Görüş
Hindistan için Şili neden önemli?

Güney Amerika’nın sosyoekonomik açıdan en istikrarlı ve refah ülkelerinden biri olan Şili’nin 2022’den beri Cumhurbaşkanı olan 39 yaşındaki Gabriel Boric Font, 5 günlük uzun bir ziyaret için 1 Nisan’da Delhi’ye ulaştı. Hindistan Başbakanı Narendra Modi bunu X hesabında şöyle bildirdi: “Hindistan özel bir dostu ağırlıyor! Delhi’de Cumhurbaşkanı Gabriel Boric Font’u ağırlamak büyük bir mutluluk. Şili, Latin Amerika’da bizim için önemli bir dost. Bugünkü görüşmelerimiz Hindistan-Şili ikili dostluğuna önemli bir ivme kazandıracak.”
Hindistan’ın medya ve politik çevrelerindeki genel eğilim, büyük güçlerin liderleri Hindistan’ı ziyaret ettiğinde bir heyecan yaratıyor. Amerika, Japonya, Avrupa Birliği, Çin ve Rusya’dan liderler kamuoyunun büyük ilgisini çekiyor. Rusya Devlet Başkanı Putin’in önerilen ziyareti halihazırda büyük bir heyecan konusu, örneğin. Ancak bununla birlikte Başbakan Modi bu eğilimden uzaklaşıyor gibi ve küçük ve orta güçteki ülke liderlerini davet ediyor ve artık bu noktada da bir trend yakalamaya çalışıyor gibi gözüküyor.
İki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin 76. yıldönümünü kutlamak üzere Narendra Modi’nin daveti üzerine Hindistan’a varışının ilerleyen günlerinde Hint medyasına röportaj veren ve çeşitli mecralarda konuşma yapan Gabriel Boric, Modi’nin “herkesle ilişki kurma” biçimine hayranlığını dile getirerek, “Şili’yi Hindistan için bölgede bir merkez haline getirmek istiyorum” dedi. Hindistan’ın demokratik değerlerine övgüde bulunarak, ülkesinin bağları güçlendirme arzusunu dile getirdi ve “Başbakan Modi’nin günümüzde tuhaf bir statüsü var; dünyadaki her liderle, Bay Putin, Bay Trump, Bay Zelensky ile ve Avrupa Birliği ile ve BRICS’teki Latin Amerika liderleri ile veya İran ile konuşabiliyor. Bu, şu anda başka hiçbir liderin yapamayacağı bir şey. Siz (Başbakan Modi) günümüzün jeopolitik atmosferinde kilit bir oyuncusunuz,” diye ekledi. İlk kez Hindistan’a resmi ziyarette bulunan Boric ayrıca “Şili, dünyaya bağlı bir ülkedir. Tek bir ülkeye bağımlı değiliz; ancak Çin, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, bölgemizdeki ülkeler, Latin Amerika, Asya Pasifik ülkeleri, Japonya, Endonezya, Avustralya ile ilişkilerimiz var ve şimdi Hindistan ile ilişkilerimizde daha derin çalışmak istiyoruz ve bugün bazı önemli adımlar attık,” ifadelerini kullandı.
1-5 Nisan tarihleri arasında Hindistan’da bulunan Şili Cumhurbaşkanı, Delhi’nin yanı sıra Şili ile iş yapmak isteyen şirketler, yerel politikacılar ve diğerleri ile görüşmek üzere Agra, Mumbai ve Bengaluru’yu da ziyaret etti. İkili ilişkilerin geliştirilmesinin ana hatları Delhi’de Başbakan ve Kabine meslektaşları ile görüşüldü. Ziyareti sırasında iki ülke çok sayıda Mutabakat Zaptı imzaladı. Ekonomik, politik ve kültürel bağları, Delhi ile hemen her alanda ikili bağları güçlendirmeyi amaçlayan Boric’in bu ziyaretinde kendisine bakanlar, parlamento üyeleri, üst düzey yetkililer, iş liderleri, medya temsilcileri ve Hindistan-Şili değişimlerine katılan kültürel figürlerden oluşan üst düzey kocaman bir heyet eşlik etti. “Son 16 yıldır Şili’den kimse buraya gelmedi ve bu 16 yılda Hindistan çok değişti” diyen Boric, “kültürel değişim, Antarktik keşfi, Şili’nin dünyanın Antarktik kıtasına açılan kapısı olması gibi önemli konularda bazı anlaşmalar ve mutabakat zaptları imzaladık” diye konuştu.
Delhi için Boric’in ziyareti birçok açıdan önemli: Birincisi, kendisi Şili’de öğrenci siyasetinden ülkenin en yüksek makamı olan Cumhurbaşkanlığına yükselen yeni nesil bir politikacı. İkincisi, Boric’in ziyareti Modi’nin Küresel Güney’i birleştirme planına oldukça uygun. Modi, Küresel Güney’in Sesi zirvelerinin üç edisyonuna katılımından dolayı Şili’yi takdir ederken bunu özellikle vurguladı. Ayrıca, üçüncüsü, Şili 1956’da Hindistan ile ticaret anlaşması imzalayan ilk Latin Amerika ülkelerinden biriydi. Daha da önemlisi, dördüncüsü, Hindistan ve Şili, tarihi olarak güçlü diplomatik ilişkilere sahip ve Şili, 1947’de Hindistan’ın Bağımsızlık Günü kutlamalarına özel elçi gönderen tek Latin Amerika ülkesiydi. Ki Her iki ülke de BM Güvenlik Konseyi reformları ve terörle mücadele gibi konularda birbirlerini destekleyerek çok taraflı forumlarda yakın bir şekilde işbirliği yapıyor. Şili, 2003’ten beri Hindistan’ın BM Güvenlik Konseyi’nde kalıcı bir koltuk için teklifini destekliyor.
1949’dan beri ılımlı ikili ilişkilere sahip iki ülke bağlarında başlıca bileşen ticaretti. İkili ticaret için bir çerçeve anlaşması 2005’te başlatıldı. Bu, Kısmi/Tercihli Kapsam/Ticaret Anlaşması’nın (belirli bir mal grubu üzerinde tarife indirimleri içeren temel bir ticaret anlaşması) bir ön koşulu olarak öngörülen her iki ülke arasında yaygın ekonomik işbirliğini teşvik etmeyi amaçlıyordu. Bir yıl sonra, her iki ülke arasında Mart 2006’da Tercihli Ticaret Anlaşması imzalandı ve Eylül 2007’de yürürlüğe girdi. Ve Tercihli Ticaret Anlaşması kapsamında, bu anlaşmanın işleyişini gözden geçirmek ve genişlemesini sağlamak için sürekli olarak hizmet eden bir Ortak İdari Komite oluşturuldu. 2016’da, her iki ülke de imtiyazlı oranlarda ticareti yapılacak ürün sayısında on katlık bir artışa işaret eden yeni bir Hindistan-Şili Tercihli Ticaret Anlaşması imzaladı. Hindistan’ın Şili ile ikili ticareti o yıl 2,6 milyar dolardı; 2024’te 3,8 milyar dolar. İlerleme kaplumbağa hızı ile olsa da Şili, Latin Amerika ve Karayipler bölgesinde Hindistan’ın beşinci büyük ticaret ortağı. Ve 2024 yılının ilk çeyreği itibarıyla Hindistan, Şili ihracatında altıncı büyük pazar konumuna geldi. Şili’deki Hint yatırımının yaklaşık 620 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor. Hint şirketleri Şili şirketlerini satın alarak veya ortak girişimler kurarak Şili pazarına girdi. Şili’nin Hindistan’daki yatırımı 118 milyon dolara ulaştı. Ancak Dışişleri Bakanlığı, doğrulanmamış kaynaklara dayanarak, Şili finans kuruluşlarının Hindistan finans sektörüne 3,2 milyar dolardan fazla yatırım yaptığını belirtiyor. Şimdi hem Boric hem de Modi, Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması hakkında görüşmeleri başlatma konusunda anlaştılar.
Günümüzde Şili, Hindistan’ın en hızlı büyüyen ithalat ürünleri arasında yer alan fındık, taze meyve, hazır gıda ve süt ürünleri dikkate alınırsa, fındık, elma, armut, kivi ve kirazın en büyük üç tedarikçisi arasında yer alıyor. Daha da önemlisi Şili, Hindistan’ın elektrik ve endüstriyel sektörleri için önemli bir hammadde olan bakırın dünyadaki en büyük üreticisi. Ayrıca, Delhi’nin elektrikli araçlara ve yenilenebilir enerjiye odağının artması ile birlikte Şili’nin geniş lityum rezervleri Hindistan’ın temiz enerji geçişi için potansiyel bir ortaklık sunuyor. Bakır, molibden ve iyot konusunda dünyanın (Hindistan’ın da) bir numaralı tedarikçisi olmasına karşın lityum konusunda henüz somut bir adımı görülmedi. Ki diğer ülkeler gibi Delhi’nin de lityum tedarik etmesi gerekiyor ve diğer alternatiflere kıyasla Şili kendisini birincil tedarikçi olarak konumlandırma niyetinde.
Bu ziyaret sırasında ikili ilişkilerin tüm yelpazesi gözden geçirildi ve birçok yeni girişimde bulunuldu. Şili Cumhurbaşkanı’nın, ikili ilişkilerin tamamını kapsayacak şekilde çeşitli sektörlerden büyük bir heyetle birlikte olduğunu belirtmiştik. Ki bu heyetin; bakanlar, akademisyenler, yöneticiler, girişimciler, kültürel aktörler, savunma personeli vb. gibi hemen her alandan üst düzey temsilcileri içerdiğini de ifade etmiştik. Ki heyetin büyüklüğü ve çeşitliliği, Başbakan Modi’nin de dikkatinden kaçmamıştı. Şili’nin Latin Amerika’daki diğer ülkelere kıyasla Hindistan’a daha fazla odaklanan bir stratejiye sahip olduğu söylenebilir Kİ ayrıca diğer hususların yanı sıra bölgede başka hiçbir ülkenin imzalamadığı Kısmi Kapsam Anlaşması’nın yürürlükte olduğunu da söylemiştik…
Bu ziyarette birçok Hint’i ilgilendiren önemli bir gelişme vize ile ilgili yaşandı. Şili Cumhurbaşkanı, Hint iş insanlarına çoklu giriş vizeleri duyurdu. Doğrusu diğer ülkeler ile karşılaştırıldığında Şili’deki Hint diasporası oldukça küçük; binin biraz üzerinde. Yeni Delhi, Şili’ye e-vize olanağını zaten genişletmişti. Herhangi bir ikili ilişkide olduğu gibi bu ziyarette de halklar arası temaslara öncelik verildi; değişim ve kültürel programlar da görüşüldü. Özellikle, Şili üniversitelerinden herhangi birinde bir “Hindistan Kültürel İlişkiler Konseyi (ICCR) Hint Çalışmaları Kürsüsü” kurulmasına karar verildi. Ki bu karar, Delhi’nin gelişmiş global yumuşak gücünde artı bir adım.
Bunun yanısıra her iki ülkeden mineral ticareti büyük bir rol oynuyor Ki bu, her iki ülkedeki endüstrileri canlandırmak için gerekli. Her iki ülke arasında geleneksel ilaçlar konusunda bir Mutabakat Zaptı imzalandı. Hindistan, Yoga ve doğal sağlık (Ayurveda veya Ayurvedik tıp) ile birlikte geleneksel ilaçlar konusunda zengin bir geleneğe ve uygulamaya sahip. Bununla beraber Şili, Delhi’nin dikkatini demiryolları gibi altyapı inşa etmeye ve savunma hazırlığına destek vermeye çekti. Ki Hindistan da Şili’nin savunma personelini önde gelen enstitülerinde eğitmeyi teklif etti.
Delhi ayrıca Şili’ye dijital kamu altyapısını inşa etme yardımı teklif etti. Ki Hindistan’ın, dijital platformlar inşa etmede öncü olduğunu belirtmek gerek. Küçük bir çay tezgahında veya meyve satıcısında dahi dijital olarak ödeme yapılabilir, örneğin. Şili’nin, dijital sektörü geliştirmek için Hint teknolojisi ve bilgi birikiminden yararlanmak istediği açık. Ve diğer ilgi alanı ise ilaç endüstrisi; Cumhurbaşkanı, Hint ilaç üreticilerini ülkesinde ticaret yapmaya davet etti.
Latin Amerika ülkelerinden özellikle Şili’nin Hindistan’a özel bir eğilimi var..
Bu, Şili Cumhurbaşkanı’nın 5 gündür yanında kocaman bir heyetle Hindistan’da oluşundan rahatlıkla anlaşılıyor.
Son 20 yıldır yıllık ortalama yüzde 6’ya yakın bir oranda büyüyen (son 3 yıldır yüzde 7 civarı) ve 3,5 trilyon doların üzerinde bir GSYİH’ye sahip, giderek daha dinamik ve çeşitlendirilmiş bir ekonomi ile dikkat çeken ve 220 milyondan fazla insanın yeni deneyimler ve ürünler arayışında olduğu yükselen bir orta sınıfa sahip olması ile Şili ihracatına eşsiz bir fırsat sunan Delhi’nin daha iddialı bir ticaret ve yatırım çekme politikası sayesinde giderek dünyaya açılıyor oluşu, küresel tedarik zincirlerinin yer değiştirmesinden en çok yararlanan ülkelerden biri olarak yalnızca son on yılda nitelik ve kapsam bakımından birbirinden çok farklı 14 serbest ticaret anlaşması imza etmesi ve doğrudan yabancı yatırım açısından dikkat çekici rakamlar gösteriyor oluşu, diğerleri gibi Şili’yi de cezbediyor..
Delhi de Latin Amerika’da Şili’ye ayrı bir önem veriyor, özellikle Antarktik planları çerçevesinde..
“Bizi ayıran engin okyanuslara karşın doğa bizi eşsiz benzerlikler ile birbirine bağladı,” diyerek iki ülkenin Hint ve Pasifik Okyanusları aracılığı ile paylaştığı derin bağlantıyı vurgulamak adına, “Okyanuslar ile ayrılmış olabiliriz ama Himalayalar ve And Dağları, Hint Okyanusu ve Pasifik arasında paralellikler var” diyor Başbakan Modi.
Dışişleri Bakanlığı (Doğu) Sekreteri Periasamy Kumaran ise Hindistan-Şili ikili görüşmelerinin ardından medyaya brifing verirken “Şili, Antarktika’yı ve kutup bölgeleri ile ilişkili zorlukları daha iyi anlamamız için doğal bir ortak olarak kendini sunuyor. Açıkçası, Antarktik araştırmaları alanında Şili ile çalışmaya çok istekliyiz” diye konuştu.
ANTARKTİKA’YA AÇILAN KAPI
İki ülke 1 Nisan’da Delhi’de Modi ve Boric başkanlığında gerçekleşen heyet düzeyindeki görüşmelerin ardından bir Niyet Mektubu imzaladı. Görüşmelerin ardından ortak bir basın brifinginde Modi, “Şili’yi Antarktika’ya açılan kapı olarak görüyoruz,” dedi ve devam etti: “Bu hayati bölgede işbirliğini güçlendirmek için Niyet Mektubu konusunda bugün varılan anlaşmayı memnuniyetle karşılıyoruz.” İki tarafça yayımlanan ortak bildiriye göre, Niyet Mektubu’nun, Antarktik Deniz Canlı Kaynaklarının Korunması gündeminde ortaklığı, ikili diyalogları, ortak girişimleri ve Antarktika ve Antarktik politikaları ile ilgili akademik değişimleri daha da kolaylaştıracak mevcut Antarktik işbirliğini güçlendirmesi öngörülüyor.
“Ömürlük Rüya” olarak nitelenen Hindistan’ın Antarktik Programı, Yer Bilimleri Bakanlığı’na bağlı Ulusal Kutup ve Okyanus Araştırmaları Merkezi’nin denetimi altında multidisipliner ve çok kurumlu bir program. 1981’de Antarktika’ya ilk Hint seferi ile başlatılan Program, Hindistan’ın Antarktik Antlaşması’nı imzalaması ve ardından 1983’te Dakshin Gangotri Antarktik araştırma üssünün inşa edilmesi ile küresel kabul gördü. İki başarılı Hint gezisinin ardından 1983 yılındaki üçüncü gezisi sırasında kurduğu Antarktika’daki ilk bilimsel baz istasyonu Dakshin Gangotri, buza battığı için tedarik üssü olarak kullanılmaya başlanırken bu üs 1989’dan itibaren Maitri üssü ile değiştirildi. 2012’de hizmete giren en yeni üs ise 134 nakliye konteynerinden inşa edilen Bharati. Program kapsamında 43 bilimsel Antarktik keşif gezisi gerçekleştiren Hindistan tarafından atmosferik, biyolojik, toprak, kimyasal ve tıbbi bilimler inceleniyor.
Delhi, bilimsel araştırma ve stratejik çıkarlar için Antarktika’daki varlığını güçlendirirken Şili, Hindistan’ın kutup misyonlarında önemli bir kolaylaştırıcı rolü üstleniyor. Antarktika’ya coğrafi yakınlığı ve iyi gelişmiş lojistik altyapısı ile Şili, Hindistan’a buzlu kıtaya hayati bir erişim noktası sağlıyor. Şili’nin özellikle güneydeki Punta Arenas şehri, Antarktika’ya en yakın ve en erişilebilir noktalardan biri olarak hizmet veriyor. Magellan Boğazı’nın yakınında bulunan Punta Arenas, uluslararası Antarktik misyonları için kritik bir geçiş merkezi. Delhi için bu, personel, ekipman ve malzemeleri Antarktik araştırma istasyonları Maitri ve Bharati’ye taşımak için daha verimli bir rota sunuyor.
Şimdiye kadar Delhi’nin Antarktika seferlerinin başlangıç noktası, tüm programı Ulusal Kutup ve Okyanus Araştırmaları Merkezi’nin yönetmesi ile Hindistan’daki Goa veya Güney Afrika’daki Cape Town arasında değişti. Delhi’nin Antarktik programının çeşitli faaliyetlerine lojistik destek, Hindistan silahlı kuvvetlerinin ilgili kolları tarafından sağlanıyor. Delhi, Şili’nin gelişmiş Antarktik lojistik altyapısından yararlanarak Antarktik seferlerinin verimliliğini ve maliyet etkinliğini artırabilmeyi düşünüyor.
Antarktik Antlaşması Sistemi kapsamında bilimsel ilerlemelerde ve uluslararası işbirliklerinde önemli bir rol üstlenen Hindistan, 1981’den bu yana Antarktika’da aktif olarak araştırma yürütüyor. Kendi Antarktik araştırma programı aracılığı ile iklim değişikliği çalışmaları, buzul bilimi, deniz biyolojisi ve uzay hava durumu araştırmalarına katkıda bulunuyor. Hem Hindistan hem de Şili, Antarktika’da barışçıl bilimsel araştırmaları ve çevre korumayı teşvik eden Antarktik Antlaşması’nın imzacıları. Şili’nin Antarktik operasyonlarındaki yakınlığı ve kapsamlı deneyimi göz önüne alınırsa, iklim değişikliği ile iklim değişikliğinin küresel hava modelleri üzerindeki etkisi, deniz biyoçeşitliliği ile ekolojik çalışmalar ve kutup bölgelerinde sürdürülebilir kaynak yönetimi gibi araştırma alanlarında artan işbirliğinden faydalanabilir. Ve Şili kurumları ile yakın işbirliği yaparak çevre koruma protokollerine uyarken Antarktik araştırma yeteneklerini güçlendirebilir.
Hindistan’ın Antarktik araştırma faaliyetlerinin bilimsel keşiflerin ötesinde stratejik önemi de var. Hindistan, Antarktika’da araştırma istasyonları bulundurarak, Antarktik Antlaşması Sistemi kapsamında Antarktik yönetiminde aktif bir katılımcı olarak rolünü güvence altına alır. Antarktika’da güçlü bir varlık, Hindistan’ın Güney Yarıküre’deki veya Güney Okyanusu’ndaki deniz çıkarları ve uzun vadeli jeopolitik özlemleri ile uyumlu. Şili ile bağların güçlendirilmesi, Hindistan’ın Latin Amerika’da daha güçlü bir yer edinmesini sağlarken aynı zamanda Antarktik meselelerine katılımını da artırır. Şili’nin Antarktik yönetimindeki liderliği dikkate alınınca, iki ülke arasındaki daha yakın işbirliği, Hindistan’ın kutup jeopolitiğinde aktif bir oyuncu olmaya devam etmesini sağlar. Daha güçlü bir Hindistan-Şili ortaklığı, özellikle Güney Okyanusu bölgesinde deniz işbirliğini genişletmek için yollar açar. Hindistan’ın deniz ticaret rotalarını güvence altına alma ve yeni nakliye koridorları keşfetme konusundaki ilgisi hesaba katılırsa, Şili ile artan etkileşim Delhi için aynı zamanda Antarktik bölgesinde artan deniz ve ticari erişim anlamına gelir.
Şili’nin stratejik konumu, lojistik uzmanlığı ve Antarktik deneyimi onu Hindistan’ın kutup hedefleri için paha biçilmez bir ortak haline getiriyor. Şili ile bağları derinleştirerek Delhi yalnızca Antarktik araştırma programlarını güçlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda Güney Yarımküre’deki jeopolitik varlığını da artırmayı planlıyor. Antarktika’daki bilimsel ve stratejik ayak izini genişletirken Hindistan-Şili işbirliği, Delhi’nin buzlu kıtadaki gelecek çabalarını şekillendirmede önemli bir rol oynayacak gibi gözüküyor…
Görüş
Hindistan ticaret savaşının kazananı olabilir mi?

Donald Trump’ın başlattığı yeni küresel ticaret savaşının yankıları sürüyor. Nisan başında dünya çapındaki ülkelere yüzde 10 ile yüzde 49’a varan oranlarda değişen “karşılıklı tarifeler” duyurmuştu. Bu durumda hemen hemen tüm ülkeler Amerika’ya mal sattıklarında yüzde 10 tarife ile karşı karşıya kalacaktı. Ancak Hindistan da dahil olmak üzere bazı belirli ülkeler özel tarife şoku yaşamıştı. Çin’e, örneğin, yüzde 34 tarife koyan Trump, diğer bazı Asya ülkeleri, örneğin Vietnam, Kamboçya, Sri Lanka ve Laos için yüzde 40 üzeri, neredeyse yüzde 50’ye yakın bir tarife duyururken Hindistan için ise bu tarife yüzde 26 idi. Yani, binlerce mal üzerindeki tarifeyi düşüren, 23 milyar dolarlık ithalatın yarısına tarife indirimi tavsiye eden, ticaret görüşmelerine başlayan, ithalatı 3 milyar dolar artıran ve 40 milyar dolar üzeri yatırım ile yaklaşık neredeyse 500 bin iş olanağı yaratan Yeni Delhi de yüzde 26’lık (indirimli) Trump tarifesinden kaçamamıştı.
Tarifeler, bir ülkenin başka bir ülkeden ithal ettiği mallara uyguladığı vergilerdir. Donald Trump, Amerikan mallarının ticaret ortakları tarafından haksız yere tarifelendirildiğine ve bunun da Amerikan şirketlerine zarar verdiğine inanıyor. Bu nedenle ki oyun alanını eşitlemek için bu tartışmalı yeni tarifeleri duyurmuştu ki yüzde 125’lik bir misillemede bulunan Çin’e uyguladığı gümrük vergilerini yüzde 145’e (ki bugün -16 Nisan- itibarıyla da yüzde 245’e yükselttiğini duyurdu) çıkarırken dünyanın geri kalanına 90 günlük bir ara vererek ticaret savaşına açıklık getirdi. Evet, Trump’ın ticaret savaşı artık Amerika ve Çin arasındaki bir düello. Ki şimdilerde Çin Devlet Başkanı Xi Jinping de Trump tarifelerine karşı önlem almak için Güneydoğu Asya turunda. Filler tepişirken çimenler ezilir. Evet, biliyorum; fil, Hindistan için favori bir metafor ancak bu düelloda soru şu: Hindistan çimen mi olacak? Veya alternatif soru ise şu: Bu ikilinin arasındaki düelloda büyük bir bir salıncak ülke olarak kazanan mı olacak? Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Açıkçası, Amerika ve Çin’in bu düellosu tüm salıncak ülkeler için birçok olasılık açtı ama Yeni Delhi bunların en büyüklerinden ve en önemlilerinden ve açıkçası Delhi’nin ticaretteki en büyük rakibi Pekin’e karşı daha avantajlı bir konumda gibi görünüyor. Ve kazanan olabilmesi için ise kendini o Kovid dönemi reform fikrine yeniden adaması gerekiyor.
Krizleri değerlendirmek çoğu zaman ucuz bir şey gibi gözükse de bu, dünya politikasında genellikle rasyonel bir yaklaşım. Ancak Delhi son zamanlarda bu tür fırsatları tam olarak değerlendiremedi: Özellikle Kovid’in ardından vaat edilenlerin çoğu havada kaldı, reformist tarım yasaları ve iş kanunlarında dişe dokunur bir sonuç ortaya konmadı. Örneğin, Başbakan Narendra Modi 2021’de hükümetin stratejik olanlar hariç tüm iş alanlarını kayıtsız şartsız özel sektöre devredeceğini söylemişti ancak 2017’den beri devam eden Air India satışı dışında herhangi bir özelleştirmeden hiç söz edilmedi. Ülkede uzun zamandır beklenen reform konusundan hala ses yok. Hindistan hükümeti, iki fikir etrafında yeni bir ekonomik gündem önermişti: Atmanirbhar (kendi kendine yeterlik) ve Make in India (yerli üretim modeli). Bu ekonomik gündem kapsamında ise üretim bağlantılı teşviklere büyük miktarlar tahsis edilmiş ve iş yapma kolaylığı vaat edilmişti. İlki kısmen hayata geçti çünkü üretim durgunlaştı. Ancak bazı üretim bağlantılı teşvikler alındı ki bunun en belirgin olanı iPhone’lar için. ABD-Çin ticaret savaşının ortasında bu, Yeni Delhi’nin elini yükseltebilir. Apple artık üretimini Çin’den Hindistan’a kaydırmaya başlayabilir. Bu en azından Çin’e karşı artı birin iyi bir örneği. Ki Tayvan merkezli Foxconn halihazırda Çin’deki fabrikalarının bir kısmını Hindistan’a taşıdı ve iPhone üretimine başladı. İş yapma kolaylığı söz konusu olduğunda ise evet, Hindistan’ın sıralaması yükseldi, ancak kaplumbağa hızında.
En azından, Trump tarifeleri göz önüne alındığında, Yeni Delhi’nin Çin’in rekabet edemeyeceği Amerika pazarları için yapabileceği şeyler olabilir. Apple telefonları ilk örnek, demiştik. Ancak Pekin’in Amerika’ya ihraç ettiği ürünlerin listesine göz gezdirdiğinizde, teklif edilen onlarca milyar değerinde ihracat olasılığının olacağını tahmin etmek güç değil. Sorular şunlar: Hindistan bu düelloyu kendi yararına çevirmek için ne kadar sürede yeni üretim ortaya koyabilir? Gümrük vergileri büyük ölçüde azaltılırsa, Hint üretimi hayatta kalmaya yetecek kadar sağlam mı? Ve Hint hükümeti bunu sağlamak için ne yapmayı düşünüyor? Sübvansiyonlar ilk akla gelen şey olsa da pahalıya patlar ve Trump bunları haksız bulup reddedebilir ki ABD Ticaret Temsilciliği ofisinin bu konudaki görüşünü aynen iletiyorum: “Hindistan, kredi sübvansiyonları, borç muafiyetleri, mahsul sigortası ve hem merkezi hükümet hem de eyalet hükümeti düzeylerinde girdi sübvansiyonları (gübre, yakıt, elektrik ve tohum gibi) dahil olmak üzere tarım sektörüne geniş bir yelpazede sübvansiyon ve destek sağlamaktadır. Hükümet için önemli bir maliyeti olan bu sübvansiyonlar, Hindistan’ın üreticileri için üretim maliyetini düşürür ve ithal ürünlerin rekabet ettiği pazarı bozma potansiyeline sahiptir.”
Neyse, Amerika genelde gümrüksüz bir ekonomiydi ki bu, Delhi’ye 45 milyar dolarlık mal fazlası sağlar. Amerika’nın Hindistan’a ihraç edebileceği çok az şey ürettiği de bir gerçek. İhracat sepetinde ilk iki sırada mineral yağlar ve değerli taşlar yer alıyor. Üretilmiş gözüken şeyler, makineler ve cihazlar, elektrikli, optik ekipmanlar, 8 milyar doların altında bir değere sahip. Buna karşılık, Hindistan, elektrik ve ilaç ürünleri ihraç ediyor ki bunlar ihracat listesindeki ilk iki ürün ve bu ürünlerin değeri üç katından fazla, 26,5 milyar dolar. Delhi’nin Amerika’dan satın aldığı geri kalan kısmın çoğu tarımsal ürünler. Tam da Trump’ın yükseltmek istediği şey. Bu doğrudan onun çiftçi tabanını da besler. Cevizden yenilebilir yağa kadar Delhi’nin çiftliklerde yetiştirdiği her şey önemli oranlarda gümrüklenir. Balık, et ve süt ürünleri o kadar yüksek vergilendirilir ki Amerika’nın ihracat yapması neredeyse imkansız. Ve Amerika’nın ihraç edilebilir fazlalıklarda ürettiği tek şey bu.
Ticaret meselesi neredeyse tamamen imalat ve tarım ürünleri ile sınırlı olacak gibi gözüküyor ki bu, Hindistan’ın Amerika’ya yaptığı ihracatın yaklaşık yüzde 40’ını oluşturan hizmetlerin sayılmadığı anlamına geliyor. Hiçbiri sınırı geçmediği için bunlar gümrük vergisine tabi değil. Yazıda bir yerlerde, binlerce mal üzerindeki tarifeyi düşüren Delhi de Trump tarifesinden kaçamadı, demiştim. Tarım, Trump için kritik öneme sahip ve Delhi, tarımı arka plana atarak, makinelere, kazanlara, elektronik cihazlara ve değerli taşlara uygulanan vergileri düşürerek, işi yürütemeyeceğini anlamış olmalıdır, sanıyorum. ABD Ticaret Temsilciliği’nin farklı ülkelerin kısıtlayıcı uygulamaları hakkındaki raporunda Hindistan bölümüne göz atarsanız, tarım ürünlerinin tarife dışı engel olarak işaretlendiğini görebilirsiniz. Ayrıca, Hindistan’ın önemli bir ortak olduğu, Modi ile Trump arasındaki kişisel dostluğun Delhi’ye özel bir muafiyet getireceği fikri de sık sık düşünülür veya tekrarlanır; ancak diğer müttefiklerine tutumuna bakınca, Trump’ın böyle düşündüğünü hiç sanmıyorum. Trump sert oynuyor ve kuvvetle muhtemel sert oynayacak. Tarım dışı mallara uygulanan gümrük vergilerini düşürmek, işin kolay yanıydı. Ancak, Delhi’nin geleneksel güvensizlikleri ve korumacılığını dikkate alırsak, Hindistan, süt ve et ithalatına açılabilir mi, örneğin? Dahası, süt ve süt ürünleri veya et üretimi kendine yeterli mi? Delhi’nin üretim korumacılığı ve tarıma ilişkin tarihi tereddütleri dikkate alınırsa, işi zor gözüküyor. Belki de Delhi için Kovid krizinde kaçırılan tarım reformları fırsatı ikinci bir şansı hak ediyordur ve belki de en iyi dostunun ve en kötü rakibinin kozlarını paylaşmakta olduğu bu süper güç ticaret savaşı, bunun tam zamanı olduğunu söylüyordur.
En hızlı büyüyen büyük ekonomi veya beşinci en büyük ve yakında Japonya ve Almanya’yı geride bırakarak üçüncü olacak gibi retorikler ve son on yıldır geleceği söylenen ancak henüz gerçekleşmeyen -hatta geriye gitmediyse dahi- bir üretim devrimi söylemi, elbette bir şeydir. Ancak, 90’ların başında zorlukla kazanılan ekonomik özgürlüklerden uzaklaştığı görülen Yeni Delhi, büyümeyi tepeden inmeci yöntem ile getirebilecekleri inancına geri dönmüş gibi gözüküyor. Son on yılda daha yüksek tarifelerin geri döndüğü görülüyor. Dünyanın en pahalı çeliğini Hindistan’dan satın alıyor olabilirsiniz, örneğin. 90’ların sonunda dönemin maliye bakanı tarifelerini neredeyse ASEAN düzeylerine getirdiğini söylemişti. Giderek daha güçlü oligarklar pazar payını ve sektörleri bölüşüyor. İşe yarıyor mu peki? Devlet himayesinin Hindistan’ı bir üretim ve ihracat ütopyasına götüreceği fikri hayata geçiyor mu? Hükümet verilerine bir göz atın: Delhi’nin Çin’den kaçıştan faydalanmak için stratejik öneme sahip sektörlere 26 milyar dolardan fazla yatırım yaptığı Make in India yerli üretim modeline karşın üretimin Hint ekonomisindeki payı, hizmet ve tarım sektörüne kıyasla geriledi. Ya da Make in India atılımının 10 yıllık döneminden sonra, 2023-24’te Hindistan’ın GSYİH’sindeki imalat payının 2013-14’teki ile tam olarak aynı olduğunu görürsünüz; yüzde 17,3. Ki bu yıl daha da düşük olma eğiliminde. Üretimin iş yaratmaya katkısı ise 2022-23’te 2013-14’e kıyasla biraz daha düşüktü; 2022-23’te yüzde 10,6 iken 2013-14’te yüzde 11,6 idi. Dahası, akıllı telefon üretimindeki gerçek başarı kutlanmayı hak ediyor olabilir, ancak GSYİH’sındaki ihracat payı 2013-14’teki yüzde 25’ten şu anda yüzde 22,7’ye düştü. Ki buna bağlı olarak Delhi’nin küresel ihracattaki payının büyüme hızı da yavaşladı.
Lobicilik faaliyetleri ile bilinen Delhi merkezli iş insanı ve iktidardan meclis üyesi Praveen Khandelwal, Çin’den Amerika’ya ithalata uygulanan yüksek verginin Hindistan’ın ticaret ve sanayisi için önemli bir fırsat sunduğunu ve elektronik, otomobil parçaları, tekstil ve kimyasallar dahil olmak üzere çoğu sektörde Pekin’e karşı bu avantajı kullanmak istediklerini söylüyor olabilir; ancak Delhi hem parça ve ekipman için Pekin’e bağımlı hem kalifiye eleman bakımından yetersiz, ayrıca hem de Delhi’nin Pekin ile rekabet halinde olduğu pek çok sektörde teşvik programları da yetersiz. Hint ekonomisinden beş kat daha büyük Çin ekonomisi hala zorlu bir rakip… Hindistan’ın durumunda, Trump tarifeleri yumuşatılabilir, hatta belki de tamamen kaldırılabilir (?); ancak karşılığında Delhi’nin daha önceki bir yazımda sözünü ettiğim “minik tavizlerden” daha fazlasını sunması gerekebilir veya Amerika’nın “minik kazanımlardan” daha fazlasını beklediği açık. Özel tarife şoku yaşayan diğer ülkeler 90 günlük erteleme süresinde karşılıklı tarifelerde indirim yapılması için müzakerelere girmeye çalışırken Yeni Delhi zaten bir süredir Amerika ile müzakere masasında, ancak bu kez Trump zorlu bir dost… Hint stratejik kırılganlığının ölçeğini zaman gösterecek…
Görüş
Antalya’dan notlar: En azından diyalog var!

Antalya Diplomasi Forumu’nda (ADF) Harici ekibi olarak geçirdiğimiz üç günün ardından Hem Türk dış politikasının hem de dünyanın gidişatına dair kritik izlenimler edinerek döndüm. Jeffrey Sachs’ın gündem olan “Suriye ABD-İsrail projesiydi” cümlelerinin dışında ortalığı kasıp kavuran söylemlerden ziyade forumun en can alıcı noktası bir araya gelmesi zor olan, diyalog kuracak ortam bulamayan küresel ve bölgesel aktörlerin çok kutuplu dünyada iki çift laf edebilecekleri bir kutup olarak Türkiye’yi görmesi oldu. Katılımcıların sayısı ve düzeyi, Türkiye’nin iş yapmak istediği ve Türkiye’yle iş yapmak isteyen ülkeleri daha iyi anlamamızı sağladı. Balkanlardan Kafkaslara, Afrika’dan Asya’ya bir çok ülkenin bakanı ve hatta devlet başkanı kendisini “aynı cephede” bulunmayan mevkidaşlarıyla birer çay içerken bulmuştu. Bu, ADF’yi küresel çaptaki benzer diplomatik zirvelerden ayrı bir noktada tutuyor.
Çok kutupluluğun yeni kutbu
Hangi panele katılsak ana temanın “çok kutupluluk” olduğu barizdi. Ekonomi politikalarından yapay zekaya, savaştan ticari partner arayışına bütün tartışmalar Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren devam eden tek kutuplu dünyanın dağılışı ve 19. yüzyıl benzeri jeopolitik temelli dış politikanın günümüzde nasıl karşılık bulacağı üzerineydi. Ancak Davos’un veya bir BRICS zirvesinin aksine farklı yönleri tercih etmiş çok devlet bu forumda söz hakkı buldu.
Mesela “yabancı ajan” yasasıyla gündeme gelen ve ülkesinin yolunu Avrupa Birliği’nden uzaklaştırdığı gerekçesiyle protestolarla karşılaşan Gürcistan Başbakanı Irakli Kobakidze, AB’ye girmenin ne kadar güzel ve kolay bir şey olacağını anlatan Karadağ Cumhurbaşkanı Jakov Milatoviç ile yan yana oturuyordu. Biz alt katta milisleri Suriye İç Savaşı’nda Esad’ın yanında savaşan İran heyetinden röportaj isterken Suriye’de Esad’ı deviren Ahmet Şara yalnızca bir kaç adım ötede hemen yanımızdan geçti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov Ukraynalı mevkidaşından sadece bir kaç saat sonra karşı odada konuşma yaptı. Hatta Ermenistan ve Azerbaycan Dışişleri Bakanları birlikte panel bile düzenlediler.
İşte böyle bir sahneye dünyanın çok yerinde rastlamak söz konusu değil. Dünyanın ticari ya da askeri açıdan çatışmalara gebe olduğu bu dönemde herkesin ihtiyaç duyduğu bir anda diyalog başlatabileceği bir nokta olarak tanınmak Türk hariciyesi için büyük bir avantajdır. Bölgesel ve küresel çıkarlarımızı diğer devletlerle tartıştığımızda Türkiye’yi küstürmenin bedelinin böylesi bir diplomatik orta noktadan uzak kalmak olacağı bize tüm istişarelerde artı puan olarak yazacaktır.
Dahası, Balkanlar, Afrika, Kafkaslar ve Orta Asya temelindeki katılımın yoğunluğu Türkiye’nin Batı veya BRICS ekseninin dışında oluşabilecek daha ufak kutuplardan biri olma arzusu içinde olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin Batı’daki bir çok devletin aksine çok kutupluluğu erken fark edip kendini buna göre konumlandırması bir artı olsa da her şey bu kadar pozitif değil. AB’nin güvenlik açısından ciddi zafiyet yaşadığı bu dönemde Türkiye ile olan ilişkisi ciddi önem kazansa da forum sırasında Azerbaycan ve Türkiye dışındaki Türk devletlerinin KKTC konusunda AB’nin isteklerine boyun eğmesi hem üzücü hem de şaşırtıcıydı. Rusya’yla ettiği kavga sonrası enerji açlığı yaşayan ve endüstrilerini küçülmesini izleyen AB devletleri, çözümü Orta Asya’ya yoğunlaşmakta bulmuş, bu çaresiz konumlarına rağmen sadece bir yatırım sözüyle Kazakistan’ın Güney Kıbrıs’ta büyükelçilik açmasını, Türkmenistan ve Özbekistan’ın ise GKRY’nin sözde toprak bütünlüğüne saygı duyduğunu açıklamasını sağlamıştı. Türkiye’nin, jeopolitik manada elinin kuvvetli olduğu bir dönemde AB’den böylesi bir “gol yemesi” edindiğimiz avantajları ne kadar kullanabildiğimizi tartışmaya açtı.
Tabii bunun yanında bir de Gazze meselesi var. Netanyahu’nun bazı büyük devletlerin Trump’ın Filistinlileri Gazze’den kovma planına ikna edileceği iddiası forum öncesi gözleri Türkiye’ye çevirmişti. Ancak forumun genelinde Gazze meselesi en çok konuşulan konulardan bir oldu. Konunun gündemde tutulması umut verici olsa da Trump ve Netanyahu’nun Gazzeliler adına facia planı gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği hala belirsizliğini koruyor.
Göze çarpan önemli detaylardan birisi Batı Avrupalı veya Amerikalıların ADF’ye pek katılım göstermemesiydi. İngiltere’den Kuzey Amerika ve Avrupa’dan sorumlu bakan Stephen Doughty katılım gösterse de kolektif Batı olarak bildiğimiz cephenin ADF’ye pek heyecanlanmadığını söylemek gerekir. Tabii onların başı biraz kalabalık. Forum öncesi ortalığı karıştıran Trump vergileri ADF’nin de ana konularından biri oldu. Neredeyse saat başı karşılıklı olarak açıklanan gümrük vergileri katılımcı bakan ve devlet başkanlarını epey zor durumda bırakmıştı. Birçoğu ülkesinin vergilerden ağır hasar almayacağını umsa da küresel ticaretin durma noktasına gelebileceğini vurguladı.
Jeffrey Sachs da Trump’ın vergi politikasını ağır eleştirenlerden birisiydi. Sachs’a Trump’ın politikasının, ABD’nin yıllar önce küreselleşme bahanesiyle yurtdışına gönderdiği endüstrileri geri getirmeyi başarıp başaramayacağını sordum. Sachs, endüstrileri getirmenin yolunun 150 ülkeye vergi getirmek değil, ülke içinde şirketleri motive edecek atılımlarda bulunmak olduğunu söyledi. Ayrıca ABD’nin Çin gibi ülkelerle savaşmak zorunda olmadığını söyledi. Sachs belki de en kilit cümleyi burada söylemişti.
“Ne güzel ki diplomasi ucuz bir şey. İşte bu yüzden Antalya Diplomasi Forumu’ndayız, Antalya Askeri Forumu’nda değil!”
İsrail’in Gazze katliamları, Trump’ın gümrük vergileri, Ukrayna Savaşı’nın bitip bitmeyeceği derken dünyanın gidişatına dair karanlık bir görüntü ortaya çıkıyor. Ancak her şey bu kadar kötümser değil. Sergey Lavrov, konuşmasında alışkın olduğumuz kolektif Batı ifadesi yerini Avrupa ve İngiltere’ye bırakmıştı. Lavrov, Biden’a ve Obama’ya sataştığı bir iki nokta hariç ABD’ye yönelik sert bir söylemden kaçındı. Geçen yılın aksine bu sefer Rusça değil, İngilizce konuşmuştu. Anlaşılan o ki Rusya’nın artık İngilizce konuşanlara laf anlatmak gibi bir derdi var. Bu da bize şunu gösteriyor; dünyada ticaret savaşları, bölgesel krizler, İsrail’in soykırımları büyüyerek devam etse de küresel çapta nükleer savaş korkusuyla geçen son bir kaç yıla nazaran belki bir pozitif değişim mevcut; en azından artık diyalog var!
Görüş
ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi

9 Nisan’da ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’da basına yaptığı açıklamada İran’a bir son tarih verdiğini ve bu sürede yeni bir nükleer anlaşmaya varılmaması durumunda İran’a karşı kesinlikle askeri müdahalede bulunacaklarını açıkladı. Ayrıca İsrail’in de bu müdahaleye derin şekilde katılacağını ve “lider rolü” üstleneceğini söyledi. Görünen o ki “Trump 2.0” dönemi, İran’a yönelik tehditlerinde askeri bir ton kazandı; ancak genel olarak bu baskı, yayı germek ama tam çekmemek şeklinde tanımlanabilir. Bu aşırı baskı, yedi yıl önce ortaya atılan “Pompeo’nun 12 maddesini” yeniden gündeme getirebilir.
Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile görüştü. Bu görüşmeden sonra ABD, İran ile doğrudan müzakerelere başladığını duyurdu. İran Dışişleri Bakanı Araghchi ise 8 Nisan’da, 12 Nisan’da Umman’da dolaylı üst düzey görüşmeler yapılacağını doğruladı ama ABD’nin iddia ettiği “doğrudan müzakere”yi yalanladı.
Analistler, bu zirvenin yalnızca ikili ticaret tarifeleri ve Gazze meselesi değil, aynı zamanda İran nükleer krizi karşısında ortak tutum geliştirme konusunda da önemli olduğunu düşünüyor. Trump’ın sonrasında yaptığı açıklamalara bakılırsa, İsrail, İran’ın nükleer eşiği aşması durumunda (yani fiilen nükleer silah sahibi olması halinde) saldırı düzenleyerek nükleer tesisleri hedef alacak. ABD, askeri müdahaleyi bir “B Planı” olarak tutmak, önce müzakerelerle yoğun baskı kurmak, başarısızlık durumunda ise İsrail’e savaş için yeşil ışık yakmak niyetinde.
Uzun süredir ABD-İsrail tehditlerine alışkın olan İran, bu tür savaş şantajlarına pek prim vermiyor. İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan, İran’ın “nükleer silah peşinde olmadığını” yineledi ve ülkenin uzun vadede nükleer bilim ve enerjiye ihtiyacı olduğunu belirtti. İran dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, 10 Nisan’da sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı açıklamada, dış tehditlerin devam etmesi halinde İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’yla işbirliğini askıya alabileceğini ve denetçileri sınır dışı edebileceğini, ayrıca zenginleştirilmiş nükleer maddeleri güvenli iç bölgelere taşıyabileceğini belirtti.
“Trump 2.0” dönemi henüz 100 gün dolmadan tam güçle saldırıya geçti. “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” sloganı adına dünya ticaret ortaklarına savaş açarak küresel ticaret düzenini bozmayı hedefliyor. Küresel ticaret sistemini bozmak için “Pandora’nın kutusunu” açmaya çalışarak, tüm ticaret ortaklarını köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Şu an dünyadaki en büyük kaygı, Trump yönetiminin ekonomik zorbalığına maruz kalmamak. Bu yüzden jeopolitik çatışmalar geçici olarak arka planda kalmış gibi görünüyor.
Jeopolitik açıdan Trump’ın dönüşü, iki ana cepheye odaklanıyor: Rusya-Ukrayna savaşı ve Orta Doğu. Bu cephelerdeki temel hedef ise İran’ı dize getirmek. Bu nedenle Trump yönetiminin İran’a yönelik yeni politikası şekillenmekte; temel olarak tehdit ve zorlamaya, ikincil olarak ise diyalog ve müzakereye dayalı, adım adım baskının artırıldığı, kuşatma stratejisinin izlendiği bir yol izleniyor.
Şu anda Trump yönetimi, İsrail ile tam işbirliği içinde, “direniş ekseni”ni zayıflatma ve dağıtma sürecini sürdürüyor. Suriye rejimini devirmeye çalıştı, Hamas’ı ve Hizbullah’ı zayıflattı, Irak’taki halk direnişini susturdu. Şimdi Gazze’deki durumu toparlamaya ve Yemen’deki Husilere karşı askeri operasyonlarla İran’a baskıyı artırmaya çalışıyor. Nihai hedef, Trump liderliğindeki bir “Orta Doğu barışı”: Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini hızlandırmak, İran’ı yalnızlaştırmak ve bölgedeki en büyük Amerikan-İsrail karşıtı aktörü etkisizleştirmek.
Trump yönetimi bir süredir İsrail’i koşulsuz destekliyor. “Al-ver” zihniyetiyle “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi devralma” gibi söylemleri gündeme getirerek Arap ülkelerini İsrail’in lehine hareket etmeye zorluyor. Böylece “Hamas sonrası dönemi” başlatmayı, Filistin-İsrail çatışmasının siyasal ve jeopolitik yapısını değiştirmeyi hedefliyor. Diğer yandan, Kızıldeniz rotasının güvenliğini sağlama bahanesiyle Yemen’deki Husilere yönelik büyük çaplı saldırılar düzenleyerek İsrail’in vekil savaşçısı gibi hareket ediyor. Aynı zamanda İran-Husi ilişkisini artık işbirliği değil, “efendi-köle” ilişkisi olarak tanımlıyor ve bu şekilde İran’a karşı baskıyı meşrulaştırmaya çalışıyor.
İran nükleer meselesi konusunda Trump, ilk dönemine kıyasla daha sert bir savaşçı tutum sergiliyor. Açıkça “müzakereler başarısız olursa vururuz” diyerek İsrail’in savaş ateşini Basra Körfezi’ne taşımasına destek veriyor. ABD, İsrail ile birlikte İran’a yüksek düzeyde baskı uygularken, üç belirgin avantaja sahip:
Birincisi, İran bir yılı aşkın süredir süren “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nda ağır darbeler aldı; topyekûn savaştan kaçınma eşiği tamamen ortaya çıktı. “Direniş Ekseni” de dağılmış durumda.
İkincisi, ABD-Rusya ilişkileri büyük bir dönüşüm yaşadı. Rusya, Orta Doğu’daki diplomatik hezimetten sonra, şimdi dikkatini Ukrayna topraklarını ve maden kaynaklarını ABD ile paylaşmaya yöneltti.
Üçüncüsü, her ne kadar Rusya ile İran arasında hâlâ iyi ilişkiler olsa da, Rusya açıkça, İran saldırıya uğrarsa müdahale etmeyeceğini ilan etti.
Trump, 2017’de ilk kez başkan olduğunda, altı aylık gözlem ve pazarlığın ardından İran nükleer anlaşmasından çekildiğini açıkladı. O dönemde yazdığım analizde belirtmiştim ki, Trump bu anlaşmadan sadece “çekilmek için çekilmedi.” Diğer izolasyonist, “önce Amerika” ve anti-küreselleşmeci/çok taraflılığa karşı anlaşma bozma girişimlerinden farklı olarak, Trump yönetimi nükleer anlaşmayı yıkarak aslında ileriye dönük bir hamle yapıyordu — anlaşmayı bozup yerine yeni şartlar koyarak Orta Doğu sorununu bir bütün olarak “çözmeye” ve bu süreçte ABD’nin çıkarlarına hizmet etmeye çalışıyordu.
2018’in 21 Mayıs’ında ABD Dışişleri Bakanlığı, İran nükleer tehdidini tamamen ortadan kaldırmakla kalmayıp, İran’ın Orta Doğu’da yıllarca oluşturduğu jeopolitik kazanımları da yok etmeyi ve bölgesel düzeni, ABD-İran ile İran-İsrail ilişkilerini yeniden şekillendirmeyi hedefleyen kapsamlı bir “B Planı” sundu. Bu plan aslında ABD’nin Kuzey Kore’ye yönelik politikalarının bir versiyonuydu ve tipik bir “havuç-sopa” stratejisiydi. Ancak Kuzey Kore’ye sunulan taleplere kıyasla çok daha sert, kapsamlı ve uzun vadeli bir vizyonla oluşturulmuştu. Amacı, Orta Doğu’daki tarihî ve güncel çelişkileri çözmek ve bölgeyi yeniden dengeli bir yapıya kavuşturmak idi.
Dolayısıyla, bugün Trump’ın İran nükleer sorununa yeniden odaklanması, aslında eski konuların yeniden gündeme getirilmesidir ve yedi yıl önceki yoğun baskı düzeyine henüz ulaşmış değildir. O dönemdeki ABD-İran politikası, büyük ihtimalle hem akademide hem de pratikte unutulmuş olan ve “Pompeo’nun 12 Maddesi” olarak bilinen dikkatle hazırlanmış bir stratejik paketti. Bu nedenle, bugün Trump tarzı İran politikasını değerlendirirken bu listeye yeniden bakmak oldukça faydalı olur.
Pompeo’nun 12 Maddesi
Pompeo, Amerikan Heritage Vakfı’nda yaptığı konuşmada, İran’ın ABD’nin tüm ekonomik yaptırımları kaldırması ve ikili ilişkilerin yeniden kurulması için 12 talebi karşılaması gerektiğini vurguladı. Aksi takdirde İran, “tarihin en ağır yaptırımlarıyla” karşılaşacaktı. Bu 12 madde; İran’ın nükleer silah ve balistik füze programından tamamen vazgeçmesini, tutuklu kişileri serbest bırakmasını, “terörü desteklemeyi” durdurmasını ve bölge ülkelerinin iç işlerine müdahaleye veya güvenliğini tehdit etmeye son vermesini kapsıyordu.
Nükleer silahlar ve balistik füzelerle ilgili dört madde ise şunlardı:
-İran, tüm askeri nükleer projelerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na bildirmeli ve bunlardan kalıcı ve denetlenebilir şekilde vazgeçmeli.
-Tüm uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmalı, plütonyum işleme yapmamalı ve ağır su reaktörlerini kapatmalı.
-Ajansın herhangi bir tesise koşulsuz denetim yapmasına izin vermeli.
-Balistik füze yayılımını durdurmalı, nükleer başlık taşıyabilecek füze sistemlerini geliştirmemeli ve fırlatmamalı.
Bu koşullar, sadece nükleer silahların yayılmasını önleme açısından bakıldığında bile, İran nükleer anlaşmasındaki kısıtlamaların çok ötesine geçiyor ve İran’ın nükleer silaha sahip olma ve bunları uzun menzilli füzelerle taşıma kapasitesini tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyordu.
“Pompeo’nun 12 Maddesi”nin Kalan Sekiz Şartı ve Anlamı
Devlet dışı aktörlerle ilgili üç maddeye göre İran:
-Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad dahil olmak üzere Orta Doğu’daki sözde “terör örgütlerine” verdiği desteği derhal kesmeli;
-Afganistan ve çevresindeki Taliban gibi “terörist güçleri” desteklememeli ve El Kaide’nin üst düzey liderlerini barındırmamalı;
-Devrim Muhafızları, özellikle de Kudüs Gücü’nün dünya genelindeki “teröristlere” ve silahlı gruplara verdiği desteği sonlandırmalı.
ABD’ye göre İran, Orta Doğu’daki çeşitli radikal örgütlerin arkasındaki güç ya da müttefik konumunda; özellikle Filistin ve Arap ülkelerinin İsrail’e taviz vermesini engelleyen başlıca sorun kaynağı. Bu nedenle, Orta Doğu’da kalıcı barış için İran’ın etkisiz hale getirilmesi gerektiği düşünülüyor.
Bölge ülkeleriyle ilişkiler bağlamındaki dört madde:
-İran, Irak’ın egemenliğine saygı göstermeli, desteklediği Şii milislerin silahsızlanmasına, dağılmasına ve topluma yeniden entegre olmasına izin vermeli;
-Yemen’deki Husilere askeri desteği kesmeli ve Yemen sorununun barışçıl, siyasi çözümüne katkı sağlamalı;
-Suriye’deki tüm İran askeri unsurlarını çekmeli;
-İsrail’i yok etmekle tehdit etmeyi, Suudi Arabistan ve BAE’ye füze fırlatmayı, uluslararası deniz taşımacılığını tehdit etmeyi ve siber saldırılar düzenlemeyi bırakmalı.
Ayrıca ABD, İran’dan “gözaltında tuttuğu” ABD vatandaşlarını ve müttefiklerinin vatandaşlarını da serbest bırakmasını istedi.
Bu sekiz madde, nükleer silahlar veya füze programlarıyla doğrudan ilgili olmamakla birlikte, nükleer anlaşmanın kapsamını çok aşan, İran’ın Orta Doğu ve küresel ölçekteki askeri ve diplomatik faaliyetlerini bütünüyle sınırlamayı hedefleyen bir stratejidir. Bu, İran’ın bölgesel yayılmasına karşı, ABD müttefikleri olan İsrail ve Körfez ülkelerini koruma ve mezhepsel çatışmaları engelleme amacı taşıyan bir karşı hamledir. İran’a dış etki yaratmayı bırakması ve elde ettiği nüfuz alanlarından vazgeçmesi için baskı yapılmaktadır.
ABD, bu 12 maddeye tam uyum gösterilmesi halinde İran’a bazı ödüller vaat etti: Yeni bir nükleer anlaşma imzalanması, tüm yaptırımların kaldırılması, diplomatik ve ekonomik ilişkilerin yeniden kurulması, İran’ın ileri teknolojiye erişiminin sağlanması, ekonomik modernizasyonunun desteklenmesi ve küresel ekonomiye entegrasyonu.
Bu, Trump yönetiminin yeni İran stratejisini temsil ediyor: ABD-İran ve İran-İsrail arasındaki düşmanlığı çözmeyi, bölgesel dengeleri yeniden şekillendirmeyi ve İran’ı İslam Devrimi öncesi sıradan bir bölgesel aktör konumuna döndürmeyi amaçlayan bir yol haritası. Hem sert baskılar (“sopalar”) hem de cazip vaatler (“havuçlar”) içeriyor.
Ancak İran hükümeti, bu 12 maddeyi tamamen reddetti. Çünkü bu, İran’ın teslim olmasını ve İslam Devrimi ile kurulan büyük ideallerden vazgeçmesini, sıradan bir ülke haline gelmesini isteyen bir “teslim anlaşması” olarak görüldü. Trump yönetimi sonrasında yeni yaptırımlar getirdi, ancak İran bu zor dönemi atlattı, Biden’ın seçilmesini bekledi ve şimdi Trump’ın ikinci kez iktidara gelmesine tanıklık ediyor.
“Trump 1.0”dan “Trump 2.0”a sekiz yıl geçti, nükleer anlaşma dirilmedi, kriz de savaşa dönüşmedi. Fakat mevcut jeopolitik ve güvenlik koşulları İran açısından daha olumsuz: Doğu Akdeniz’de askeri başarısızlık, Hizbullah’ın yenilgisi ve Şam’daki rejim değişikliği nedeniyle “Şii Hilali”nin batı kanadı kaybedildi.
2024 Ekim’inde İsrail’in büyük çaplı saldırısında, Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan uzun menzilli bir hava koridoru açıldı, İran iç bölgelerine uyarı niteliğinde saldırılar düzenlendi ve İran’ın eşit düzeyde karşılık veremeyecek kadar zayıf olduğu görüldü. “Trump 2.0” dönemiyle birlikte, “Şii Hilali”nin merkezi olan Irak da İran’dan uzaklaşıp Arap dünyasına yakınlaşma baskısıyla karşı karşıya. Bu nedenle, İran’ın genel jeopolitik ortamı kötüleşti ve Doğu Akdeniz hava sahasını kontrol eden ABD-İsrail cephesi daha da saldırgan hale geldi. Bu durum, İran üzerindeki baskının “Trump 1.0” döneminden daha ağır olacağı anlamına geliyor.
Pompeo her ne kadar artık yönetimde olmasa da, “Pompeo’nun 12 Maddesi” Trump’ın güvenlik ekibinin Orta Doğu politikasının temel taşını oluşturuyor. Bu şartlar muhtemelen “Trump 2.0” döneminde yeniden gündeme gelecek ve İran’a baskı kurmak için stratejik yay tamamen gerilecek.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
-
Görüş2 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 4
-
Görüş2 hafta önce
Yemen’de 48 saatlik Husi karargâhı ziyareti…
-
Avrupa2 hafta önce
Komünist Parti’ye karşı ilk ‘Twitter devrimi’: Moldova’da 16 yıl önce ne olmuştu?
-
Görüş1 hafta önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın gümrük vergileri ticaret savaşını tetikliyor
-
Söyleşi2 hafta önce
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi
-
Amerika2 hafta önce
Trumpizmin iktisadi aklı – 1: Stephen Miran ve doların devalüasyonu planı
-
Ortadoğu6 gün önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası