Görüş
Yemen’de 48 saatlik Husi karargâhı ziyareti…

48 saatlik özel keşif: ABD-İsrail’in düşmanı Husiler’in karargâhı
28 Mart’ta, yaklaşık 48 saat sosyal çevremden “kaybolduktan” sonra Yemen’in başkenti Sana’ya döndüm. Tesadüfen bu, ABD ve İngiltere hava kuvvetlerinin yeni bir hava saldırısı dalgası başlattığı zamana denk geldi. Tehlike burnumun dibinde olsa da, zihnim hâlâ geçmiş 48 saatin coşkusu ve anılarıyla doluydu—özellikle de Sada vilayetine gidiş-gelişimiz ve sarp dağları arasında geçen anlarla. Başkentin Husi güçlerinin eline geçmesinden sonra davet edilen ilk yabancılar arasında yer aldığımız gibi, Husilerin ana karargâhını keşfetme şansını da yakalamıştık. Ziyaretimiz kısa ve yüzeysel olsa da, gördüğümüz her şey fazlasıyla yeniydi.
26 Mart, Suudi Arabistan öncülüğündeki Arap-İslam onlu koalisyonunun Yemen iç savaşına müdahalesinin onuncu yıl dönümüydü. Husilere göre ise bu, Suudi koalisyonuna ve ABD’ye karşı yürüttükleri dini cihadın onuncu yıl dönümüdür. 26 Mart 2015’te Suudi Arabistan “Kararlılık Fırtınası” operasyonunu başlatarak, liderlik ettiği onlu koalisyonun hava kuvvetleriyle Yemen’e bomba ve füzeler yağdırdı. Bunu, Yemen’in meşru hükümetini kurtarma bahanesiyle ve Husilerin başkent Sana’yı ele geçirdikten sonra ülkeyi tamamen kontrol altına almalarını önlemek amacıyla yaptılar.
O gün sabah saat 5’te, ABD, İngiltere, Güney Afrika, Malezya, Lübnan, Irak, Bolivya ve Çin’den eski yetkililer, gazeteciler ve akademisyenlerden oluşan “uluslararası tugay”ımız, Husiler tarafından düzenlenen bir konvoyla, onların “devrim üssü” ve “ayaklanma karargâhı” olan Sada vilayetini ziyaret etmek üzere yola çıktı.
Güvenlik gerekçesiyle yolculuğumuz gizli tutuldu. Hareket saatimiz, caddelerde en az insan ve araç bulunan şafak vakti olarak belirlendi. Daha önce Sana’daki etkinliklerde kullandığımız zırhlı ve kurşun geçirmez araçlar yerine, beyaz Toyota Land Cruiser’larla yola çıktık. Önümüzde, sireni kapalı ama ışıkları yanıp sönen bir araç, sessizce şehir dışına çıkmamıza öncülük etti.
Ramazan’ın bitmesine bir haftadan az kalmıştı. Akşam iftarı ve gece sahuruyla bütün gece boyunca hareketli olan Sana şehri, şafakta sessizliğe gömülmüştü. Karanlık ve tenha sokaklarda rahatça ilerleyip, gökyüzü ağarırken sorunsuzca şehirden çıktık ve Çin’in inşa ettiği Sana-Sada otoyolunu takip ederek kuzeye, 230 km uzaklıktaki Sada kentine doğru yola koyulduk.
Sana ve Sada, Yemen’in kuzeybatı yaylasında iç içe geçmiş iki kara ili. Yol boyunca ne nehir var ne de yüksek dağlar—sadece uzayıp giden kahverengi tepeler, çakıl ve çöl. Arada sırada görünen küçük yeşil vahalar, Yemen’in bu “dünyanın en verimsiz toprakları” olarak bilinen kadim bölgesinde bir yaşam umudu sunuyordu. Manzara tekdüze, donuk ve cansız olsa da bizim için yeni ve unutulmazdı.
Ne kadar ilerlersek ilerleyelim, yolun iki yanında sık sık görünen bodur bitkiler ya doğrudan güneşe maruz kalıyor ya da beyaz ağlarla örtülüyordu—bunlar sıkça dikilmiş gat (qat) ağaçlarıydı. Dallarında Yemenlilerin tutkulu olduğu gat yaprakları vardı. Bu yapraklar halüsinojenik katinon içeriyor ve hem açlığı bastırıp hem de uyanıklık sağlıyor. Yemen’de nüfusun %70’inin buna bağımlı olduğu, tatlı suyun ise %60’ının gat ağaçlarına harcandığı belirtiliyor. Kısaca Yemenliler bir gün aç kalabilir ama gatsız kalamaz.
Yaklaşık 200 km yol aldıktan sonra Sana ve Sada vilayetlerinin sınırına ulaştığımızda, şoförümüz buranın bir zamanlar El Kaide tarafından işgal edildiğini ve ancak 2015’ten sonra Husi güçleri tarafından tamamen temizlendiğini söyledi. Husi kontrolündeki bölge savaş halinde olsa da, yol boyunca savaşın izlerine dair hiçbir belirti göremedik—ne asker, ne askeri araç, ne kışla, ne hava savunma sistemi, ne de çatışma izleri. Girdiğimiz üç-dört güvenlik kontrol noktası bile neredeyse göstermelikti. Geçen yıl Irak’ın güneyinde karşılaştığım kontrol noktalarının sayısı ve sıkılığı ile karşılaştırıldığında, Yemen bana daha az tehlikeli göründü.
Yolculuk boyunca bindiğimiz araçta Yemen pop müziği çalıyordu. Ritmi güçlü ve etkileyiciydi, tam anlamıyla Arap rap tarzında bir savaş müziğiydi. Melodiler modern ve kulağa hoş geliyordu; ezgiler insanın içine işliyor, sözler ise “Gazze” ve “Filistin” gibi anahtar kelimelerle dolu, kanı kaynatan türdendi. Şoför, bunun, Iras Laith (Iras Arapçada İsa’nın karşılığı, Laith ise aslan anlamına gelir) adındaki Husi rap sanatçısının bir başyapıtı olduğunu söyledi. Bu parça, özellikle üçüncü dünya ülkelerinde olmak üzere dünya genelinde çok popüler olmuş. ABD hükümeti, bu sanatçıyı yakalamak için 26 milyon dolarlık bir ödül koymuş.
Irsa’yı tanıyan Yemenli arkadaşlarımız, onun rap yaptığı her seferde çevresindekilerin geleneksel “bel bıçağı” dansını yaptığını ve parçalarının internette büyük indirme sayılarına ulaştığını söyledi. Bir Husi askeri, Irsa’yı korumak için Yemen halkının onu gizlediğini belirtti—tıpkı onların “devrim lideri”, Hüseyin’in kardeşi ve hareketin varisi Abdülmelik Bedreddin el-Husi’yi gizledikleri gibi.
Üç buçuk saatlik yolculuğun ardından, hafif karanlık ve tozlu bir atmosferde, ABD veya Suudi koalisyonun hava saldırılarında hasar gören “Sada Kapısı”ndan geçerek Yemen’in, hatta tüm Orta Doğu’nun “fırtına gözü” olarak nitelenen bu kente ulaştık. Altı yedi katlı “Yemen Star International Hotel” isimli, sözde beş yıldızlı bir otele yerleştik. Otel, Sada’nın ana caddesinin hemen yanındaki bir sokakta yer alıyor, açıkça henüz yeni tadilattan geçmiş ve hatta tamamen bitmemişti. Muhtemelen ilk misafirleriydik. İnterneti olmasa da temel olanaklara sahipti ve çeşitli yabancı dilde yayın yapan uydu kanalları vardı—güneydeki hükümetin işlettiği “Yemen TV” de buna dâhildi.
Sada’da kaldığımız süre boyunca, nadiren yaşanan uzun süreli bir internet kesintisiyle karşılaştık ve bu, ülkedeki yakınlarımızın panik içinde bizi aramasına neden olan bir “fiyaskoya” dönüştü. 27’si sabahı, cep telefonuma düşen cevapsız arama bildirimi sayesinde kızımın ve bazı arkadaşlarımın bana defalarca ulaşmaya çalıştığını, hatta tüm gece boyunca bizi aradıklarını fark ettim. 26’sı sabahı otelden ayrıldığımız andan itibaren, sosyal medya ve WeChat üzerinden ülke içi bağlantılarımız kesilmişti. Aceleyle çıkarken, tam bir iletişim kesintisi yaşanacağını tahmin etmemiştim. Yola çıkmadan önce yalnızca büyükelçilikten bir irtibat kişisine ve Xinhua Ajansı’ndan bir arkadaşa WeChat üzerinden Sada’ya gideceğimi bildirmiştim. Aynı gün Sana’ya dönememiştik ve telefonum da son günlerdeki toplantılar nedeniyle sessiz moddaydı. Sonuç olarak arkadaşlar, aile ve kurumlar arasında gereksiz bir endişeye neden oldum. Gerçekten üzgünüm—ama bu da ayrı bir hikâye.
Kaldığımız otelin penceresinden dışarı baktığımızda, kuzeydeki tepelerle çevrili Sada şehrinin oldukça küçük olduğu görülüyordu. Doğudan batıya yaklaşık bir kilometre, kuzeyden güneye ise üç-dört kilometre uzunluğunda. Şehirde çoğunlukla düşük katlı yapılar, çoğu sac çatılı evler vardı. On katı bulmayan yedi sekiz tane orta yükseklikte bina dikkat çekiyordu. Şehrin birkaç kilometre kuzeyindeki sarı toprak tepelerinde, güneye bakan yamaca beyaz taşlarla devasa Arapça yazılarla “Muhammed”, “Ali” ve “Sebat zaferdir” ifadeleri yazılmıştı. Özellikle “Ali” adının öne çıkarılması, Sada halkının Şii mezhebine olan bağlılığını açıkça gösteriyordu.
Yemen nüfusunun büyük kısmı, Şii İslam’ın en küçük kolu olan “Zeydi mezhebi”ne mensup. Zeydiler, Muhammed ve Ali soyundan gelen beşinci imam Zeyd’i “gizli Mehdi” olarak kabul eder. Bu nedenle “Beş İmamcılar” olarak da bilinirler. Diğer iki büyük mezheple—“Yedi İmamcılar” (İsmailiyye) ve “On İki İmamcılar” (Caferiyye)—birlikte Şii İslam’ın üç büyük kolundan biridir. Zeydilik, günümüzde sadece Yemen’deki Şii nüfus arasında varlığını sürdürmektedir. Ayrıca dört halifenin otoritesini tanımaları bakımından Sünniliğe en yakın Şii mezhebidir ve bu nedenle en ılımlı Şii mezhebi olarak kabul edilir.
Sada’ya ulaştığımız gün, basit bir öğle yemeğinden sonra, eski Enformasyon Bakanı Dayfallah al-Shami, bizi ABD ve Suudi koalisyonunun bombardıman bölgelerini ve Sada Şehitliği’ni gezdirdi. ABD’nin bombaladığı yer, inşaat halindeki bir kanser merkeziydi. En az iki katın çatıları füzeyle delinmişti, alt katlardan biri büyük ölçüde çökmüştü. Ekipten bazıları, bodrumda patlamamış büyük bir bomba buldu. Saha sorumlusu, buranın 24 Mart’ta ABD tarafından bombalanan yer olduğunu söyledi, ancak can kaybı hakkında bilgi vermedi.
ABD bombardıman alanından ayrıldıktan sonra, bizi Suudi koalisyonunun geride bıraktığı bombardıman sahalarını da gezdirmeye götürdüler. Yol boyunca birkaç yıkıntı vardı, ancak ev sahiplerimiz özellikle bizi Sada Üniversitesi’ndeki iki bombardıman enkazına götürdüler; bunlardan biri öğrenci yurduydu. Bombardımanın 2017 civarında gerçekleştiği söyleniyor. Yıkıntıların altındaki sıra sıra masa ve sandalyeler, bu binaların gerçekten de sınıf veya laboratuvar olduğunu gösteriyordu. Dışarıda dağılmış olan oturaklar ise rüzgâr ve yağmurdan aşınarak yalnızca paslı metal iskeletlere dönüşmüştü… ABD ve Suudi koalisyonunun neden sivil yapıları bombaladığı ise muhtemelen bir gün tarih arşivleriyle açığa çıkacak.
24’ünde, Sana’da da hem bir ABD hem de bir Suudi bombardıman alanını ayrı ayrı gezmiştik. ABD’nin vurduğu yerin sivil bir konut olduğu söylendi ama kalıntılar pek ev gibi görünmüyordu—çünkü hiçbir ev eşyası yoktu. Organizatörler, 15 kişinin yaralandığını, 2 kişinin öldüğünü söyledi, ancak hastanede yaralıları görmemiz sağlanmadı. Suudi bombardıman alanı ise birkaç yıl öncesine aitmiş. Çok sayıda kişinin katıldığı bir cenaze töreni “kasten” bombalanmış; 150’den fazla kişi ölmüş, yaklaşık 600 kişi de yaralanmış.
En sarsıcı yer, Sada’daki “Şehitler Mezarlığı”ydı. Burada yüzlerce savaş kurbanı yatıyor. En dokunaklı yer ise “Çocuk Şehitler Köşesi” idi. Onlarca kız ve erkek çocuk burada toprağa verilmişti. Çiçek gibi fotoğraflarının önüne, yas tutanlarca sahte çiçek demetleri bırakılmıştı. Dört çocuğun aynı aileden olduğu anlaşılıyordu—muhtemelen aynı otomobilde hayatlarını kaybetmişlerdi. O otomobilin buruşmuş enkazı, şimdi mezarlarının üstünde asılı duruyor. Daha önce Sana’da da bir “Şehitler Mezarlığı”nı ziyaret etmiştik, ancak oradaki atmosfer Sada’daki çocuk mezarlığı kadar içe işleyici değildi.
Sada’daki ilk günümüzün sonunda, minibüsle hep birlikte otele döndük. Yolda şehir merkezinden geçerken, yıkık dökük binalar tıpkı Sana’dakiler gibiydi. Altyapı çok zayıftı; caddelerdeki dükkânlar genelde sıradan marketler, tamirhaneler, yemek yerleri ve meyve tezgâhlarıydı. Kalabalık sokaklarda insanlar üst üste yürüyordu; yağmurdan kalan su birikintileri ve çamur yolları daha da karmaşık hale getirmişti. Araçlar ve motosikletler birbirine karışmış, kaotik bir trafik vardı. Ana caddelerde bir tane bile trafik lambası yoktu. Az sayıda trafik polisi, araç ve insan kalabalığını güç bela yönlendiriyordu. En çok dikkatimi çeken şey ise neredeyse her motosikletin arkasında 3-4 çocuğun oturmasıydı—bu durum Yemen’deki yüksek doğum oranını ve genç nüfus ağırlığını gözler önüne seriyordu.
Sada’da geçirdiğimiz gece ise pek sakin değildi. Ev sahiplerimiz gece kapımızı çalıp ihtiyacımız olan temizlik ürünlerini sordular. Nazikçe hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını söyledik ve bir daha rahatsız edilmek istemediğimizi ima ettik. Ama gece yarısı tekrar geldiler, hiç açılmamış pijama ve temizlik malzemeleriyle dolu büyük bir torba getirdiler—bu bizi oldukça duygulandırdı. Gece derin uykudayken üçüncü kez kapıyı çaldılar ve kapının önüne sıcak gözleme, nohut ezmesi, haşlanmış yumurta, içecekler ve su dolu koca bir tepsi kahvaltı bıraktılar…
27’si öğle saatlerinde, iftar sonrası şekerlemesini yapmış olan ev sahibimiz otel lobisinde rahatça göründü ve bize “birdenbire” 70 kilometre uzaktaki, Sada vilayetinin kuzey sınırındaki Maran kasabasına gideceğimizi söyledi. Burası, Husi hareketinin kurucusu Hüseyin’in memleketiydi. Bu, bizim için hoş bir sürprizdi. Hemen Toyota arazi araçlarına binip, Sada şehrinden geçerek Suudi Arabistan’a komşu olan vilayetin kuzey dağlarına doğru yola çıktık.
Bir haftadır tüm programlarımız son dakika bildiriliyordu. Kiminle görüşeceğimiz bile önceden açıklanmıyordu. Hatta şoförler bile sadece “takip et” talimatı alıyor, bir sonraki durağın neresi olduğunu bilmiyorlardı. Savaş ortamı ve İsrail ile ABD’nin Husi liderlerine yönelik açık suikast tehditleri nedeniyle, güzergâhın gizli tutulması hem ev sahiplerimizin hem de biz yabancı misafirlerin güvenliği içindi. Bunu tamamen anlayışla karşıladık ve “misafir, ev sahibine uyar” ilkesine sadık kaldık.
Sada’nın kuzeyine doğru ilerlerken 70 kilometrelik yol adeta dağların aşılması gibiydi. Yolculuk ilerledikçe dağlar yükseldi, yollar dikleşti. Dağ yollarının kalitesi, ülkemizdeki eyalet yollarıyla yarışacak düzeydeydi; fakat yine de kıvrımlı ve dolambaçlıydı; tek yön iki saat sürdü. Sana-Sada otoyolunun yarı tepeli, yarı çöl görünümlü doğal manzarasından farklı olarak, bu dağ yolunda geniş yeşil alanlar, teraslı tarlalar, seyrek ağaçlar, hatta derecikler ve küçük barajlar görmek mümkündü. Bu da, Sada’nın kuzeyinin tarım açısından daha gelişmiş, fakat hâlâ büyük ölçüde kendi kendine yeten doğal ekonomi düzeyinde olduğunu gösteriyordu.
Husi hareketinin doğduğu yer olan Maran kasabasına—yani Hüseyin’in isyan başlattığı yere—yaklaştıkça, manzara doğu-batı yönünde sıralanan dik ve uzun dağ sıralarına dönüştü. Her tepenin üzerinde 3 ila 5 tane, yaklaşık 10 metre yüksekliğinde, tipik Yemen toprak binaları vardı. Maran çevresindeki dağlar birbiri ardına uzanıyor, bu toprak binalar birbirini çağırır gibi dağ tepelerinde sıralanıyordu. Ortaya çıkan görüntü, adeta bir “mini Çin Seddi” etkisi yaratıyordu. Bu sahne, eskiden ateşle uyarıların iletildiği, yüzlerce kilometreye yayılan işaret sistemlerini hatırlatıyordu.
Bu “seddin” eteklerinde ise sıra sıra dizilmiş toprak binalar vardı. Bunlar hem çiftçiler için doğaya karşı korunaklı bir yaşam alanıydı, hem de dış tehditlere karşı sağlam bir sığınaktı. Anavatan ve komşu ülkelerin güç merkezlerinden uzak, dağlık ve ulaşılması zor bu bölge, gerilla savaşı için oldukça elverişliydi. Husi hareketi işte bu coğrafyada doğdu, büyüdü, inişler çıkışlar yaşadı ve Yemen’in kuzeybatı köşesinden tüm ülkeye yayıldı.
Sonunda, Suudi Arabistan’ın güneybatı sınırına 20 kilometre uzaklıkta, Cizan ve Necran bölgeleriyle sınırda olan bu dağlık çıkıntıda yer alan Maran’a ulaştık. Dağlarla çevrili, manzarası oldukça güzel olan bu küçük kasaba, Hüseyin’in memleketi ve ebedî istirahatgâhıydı.
Husi güçleri burada, kartal gagasına benzeyen bir zirvede süt beyazı taşlardan oluşan görkemli bir “Şehitler Mezarlığı” inşa etmiş. Aynı zamanda kasabanın en geniş ve düz tepesine—yaklaşık 1000 metrekarelik bir alana—beyaz mermerden büyük bir “Hüseyin Türbesi” meydanı yapılmış. Ortada, Kur’an ayetleriyle süslenmiş, özenle yapılmış dikdörtgen bir tabut yer alıyor. Mezarlığın bulunduğu yamaçta, yüzlerce basamaktan oluşan bir merdiven aşağıya doğru kıvrılıyor. Bu yol üzerinde başka bir mezarlık ve Hüseyin’in “devrim yaparken” hükümet askerlerinden saklandığı mağara da ziyaretçilere açılmış.
Bize eşlik eden eski Enformasyon Bakanı Şami, Hüseyin’in hayatını ve Husi hareketinin efsanelerini tüm canlılığıyla anlattı. Özellikle 2004–2010 yılları arasındaki “ilk savaş” döneminde Husi güçleriyle hükümet ordusu arasındaki ölüm kalım mücadelesini ve bu süreçte öne çıkan kilit kişileri detaylıca aktardı.
Şami’nin özellikle vurguladığı bir şey vardı: Husi hareketi, kinle ve intikamla hareket eden bir yapı değildi. Aşiretçilikten uzak, bağışlayıcı bir yaklaşımları vardı. Eskiden doğrudan çatıştıkları düşmanlarıyla, çatışmalar sonrası barışıp aynı yönetimde çalışmaya başlamışlardı. Bize eşlik eden Husi yetkililerin hiçbiri Sada’lı değildi; hepsi Sana, İbb, Marib gibi farklı hatta uzak vilayetlerden gelmişti. Daha önce birkaç kez görüştüğüm eski Husi Başbakanı Habtur da Adenlidir ve Aden Valiliği yapmış—bu da onun büyük ihtimalle Sünni olduğunu gösteriyor.
Husi arkadaşlarım bana mezhebe veya bölgeye göre ayrım yapmadıklarını, “Yemen tek ailedir” anlayışını benimsediklerini söylediler. Husi hareketinin Yemen’in kuzeybatısını aşarak ülkenin yarısından fazlasını kontrol altına alması, böyle kapsayıcı bir tutum olmadan mümkün olmazdı.
1962 yılında Kuzey Yemen’de cumhuriyetçi bir devrim patlak verdi ve 1000 yılı aşkın süredir devam eden Zeydi imamlık teokratik yönetimi sona erdi. Ardından, iktidarı kaybeden Zeydi elitleri ve halkı, ülke içindeki seküler cumhuriyetçilikle dışarıdan desteklenen Suudi kökenli Sünni Selefiliğin çifte baskısı altında kaldı ve giderek marjinalleştirildi.
1992 yılında, “Zeydiliği yeniden canlandırmak” amacıyla Sada’lı din adamı Hüseyin “İnanan Gençlik” adlı örgütü kurdu. Medreseler ve vaazlar yoluyla dini ve siyasi fikirlerini yaymaya başladı. İçeride Salih liderliğindeki cumhuriyet rejimine karşı çıktı, dışarıda ise Suudi ideolojik yayılmasına direndi. Ayrıca İran tarzı bir İslami yönetim kurmayı planladı.
1994’te, Yemen’in birleşmesinden dört yıl sonra iç savaş çıktı. Aynı büyük aşiret olan Haşid’e mensup Hüseyin, aşiret çıkarları ve siyasi hesaplarla Salih hükümetine destek verdi, Sada aşiretleriyle birlikte güneydeki isyanı bastırmaya yardım etti. Bu sayede etkisini artırdı.
2001’den sonra ABD’nin Afganistan ve Irak savaşlarını başlatmasıyla, Salih hükümeti ABD’ye yakın bir dış politikaya yöneldi, Afganistan ve Irak’a asker gönderdi. Husi hareketi uluslararası terörizmi desteklemese de, anti-Amerikan ve anti-Siyonist bir ideolojiye sahipti; İslam topraklarını kurtarmayı ve İslam’ı yeniden yüceltmeyi hedefliyordu. Böylece taraflar yeniden düşman oldu.
2004’te Husi güçleri ile hükümet arasında 6 yıl sürecek bir iç savaş başladı. Hüseyin savaşın başında hayatını kaybetti. Ardılları, “İnanan Gençlik”in adını “Husiler” olarak değiştirdi ve Hüseyin’in mücadelesine devam etmeye ant içti. Nihayetinde, 2010 yılında Suudi Arabistan’ın arabuluculuğuyla ateşkes sağlandı.
2011’de Arap Baharı Yemen’i de etkisi altına aldı. Ülke siyasi kaosa sürüklendi. Hem halkın hem ordunun desteğini kaybeden, Haşid aşireti tarafından da terk edilen Salih istifa etmek zorunda kaldı. Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin desteğiyle, güneyli grupların ağırlıkta olduğu Hadi hükümeti kuruldu.
2014’te federatif sistem planları yapılırken, Husi hareketi, haklarının yeterince güvence altına alınmadığını öne sürerek tekrar ayaklandı. Hızla başkente girip yönetimi ele geçirdiler. Üçüncü kez Salih ile iş birliği yaparak Hadi hükümetinin yerine geçen paralel bir yönetim ve yasama yapısı kurdular. Hadi ise Suudi Arabistan’a kaçmak zorunda kaldı.
2015’in 25 Mart’ında Suudi Arabistan öncülüğünde 10 Arap ve İslam ülkesinden oluşan bir “onlu koalisyon” kuruldu ve 26 Mart’ta Husi hedeflerine hava saldırıları başlatılarak Yemen iç savaşında yeni bir aşamaya girildi. Husi güçleri, Suudi Arabistan’ı, onun bölgesel müttefiklerini ve arkasındaki Batılı destekçisi ABD’yi açık düşman ilan etti. Ertesi yıl, Ürdün gibi ülkelerin arabuluculuğunda barış görüşmeleri başladı.
2017’de, Salih kişisel çıkarlar peşinde açıkça barıştan yana tutum alınca Husiler onu “düşmanla iş birliği” yapmakla suçladı. Ayrıca askeri komuta üzerinde yaşanan çekişme gerginliği artırdı. Sonunda Salih, Sana’dan ayrılıp memleketine dönerken Husiler tarafından yakalandı ve olay yerinde infaz edildi.
2023’e gelindiğinde, Husi hareketi artık güçlü bir askeri yapıya kavuşmuş ve ülkenin yarısını kontrol eden bir güç haline gelmişti. Hüseyin’in anti-Amerikan ve anti-İsrail ideolojisini ülke dışına taşıyarak ilk kez Filistin-İsrail çatışmasına müdahil oldu. “Direniş Ekseni”nin sağlam bir halkası haline geldi. Kızıldeniz’de cephe açtı, İsrail’i hedef aldı ve hatta İsrail topraklarına doğrudan hava saldırıları düzenledi. Bunun üzerine ABD, İngiltere ve diğer Batılı ülkelerden askeri karşılık geldi…
27’si akşamı, Sada’da iftar yemeğinden sonra, Husilerin ana karargâhına yaptığımız yüzeysel keşif turunu tamamlayıp gece yarısı Sana’ya doğru yola çıktık. Yolculuk yaklaşık dört saat sürdü. Yol boyunca hiçbir sokak lambası yoktu; genç şoför tamamen yol bilgisine dayanarak ilerledi. Tüm gün araç kullandığı için, dikkati dağılır mı diye endişelendik. Fakat Yemenlilerin kendine özgü yöntemleri var: hem şoför hem de ön koltuktaki koruma, uyanık kalmak için sürekli gat yaprağı çiğniyordu; ikisi de savaş tecrübesine sahipti. Koruma henüz 23 yaşındaydı ama 5 yıllık cephe deneyimi vardı.
Biz Sana’dayken, medyada ABD ve İngiltere’nin Sana Uluslararası Havalimanı ve diğer hedeflere yeniden hava saldırısı düzenlediği bildirildi. Gece yarısından sonra gürültülü Sana şehrine döndük, otele yerleştik, henüz 30 dakika bile geçmemişti ki WeChat’ten aileye haber veriyordum. Derken berrak gece gökyüzünde bir dizi bomba patlaması sesi duyuldu. Ardından F-16 savaş uçaklarının daireler çizerek uçtuğu sesler ve arada bir duyulan uçaksavar ateşi… Gazze ve Bağdat cephelerinden edindiğim tecrübe sayesinde, sadece seslerden hangi savaş uçağı, füze, bomba ya da mermi olduğunu neredeyse anlayabiliyorum. O an ilk tepkim: “Amerikan hava saldırısı.” Bu, Yemen’e geldiğimden beri ABD’nin saldırısına ilk kez bu kadar doğrudan tanık oluşumdu.
29’unda planlandığı gibi Yemen’den ayrıldım. Henüz yeni tanıştığım, fazla da aşina olmadığım Husi hareketine veda ettim. Oysa Husiler artık “Direniş Ekseni”nin kilit bir parçası haline gelmiş ve Ortadoğu sahnesinde son derece önemli bir aktör konumuna yükselmiş durumda. Bu Orta Doğu’nun siyasi “yıldızı” ya da “bir anda parlayan yeni zengin” diyebileceğimiz gayriresmî aktör, Yemen’in sefalet içindeki durumu ve sokaklarda hayatta kalmaya çalışan fakir halkı bir kenara bırakmış; kendini “Filistin’i kurtarmanın” öncüsü ve temel direği olarak konumlandırmış durumda.
Bana göre, Filistin bayrağını bu kadar yüksek sesle taşımasının amacı, pan-İslamizm ve pan-Arap milliyetçiliği gibi iki büyük ideolojik bayrak altında kendini korumak; özellikle Kızıldeniz ve Doğu Akdeniz’de yarattığı çalkantı yoluyla, ülke içinde, bölgede ve uluslararası alanda daha geniş bir meşruiyet elde etmek. Nihai hedefi ise uluslararası toplumu, onu Yemen’in tek meşru temsilcisi olarak tanımaya zorlamak ya da en azından bir koalisyon hükümeti kurulurken söz sahibi ve belirleyici aktör olarak kabul ettirmek.
Bu seyahat her şeyi kazandığım bir deneyim olmadı belki, ama yine de çok şey kattı; hatta bazı sürpriz kazanımlar bile oldu. Fakat bazı eksikler de göz ardı edilemezdi. Ne kadar başvuru yaptıysak da, cephe hattına gitme, Husi askerlerini, teçhizatlarını veya kamplarını görme fırsatımız olmadı. Hüseyin’in kardeşi ve mirasçısı olan, hareketin en üst lideri Abdülmelik el-Husi ile görüşemedik. Husilerin kontrolündeki önemli Kızıldeniz liman şehri Hudeyde’yi ziyaret etme imkânımız da olmadı. Aden, Taiz gibi Husi karşıtı güçlerin elindeki şehirlerde ise kapsamlı bir inceleme yapmak zaten söz konusu değildi.
Tüm gezimin organizasyonunu yapan Husi “başbakanının” danışmanı Fuad beni teselli ederek, “Sorun değil, seneye tekrar gelin. Sizi Aden’e de götürürüz, gitmek istediğiniz her yere götürürüz,” dedi. Bu söz sadece onun kişisel dileği değildi; aynı zamanda Husi hareketinin Yemen’in tamamını kontrol altına alma hayalinin bir ifadesiydi.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Husiler’in Savaşı: “Altıncı Orta Doğu Savaşı” ve Filistin Anlatısı
Görüş
Hindistan ticaret savaşının kazananı olabilir mi?

Donald Trump’ın başlattığı yeni küresel ticaret savaşının yankıları sürüyor. Nisan başında dünya çapındaki ülkelere yüzde 10 ile yüzde 49’a varan oranlarda değişen “karşılıklı tarifeler” duyurmuştu. Bu durumda hemen hemen tüm ülkeler Amerika’ya mal sattıklarında yüzde 10 tarife ile karşı karşıya kalacaktı. Ancak Hindistan da dahil olmak üzere bazı belirli ülkeler özel tarife şoku yaşamıştı. Çin’e, örneğin, yüzde 34 tarife koyan Trump, diğer bazı Asya ülkeleri, örneğin Vietnam, Kamboçya, Sri Lanka ve Laos için yüzde 40 üzeri, neredeyse yüzde 50’ye yakın bir tarife duyururken Hindistan için ise bu tarife yüzde 26 idi. Yani, binlerce mal üzerindeki tarifeyi düşüren, 23 milyar dolarlık ithalatın yarısına tarife indirimi tavsiye eden, ticaret görüşmelerine başlayan, ithalatı 3 milyar dolar artıran ve 40 milyar dolar üzeri yatırım ile yaklaşık neredeyse 500 bin iş olanağı yaratan Yeni Delhi de yüzde 26’lık (indirimli) Trump tarifesinden kaçamamıştı.
Tarifeler, bir ülkenin başka bir ülkeden ithal ettiği mallara uyguladığı vergilerdir. Donald Trump, Amerikan mallarının ticaret ortakları tarafından haksız yere tarifelendirildiğine ve bunun da Amerikan şirketlerine zarar verdiğine inanıyor. Bu nedenle ki oyun alanını eşitlemek için bu tartışmalı yeni tarifeleri duyurmuştu ki yüzde 125’lik bir misillemede bulunan Çin’e uyguladığı gümrük vergilerini yüzde 145’e (ki bugün -16 Nisan- itibarıyla da yüzde 245’e yükselttiğini duyurdu) çıkarırken dünyanın geri kalanına 90 günlük bir ara vererek ticaret savaşına açıklık getirdi. Evet, Trump’ın ticaret savaşı artık Amerika ve Çin arasındaki bir düello. Ki şimdilerde Çin Devlet Başkanı Xi Jinping de Trump tarifelerine karşı önlem almak için Güneydoğu Asya turunda. Filler tepişirken çimenler ezilir. Evet, biliyorum; fil, Hindistan için favori bir metafor ancak bu düelloda soru şu: Hindistan çimen mi olacak? Veya alternatif soru ise şu: Bu ikilinin arasındaki düelloda büyük bir bir salıncak ülke olarak kazanan mı olacak? Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Açıkçası, Amerika ve Çin’in bu düellosu tüm salıncak ülkeler için birçok olasılık açtı ama Yeni Delhi bunların en büyüklerinden ve en önemlilerinden ve açıkçası Delhi’nin ticaretteki en büyük rakibi Pekin’e karşı daha avantajlı bir konumda gibi görünüyor. Ve kazanan olabilmesi için ise kendini o Kovid dönemi reform fikrine yeniden adaması gerekiyor.
Krizleri değerlendirmek çoğu zaman ucuz bir şey gibi gözükse de bu, dünya politikasında genellikle rasyonel bir yaklaşım. Ancak Delhi son zamanlarda bu tür fırsatları tam olarak değerlendiremedi: Özellikle Kovid’in ardından vaat edilenlerin çoğu havada kaldı, reformist tarım yasaları ve iş kanunlarında dişe dokunur bir sonuç ortaya konmadı. Örneğin, Başbakan Narendra Modi 2021’de hükümetin stratejik olanlar hariç tüm iş alanlarını kayıtsız şartsız özel sektöre devredeceğini söylemişti ancak 2017’den beri devam eden Air India satışı dışında herhangi bir özelleştirmeden hiç söz edilmedi. Ülkede uzun zamandır beklenen reform konusundan hala ses yok. Hindistan hükümeti, iki fikir etrafında yeni bir ekonomik gündem önermişti: Atmanirbhar (kendi kendine yeterlik) ve Make in India (yerli üretim modeli). Bu ekonomik gündem kapsamında ise üretim bağlantılı teşviklere büyük miktarlar tahsis edilmiş ve iş yapma kolaylığı vaat edilmişti. İlki kısmen hayata geçti çünkü üretim durgunlaştı. Ancak bazı üretim bağlantılı teşvikler alındı ki bunun en belirgin olanı iPhone’lar için. ABD-Çin ticaret savaşının ortasında bu, Yeni Delhi’nin elini yükseltebilir. Apple artık üretimini Çin’den Hindistan’a kaydırmaya başlayabilir. Bu en azından Çin’e karşı artı birin iyi bir örneği. Ki Tayvan merkezli Foxconn halihazırda Çin’deki fabrikalarının bir kısmını Hindistan’a taşıdı ve iPhone üretimine başladı. İş yapma kolaylığı söz konusu olduğunda ise evet, Hindistan’ın sıralaması yükseldi, ancak kaplumbağa hızında.
En azından, Trump tarifeleri göz önüne alındığında, Yeni Delhi’nin Çin’in rekabet edemeyeceği Amerika pazarları için yapabileceği şeyler olabilir. Apple telefonları ilk örnek, demiştik. Ancak Pekin’in Amerika’ya ihraç ettiği ürünlerin listesine göz gezdirdiğinizde, teklif edilen onlarca milyar değerinde ihracat olasılığının olacağını tahmin etmek güç değil. Sorular şunlar: Hindistan bu düelloyu kendi yararına çevirmek için ne kadar sürede yeni üretim ortaya koyabilir? Gümrük vergileri büyük ölçüde azaltılırsa, Hint üretimi hayatta kalmaya yetecek kadar sağlam mı? Ve Hint hükümeti bunu sağlamak için ne yapmayı düşünüyor? Sübvansiyonlar ilk akla gelen şey olsa da pahalıya patlar ve Trump bunları haksız bulup reddedebilir ki ABD Ticaret Temsilciliği ofisinin bu konudaki görüşünü aynen iletiyorum: “Hindistan, kredi sübvansiyonları, borç muafiyetleri, mahsul sigortası ve hem merkezi hükümet hem de eyalet hükümeti düzeylerinde girdi sübvansiyonları (gübre, yakıt, elektrik ve tohum gibi) dahil olmak üzere tarım sektörüne geniş bir yelpazede sübvansiyon ve destek sağlamaktadır. Hükümet için önemli bir maliyeti olan bu sübvansiyonlar, Hindistan’ın üreticileri için üretim maliyetini düşürür ve ithal ürünlerin rekabet ettiği pazarı bozma potansiyeline sahiptir.”
Neyse, Amerika genelde gümrüksüz bir ekonomiydi ki bu, Delhi’ye 45 milyar dolarlık mal fazlası sağlar. Amerika’nın Hindistan’a ihraç edebileceği çok az şey ürettiği de bir gerçek. İhracat sepetinde ilk iki sırada mineral yağlar ve değerli taşlar yer alıyor. Üretilmiş gözüken şeyler, makineler ve cihazlar, elektrikli, optik ekipmanlar, 8 milyar doların altında bir değere sahip. Buna karşılık, Hindistan, elektrik ve ilaç ürünleri ihraç ediyor ki bunlar ihracat listesindeki ilk iki ürün ve bu ürünlerin değeri üç katından fazla, 26,5 milyar dolar. Delhi’nin Amerika’dan satın aldığı geri kalan kısmın çoğu tarımsal ürünler. Tam da Trump’ın yükseltmek istediği şey. Bu doğrudan onun çiftçi tabanını da besler. Cevizden yenilebilir yağa kadar Delhi’nin çiftliklerde yetiştirdiği her şey önemli oranlarda gümrüklenir. Balık, et ve süt ürünleri o kadar yüksek vergilendirilir ki Amerika’nın ihracat yapması neredeyse imkansız. Ve Amerika’nın ihraç edilebilir fazlalıklarda ürettiği tek şey bu.
Ticaret meselesi neredeyse tamamen imalat ve tarım ürünleri ile sınırlı olacak gibi gözüküyor ki bu, Hindistan’ın Amerika’ya yaptığı ihracatın yaklaşık yüzde 40’ını oluşturan hizmetlerin sayılmadığı anlamına geliyor. Hiçbiri sınırı geçmediği için bunlar gümrük vergisine tabi değil. Yazıda bir yerlerde, binlerce mal üzerindeki tarifeyi düşüren Delhi de Trump tarifesinden kaçamadı, demiştim. Tarım, Trump için kritik öneme sahip ve Delhi, tarımı arka plana atarak, makinelere, kazanlara, elektronik cihazlara ve değerli taşlara uygulanan vergileri düşürerek, işi yürütemeyeceğini anlamış olmalıdır, sanıyorum. ABD Ticaret Temsilciliği’nin farklı ülkelerin kısıtlayıcı uygulamaları hakkındaki raporunda Hindistan bölümüne göz atarsanız, tarım ürünlerinin tarife dışı engel olarak işaretlendiğini görebilirsiniz. Ayrıca, Hindistan’ın önemli bir ortak olduğu, Modi ile Trump arasındaki kişisel dostluğun Delhi’ye özel bir muafiyet getireceği fikri de sık sık düşünülür veya tekrarlanır; ancak diğer müttefiklerine tutumuna bakınca, Trump’ın böyle düşündüğünü hiç sanmıyorum. Trump sert oynuyor ve kuvvetle muhtemel sert oynayacak. Tarım dışı mallara uygulanan gümrük vergilerini düşürmek, işin kolay yanıydı. Ancak, Delhi’nin geleneksel güvensizlikleri ve korumacılığını dikkate alırsak, Hindistan, süt ve et ithalatına açılabilir mi, örneğin? Dahası, süt ve süt ürünleri veya et üretimi kendine yeterli mi? Delhi’nin üretim korumacılığı ve tarıma ilişkin tarihi tereddütleri dikkate alınırsa, işi zor gözüküyor. Belki de Delhi için Kovid krizinde kaçırılan tarım reformları fırsatı ikinci bir şansı hak ediyordur ve belki de en iyi dostunun ve en kötü rakibinin kozlarını paylaşmakta olduğu bu süper güç ticaret savaşı, bunun tam zamanı olduğunu söylüyordur.
En hızlı büyüyen büyük ekonomi veya beşinci en büyük ve yakında Japonya ve Almanya’yı geride bırakarak üçüncü olacak gibi retorikler ve son on yıldır geleceği söylenen ancak henüz gerçekleşmeyen -hatta geriye gitmediyse dahi- bir üretim devrimi söylemi, elbette bir şeydir. Ancak, 90’ların başında zorlukla kazanılan ekonomik özgürlüklerden uzaklaştığı görülen Yeni Delhi, büyümeyi tepeden inmeci yöntem ile getirebilecekleri inancına geri dönmüş gibi gözüküyor. Son on yılda daha yüksek tarifelerin geri döndüğü görülüyor. Dünyanın en pahalı çeliğini Hindistan’dan satın alıyor olabilirsiniz, örneğin. 90’ların sonunda dönemin maliye bakanı tarifelerini neredeyse ASEAN düzeylerine getirdiğini söylemişti. Giderek daha güçlü oligarklar pazar payını ve sektörleri bölüşüyor. İşe yarıyor mu peki? Devlet himayesinin Hindistan’ı bir üretim ve ihracat ütopyasına götüreceği fikri hayata geçiyor mu? Hükümet verilerine bir göz atın: Delhi’nin Çin’den kaçıştan faydalanmak için stratejik öneme sahip sektörlere 26 milyar dolardan fazla yatırım yaptığı Make in India yerli üretim modeline karşın üretimin Hint ekonomisindeki payı, hizmet ve tarım sektörüne kıyasla geriledi. Ya da Make in India atılımının 10 yıllık döneminden sonra, 2023-24’te Hindistan’ın GSYİH’sindeki imalat payının 2013-14’teki ile tam olarak aynı olduğunu görürsünüz; yüzde 17,3. Ki bu yıl daha da düşük olma eğiliminde. Üretimin iş yaratmaya katkısı ise 2022-23’te 2013-14’e kıyasla biraz daha düşüktü; 2022-23’te yüzde 10,6 iken 2013-14’te yüzde 11,6 idi. Dahası, akıllı telefon üretimindeki gerçek başarı kutlanmayı hak ediyor olabilir, ancak GSYİH’sındaki ihracat payı 2013-14’teki yüzde 25’ten şu anda yüzde 22,7’ye düştü. Ki buna bağlı olarak Delhi’nin küresel ihracattaki payının büyüme hızı da yavaşladı.
Lobicilik faaliyetleri ile bilinen Delhi merkezli iş insanı ve iktidardan meclis üyesi Praveen Khandelwal, Çin’den Amerika’ya ithalata uygulanan yüksek verginin Hindistan’ın ticaret ve sanayisi için önemli bir fırsat sunduğunu ve elektronik, otomobil parçaları, tekstil ve kimyasallar dahil olmak üzere çoğu sektörde Pekin’e karşı bu avantajı kullanmak istediklerini söylüyor olabilir; ancak Delhi hem parça ve ekipman için Pekin’e bağımlı hem kalifiye eleman bakımından yetersiz, ayrıca hem de Delhi’nin Pekin ile rekabet halinde olduğu pek çok sektörde teşvik programları da yetersiz. Hint ekonomisinden beş kat daha büyük Çin ekonomisi hala zorlu bir rakip… Hindistan’ın durumunda, Trump tarifeleri yumuşatılabilir, hatta belki de tamamen kaldırılabilir (?); ancak karşılığında Delhi’nin daha önceki bir yazımda sözünü ettiğim “minik tavizlerden” daha fazlasını sunması gerekebilir veya Amerika’nın “minik kazanımlardan” daha fazlasını beklediği açık. Özel tarife şoku yaşayan diğer ülkeler 90 günlük erteleme süresinde karşılıklı tarifelerde indirim yapılması için müzakerelere girmeye çalışırken Yeni Delhi zaten bir süredir Amerika ile müzakere masasında, ancak bu kez Trump zorlu bir dost… Hint stratejik kırılganlığının ölçeğini zaman gösterecek…
Görüş
Antalya’dan notlar: En azından diyalog var!

Antalya Diplomasi Forumu’nda (ADF) Harici ekibi olarak geçirdiğimiz üç günün ardından Hem Türk dış politikasının hem de dünyanın gidişatına dair kritik izlenimler edinerek döndüm. Jeffrey Sachs’ın gündem olan “Suriye ABD-İsrail projesiydi” cümlelerinin dışında ortalığı kasıp kavuran söylemlerden ziyade forumun en can alıcı noktası bir araya gelmesi zor olan, diyalog kuracak ortam bulamayan küresel ve bölgesel aktörlerin çok kutuplu dünyada iki çift laf edebilecekleri bir kutup olarak Türkiye’yi görmesi oldu. Katılımcıların sayısı ve düzeyi, Türkiye’nin iş yapmak istediği ve Türkiye’yle iş yapmak isteyen ülkeleri daha iyi anlamamızı sağladı. Balkanlardan Kafkaslara, Afrika’dan Asya’ya bir çok ülkenin bakanı ve hatta devlet başkanı kendisini “aynı cephede” bulunmayan mevkidaşlarıyla birer çay içerken bulmuştu. Bu, ADF’yi küresel çaptaki benzer diplomatik zirvelerden ayrı bir noktada tutuyor.
Çok kutupluluğun yeni kutbu
Hangi panele katılsak ana temanın “çok kutupluluk” olduğu barizdi. Ekonomi politikalarından yapay zekaya, savaştan ticari partner arayışına bütün tartışmalar Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren devam eden tek kutuplu dünyanın dağılışı ve 19. yüzyıl benzeri jeopolitik temelli dış politikanın günümüzde nasıl karşılık bulacağı üzerineydi. Ancak Davos’un veya bir BRICS zirvesinin aksine farklı yönleri tercih etmiş çok devlet bu forumda söz hakkı buldu.
Mesela “yabancı ajan” yasasıyla gündeme gelen ve ülkesinin yolunu Avrupa Birliği’nden uzaklaştırdığı gerekçesiyle protestolarla karşılaşan Gürcistan Başbakanı Irakli Kobakidze, AB’ye girmenin ne kadar güzel ve kolay bir şey olacağını anlatan Karadağ Cumhurbaşkanı Jakov Milatoviç ile yan yana oturuyordu. Biz alt katta milisleri Suriye İç Savaşı’nda Esad’ın yanında savaşan İran heyetinden röportaj isterken Suriye’de Esad’ı deviren Ahmet Şara yalnızca bir kaç adım ötede hemen yanımızdan geçti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov Ukraynalı mevkidaşından sadece bir kaç saat sonra karşı odada konuşma yaptı. Hatta Ermenistan ve Azerbaycan Dışişleri Bakanları birlikte panel bile düzenlediler.
İşte böyle bir sahneye dünyanın çok yerinde rastlamak söz konusu değil. Dünyanın ticari ya da askeri açıdan çatışmalara gebe olduğu bu dönemde herkesin ihtiyaç duyduğu bir anda diyalog başlatabileceği bir nokta olarak tanınmak Türk hariciyesi için büyük bir avantajdır. Bölgesel ve küresel çıkarlarımızı diğer devletlerle tartıştığımızda Türkiye’yi küstürmenin bedelinin böylesi bir diplomatik orta noktadan uzak kalmak olacağı bize tüm istişarelerde artı puan olarak yazacaktır.
Dahası, Balkanlar, Afrika, Kafkaslar ve Orta Asya temelindeki katılımın yoğunluğu Türkiye’nin Batı veya BRICS ekseninin dışında oluşabilecek daha ufak kutuplardan biri olma arzusu içinde olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin Batı’daki bir çok devletin aksine çok kutupluluğu erken fark edip kendini buna göre konumlandırması bir artı olsa da her şey bu kadar pozitif değil. AB’nin güvenlik açısından ciddi zafiyet yaşadığı bu dönemde Türkiye ile olan ilişkisi ciddi önem kazansa da forum sırasında Azerbaycan ve Türkiye dışındaki Türk devletlerinin KKTC konusunda AB’nin isteklerine boyun eğmesi hem üzücü hem de şaşırtıcıydı. Rusya’yla ettiği kavga sonrası enerji açlığı yaşayan ve endüstrilerini küçülmesini izleyen AB devletleri, çözümü Orta Asya’ya yoğunlaşmakta bulmuş, bu çaresiz konumlarına rağmen sadece bir yatırım sözüyle Kazakistan’ın Güney Kıbrıs’ta büyükelçilik açmasını, Türkmenistan ve Özbekistan’ın ise GKRY’nin sözde toprak bütünlüğüne saygı duyduğunu açıklamasını sağlamıştı. Türkiye’nin, jeopolitik manada elinin kuvvetli olduğu bir dönemde AB’den böylesi bir “gol yemesi” edindiğimiz avantajları ne kadar kullanabildiğimizi tartışmaya açtı.
Tabii bunun yanında bir de Gazze meselesi var. Netanyahu’nun bazı büyük devletlerin Trump’ın Filistinlileri Gazze’den kovma planına ikna edileceği iddiası forum öncesi gözleri Türkiye’ye çevirmişti. Ancak forumun genelinde Gazze meselesi en çok konuşulan konulardan bir oldu. Konunun gündemde tutulması umut verici olsa da Trump ve Netanyahu’nun Gazzeliler adına facia planı gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği hala belirsizliğini koruyor.
Göze çarpan önemli detaylardan birisi Batı Avrupalı veya Amerikalıların ADF’ye pek katılım göstermemesiydi. İngiltere’den Kuzey Amerika ve Avrupa’dan sorumlu bakan Stephen Doughty katılım gösterse de kolektif Batı olarak bildiğimiz cephenin ADF’ye pek heyecanlanmadığını söylemek gerekir. Tabii onların başı biraz kalabalık. Forum öncesi ortalığı karıştıran Trump vergileri ADF’nin de ana konularından biri oldu. Neredeyse saat başı karşılıklı olarak açıklanan gümrük vergileri katılımcı bakan ve devlet başkanlarını epey zor durumda bırakmıştı. Birçoğu ülkesinin vergilerden ağır hasar almayacağını umsa da küresel ticaretin durma noktasına gelebileceğini vurguladı.
Jeffrey Sachs da Trump’ın vergi politikasını ağır eleştirenlerden birisiydi. Sachs’a Trump’ın politikasının, ABD’nin yıllar önce küreselleşme bahanesiyle yurtdışına gönderdiği endüstrileri geri getirmeyi başarıp başaramayacağını sordum. Sachs, endüstrileri getirmenin yolunun 150 ülkeye vergi getirmek değil, ülke içinde şirketleri motive edecek atılımlarda bulunmak olduğunu söyledi. Ayrıca ABD’nin Çin gibi ülkelerle savaşmak zorunda olmadığını söyledi. Sachs belki de en kilit cümleyi burada söylemişti.
“Ne güzel ki diplomasi ucuz bir şey. İşte bu yüzden Antalya Diplomasi Forumu’ndayız, Antalya Askeri Forumu’nda değil!”
İsrail’in Gazze katliamları, Trump’ın gümrük vergileri, Ukrayna Savaşı’nın bitip bitmeyeceği derken dünyanın gidişatına dair karanlık bir görüntü ortaya çıkıyor. Ancak her şey bu kadar kötümser değil. Sergey Lavrov, konuşmasında alışkın olduğumuz kolektif Batı ifadesi yerini Avrupa ve İngiltere’ye bırakmıştı. Lavrov, Biden’a ve Obama’ya sataştığı bir iki nokta hariç ABD’ye yönelik sert bir söylemden kaçındı. Geçen yılın aksine bu sefer Rusça değil, İngilizce konuşmuştu. Anlaşılan o ki Rusya’nın artık İngilizce konuşanlara laf anlatmak gibi bir derdi var. Bu da bize şunu gösteriyor; dünyada ticaret savaşları, bölgesel krizler, İsrail’in soykırımları büyüyerek devam etse de küresel çapta nükleer savaş korkusuyla geçen son bir kaç yıla nazaran belki bir pozitif değişim mevcut; en azından artık diyalog var!
Görüş
ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi

9 Nisan’da ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’da basına yaptığı açıklamada İran’a bir son tarih verdiğini ve bu sürede yeni bir nükleer anlaşmaya varılmaması durumunda İran’a karşı kesinlikle askeri müdahalede bulunacaklarını açıkladı. Ayrıca İsrail’in de bu müdahaleye derin şekilde katılacağını ve “lider rolü” üstleneceğini söyledi. Görünen o ki “Trump 2.0” dönemi, İran’a yönelik tehditlerinde askeri bir ton kazandı; ancak genel olarak bu baskı, yayı germek ama tam çekmemek şeklinde tanımlanabilir. Bu aşırı baskı, yedi yıl önce ortaya atılan “Pompeo’nun 12 maddesini” yeniden gündeme getirebilir.
Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile görüştü. Bu görüşmeden sonra ABD, İran ile doğrudan müzakerelere başladığını duyurdu. İran Dışişleri Bakanı Araghchi ise 8 Nisan’da, 12 Nisan’da Umman’da dolaylı üst düzey görüşmeler yapılacağını doğruladı ama ABD’nin iddia ettiği “doğrudan müzakere”yi yalanladı.
Analistler, bu zirvenin yalnızca ikili ticaret tarifeleri ve Gazze meselesi değil, aynı zamanda İran nükleer krizi karşısında ortak tutum geliştirme konusunda da önemli olduğunu düşünüyor. Trump’ın sonrasında yaptığı açıklamalara bakılırsa, İsrail, İran’ın nükleer eşiği aşması durumunda (yani fiilen nükleer silah sahibi olması halinde) saldırı düzenleyerek nükleer tesisleri hedef alacak. ABD, askeri müdahaleyi bir “B Planı” olarak tutmak, önce müzakerelerle yoğun baskı kurmak, başarısızlık durumunda ise İsrail’e savaş için yeşil ışık yakmak niyetinde.
Uzun süredir ABD-İsrail tehditlerine alışkın olan İran, bu tür savaş şantajlarına pek prim vermiyor. İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan, İran’ın “nükleer silah peşinde olmadığını” yineledi ve ülkenin uzun vadede nükleer bilim ve enerjiye ihtiyacı olduğunu belirtti. İran dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, 10 Nisan’da sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı açıklamada, dış tehditlerin devam etmesi halinde İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’yla işbirliğini askıya alabileceğini ve denetçileri sınır dışı edebileceğini, ayrıca zenginleştirilmiş nükleer maddeleri güvenli iç bölgelere taşıyabileceğini belirtti.
“Trump 2.0” dönemi henüz 100 gün dolmadan tam güçle saldırıya geçti. “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” sloganı adına dünya ticaret ortaklarına savaş açarak küresel ticaret düzenini bozmayı hedefliyor. Küresel ticaret sistemini bozmak için “Pandora’nın kutusunu” açmaya çalışarak, tüm ticaret ortaklarını köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Şu an dünyadaki en büyük kaygı, Trump yönetiminin ekonomik zorbalığına maruz kalmamak. Bu yüzden jeopolitik çatışmalar geçici olarak arka planda kalmış gibi görünüyor.
Jeopolitik açıdan Trump’ın dönüşü, iki ana cepheye odaklanıyor: Rusya-Ukrayna savaşı ve Orta Doğu. Bu cephelerdeki temel hedef ise İran’ı dize getirmek. Bu nedenle Trump yönetiminin İran’a yönelik yeni politikası şekillenmekte; temel olarak tehdit ve zorlamaya, ikincil olarak ise diyalog ve müzakereye dayalı, adım adım baskının artırıldığı, kuşatma stratejisinin izlendiği bir yol izleniyor.
Şu anda Trump yönetimi, İsrail ile tam işbirliği içinde, “direniş ekseni”ni zayıflatma ve dağıtma sürecini sürdürüyor. Suriye rejimini devirmeye çalıştı, Hamas’ı ve Hizbullah’ı zayıflattı, Irak’taki halk direnişini susturdu. Şimdi Gazze’deki durumu toparlamaya ve Yemen’deki Husilere karşı askeri operasyonlarla İran’a baskıyı artırmaya çalışıyor. Nihai hedef, Trump liderliğindeki bir “Orta Doğu barışı”: Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini hızlandırmak, İran’ı yalnızlaştırmak ve bölgedeki en büyük Amerikan-İsrail karşıtı aktörü etkisizleştirmek.
Trump yönetimi bir süredir İsrail’i koşulsuz destekliyor. “Al-ver” zihniyetiyle “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi devralma” gibi söylemleri gündeme getirerek Arap ülkelerini İsrail’in lehine hareket etmeye zorluyor. Böylece “Hamas sonrası dönemi” başlatmayı, Filistin-İsrail çatışmasının siyasal ve jeopolitik yapısını değiştirmeyi hedefliyor. Diğer yandan, Kızıldeniz rotasının güvenliğini sağlama bahanesiyle Yemen’deki Husilere yönelik büyük çaplı saldırılar düzenleyerek İsrail’in vekil savaşçısı gibi hareket ediyor. Aynı zamanda İran-Husi ilişkisini artık işbirliği değil, “efendi-köle” ilişkisi olarak tanımlıyor ve bu şekilde İran’a karşı baskıyı meşrulaştırmaya çalışıyor.
İran nükleer meselesi konusunda Trump, ilk dönemine kıyasla daha sert bir savaşçı tutum sergiliyor. Açıkça “müzakereler başarısız olursa vururuz” diyerek İsrail’in savaş ateşini Basra Körfezi’ne taşımasına destek veriyor. ABD, İsrail ile birlikte İran’a yüksek düzeyde baskı uygularken, üç belirgin avantaja sahip:
Birincisi, İran bir yılı aşkın süredir süren “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nda ağır darbeler aldı; topyekûn savaştan kaçınma eşiği tamamen ortaya çıktı. “Direniş Ekseni” de dağılmış durumda.
İkincisi, ABD-Rusya ilişkileri büyük bir dönüşüm yaşadı. Rusya, Orta Doğu’daki diplomatik hezimetten sonra, şimdi dikkatini Ukrayna topraklarını ve maden kaynaklarını ABD ile paylaşmaya yöneltti.
Üçüncüsü, her ne kadar Rusya ile İran arasında hâlâ iyi ilişkiler olsa da, Rusya açıkça, İran saldırıya uğrarsa müdahale etmeyeceğini ilan etti.
Trump, 2017’de ilk kez başkan olduğunda, altı aylık gözlem ve pazarlığın ardından İran nükleer anlaşmasından çekildiğini açıkladı. O dönemde yazdığım analizde belirtmiştim ki, Trump bu anlaşmadan sadece “çekilmek için çekilmedi.” Diğer izolasyonist, “önce Amerika” ve anti-küreselleşmeci/çok taraflılığa karşı anlaşma bozma girişimlerinden farklı olarak, Trump yönetimi nükleer anlaşmayı yıkarak aslında ileriye dönük bir hamle yapıyordu — anlaşmayı bozup yerine yeni şartlar koyarak Orta Doğu sorununu bir bütün olarak “çözmeye” ve bu süreçte ABD’nin çıkarlarına hizmet etmeye çalışıyordu.
2018’in 21 Mayıs’ında ABD Dışişleri Bakanlığı, İran nükleer tehdidini tamamen ortadan kaldırmakla kalmayıp, İran’ın Orta Doğu’da yıllarca oluşturduğu jeopolitik kazanımları da yok etmeyi ve bölgesel düzeni, ABD-İran ile İran-İsrail ilişkilerini yeniden şekillendirmeyi hedefleyen kapsamlı bir “B Planı” sundu. Bu plan aslında ABD’nin Kuzey Kore’ye yönelik politikalarının bir versiyonuydu ve tipik bir “havuç-sopa” stratejisiydi. Ancak Kuzey Kore’ye sunulan taleplere kıyasla çok daha sert, kapsamlı ve uzun vadeli bir vizyonla oluşturulmuştu. Amacı, Orta Doğu’daki tarihî ve güncel çelişkileri çözmek ve bölgeyi yeniden dengeli bir yapıya kavuşturmak idi.
Dolayısıyla, bugün Trump’ın İran nükleer sorununa yeniden odaklanması, aslında eski konuların yeniden gündeme getirilmesidir ve yedi yıl önceki yoğun baskı düzeyine henüz ulaşmış değildir. O dönemdeki ABD-İran politikası, büyük ihtimalle hem akademide hem de pratikte unutulmuş olan ve “Pompeo’nun 12 Maddesi” olarak bilinen dikkatle hazırlanmış bir stratejik paketti. Bu nedenle, bugün Trump tarzı İran politikasını değerlendirirken bu listeye yeniden bakmak oldukça faydalı olur.
Pompeo’nun 12 Maddesi
Pompeo, Amerikan Heritage Vakfı’nda yaptığı konuşmada, İran’ın ABD’nin tüm ekonomik yaptırımları kaldırması ve ikili ilişkilerin yeniden kurulması için 12 talebi karşılaması gerektiğini vurguladı. Aksi takdirde İran, “tarihin en ağır yaptırımlarıyla” karşılaşacaktı. Bu 12 madde; İran’ın nükleer silah ve balistik füze programından tamamen vazgeçmesini, tutuklu kişileri serbest bırakmasını, “terörü desteklemeyi” durdurmasını ve bölge ülkelerinin iç işlerine müdahaleye veya güvenliğini tehdit etmeye son vermesini kapsıyordu.
Nükleer silahlar ve balistik füzelerle ilgili dört madde ise şunlardı:
-İran, tüm askeri nükleer projelerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na bildirmeli ve bunlardan kalıcı ve denetlenebilir şekilde vazgeçmeli.
-Tüm uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmalı, plütonyum işleme yapmamalı ve ağır su reaktörlerini kapatmalı.
-Ajansın herhangi bir tesise koşulsuz denetim yapmasına izin vermeli.
-Balistik füze yayılımını durdurmalı, nükleer başlık taşıyabilecek füze sistemlerini geliştirmemeli ve fırlatmamalı.
Bu koşullar, sadece nükleer silahların yayılmasını önleme açısından bakıldığında bile, İran nükleer anlaşmasındaki kısıtlamaların çok ötesine geçiyor ve İran’ın nükleer silaha sahip olma ve bunları uzun menzilli füzelerle taşıma kapasitesini tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyordu.
“Pompeo’nun 12 Maddesi”nin Kalan Sekiz Şartı ve Anlamı
Devlet dışı aktörlerle ilgili üç maddeye göre İran:
-Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad dahil olmak üzere Orta Doğu’daki sözde “terör örgütlerine” verdiği desteği derhal kesmeli;
-Afganistan ve çevresindeki Taliban gibi “terörist güçleri” desteklememeli ve El Kaide’nin üst düzey liderlerini barındırmamalı;
-Devrim Muhafızları, özellikle de Kudüs Gücü’nün dünya genelindeki “teröristlere” ve silahlı gruplara verdiği desteği sonlandırmalı.
ABD’ye göre İran, Orta Doğu’daki çeşitli radikal örgütlerin arkasındaki güç ya da müttefik konumunda; özellikle Filistin ve Arap ülkelerinin İsrail’e taviz vermesini engelleyen başlıca sorun kaynağı. Bu nedenle, Orta Doğu’da kalıcı barış için İran’ın etkisiz hale getirilmesi gerektiği düşünülüyor.
Bölge ülkeleriyle ilişkiler bağlamındaki dört madde:
-İran, Irak’ın egemenliğine saygı göstermeli, desteklediği Şii milislerin silahsızlanmasına, dağılmasına ve topluma yeniden entegre olmasına izin vermeli;
-Yemen’deki Husilere askeri desteği kesmeli ve Yemen sorununun barışçıl, siyasi çözümüne katkı sağlamalı;
-Suriye’deki tüm İran askeri unsurlarını çekmeli;
-İsrail’i yok etmekle tehdit etmeyi, Suudi Arabistan ve BAE’ye füze fırlatmayı, uluslararası deniz taşımacılığını tehdit etmeyi ve siber saldırılar düzenlemeyi bırakmalı.
Ayrıca ABD, İran’dan “gözaltında tuttuğu” ABD vatandaşlarını ve müttefiklerinin vatandaşlarını da serbest bırakmasını istedi.
Bu sekiz madde, nükleer silahlar veya füze programlarıyla doğrudan ilgili olmamakla birlikte, nükleer anlaşmanın kapsamını çok aşan, İran’ın Orta Doğu ve küresel ölçekteki askeri ve diplomatik faaliyetlerini bütünüyle sınırlamayı hedefleyen bir stratejidir. Bu, İran’ın bölgesel yayılmasına karşı, ABD müttefikleri olan İsrail ve Körfez ülkelerini koruma ve mezhepsel çatışmaları engelleme amacı taşıyan bir karşı hamledir. İran’a dış etki yaratmayı bırakması ve elde ettiği nüfuz alanlarından vazgeçmesi için baskı yapılmaktadır.
ABD, bu 12 maddeye tam uyum gösterilmesi halinde İran’a bazı ödüller vaat etti: Yeni bir nükleer anlaşma imzalanması, tüm yaptırımların kaldırılması, diplomatik ve ekonomik ilişkilerin yeniden kurulması, İran’ın ileri teknolojiye erişiminin sağlanması, ekonomik modernizasyonunun desteklenmesi ve küresel ekonomiye entegrasyonu.
Bu, Trump yönetiminin yeni İran stratejisini temsil ediyor: ABD-İran ve İran-İsrail arasındaki düşmanlığı çözmeyi, bölgesel dengeleri yeniden şekillendirmeyi ve İran’ı İslam Devrimi öncesi sıradan bir bölgesel aktör konumuna döndürmeyi amaçlayan bir yol haritası. Hem sert baskılar (“sopalar”) hem de cazip vaatler (“havuçlar”) içeriyor.
Ancak İran hükümeti, bu 12 maddeyi tamamen reddetti. Çünkü bu, İran’ın teslim olmasını ve İslam Devrimi ile kurulan büyük ideallerden vazgeçmesini, sıradan bir ülke haline gelmesini isteyen bir “teslim anlaşması” olarak görüldü. Trump yönetimi sonrasında yeni yaptırımlar getirdi, ancak İran bu zor dönemi atlattı, Biden’ın seçilmesini bekledi ve şimdi Trump’ın ikinci kez iktidara gelmesine tanıklık ediyor.
“Trump 1.0”dan “Trump 2.0”a sekiz yıl geçti, nükleer anlaşma dirilmedi, kriz de savaşa dönüşmedi. Fakat mevcut jeopolitik ve güvenlik koşulları İran açısından daha olumsuz: Doğu Akdeniz’de askeri başarısızlık, Hizbullah’ın yenilgisi ve Şam’daki rejim değişikliği nedeniyle “Şii Hilali”nin batı kanadı kaybedildi.
2024 Ekim’inde İsrail’in büyük çaplı saldırısında, Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan uzun menzilli bir hava koridoru açıldı, İran iç bölgelerine uyarı niteliğinde saldırılar düzenlendi ve İran’ın eşit düzeyde karşılık veremeyecek kadar zayıf olduğu görüldü. “Trump 2.0” dönemiyle birlikte, “Şii Hilali”nin merkezi olan Irak da İran’dan uzaklaşıp Arap dünyasına yakınlaşma baskısıyla karşı karşıya. Bu nedenle, İran’ın genel jeopolitik ortamı kötüleşti ve Doğu Akdeniz hava sahasını kontrol eden ABD-İsrail cephesi daha da saldırgan hale geldi. Bu durum, İran üzerindeki baskının “Trump 1.0” döneminden daha ağır olacağı anlamına geliyor.
Pompeo her ne kadar artık yönetimde olmasa da, “Pompeo’nun 12 Maddesi” Trump’ın güvenlik ekibinin Orta Doğu politikasının temel taşını oluşturuyor. Bu şartlar muhtemelen “Trump 2.0” döneminde yeniden gündeme gelecek ve İran’a baskı kurmak için stratejik yay tamamen gerilecek.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
-
Görüş2 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 4
-
Avrupa2 hafta önce
Komünist Parti’ye karşı ilk ‘Twitter devrimi’: Moldova’da 16 yıl önce ne olmuştu?
-
Görüş1 hafta önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan için Şili neden önemli?
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın gümrük vergileri ticaret savaşını tetikliyor
-
Söyleşi2 hafta önce
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi
-
Amerika2 hafta önce
Trumpizmin iktisadi aklı – 1: Stephen Miran ve doların devalüasyonu planı
-
Ortadoğu6 gün önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası