Görüş
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 4

Sergey Glazyev’in çevirisini yaptığım çok uzun makalesinin dördüncü bölümünü aşağıda paylaşıyorum.
Sergey Glazyev
Kapitalist-olmayan bir dünya sisteminin kurulmasına yönelik perspektifler
Yeni bir dünya ekonomik düzeninin ortaya çıkması dünya ekonomik düzeninin ve uluslararası ilişkilerin reforme edilmesine yol açıyor. Sosyoekonomik kalkınma planlamasının ve sermayenin yeniden üretiminin başlıca parametrelerinin devlet tarafından düzenlenmesinin yeniden doğuşu, faal bir sanayi siyaseti, sermayenin sınır ötesi akışlarının kontrol edilmesi, döviz kısıtlamaları — bütün bunlar, Washington’daki finans kuruluşlarının yasakladığı bir “menü” olmaktan çıkıp uluslararası iktisadi ilişkilerin genel kabul gören vasıtalarına dönüşüyor. “Washington konsensüsünün” aksine, bazı akademisyenler artık, insanlığın çoğunluğunun yaşadığı kalkınmakta olan ülkeler için çok daha cazip olan “Pekin konsensüsü” hakkında konuşmaya başladılar. Bu konsensüs, ayrımcılık yapmama, işbirliği içindeki devletlerin egemenlik ve milli menfaatlerine karşılıklı saygı ilkelerine yaslanıyor ve bunları uluslararası sermayenin hizmetine değil halkın refahını artırmaya yönlendiriyor. Bu konsensüs, sermayenin sınır ötesi hareketinin parasal regülasyonunda milli normların çeşitliliğine imkân veriyor; her bir ülke bu normları kendi mülahazasına uygun olarak kurmakta serbest. Bunu yaparken kalkınmakta olan ülkeler için daha elverişli fikri mülkiyet haklarının korunması ve teknoloji transferi rejimi de ortaya çıkabilir. Keza, muhtemel ki, enerji ve doğal kaynaklar alanında fiyat istikrarını ve pazara erişim şartlarında istikrarı temin eden yeni uluslararası ticaret normlarının kabul edilmesi de öyle. Zararlı salınımların sınırlandırılmasına yönelik yeni anlaşmalar da imzalanabilir, vb.
Küresel para ve finans sisteminin yeniden yapılandırılması, yeni dünya ekonomik düzenine geçiş için kilit önem taşıyor. Uluslararası parasal ve mali ilişkilerin yeni mimarisi, sözleşmeye dayalı hukuki bir zeminde oluşturulmalı. Küresel rezerv paralarının ihracatçısı ülkeler, kamu borçlarının ve ödemeler dengesiyle ticaret açıklarının belli sınırlarda tutulması yoluyla bunların sürdürülebilirliğini garanti etmek zorunda kalacaklar. Bunların ayrıca, kendi paralarının ihracını sağlamak için kullandıkları mekanizmaların şeffaflığına ilişkin uluslararası hukuk temelinde belirlenmiş gerekliliklere uymaları ve bu para birimlerinin kendi topraklarında ticareti yapılan tüm varlıklarla engelsiz şekilde takas edilebilmesini sağlamaları gerekecek.
Yeni dünya ekonomik düzeninin çekirdeği ülkelerin uluslararası siyasete karakteristik yaklaşımları (içişlerine karışmanın, askeri müdahalenin, ticari ambargoların reddedilmesi) kalkınmakta olan ülkelerin önüne Amerikan merkezli liberal küreselleşmeye karşı eşit hak ve karşılıklı yarara dayanan ilişkilerin kurulması temelinde gerçek bir alternatif koyuyor. Bunların birçoğu çekirdek ülkeleriyle efektif bir uluslararası işbirliği sitemini oluştururken tedricen entegral dünya ekonomik düzeninin oluşumuna çekiliyor. Dünya ekonomisinin gelişimine dair bütün uzun vadeli tahminler, entegral dünya ekonomik düzeni kurumlarına dayanan ve Asyatik sistemsel sermaye birikimi döngüsünü oluşturan ülkelerin daha ileri düzeyde kalkınma yaşayacağını gösteriyor. Siyasi yapı ve ekonomik düzenleme mekanizmaları açısından büyük farklılıklara rağmen bunlar arasında çok miktarda istikrarlı işbirliği bağları oluşuyor, karşılıklı ticaret ve yatırımlar hızla büyüyor. Küresel kalkınmanın merkezi güneydoğu Asya’ya kayıyor ve bu da bir dizi araştırmacının yeni (Asyatik) bir yüzyılsal sermaye birikimi döngüsünden söz etmesine imkân veriyor.
Baskın mülkiyet biçiminden bağımsız olarak (Çin’de veya Vietnam’da olduğu gibi devlet mülkiyeti veya Japonya veya Kore’de olduğu gibi özel mülkiyet), devlet planlaması kurumlarıyla piyasa öz-örgütlenmesinin, ekonominin yeniden üretiminin temel parametreleri üzerinde devlet kontrolüyle hür teşebbüsçülüğün, kamu yararı ideolojisiyle özel inisiyatifin kombinasyonu, entegral dünya ekonomik düzeni için karakteristiktir. Üstelik siyasi yapı, Hindistan demokrasisinden Çin Komünist Partisi’ne kadar (bunların her ikisi de benzerleri arasında dünyada en büyükleri) temelden farklı olabiliyor. Halkın genel menfaatlerinin özel menfaatler üzerindeki önceliği değişmiyor; bu genel menfaatler, yurttaşların vicdani davranışlarına, yükümlülüklerini sıkı bir şekilde yerine getirmelerine, kanunların gözetilmesine, milli hedeflere hizmet edilmesine yönelik katı kişisel sorumluluk mekanizmalarında ifadesini buluyor. Sosyoekonomik kalkınma idaresi sistemi toplumun refahını yükseltmek için kişisel sorumluluk mekanizmaları üzerinde inşa ediliyor.
Kamu menfaatlerinin özel menfaatlere üstünlüğü, sadece sosyalist ÇHC ve Vietnam’ın değil, entegral dünya ekonomik düzeninin çekirdeğini oluşturan diğer ülkelerin anayasalarında da güvence altına alınıyor. Kore anayasasında şöyle deniyor: “Mülkiyet haklarının gerçekleştirilmesi kamu yararı hedefleriyle tutarlı olmalıdır.” Bu bağlamda çalışma hakkı da garanti ediliyor: “Bütün yurttaşlar çalışma hakkına sahiptir. Devlet, emekçilerin istihdamını temin etmeye yönelik her tür çabayı göstermek ve optimum ücret seviyesini sosyal ve iktisadi güvenlik vasıtaları yardımıyla garanti etmekle ve kanunla belirlenen şartlarda asgari ücret sistemini cebren hayata geçirmekle yükümlüdür… Bütün yurttaşlar çalışmakla yükümlüdür. Devlet, çalışma yükümlülüklerinin yerine getirilmesinin süre ve şartlarını demokratik ilkeler temelinde kanunla tespit etmekle yükümlüdür… Çalışma şartlarının normları, kanunla, insan onurunun korunmasını garanti edecek şekilde tespit edilmelidir…” Yurttaşların refahını sağlama hedefinin öncelikli olduğu da hüküm altına alınıyor: “Bütün yurttaşlar insan onuruna yakışır hayat şartlarına sahip olma hakkına sahiptir… Devlet sosyal güvenlik ve refahı sağlamak için her tür çabayı göstermekle yükümlüdür…” Devlet eğitim hakkını da garanti eder: “Bütün yurttaşlar yeteneklerine göre eğitim almak için eşit haklara sahiptir… Zorunlu eğitim ücretsiz sağlanmalıdır..”
Japonya anayasasında da benzer normlar tespit edilir: “Mülkiyet hakkı kamu yararına aykırı olmayacak şekilde kanunla belirlenir… Ücretler, çalışma saatleri, dinlenme ve diğer çalışma şartları kanunla belirlenir. Çocuk sömürüsü yasaktır… Herkesin, kanunda öngörülen düzende, yeteneklerine göre eğitim alma hakkı vardır… Zorunlu eğitim ücretsiz verilir…”
Sosyalist bir yapının alametleri Hindistan anayasasında daha ayrıntılı ele alınır: “Devlet, sosyal, iktisadi ve siyasi adaletin, milletin hayatının somutlaştığı bütün kurumların esasını belirlediği bir sosyal düzeni mümkün olduğunca efektif bir şekilde temin ederek ve koruyarak halkın refahını yükseltmeyi hedefler… Devlet, özellikle gelir eşitsizliğini asgariye düşürmeyi hedefler; sadece muhtelif kişiler arasında değil halkın farklı bölgelerde yaşayan veya farklı meslekler icra eden grupları arasındaki statü, şartlar ve fırsatlardaki eşitsizliği ortadan kaldırmayı hedefler… Devlet, bilhassa, şunları temin etmeye yönelik bir siyaset izler: yurttaşların, kadınların ve erkeklerin eşit temellerde yeterli geçim araçlarına sahip olmaları; toplumun maddi kaynakları üzerinde mülkiyet ve kontrolün kamu yararına en iyi hizmet edecek bölüşülmesi; iktisadi sistemin işleyişinin genel menfaatlerin aleyhine servet ve üretim araçları yoğunlaşmasına yol açmaması…; işçilerin, erkeklerin ve kadınların, keza küçük yaşta çocukların sağlık ve kuvvetlerinin kötü muameleye maruz kalmaması ve yurttaşların ekonomik zaruret yüzünden yaş ve kuvvetlerine uygun olmayan meşgalelere yönelmek zorunda kalmaması… Devlet, herhangi bir sanayi sektöründe işçilerin işletmelerin, kurumların veya diğer kuruluşların yönetimine katılmasını sağlamak için tedbirleri mevzuat çıkararak veya diğer yollarla alır… Devlet, işbu anayasanın yürürlüğe girdiği andan itibaren on yıl içinde, on dört yaşına kadar bütün çocuklar için zorunlu eğitimi sağlamayı hedefler…”
Dolayısıyla, meydana gelmekte olan entegral dünya ekonomik düzeninin çekirdeğini teşkil eden bütün ülkelerde kamu menfaatleri özel menfaatlerin üzerinde tutulur. Gözlerimizin önünde meydana gelmekte olan yeni küresel ekonomik kalkınma merkezinin Çin, Hindistan, Japonya, Kore, Vietnam, Malezya ve diğer ülkelerinin kurumsal sistemleri sosyal-iktisadi kalkınma sürecinde kamu menfaatlerinin sağlanmasına odaklanır ve bu, küresel para olarak doların emisyonu sayesinde parazit hayatı süren bir mali oligarşinin menfaatlerine hizmete odaklanan Amerikan kurumsal sisteminden farklıdır. İlk gruptaki ülkeler, muhtelif sosyal grupların menfaatlerini uyumlu kılmayı, sosyal önem taşıyan hedeflere erişmek için iş dünyası ve devlet arasında ortaklık ilişkileri tesisini hedefler.
Küresel para birimlerinin ihracatçısı, paranın önemli bir bölümünü ihraç etmek için basan ve sermayenin sınıraşırı serbest hareketinden yana olan ülkelerden farklı olarak, yeni dünya ekonomik düzeninin çekirdeği ülkelerde sermaye çıkışına, bu ülkeleri dünya mali sisteminin spazmlarından koruyan sert sınırlamalar uygulanıyor. Bunlar nipel ilkesine göre işliyor: tercihan doğrudan yabancı yatırımlarını sınırlama olmaksızın içeri alıyor, ancak milli para ve finans piyasasına spekülatif saldırıları bloke eden belli kurallara göre çıkartıyor. ABD ekonomisi son on yılda dolar hacmindeki beş kat artışa rağmen durgunlaşmaya devam ediyor ancak ÇHC ekonomide azami monetizasyon seviyesi, birikim oranları ve üretim büyüme temposunu birleştiriyor.
Mevcut kârını maksimize etmeye odaklanan Amerikan mali oligarşisi, iktisadi kalkınma yönetiminde efektivite açısından, piyasa mekanizmalarını üretim ve yatırımların artırılması yoluyla halkın refahını yükseltmek için kullanan Çinli komünistlerden açıkça daha geride. Kendi (demokratik siyasi bir sistemle bütünleşik) entegral iktisadi kalkınma yönetimi sistemini yaratan Hintli milliyetçilerden de geride.
Yeni dünya ekonomik düzeninin komünist ve demokratik türleri arasındaki temel rekabetin, bugün iktisadi kalkınma temposu açısından lider olan ve uydularıyla birlikte dünya ekonomisinin yarısına sahip Çin ve Hindistan arasında ortaya çıkması olası. Bu rekabet barışçıl bir nitelik taşıyacak ve uluslararası hukuk normlarına göre düzenlenecek. Bu düzenlemenin bütün veçheleri, küresel güvenliğin kontrolünden küresel paraların emisyonuna kadar, uluslararası anlaşmalar üzerinde kurulacak. Yükümlülükleri kabul etmeyi ve bunların uygulanmasına yönelik uluslararası kontrolü reddeden ülkeler uluslararası işbirliğinin ilgili alanlarında tecrit olacaklar. Dünya ekonomisi daha komplike hale gelecek; milli egemenliğin öneminin yeniden tesisi ve iktisadi faaliyette milli düzenleme sistemlerinin çeşitliliği de ulus-üstü yetkilere sahip uluslararası kuruluşların köklü önemiyle iç içe geçecek.
Entegral dünya ekonomik düzeninin komünist ve demokratik türleri arasındaki rekabet antagonistik olmayacak. Örneğin Çin’in, “insanlığın ortak kaderi” ideolojisine sahip olan “tek kuşak tek yol” inisiyatifine muhtelif siyasi sistemlere sahip birçok ülke katılıyor. AB’nin demokratik ülkeleri komünist Vietnam’la serbest ticaret bölgeleri kuruyor. Rekabet mücadelesi ortamı, milli idare sistemlerinin karşılaştırmalı efektivitesiyle belirleniyor.
SSCB’nin dağılmasıyla başlayan ve Pax Americana’nın çöküşüyle sona eren, emperyal dünya ekonomik düzeninden entegral dünya ekonomik düzenine geçiş halihazırda tamamlanıyor. ABD ve Avrupa’nın iktidardaki elitinin küresel hakimiyeti korumak için başlattığı küresel hibrit savaş, dünya ekonomik düzeninin kaçınılmaz değişim örüntüsüne tamamen uygun şekilde kendilerinin zayıflamasına ve yeni dünya-sisteminin iki kutuplu merkezini oluşturan Çin ve Hindistan’ın güçlenmesine yol açıyor. Bu dünya-sisteminin yeniden üretimi artık, batı ülkelerinin beş yüz yıllık iktisadi hakimiyeti döneminde büyümüş kapitalist oligarşinin menfaatlerine göre belirlenmeyecek. Dünya-sisteminin merkezindeki sermayenin yeniden üretimi, entegral dünya ekonomik düzeninin çekirdek ülkelerinin devletleri tarafından düzenlenecek. Bunlar, para siyasetini milli ekonominin kalkınması hedeflerine tabi kıldılar ve kambiyo kontrolü yöntemleriyle de bu siyaseti yabancı sermayeden bağımsız kıldılar. Çin ve diğer güneydoğu Asya ülkeleri, teknolojik egemenliklerini sağlayıp yeni teknolojik modun kabarış dalgasında liderliği alarak doğrudan yabancı yatırımlar karşısında bağımsızlıklarını da güvence altına aldılar. Çin, Japonya ve Kore, kalkınmakta olan ülkeler için önemli yatırım ve teknoloji temini kaynakları haline geldiler. Çin ve ASEAN ülkeleri dünyadaki en büyük bölgesel ortaklığı kurdular. Bütün tahminler, entegral dünya ekonomik düzeninin çekirdek ülkelerinin dünya ekonomisindeki üstünlüğü artarken çökmekte olan emperyal dünya ekonomik düzeninin çekirdek ülkelerinin ağırlığının görece azaldığına işaret ediyor.
Amerikan ve Asyatik sermaye birikim döngülerinin “çekirdeğine” dair bir dizi göstergenin karşılaştırması (% dünya)
2010 | 2020 | 2030 | |
Amerikan sermaye birikim döngüsünün “çekirdeği” (ABD, AB, Kanada) | |||
GSYH | 36,5 | 32,4 | 18,2 |
İhracattaki payı | 24,1 | 24,0 | 21,0 |
İthalattaki payı | 47,5 | 40,5 | 34,5 |
Yüksek teknoloji ürünleri ihracatındaki payı | 26,5 | 20,0 | 16,0 |
Asyatik sermaye birikim döngüsünün “çekirdeği” (Çin, Japonya, Hindistan, Güney Kore, Singapur, Malezya, Ortadoğu ülkeleri, Avrasya Ekonomik Birliği) | |||
GSYH | 33,1 | 45,5 | 55,2 |
İhracattaki payı | 16,9 | 25,4 | 33,0 |
İthalattaki payı | 15,7 | 27,5 | 37,3 |
Yüksek teknoloji ürünleri ihracatındaki payı | 28,0 | 33,0 | 38,0 |
Entegral dünya ekonomik sisteminin sosyalist alametleri dünya-sisteminin merkez ve periferisi arasındaki ilişkileri kaçınılmaz olarak değiştirecektir. Si Tsinpin’in ifadesiyle: “… büyük devletler arasında ‘temelinde işbirliği ve ortak kazanç ilkesinin olduğu’, keza bütün dünyada barışın korunması ve ortak kalkınmanın ilerletilmesini öngören yeni bir uluslararası ilişkiler sisteminin kurulması gerekiyor… Bu ilişkiler dünya ülkelerinin egemenliğinin dokunulmazlığı ilkesine dayanmalıdır; ‘ülkeler büyük, güçlü ve zayıf, zengin ve fakir şeklinde bölünmeyecektir’…”
Bu işbirliğine katılan ülkelerin kamu refahının yükseltilmesi amacıyla ortak yatırımlar, uluslararası iktisadi işbirliğinin omurgası haline geliyor. Si Tsinpin’in ifadesiyle: “Çin, daha fazla ülke ve insanın kalkınma fırsatlarını paylaşması ve gerçek bir yarar elde etmesi için tek kuşak, tek yol’un yüksek kalitede ortak inşasını ilerletecektir…” SSCB’nin Sovyet modeli sosyalizmin genişlemesi için kalkınmakta olan ülkelere karşılıksız yardım uygulamasından farklı olarak entegral dünya ekonomik düzeninde uluslararası işbirliği karşılıklı yarar temelinde inşa ediliyor. Bu şekilde uluslararası iktisadi mübadelenin belirli bir eşdeğerliliği de korunuyor: entegral dünya ekonomik düzeninin teknolojik üstünlüğe sahip çekirdek ülkeleri entelektüel rantı doğal rant ve teknolojik olarak geri kalmış ülkelerin emeğiyle mübadele ediyorlar. Ancak bu geri kalmış ülkelerin iktisadi kalkınmada bir sıçrama yapma ve entegral dünya ekonomik düzeninin karakteristik idare kurumları ve üretim ilişkilerini benimseyerek bu düzenin çekirdeğine katılma şansı da var.
SONUÇ
Entegral olarak adlandırdığımız yeni dünya ekonomik düzeni oluşurken ve oluştuğu ölçüde sosyalist ideoloji de gene baskın hale geliyor. Bu ideoloji, devlet tarafından kamu refahını yükseltme kriterine göre düzenlenen piyasa mekanizmalarıyla birleşiyor. Proletarya enternasyonalizmi fikrinden farklı olarak, sosyalist oryantasyonlu ülkelerin milli-kültürel hususiyetlerinin büyük önem taşıdığı kabul ediliyor, milli egemenliğin önemi yeniden tesis ediliyor.
Rusya için, yeni dünya ekonomik düzeninin çekirdeğine entegrasyon için en uygun ideolojik platform, geleneksel değerleri piyasa ekonomisinin düzenlenmesinde kamu refahının yükseltilmesi şeklindeki yol gösterici ilkeyle birleştiren halk sosyalizmi olabilir. Pratikte bunların uygulamaya sokulması devlet yönetimi sisteminde şu önemli değişikliklerin yapılmasını gerektirir:
- Makroekonomik siyasetin mal ve hizmet üretimini artırma hedefine tabi kılınması; bu da şunları öngörür:
— Para siyasetinin, yatırım faaliyetlerinin büyümesi için azami ölçüde uygun şartların yaratılması hedefiyle uyumlu kılınması. Bu, bankaların, hususi refinansman enstrümanlarının geniş bir şekilde kullanılmasına geçişi anlamına gelir; bu durumda performansları, reel sektörde sermaye yatırımları için verdikleri kredilerin hacmine göre değerlendirilecektir.
— Milli ekonominin rekabet gücünü yükseltmek için sınıraşırı döviz işlemlerinin sınırlanması.
— Doğal rantların toplanması ve imalat sanayisi için uygun fiyat oranlarının desteklenmesi amacıyla hammadde mallarının ve enerji kaynaklarının ihracatına getirilen ihracat resimlerinin tesis edilmesi.
— Ruble döviz kurunun istikrarlılaştırılması.
— Ultra yüksek gelirlerin, lüks mallarının ve ihtiyaç fazlası gayrimenkullerin artan kademeli vergilendirilmesi.
— Spekülatif işlemlere ve sermaye çıkışına vergi getirilmesi.
- Sağlık harcamalarının GSYH’nın yüzde 10’una, eğitim harcamalarının yüzde 15’ine, ar-ge harcamalarının yüzde 5’ine çıkarılması da dahil, sosyoekonomik kalkınmanın modern ihtiyaçlarından yola çıkarak bütçe harcamalarının normatif planlamasına geçiş.
- Toprağı iyi niyetli kullanıcılara uzun vadeli kiralamaya açarken, toprak, ormanlar, su kaynakları, hidroelektrik santralleri, ana şebekeler ve ulaştırma arterleri üzerinde devlet mülkiyetinin yeniden tesis edilmesi.
- Yerel yönetim organlarının ve mahkemelerin yöneticilerinin seçimle gelmesi dahil, halk demokrasisi kurumlarının yeniden tesis edilmesi.
- Federal ve bölgesel hükümetlerin halkın hayat seviyesi ve kalitesi konusundaki siyasi sorumluluğu da dahil, devlet iktidarı organlarının ve yetkili kişilerin faaliyetlerinin sonuçları konusunda doğrudan hesap verebilirliğinin ve sorumluluğunun getirilmesi.
- Devlet mülkiyetinin idaresinde düzenin sağlanması, devlet işletmelerinin ve devlet tarafından kontrol edilen bankaların devlet stratejilerinin ve planlarının hayata geçirilmesine dahil edilmesi.
- Her tür mülkiyet biçimindeki işletmelerin yönetim organlarında emek kolektiflerinin temsilinin sağlanması. Kooperatiflerin ve halk işletmelerinin gelişmesinin teşvik edilmesi.
- Resmi olarak ilan edilmiş geleneksel değerlerin devlet yönetimi sisteminde pratikte de uygulanmasını temin eden normların getirilmesi.
- İktisadi faaliyetler için, Dünya Rus Halk Konseyi tarafından onaylanmış İktisadi Faaliyette Ahlaki İlkeler Kodu da dahil, geleneksel dini inançlar tarafından tespit edilmiş ahlaki normların pratikte uygulanması şartlarının yaratılması.
Görüş
ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi

9 Nisan’da ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’da basına yaptığı açıklamada İran’a bir son tarih verdiğini ve bu sürede yeni bir nükleer anlaşmaya varılmaması durumunda İran’a karşı kesinlikle askeri müdahalede bulunacaklarını açıkladı. Ayrıca İsrail’in de bu müdahaleye derin şekilde katılacağını ve “lider rolü” üstleneceğini söyledi. Görünen o ki “Trump 2.0” dönemi, İran’a yönelik tehditlerinde askeri bir ton kazandı; ancak genel olarak bu baskı, yayı germek ama tam çekmemek şeklinde tanımlanabilir. Bu aşırı baskı, yedi yıl önce ortaya atılan “Pompeo’nun 12 maddesini” yeniden gündeme getirebilir.
Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile görüştü. Bu görüşmeden sonra ABD, İran ile doğrudan müzakerelere başladığını duyurdu. İran Dışişleri Bakanı Araghchi ise 8 Nisan’da, 12 Nisan’da Umman’da dolaylı üst düzey görüşmeler yapılacağını doğruladı ama ABD’nin iddia ettiği “doğrudan müzakere”yi yalanladı.
Analistler, bu zirvenin yalnızca ikili ticaret tarifeleri ve Gazze meselesi değil, aynı zamanda İran nükleer krizi karşısında ortak tutum geliştirme konusunda da önemli olduğunu düşünüyor. Trump’ın sonrasında yaptığı açıklamalara bakılırsa, İsrail, İran’ın nükleer eşiği aşması durumunda (yani fiilen nükleer silah sahibi olması halinde) saldırı düzenleyerek nükleer tesisleri hedef alacak. ABD, askeri müdahaleyi bir “B Planı” olarak tutmak, önce müzakerelerle yoğun baskı kurmak, başarısızlık durumunda ise İsrail’e savaş için yeşil ışık yakmak niyetinde.
Uzun süredir ABD-İsrail tehditlerine alışkın olan İran, bu tür savaş şantajlarına pek prim vermiyor. İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan, İran’ın “nükleer silah peşinde olmadığını” yineledi ve ülkenin uzun vadede nükleer bilim ve enerjiye ihtiyacı olduğunu belirtti. İran dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, 10 Nisan’da sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı açıklamada, dış tehditlerin devam etmesi halinde İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’yla işbirliğini askıya alabileceğini ve denetçileri sınır dışı edebileceğini, ayrıca zenginleştirilmiş nükleer maddeleri güvenli iç bölgelere taşıyabileceğini belirtti.
“Trump 2.0” dönemi henüz 100 gün dolmadan tam güçle saldırıya geçti. “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” sloganı adına dünya ticaret ortaklarına savaş açarak küresel ticaret düzenini bozmayı hedefliyor. Küresel ticaret sistemini bozmak için “Pandora’nın kutusunu” açmaya çalışarak, tüm ticaret ortaklarını köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Şu an dünyadaki en büyük kaygı, Trump yönetiminin ekonomik zorbalığına maruz kalmamak. Bu yüzden jeopolitik çatışmalar geçici olarak arka planda kalmış gibi görünüyor.
Jeopolitik açıdan Trump’ın dönüşü, iki ana cepheye odaklanıyor: Rusya-Ukrayna savaşı ve Orta Doğu. Bu cephelerdeki temel hedef ise İran’ı dize getirmek. Bu nedenle Trump yönetiminin İran’a yönelik yeni politikası şekillenmekte; temel olarak tehdit ve zorlamaya, ikincil olarak ise diyalog ve müzakereye dayalı, adım adım baskının artırıldığı, kuşatma stratejisinin izlendiği bir yol izleniyor.
Şu anda Trump yönetimi, İsrail ile tam işbirliği içinde, “direniş ekseni”ni zayıflatma ve dağıtma sürecini sürdürüyor. Suriye rejimini devirmeye çalıştı, Hamas’ı ve Hizbullah’ı zayıflattı, Irak’taki halk direnişini susturdu. Şimdi Gazze’deki durumu toparlamaya ve Yemen’deki Husilere karşı askeri operasyonlarla İran’a baskıyı artırmaya çalışıyor. Nihai hedef, Trump liderliğindeki bir “Orta Doğu barışı”: Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini hızlandırmak, İran’ı yalnızlaştırmak ve bölgedeki en büyük Amerikan-İsrail karşıtı aktörü etkisizleştirmek.
Trump yönetimi bir süredir İsrail’i koşulsuz destekliyor. “Al-ver” zihniyetiyle “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi devralma” gibi söylemleri gündeme getirerek Arap ülkelerini İsrail’in lehine hareket etmeye zorluyor. Böylece “Hamas sonrası dönemi” başlatmayı, Filistin-İsrail çatışmasının siyasal ve jeopolitik yapısını değiştirmeyi hedefliyor. Diğer yandan, Kızıldeniz rotasının güvenliğini sağlama bahanesiyle Yemen’deki Husilere yönelik büyük çaplı saldırılar düzenleyerek İsrail’in vekil savaşçısı gibi hareket ediyor. Aynı zamanda İran-Husi ilişkisini artık işbirliği değil, “efendi-köle” ilişkisi olarak tanımlıyor ve bu şekilde İran’a karşı baskıyı meşrulaştırmaya çalışıyor.
İran nükleer meselesi konusunda Trump, ilk dönemine kıyasla daha sert bir savaşçı tutum sergiliyor. Açıkça “müzakereler başarısız olursa vururuz” diyerek İsrail’in savaş ateşini Basra Körfezi’ne taşımasına destek veriyor. ABD, İsrail ile birlikte İran’a yüksek düzeyde baskı uygularken, üç belirgin avantaja sahip:
Birincisi, İran bir yılı aşkın süredir süren “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nda ağır darbeler aldı; topyekûn savaştan kaçınma eşiği tamamen ortaya çıktı. “Direniş Ekseni” de dağılmış durumda.
İkincisi, ABD-Rusya ilişkileri büyük bir dönüşüm yaşadı. Rusya, Orta Doğu’daki diplomatik hezimetten sonra, şimdi dikkatini Ukrayna topraklarını ve maden kaynaklarını ABD ile paylaşmaya yöneltti.
Üçüncüsü, her ne kadar Rusya ile İran arasında hâlâ iyi ilişkiler olsa da, Rusya açıkça, İran saldırıya uğrarsa müdahale etmeyeceğini ilan etti.
Trump, 2017’de ilk kez başkan olduğunda, altı aylık gözlem ve pazarlığın ardından İran nükleer anlaşmasından çekildiğini açıkladı. O dönemde yazdığım analizde belirtmiştim ki, Trump bu anlaşmadan sadece “çekilmek için çekilmedi.” Diğer izolasyonist, “önce Amerika” ve anti-küreselleşmeci/çok taraflılığa karşı anlaşma bozma girişimlerinden farklı olarak, Trump yönetimi nükleer anlaşmayı yıkarak aslında ileriye dönük bir hamle yapıyordu — anlaşmayı bozup yerine yeni şartlar koyarak Orta Doğu sorununu bir bütün olarak “çözmeye” ve bu süreçte ABD’nin çıkarlarına hizmet etmeye çalışıyordu.
2018’in 21 Mayıs’ında ABD Dışişleri Bakanlığı, İran nükleer tehdidini tamamen ortadan kaldırmakla kalmayıp, İran’ın Orta Doğu’da yıllarca oluşturduğu jeopolitik kazanımları da yok etmeyi ve bölgesel düzeni, ABD-İran ile İran-İsrail ilişkilerini yeniden şekillendirmeyi hedefleyen kapsamlı bir “B Planı” sundu. Bu plan aslında ABD’nin Kuzey Kore’ye yönelik politikalarının bir versiyonuydu ve tipik bir “havuç-sopa” stratejisiydi. Ancak Kuzey Kore’ye sunulan taleplere kıyasla çok daha sert, kapsamlı ve uzun vadeli bir vizyonla oluşturulmuştu. Amacı, Orta Doğu’daki tarihî ve güncel çelişkileri çözmek ve bölgeyi yeniden dengeli bir yapıya kavuşturmak idi.
Dolayısıyla, bugün Trump’ın İran nükleer sorununa yeniden odaklanması, aslında eski konuların yeniden gündeme getirilmesidir ve yedi yıl önceki yoğun baskı düzeyine henüz ulaşmış değildir. O dönemdeki ABD-İran politikası, büyük ihtimalle hem akademide hem de pratikte unutulmuş olan ve “Pompeo’nun 12 Maddesi” olarak bilinen dikkatle hazırlanmış bir stratejik paketti. Bu nedenle, bugün Trump tarzı İran politikasını değerlendirirken bu listeye yeniden bakmak oldukça faydalı olur.
Pompeo’nun 12 Maddesi
Pompeo, Amerikan Heritage Vakfı’nda yaptığı konuşmada, İran’ın ABD’nin tüm ekonomik yaptırımları kaldırması ve ikili ilişkilerin yeniden kurulması için 12 talebi karşılaması gerektiğini vurguladı. Aksi takdirde İran, “tarihin en ağır yaptırımlarıyla” karşılaşacaktı. Bu 12 madde; İran’ın nükleer silah ve balistik füze programından tamamen vazgeçmesini, tutuklu kişileri serbest bırakmasını, “terörü desteklemeyi” durdurmasını ve bölge ülkelerinin iç işlerine müdahaleye veya güvenliğini tehdit etmeye son vermesini kapsıyordu.
Nükleer silahlar ve balistik füzelerle ilgili dört madde ise şunlardı:
-İran, tüm askeri nükleer projelerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na bildirmeli ve bunlardan kalıcı ve denetlenebilir şekilde vazgeçmeli.
-Tüm uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmalı, plütonyum işleme yapmamalı ve ağır su reaktörlerini kapatmalı.
-Ajansın herhangi bir tesise koşulsuz denetim yapmasına izin vermeli.
-Balistik füze yayılımını durdurmalı, nükleer başlık taşıyabilecek füze sistemlerini geliştirmemeli ve fırlatmamalı.
Bu koşullar, sadece nükleer silahların yayılmasını önleme açısından bakıldığında bile, İran nükleer anlaşmasındaki kısıtlamaların çok ötesine geçiyor ve İran’ın nükleer silaha sahip olma ve bunları uzun menzilli füzelerle taşıma kapasitesini tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyordu.
“Pompeo’nun 12 Maddesi”nin Kalan Sekiz Şartı ve Anlamı
Devlet dışı aktörlerle ilgili üç maddeye göre İran:
-Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad dahil olmak üzere Orta Doğu’daki sözde “terör örgütlerine” verdiği desteği derhal kesmeli;
-Afganistan ve çevresindeki Taliban gibi “terörist güçleri” desteklememeli ve El Kaide’nin üst düzey liderlerini barındırmamalı;
-Devrim Muhafızları, özellikle de Kudüs Gücü’nün dünya genelindeki “teröristlere” ve silahlı gruplara verdiği desteği sonlandırmalı.
ABD’ye göre İran, Orta Doğu’daki çeşitli radikal örgütlerin arkasındaki güç ya da müttefik konumunda; özellikle Filistin ve Arap ülkelerinin İsrail’e taviz vermesini engelleyen başlıca sorun kaynağı. Bu nedenle, Orta Doğu’da kalıcı barış için İran’ın etkisiz hale getirilmesi gerektiği düşünülüyor.
Bölge ülkeleriyle ilişkiler bağlamındaki dört madde:
-İran, Irak’ın egemenliğine saygı göstermeli, desteklediği Şii milislerin silahsızlanmasına, dağılmasına ve topluma yeniden entegre olmasına izin vermeli;
-Yemen’deki Husilere askeri desteği kesmeli ve Yemen sorununun barışçıl, siyasi çözümüne katkı sağlamalı;
-Suriye’deki tüm İran askeri unsurlarını çekmeli;
-İsrail’i yok etmekle tehdit etmeyi, Suudi Arabistan ve BAE’ye füze fırlatmayı, uluslararası deniz taşımacılığını tehdit etmeyi ve siber saldırılar düzenlemeyi bırakmalı.
Ayrıca ABD, İran’dan “gözaltında tuttuğu” ABD vatandaşlarını ve müttefiklerinin vatandaşlarını da serbest bırakmasını istedi.
Bu sekiz madde, nükleer silahlar veya füze programlarıyla doğrudan ilgili olmamakla birlikte, nükleer anlaşmanın kapsamını çok aşan, İran’ın Orta Doğu ve küresel ölçekteki askeri ve diplomatik faaliyetlerini bütünüyle sınırlamayı hedefleyen bir stratejidir. Bu, İran’ın bölgesel yayılmasına karşı, ABD müttefikleri olan İsrail ve Körfez ülkelerini koruma ve mezhepsel çatışmaları engelleme amacı taşıyan bir karşı hamledir. İran’a dış etki yaratmayı bırakması ve elde ettiği nüfuz alanlarından vazgeçmesi için baskı yapılmaktadır.
ABD, bu 12 maddeye tam uyum gösterilmesi halinde İran’a bazı ödüller vaat etti: Yeni bir nükleer anlaşma imzalanması, tüm yaptırımların kaldırılması, diplomatik ve ekonomik ilişkilerin yeniden kurulması, İran’ın ileri teknolojiye erişiminin sağlanması, ekonomik modernizasyonunun desteklenmesi ve küresel ekonomiye entegrasyonu.
Bu, Trump yönetiminin yeni İran stratejisini temsil ediyor: ABD-İran ve İran-İsrail arasındaki düşmanlığı çözmeyi, bölgesel dengeleri yeniden şekillendirmeyi ve İran’ı İslam Devrimi öncesi sıradan bir bölgesel aktör konumuna döndürmeyi amaçlayan bir yol haritası. Hem sert baskılar (“sopalar”) hem de cazip vaatler (“havuçlar”) içeriyor.
Ancak İran hükümeti, bu 12 maddeyi tamamen reddetti. Çünkü bu, İran’ın teslim olmasını ve İslam Devrimi ile kurulan büyük ideallerden vazgeçmesini, sıradan bir ülke haline gelmesini isteyen bir “teslim anlaşması” olarak görüldü. Trump yönetimi sonrasında yeni yaptırımlar getirdi, ancak İran bu zor dönemi atlattı, Biden’ın seçilmesini bekledi ve şimdi Trump’ın ikinci kez iktidara gelmesine tanıklık ediyor.
“Trump 1.0”dan “Trump 2.0”a sekiz yıl geçti, nükleer anlaşma dirilmedi, kriz de savaşa dönüşmedi. Fakat mevcut jeopolitik ve güvenlik koşulları İran açısından daha olumsuz: Doğu Akdeniz’de askeri başarısızlık, Hizbullah’ın yenilgisi ve Şam’daki rejim değişikliği nedeniyle “Şii Hilali”nin batı kanadı kaybedildi.
2024 Ekim’inde İsrail’in büyük çaplı saldırısında, Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan uzun menzilli bir hava koridoru açıldı, İran iç bölgelerine uyarı niteliğinde saldırılar düzenlendi ve İran’ın eşit düzeyde karşılık veremeyecek kadar zayıf olduğu görüldü. “Trump 2.0” dönemiyle birlikte, “Şii Hilali”nin merkezi olan Irak da İran’dan uzaklaşıp Arap dünyasına yakınlaşma baskısıyla karşı karşıya. Bu nedenle, İran’ın genel jeopolitik ortamı kötüleşti ve Doğu Akdeniz hava sahasını kontrol eden ABD-İsrail cephesi daha da saldırgan hale geldi. Bu durum, İran üzerindeki baskının “Trump 1.0” döneminden daha ağır olacağı anlamına geliyor.
Pompeo her ne kadar artık yönetimde olmasa da, “Pompeo’nun 12 Maddesi” Trump’ın güvenlik ekibinin Orta Doğu politikasının temel taşını oluşturuyor. Bu şartlar muhtemelen “Trump 2.0” döneminde yeniden gündeme gelecek ve İran’a baskı kurmak için stratejik yay tamamen gerilecek.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?

Fransız Le Figaro gazetesinde, Fransa ordusunun haritacılarının Romanya’da ‘Rusya’yla çatışma hazırlığına’ ilişkin dikkat çekici bir haber yayınlandı. ‘Fransız ordusunun haritacıları, Rusya ile artan gerilim rotasında NATO’nun doğu kanadında görevde’ başlıklı, Nicolas Barotte imzalı haberde, Rusya’nın saldırı beklentisiyle yapılan yeni askeri hazırlıklar detaylandırılıyor.
Habere göre, Fransız ordusunun haritacıları, Romanya’nın Moldova ve Ukrayna sınırındaki bölgelerin haritalarını çıkarıyor.
Askerlerin, her 5 kilometrede bir su veya çan kuleleri gibi yüksek noktaları belirlediği bilgisi paylaşılıyor.
Fransız askerlerine göre bu yapılar, gerektiğinde topçular için hedef belirleme konusunda referans noktaları olarak kullanılacak.
Fransız askerleri ayrıca, askeri birliklerin hareket güzergâhlarını ve ordunun ilerleyebileceği eksenleri de içeren son derece ayrıntılı bir harita hazırlamış. Haritalama faaliyetinin asıl amacı, uydu sinyalleri kesilse bile sahada yön bulmayı kolaylaştırmak.
Haritalandırmayı hangi askerler yaptı?
Söz konusu haritalandırma işleminin, 28. Coğrafi Grup (28e Groupe Géographique) tarafından yapıldığı belirtiliyor.
‘28e GG’ kısaltmasına sahip bu birim, Strasbourg yakınlarındaki Haguenau kentinde konuşlu, Fransa ordusunun en küçük ancak en stratejik birimlerinden biri. Kara kuvvetlerine coğrafi bilgi, harita üretimi ve topoğrafik analiz desteği sağlamakla görevli olan 28e GG, uzun yıllar istihbarat komutanlığına bağlıydı, 2023 sonbaharında ise Mühendislik Tugayı’na (brigade du génie) bağlandı.
Askeri harekat alanlarında harita üretimi, LIDAR (lazerli konum belirleme yöntemi), drone ve mobil veri toplama araçları gibi yöntemlerle 3 boyutlu arazi haritalandırması, askeri hedeflerin geçiş güzergahları ve altyapının tespiti ve savaş durumunda uydu sinyallerinin kesilmesi halinde kullanılacak referans noktalarının belirlenmesi, hedef tespiti ve ateş destek planlamasında topçulara destek sağlamak gibi kritik görevleri bulunan bu birim, Fransız ordusunun en kilit savaşa hazırlık birimlerinden biri. 350 askerden oluşan bu birlik, yalnızca operasyonlara değil, aynı zamanda planlama süreçlerine de aktif olarak katılıyor.
Romanya’da Fransız askeri varlığı
Bu arada, Fransız ordusunun Romanya’daki askeri varlığı yeni değil. Fransa, Rusya – Ukrayna savaşı başladığında NATO’nun doğu kanadını güçlendirme çabaları kapsamında Romanya’nın orta kesiminde, Transilvanya bölgesinde yer alan Cincu’ya bin asker konuşlandırmıştı.
Fransız askerleri, burada konuşlu NATO’ya bağlı NATO’nun kurduğu Çok Uluslu Savaş Grubu’nun (Multinational Battlegroup – Romania) liderliğini de yürütüyor.
Neden Romanya?
Le Figaro’nun haberine göre bu birlik, Romanya’da hazırladığı haritayı Haguenau’daki karargahının koridoruna asmış bile.
Romanya haritasında, ülkenin topoğrafyası üç boyutlu olarak gösteriliyor. 28e GG, her 5 kilometre bir referans noktaları belirledi ve olası rotaları saptadığı bir askeri hareketlilik haritası oluşturdu.
Harita, Google’nın sokak görünümü aracına (Street View) benzeyen bir teknolojiyle oluşturuldu. 28e GG tarafından kullanılan, yüksek çözünürlüklü kameralar ve lazer sensörüyle donatılmış bir araç, bölgeyi üç boyutlu olarak taradı.
Bütün bu askeri hazırlığın en can alıcı noktası ise Focșani Kapısı.
Focșani Kapısı
Focșani Kapısı (ya da Focșani Geçidi), Romanya’nın doğusunda yer alan ve tarih boyunca askeri strateji açısından son derece önemli bir bölge.
Doğu Karpatlar ile Tuna Ovası arasındaki dar ve düz bir geçit, Moldova, Transilvanya ve Tuna bölgesi arasında bir geçiş noktası.
Bölgenin dağlık yapısının aksine düzlük bir bölge olduğu için, savunan için zor, saldıran için kolay bir coğrafya.
NATO’nun beklentisi Rusya’nın buradan saldıracağı üzerine olduğuna göre, Rusya’nın Foşani’den yapacakları başarılı bir işgalin Romanya’nın kalbine, hatta Köstence üzerinden Karadeniz’e kadar yayılabileceği öngörülüyor.
Öte yandan, Focşani’nin Osmanlı, Rusya, Almanya ve Sovyetler tarafından askeri amaçlarla kullanılmış olması, bölgeye duyulan ilginin tarihsel sebeplerinden.
Rusya Focşani’den saldırırsa ne olur?
Focşani’ye verilen önem, kuşkusuz ‘Rus işgali’ anlatısıyla Avrupa’nın militarizasyonunu sürdürme çabalarının da önemli bir parçası. Ancak, NATO’nun öngörülerinin gerçekleşeceği varsayılırsa ne olur?
Eğer Rusya, NATO’nun beklediği gibi Focşani’den saldırırsa, ilk karşılacağı askeri güç Romanya’nın 8. Tümeni ve 2. Piyade Tümeni olacaktır. Saldırıya ilk tepki veren Rumen uçakları ise, Fetești ve Borcea’daki üslerden kalkacaktır.
Eğer NATO’nun 5. Madde’si yürürlüğe konur da NATO tüm gücüyle Rusya’yı karşılamaya karar verirse, ABD’nin Romanya’da Karadeniz kıyısındaki Mihail Kogălniceanu Hava Üssü ve devreye girecektir.
Rusların gerçekten Focşani’den saldırması durumunda, Baltık Bölgesi’ndeki yoğun NATO varlığının birincil düzeyde bir etkisi olmayacaktır. Örneğin, Polonya ve diğer Baltık ülkelerinin Moldova-Romanya eksenine doğrudan müdahalesi, Karpatlar nedeniyle lojistik olarak zor. Bu ülkeler en fazla, Rusya’ya kuzeyde yeni bir cephe açıp oyalama taktiği uygulayabilir.
Böyle bir durumda akla ilk gelen diğer NATO gücü, 2001’de NATO’nun Acil Müdahale Gücü olarak kurulan NATO İtalyan Hızlı Dağıtım Kolordusu olur.
Türkiye’nin konumu
Bütün bu simülasyonda, Türkiye’nin denge siyasetini bir kenara bırakıp, NATO’nun ikinci büyük kara ordusuna sahip bir ülke olarak ittifak yükümlülüklerine uyduğunu varsayalım. Bu durumda, Türkiye’nin olası adımları, birliklerini en geç 72 saat içinde Romanya’ya ulaştırma hedefini taşımalı.
2023 itibariyle Türkiye, 66. Mekanize Piyade Tugayı (İstanbul) veya Komando Tugayları gibi yüksek hazırlık seviyesine sahip birlikleriyle Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Kuvveti (VJTF) içerisinde.
Bu bağlamda, İstanbul’daki 66. Mekanize Tugay ile Suriye operasyonlarından tecrübeli komando tugayları, Romanya’ya kara destek sağlayabilecek en hızlı birlikler olarak karşımıza çıkıyor.
Türk Donanması ayrıca, NATO’nun Standing NATO Maritime Group-2 (SNMG2) ve Standing NATO Mine Countermeasures Group-2 (SNMCMG2) gibi deniz görev gruplarına rotasyonel olarak fırkateyn, hücumbot ve mayın avlama gemileriyle katkı sağlayan, Karadeniz’de en büyük donanma gücüne sahip NATO gücü konumunda.
Aynı şekilde, Türkiye’nin hava gücü, Romanya’daki NATO üslerine hava yoluyla muharip birlik ve mühimmat takviyesi yapabilirken; SİHA’lar ve deniz karakol uçaklarıyla keşif ve caydırıcılık görevleri üstlenebilir ve çıkarma kabiliyetine sahip amfibi birlikler ve SAT/SAS komandoları da NATO harekât planı çerçevesinde Romanya topraklarına sevk edilebilir.
Elbette, Türkiye’nin böyle bir senaryoda doğrudan askeri çatışmaya dahil olması, Türkiye’ye atfedilen denge odaklı dış politika çizgisinin dışında kalan bir ihtimal olarak değerlendiriliyor.
Böyle bir simülasyonun gerçekleşmesi ihtimali, mevcut siyasi konjonktürde yine uzak bir ihtimal olduğu aşikar olarak, Rusya’nın önce Odessa’yı ele geçirip Moldova sınırına ulaşması, Moldova (Transdinyester) üzerinden hareketle Romanya’yı işgale kalkışması ihtimalinin gerçeğe dönüşmesiyle alakalı.
Ancak, Türkiye’nin savaşa dahli şimdilik uzak ihtimal olsa da, mevcut ‘caydırıcılık’ konseptinde yeni görevler üstlenmesi ihtimali artık yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.
Özellikle, ABD Başkanı Donald Trump’ın Avrupa’yı ‘terk ettiği’ bir siyasi iklimde gözler Türkiye’ye çevrilmişken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son olarak Antalya Diplomatik Forumu’nda yaptığı “Türkiye, Avrupa’nın güvenliği için sorumluluk almaya hazır” açıklaması, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde Avrupa güvenlik mimarisinde daha aktif görevler alacağının en açık sinyallerinden biri.
Son dönemde Türk askerinin Ukrayna’ya gideceği sıkça konuşulsa da, NATO’nun önemli bir odak noktası olan Romanya’da da Türk birliklerini görmek sürpriz olmayacaktır.
Sonuç
NATO, Doğu Avrupa ile birlikte, Doğu Avrupa’yı da Rusya’nın olası saldırı rotalarından biri olarak değerlendiriyor ve savaş hazırlıklarını da buna göre şekillendiriyor. Trump dönemi ABD-Avrupa ilişkileri dalgalı seyrederken, yapılan hazırlıklar düşünüldüğünde iki tarafın da ABD’nin kısa vadede Avrupa’dan asker çekeceğine inanmadığı görülüyor. Keza, NATO ve ABD yetkilileri bu konuda ‘yatıştırma’ çabalarına başladı bile.
Öte yandan, NATO Rusya’nın saldırısında Romanya’yı stratejik bir rota olarak görüp, bölgeyi askeri açıdan kritik kabul ederken, böyle bir ülkenin NATO ve Avrupa Birliği (AB) karşıtı bir dönüşüm yaşamasının mevcut stratejilere vereceği ‘zarar’ da açıkça ortada. Bu da, Romanya’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turundan zaferle ayrıldığı halde, Calin Georgescu’nun adaylıktan dahi men edilerek yarış dışı bırakılmasının önemli sebeplerinden biri.
Görüş
İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?

İran ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki müzakereler, uzun süren iniş çıkışların ardından nihayet dün, 12 Nisan’da Umman’ın Maskat şehrinde gerçekleşti. Bu, İranlı ve Amerikalı tarafların birbirleriyle ilk kez müzakere ettiği bir durum değil; ancak Ortadoğu’nun kaderinin bu denli bu görüşmelere bağlı olması bakımından ilk kez böyle bir süreç yaşanıyor. Bu nedenle de bu İran-ABD müzakereleri niteliği açısından, daha önce tecrübe edilenlerden oldukça farklıdır.
Bu müzakere turunda Tahran, önceki döneminde İran’a maksimum ekonomik baskı uygulayan Trump’ın şimdi de savaş tehdidini doğrudan İran’ın üzerine saldığı bir ortamda masaya oturmuştur. İsrail, Gazze’deki soykırımını sürdürerek kendisini bir “soykırım zaferi”nin kazananı gibi sunmaktadır; Hizbullah Lübnan’daki iç siyasi denklemde pasif bir konuma itilmiş durumdadır; Şam artık, İsrail’e karşı direnişi sürdürmek için İran’ın Hizbullah ve diğer Filistin direniş gruplarına destek hattını kurduğu aktörlerin kontrolünde değildir; İran’a yakın güçler Irak’ta iç siyasi çatışmalarla meşguldür; ve İran’ın kendisi de ciddi bir döviz ve ekonomik krizle karşı karşıyadır. Tüm bunlara paralel olarak İsrail, Trump’ı İran’a karşı etkili ve acı verici bir darbe indirmeye ikna etmek için tüm lobi gücünü seferber etmiştir. Çünkü onlara göre İran artık İsrail’e karşı sert ve sürekli darbelerle bir savaş yürütebilecek stratejik kapasitesini kaybetmiştir.
Ancak İran, bu tabloya karşı olarak İsraillilerin iddia ettiği gibi zayıf bir konumda olmadığını ısrarla vurgulamakta ve İran’a yönelik askeri bir saldırının “Amerikan askerlerinin hayatıyla kumar oynamak” anlamına geleceğini ifade etmektedir. (Bu ifade, İran İslam Cumhuriyeti Lideri’nin danışmanı Ali Laricani tarafından dile getirilmiştir.) İran, İsrail ve ABD’nin stratejik altyapılarına yönelik saldırı gerçekleştirmesi durumunda ağır darbeler alabileceğini kabul etmekle birlikte, karşılık olarak vereceği darbelerin de ABD ve İsrail için son derece acı verici olacağını vurgulamaktadır.
İran’ın ABD ve İsrail’in tehditlerine karşı geliştirdiği bir diğer strateji ise, yalnızca doğrudan saldırıya cevap vermekle yetinmeyip, ABD askerleri ve çıkarlarını Ortadoğu’daki tüm Arap ülkelerinde meşru hedef olarak göreceğini ilan etmiş olmasıdır. Bu da güvensizlik ve krizin Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Katar ve Hint Okyanusu gibi bölgelere yayılması anlamına gelir. Böyle bir gelişme, Arap ülkelerinin kırılgan güvenlik ortamını ciddi bir krizle karşı karşıya bırakacaktır.
İşte bu bağlamda, İran-ABD müzakereleri her ne kadar yeni bir olgu olmasa da, hiçbir zaman bölge güvenliği üzerinde bu denli belirleyici ve etkili olmamıştır.
Cumartesi görüşmesinden cumartesiler müzakerelerine!
Birkaç saat süren “dolaylı” görüşmelerin ardından her iki taraf da cumartesi günü gerçekleşen müzakereye dair olumlu bir tutum sergiledi. Görüşmelerin nasıl geçtiğine dair iki tarafın aktardığı bilgiler arasında belirgin bir fark ya da çelişki bulunmuyordu; hem İranlı müzakereci hem de Beyaz Saray görüşmeleri olumlu değerlendirdi. İran Dışişleri Bakanı ve başmüzakerecisi Abbas Arakçi, ABD ile yaptığı müzakereleri “yapıcı”, “umut verici” ve “karşılıklı saygı çerçevesinde” olarak tanımladı. Arakçi, “İran’ın tutumunu kararlılıkla ve ileriye dönük bir yaklaşımla açıkladım. Her iki taraf da bu süreci birkaç gün içinde sürdürme kararı aldı” ifadelerini kullandı.
Öte yandan, Beyaz Saray da Umman’ın ev sahipliğinde gerçekleşen ilk dolaylı İran–ABD görüşmesine ilişkin olarak müzakereleri “tam anlamıyla olumlu ve yapıcı” olarak nitelendirdi. Beyaz Saray, tarafların önümüzdeki cumartesi günü müzakereleri sürdürme konusunda anlaştığını vurguladı.
Beyaz Saray’ın açıklamasındaki dikkat çekici bir nokta da şu ifadeydi: “Witkoff, Arakçi’ye Başkan Trump’tan, iki ülke arasındaki anlaşmazlıkların mümkün olduğunca diplomasi ve diyalog yoluyla çözülmesi yönünde talimat aldığını iletti.”
Tahran ve Washington’un ilk tepkilerini karşılaştırdığımızda, her iki tarafın da ortak ve umut verici bir anlatı sunduğu görülmektedir. Bu da son haftalardaki gergin atmosferin en azından geçici olarak yatışmasına neden olmuş ve kısa vadede gerilimin azalabileceğine dair umutları artırmıştır.
Bununla birlikte, iki ülke arasındaki müzakere süreci karmaşık ve zorlu bir yoldur. Bu nedenle her ne kadar umut verici sinyaller alınsa da, her türlü gelişmeye hazırlıklı olmak gerekir. Ancak şu an için tarafların müzakereleri sürdürmeye hazır olduklarını göstermeleri, ABD’nin İran’ın kırmızı çizgileri olan nükleer endüstrinin tamamen kapatılması ve füze sanayisinin gündeme getirilmesini görüşme dışı tuttuğu anlamına gelir. Buna karşılık İran da nükleer silah üretmeyeceğine dair daha ciddi güvence ve taahhütler vermeye hazır görünmekte ve muhtemelen uranyum zenginleştirme seviyesini Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nda (JCPOA) üzerinde anlaşılmış düzeye geri getirmeye hazırdır.
Şimdiden umut edilebilir ki, eğer beklenmedik gelişmeler yaşanmazsa, İran’a uygulanan yaptırımların hafifletilmesi, dondurulmuş İran varlıklarının serbest bırakılması ya da İran’dan petrol alımı yapan ülkelere baskı uygulanmaması gibi başlıklar da önümüzdeki haftalarda müzakere edilecek konular arasında yer alacaktır.
Görünüşe göre önümüzdeki cumartesiler İran ve Ortadoğu için kader belirleyici günler olacak; haftanın sonu, haftanın kendisinden daha ilgi çekici hale gelecek.
Riskler
Cumartesi akşamından itibaren oluşan olumlu havaya rağmen, bu müzakereler hâlâ önemli risklerle karşı karşıyadır. Bu sürecin en büyük sorunu, İsrail’in açık muhalefetidir. İsrail, doğal olarak bu görüşmeleri İran’a yönelik “nihai darbe” stratejisiyle çelişkili görmektedir ve bu süreci sabote etmek için hiçbir girişimden kaçınmayacaktır. Bu sabotajlar; İran’ın nükleer ve füze faaliyetlerine dair yeni casusluk belgelerinin ifşa edilmesi, dünyanın farklı bölgelerinde sabotaj eylemlerinin gerçekleştirilmesi, İran’a yönelik provokatif eylemler (örneğin, İranlı yetkililere yönelik suikastler) gibi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Washington’daki Siyonist lobinin çabaları da İsrail’in elindeki diğer bir önemli koz olup, Amerikalı müzakerecilerin zihnini bulandırma konusunda etkili bir araçtır—ki bu, İran’ın sahip olmadığı bir avantajdır.
Bu müzakerelerin en önemli risklerinden bir diğeri de bizzat Donald Trump’ın kendisidir. Trump, kendini yüceltmeye büyük bir eğilim duyan bir figürdür ve Amerikan seçmeninin gözünde kendisini bir “kahraman” gibi göstermeye çalışmak, siyasi faaliyetlerinin temelini oluşturur. Bu nedenle de diğer taraflara yönelik küçümseyici ve aşağılayıcı bir dil kullanmaktan çekinmez. Onun bu ruhsal ve psikolojik yapısı, Amerika’nın kendisine yönelik buyurgan ve küçümseyici tutumlarına karşı aşırı hassasiyeti olan İran için her an her şeyin sona ermesi anlamına gelebilir. Her ne kadar İran’ın müzakerelerin “dolaylı” biçimde yürütülmesindeki ısrarı rasyonel görünmese de, bu tavır aslında İran’ın Amerikan tarafının kibri, sadakatsizliği ve geçmişteki ihanetlerinden kaynaklanan derin travmalarını yansıtmaktadır. Belki de İsrail’den sonra, Trump temsilcileri ile İranlılar arasındaki müzakerelerin başarısızlığa uğraması açısından en büyük risk, bizzat Trump’ın geveze dili ve kibirli karakteridir.
Bir diğer sorun ise, İran iç siyasetindeki denklem değişimlerinin müzakereleri etkileme ihtimalidir. Eğer bu görüşmelerden önemli kazanımlar elde edilirse, doğal olarak Pezeşkiyan hükümetinin siyasi ağırlığı artacaktır. Bu durum da, içerideki siyasi rakiplerini daha fazla harekete geçirecektir. Her ne kadar Pezeşkiyan hükümeti, Ruhani hükümetinin aksine, kamuoyunu oyalayan reklam şovlarından ve “hayal satma” diyebileceğimiz hamlelerden uzak durmakta ve başmüzakereci Abbas Arakçi de selefi Cevad Zarif’in aksine daha temkinli bir duruş sergilemekteyse de, tüm bu ihtiyatlı tutuma rağmen, iç siyasette hükümeti başarısız göstermeye yönelik sabotaj riski her zaman vardır.
Geçtiğimiz hafta İran’ın eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin özel kalem müdürü Mahmud Vaezi, bir röportajında şu ifadeyi kullanmıştı: “Garip bir şekilde, bu 40 yıl boyunca ne zaman çeşitli ülkelerle bir açılım yapmak istesek, ya ülke içinde ya da dışında bir olumsuz olay yaşandı.”
Bu tür olaylar, şu anki müzakereler için de tekrar yaşanabilecek tecrübeler olabilir.
-
Görüş2 hafta önce
Yemen’de 48 saatlik Husi karargâhı ziyareti…
-
Avrupa2 hafta önce
Komünist Parti’ye karşı ilk ‘Twitter devrimi’: Moldova’da 16 yıl önce ne olmuştu?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Wolfgang Münchau: Trump’ın tarifeleri küreselleşmenin sonudur
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan için Şili neden önemli?
-
Görüş1 hafta önce
Trump’ın gümrük vergileri ticaret savaşını tetikliyor
-
Görüş5 gün önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Söyleşi1 hafta önce
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi
-
Amerika1 hafta önce
Trumpizmin iktisadi aklı – 1: Stephen Miran ve doların devalüasyonu planı