlıklar ve sürtüşmeler yarattı; bu da Filistin’de iki güç merkezinin ortaya çıkmasına ve ciddi bir iç çatışmaya yol açtı ve aynı zamanda sağcı İsrail güçlerine görüşmeleri sürdürmeyi reddetme ve işgal altındaki topraklara tecavüz etmeye devam etme fırsatı verdi.

Pekin Deklarasyonu’nun Filistinli gruplar ve siyaset arasındaki kaosa son vermesi, siyasi, askeri ve hukuki düzenler arasında koordinasyon ve birlik sağlaması, İsrail ile müzakerelerin talep, ilke ve stratejilerini belirlemesi, bir bütün olarak ulusun gücünü artırması ve İsrail’e karşı güçlü bir oyun oluşturması beklenmektedir.

Ancak Pekin Deklarasyonun başarılı bir şekilde uygulanmasının önünde ciddi zorluklar da mevcuttur. ABD ve İsrail hala Hamas ve diğer grupların meşruiyetini tanımayı reddediyor ve İsrail’deki sağcı güçler özellikle Filistin ulusal birliğinin ve cephelerin birliğinin sağlanmasından korkuyor ve bu nedenle kapsayıcı bir Filistin geçici yönetim sistemine karşı pasif ve hatta dirençli olmaya mahkumlar. El Fetih ve Hamas birçok kez uzlaşma ve işbirliği konusunda fikir birliğine varmış olsa da samimiyet eksikliği sonuçta bir çözüme ulaşılamamasına neden olmuştur. Buna ek olarak, iki grubun kamuoyu tabanları uzun süredir kademeli olarak tersine dönmüş ve Ulusal Konsey uzun süredir felç olmuştur, bu da FKÖ’nün prestijini ciddi şekilde aşındırmıştır. Dolayısıyla Filistinli güçlerin entegrasyonu konusunda kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

Pekin Deklarasyonun uygulanmasının, geleneksel olarak Filistin’e dost ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın yanı sıra Filistin davasını uzun süredir destekleyen iki büyük Arap ülkesi Mısır ve Cezayir tarafından denetleneceği bilinmektedir ve şüphesiz çeşitli grupların bir “kimyasal reaksiyon” gerçekleştirmesini ve ikisinin harmanlanmasını sağlayacak bir yol haritası hazırlanacaktır.

Pekin Uzlaşısı hayali gerçeğe dönüştürürken, Filistin sorununun İsrail’in Lübnan ve Suriye ile olan toprak anlaşmazlıklarını da içeren Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı da kabul edilmelidir. Filistin-İsrail ihtilafının basit bir çözümü bile İsrail’in olumlu tepkisini, ABD ve diğer büyük ülkelerin pozitif enerjisini ve Birleşmiş Milletler kararları ve örgütleri çerçevesinde ortak çabaları gerektirmektedir.

Çin Hükümeti ve Filistinli gruplar tarafından barışçıl ve müreffeh bir ortam için ekilen yeni bir umut tohumu olan Pekin Deklarasyonu’nun, çatışmanın sürdüğü Orta Doğu’da filizlenip filizlenemeyeceği, çiçeklenip çiçeklenemeyeceği ve meyve verip veremeyeceği, Filistinli grupların ortak iradesine, çatışmanın taraflarının iki yönlü yürüyüşüne ve kalıcı, adil ve kapsamlı bir barış için çaba gösterme yönündeki güçlü iradeye, halkın bilgeliğine ve büyük cesaretine bağlıdır.

* Orta Doğu’yu iyi bilen bir isim olan Prof. Ma, Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Akademik çalışmalarını Orta Doğu, Arap coğrafyası, Çin-Orta Doğu ilişkileri üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin seçim hezimeti 

Yayınlanma

Doç Dr.  Dilek YİĞİT*

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz 2024 genel seçimlerini kazanan İşçi Partisi 2010 yılından bu yana süren Muhafazakar Parti iktidarını sonlandırmış oldu. Seçim öncesi yapılan anket çalışmaları İşçi Partisi’nin seçimlerden “ezici üstünlük” ile çıkacağını öngörmüş olduğundan seçim sonuçları kimse için sürpriz olmadı. Fakat İşçi Partisi’nin seçim zaferi “ezici üstünlük” olarak okunacak ise, bunun %33.7 oy oranından değil, Muhafazakar Parti’nin yüzde % 23.7’lerde kalmasından yani Muhafazakar Parti’ye desteğin hızla düşmüş olmasından kaynaklandığını belirtmek gerekir.  1918’den itibaren yapılan hiçbir genel seçimde oy oranı bu kadar düşmemiş olan Muhafazakar Parti 1997 seçimlerini kaybettiğinde bile seçmenin % 30’undan fazlası tercihini Muhafazakar Parti’den yana kullanmıştı.

Muhafazakar Parti’nin iktidara geldiği 2010 yılından bu yana yapılacak bir değerlendirme partinin son genel seçimlerde başarısız olmasının nedenlerini kolaylıkla açıklayabilir. Muhafazakar Parti iktidarı boyunca birbiri ardına gelen zorlu sorunlarla ve süreçlerle karşılaştı. İktidara geldiğinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan ilki 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin Birleşik Krallık’a yansımaları oldu. Ekonomide büyüme oranları Muhafazakarlar iktidara gelmeden 2008’de ve 2009’da negatif değerlere düşmüştü ama Muhafazakar Parti iktidarında 2014 yılına kadar küresel kriz öncesi 2007 yılındaki ekonomik büyüme seviyesi yakalanamadı. 2008’den itibaren hızla artan işsizlik oranları Muhafazakar Parti iktidarında 2012 yılında % 8.3 ile zirve yaptı ve 2007 yılındaki işsizlik oranı ancak 2015’de yakalandı. 1990’ların başından itibaren enflasyon sorunu yaşamayan Birleşik Krallık’ta 2008’de enflasyon artmıştı ama 2011 yılında % 5.2 ile tekrar zirveyi gördü. Kısaca Muhafazakar Parti ekonomik sorunları çözme konusunda epeyce yavaş kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer sorun ise, İşçi Partisi’nin muhafazakarlara bıraktığı “mirastı”. Avrupa Birliği (AB) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içerecek şekilde genişlerken, İşçi Partisi iktidarının 2004 yılında iş gücü piyasasını AB’nin yeni üyelerinden gelecek işçilere açma kararı sonucu Birleşik Krallık’a yönelik göç öngörülemeyecek hızda artmıştı. Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’a yönelik artan göç hareketinin Britanyalılar arasında yarattığı memnuniyetsizliğin farkında olsa da, AB içinden gelen göçü engelleyemedi ve 2016 yılında gerçekleştirilen AB referandumuna kadar AB vatandaşlarının Britanya’ya göçü de, Britanyalıların kültürel ve ekonomik tehdit olarak gördüğü göç hareketine tepkisi de artmaya devam etti. Muhafazakar Parti göç sorununu çözme ve göç karşıtı Britanyalıların kaygılarını giderme konusunda da yetersiz kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleştiği ilk sorun küresel ekonomik kriz kaynaklı, ikinci sorun ise İşçi Partisi’nin göç politikasının “mirası” idi; bu sorunlardan hiçbirinin sorumluluğu Muhafazakar Parti’ye yükelenemezdi belki ama Muhafazakar Parti bizzat kendi çabası ile üçüncü bir sorunu İskoçya’da bağımsızlık referandumu yapılmasına rıza göstererek yarattı. Muhafazakar Başbakan David Cameron’ın 15 Ekim 2012’de İskoçya Birinci bakanı Alex Salmond ile yaptığı Edinburg Antlaşması (Referandum Antlaşması) aracılığıyla referandum için yasama yetkisi İskoçya Parlamentosu’na devredildi. Muhafazakar Parti iktidarının Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olma riski taşıyan böylesine bir referanduma izin vermiş olmasının kolaylıkla anlaşılabilir bir yanının olmadığını kabul etmek gerekir; ama Cameron İskoçya’da İskoç milliyetçisi İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişi karşısında referandum kararı almaktan başka “tercihi” olmadığını düşünüyordu.

İskoçya bağımsızlık referandumu 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşti; seçmenin % 55’i İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına “hayır” deyince, Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olan parti olarak tarihe geçmekten kurtuldu. Referandum sonucuna istinaden “İskoçya sorununun” Britanya’nın gündeminden düşmüş olduğunu düşünmeye başlayanlar,  Muhafazakar Parti’nin bir başka girişimiyle, bu şekilde düşünmek için acele etmiş olduklarını anladılar. Cameron 2015 genel seçimlerini kazandığı taktirde Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunma sözü vermişti; seçimleri kazanınca da sözünü tuttu ve 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen AB referandumunda seçmenin % 52’si AB üyeliğine “hayır” deyince, Birleşik Krallık Ocak 2020’de AB’den çekildi ve böylelikle de “İskoçya sorunu” gündeme tekrar ve hızlıca taşındı. Zira AB referandumunda İskoçya’daki seçmenin % 62’si tercihini AB üyeliğinin sürdürülmesinden yana kullanmıştı; kendi iradelerinin aksine AB’den çıkan İskoçlar ikinci bağımsızlık referandumu talebiyle Muhafazakar Parti iktidarı üzerinde hep bir baskı yarattılar.

Muhafazakar iktidarın AB referandumu kararı sadece İskoçya’nın bağımsızlık meselesini tekrar gündeme getirmekle kalmadı, ayrıca AB üyeliği konusunda Muhafazakar Parti içindeki çatlakları da gözler önüne serdi.  AB referandumunun bu etkisi partiye İskoçya’nın bağımsızlığı meselesinden çok daha fazla zarar verdi. Referandum öncesi Muhafazakar siyasetçilerin bir kısmı AB üyeliği lehinde, bir kısmı AB üyeliği aleyhinde kampanya yaparken, referandum kararı alan Cameron’ın seçmeni AB üyeliğinin sürdürülmesi yönünde oy vermeye ikna etme çabaları oldukça ilginçti. Cameron AB üyeliği lehinde propaganda yaparken, haleflerinden biri olacak muhafazakar siyasetçi Boris Johnson ise seçmeni üyeliğe hayır demeye davet ediyordu. Böylelikle Muhafazakar Parti bizzat kendi girişimleriyle belli bir yönü, ortak ve tutarlı bir politikası olmayan bölünmüş parti imajı yaratmış oldu.

Yine de bu uzun süreçte Muhafazakar Parti’nin, kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmeyen seçmen nezdindeki kredisi tükenmemişti. 2015’de gerçekleştirilen genel seçimlerden % 36.8 oy oranı ile, 2017 seçimlerinden 42.3 ile, 2019 seçimlerinden % 43.6 ile  Muhazakarlar birinci parti olarak çıkmayı başardı. 2010 yılından itibaren partinin oylarını artırıyor olması çok dikkat çekici  idi. Bu gidişatı değiştiren ise ekonomiyi olumsuz etkileyeceği zaten öngörülmekte olan Brexit’e küresel pandemin etkilerinin eşlik etmesi sonucu Britanya ekonomisinin adeta sarsılması oldu. Birleşik Krallık’ta 2019 yılında GSYİH % 1.6 büyümüştü, ancak 2020’de büyüme oranları % – 10.4 gibi negatif değere düştü. GSYİH’de artış 2021 yılında % 8.7 olarak gerçekleşti, fakat sonrasında büyüme hızı tekrar yavaşladı. İsşizlik oranları 2021 yılında  % 5.3’e yükseldi; enflasyon ise 2022 yılında % 11.1 ile zirve yaptı. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri karşısında Muhafazakar Parti’den vazgeçmeyen seçmen, Brexit’in ve pandeminin ekonomik etkilerine maruz kalırken de partiden desteğini esirgemeyebilirdi, ama Muhafazakar Parti 2016’dan bu yana sıklıkla lider değiştirerek seçmenine “iktidarda olmaktan yorulduğu” mesajını verdi. Belli ki seçmen de bu mesajı aldı. Dolayısıyla 2024 seçimleri aslında İşçi Partisi’nin kazandığı değil de seçmendeki kredisini tüketmek için uğraşır görünen Muhafazakar Parti’nin kaybettiği seçimler oldu.

Üstelik Muhafazakar Parti sadece İşçi Partisi’ne karşı değil, siyasetin sağ kanadındaki rakibi, kurulu düzen ve göçmen karşıtı  Reform UK’ye karşı da kaybetmiş oldu. “Aşırı sağ” olarak nitelendirilen Reform UK % 14.3 oy oranı ile seçimlerden üçüncü parti olarak çıkarken 2015 genel seçimlerinde UKIP’ın başarısını tekrarlamak suretiyle, aşırı sağ diye adlandırılan söylemlerin Britanyalılar tarafından rağbet görmekte olduğunu kanıtladı.

Kısaca Muhafazakar Parti 2024 seçimlerinden hezimetle çıktı. 20. yüzyılın başından itibaren ülkeyi en uzun süre yöneten parti olması dolayısıyla “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan partinin bu seçim hezimetini, özellikle de muhafazakar seçmenin desteğini alan Reform UK’nin yükselişini gerekçe göstererek, parti için “sonun başlangıcı” olarak okuyanlar mevcuttur. Ancak Britanya seçmeninin genel seçimlerde kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmiyor olduğu gerekçesiyle, bu seçim sonucunu Muhafazakar Parti için şimdilik “ne kadar süreceği belli olmayan muhalefet döneminin başlangıcı” olarak okumak daha yerinde olacak gibidir.

*Doç. Dr., lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden,  lisans üstü derecelerini ise İngiltere Essex Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden aldı. Başkent Üniversitesi’nde ve Atılım Üniversitesi’nde Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans dersleri verdi. Dilek YİĞİT’in Avrupa Birliği, Birleşik Krallık tarihi ve siyaseti ile İngiliz edebiyatına dair çok sayıda akademik yayını bulunmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Yazar

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English