GÖRÜŞ
Hindistan’ın Keşmir kararı ve beraberinde getirdiği tartışmalar
Yayınlanma
Yazar
Duygu Çağla Bayram
Hindistan Yüksek Mahkemesi, 16 gün süren duruşmanın ardından 11 Aralık 2023 tarihinde oybirliği ile aldığı bir kararla Narendra Modi hükümetinin 5 Ağustos 2019 tarihinde Hindistan Anayasası’nın eski Jammu ve Keşmir devletine özel özerk statü garanti eden 370. Maddesini iptal etme kararını onadı. Aynı zamanda, aynı yılın Ağustos ayında merkezi hükümetin Jammu ve Keşmir’den ayrı bir Ladakh birlik bölgesi oluşturma yönündeki hamlesinin de geçerli olduğunu ilan etti.
Hindistan Birlik hükümeti 2019’da Anayasa’nın 370 ve 35(A) Maddelerini iptal etmişti. 370. Madde, Hindistan Birliği’nin devletlerinden biri olan Jammu ve Keşmir devletine kendi Anayasası ile “benzersiz” nitelikte özel, ayrıcalıklı, özerk bir statü sağlıyordu ve ona savunma, iletişim ve dış ilişkiler dışındaki tüm konularda karar alma haklarını veriyordu. Kaldırılması, devletin özel statüsüne son verdi. Daha da önemlisi, 370. Madde, eski devletin kimleri daimi ikamet sahibi olarak kabul ettiğini tanımlamasına izin veren ve devlette iş ve mülk sahibi olma gibi özel haklar veren 35A Maddesini içeriyordu. Dolayısıyla özel statü, buraya Hindistan’ın başka bölgelerinden “yerleşme amaçlı” gelişin kapalı olduğu anlamına geliyordu. Yani, özel statü sayesinde Hindistan’ın Jammu ve Keşmir dışındaki vatandaşlarının burada gelişigüzel herhangi bir toprak, arazi, arsa, mülk vb. satın alması, iş kurması, buraya yerleşmesi yasaktı. Ve bu sayede bu bölgenin “kendine özgü” demografik özelliği korunuyordu. Ki Hindistan’ın Müslüman çoğunluklu tek bölgesi idi.
Ve son dört yıldır tartışmalar da özellikle bu noktadan patlak verdi. 370. Maddenin iptali, diğer bölgelerden Jammu ve Keşmir’e yerleşimin önünü tamamen açmış oldu. Ve bunun anlamı, Hindu milliyetçisi Modi hükümetinin buradaki Müslüman çoğunluklu demografiyi Hindu yerleşimcileri ile dengeleme veya hatta bozma planı olarak algılandı ve tartışmaların fitili çoğunlukla bu noktadan ateşlendi. Bu, çoğunlukla iç gündemi meşgul ediyordu.
Pakistan, Hindistan’ın 5 Ağustos 2019 tarihli eylemlerini “tek taraflı” ve “yasadışı” olarak nitelendirerek “uluslararası hukukun” bu eylemleri tanımadığını ileri sürerken Çin, Keşmir sorununun çözümü için Hindistan ile Pakistan arasında “diyaloğun” gerekliliğini vurguladı.
Modi hükümetinin iç gündeme dönük savunmasındaki temel argümanı kısaca şöyle özetleyelim: “demografik değişim değil, aksine bölgesel kalkınma planı”. Hindistan Başbakanı Narendra Modi bunu şöyle özetliyor: “Madde 370 ve 35(A), Jammu ve Keşmir halkının geri kalan Hintlerin sahip olduğu haklara ve kalkınmaya asla sahip olamayacağını garanti ediyordu. Bu maddeler nedeniyle aynı ulusa mensup insanlar arasında mesafe yaratıldı… Daha önce Jammu, Keşmir ve Ladakh’ın durumuyla ilgili bir soru işareti vardı: Artık sadece rekor büyüme, rekor gelişme ve rekor turist akışıyla ilgili ünlem işaretleri var… hayal kırıklığının ve umutsuzluğun yerini kalkınma, demokrasi ve onur aldı.”
Pakistan’ın tutumuna karşı, Hindistan konuyu zaten hiçbir zaman “uluslararası” olarak görmemiştir. Çin’in dikkati çektiği Hindistan ile Pakistan’ın ikili diyaloğuna karşı, “Hindistan’a göre” bu, zamanında arabulucu aktör(ler) de dâhil olmak üzere denenmiş ve başarı sağlanamamış bir yoldur ki bunun da nedeni Pakistan’ın kendisidir. Ayrıca Pakistan’ı bir terör devleti olarak gören Hindistan’a göre zaten bu bölgede -hatta Pakistan’ın kontrol ettiği kısımlar da dâhil- Pakistan’ın bir hakkı yoktur ki dolayısıyla Pakistan ile diyaloğun da bir anlamı yoktur.
Hindistan’ın kontrol ettiği Jammu ve Keşmir bölgesi üç bölgeden oluşuyor: Hindu çoğunluklu Jammu, Müslüman çoğunluklu Keşmir Vadisi ve Budist çoğunluklu Ladakh. Bunlar bir bütün olarak Hindistan Birliği’nin bir devletini oluştururken bugün Jammu ve Keşmir ile Ladakh olmak üzere iki ayrı birim olarak Birliğin, yani Merkezî hükümetin doğrudan yönetebildiği Birlik toprakları hâlini aldı. Ancak Jammu ve Keşmir Birlik toprağında meclis açık olacak ve seçimler devam edecek. Beş yargıçtan oluşan bir heyetin oybirliğiyle aldığı karar da bu oluşumu onadı ve burada seçimlerin yapılması için gelecek yıl 30 Eylül’e kadar son tarih belirledi.
Karşı çıkanlar, bölgenin özel statüsüne yalnızca Jammu ve Keşmir “kurucu meclisinin” karar verebileceğini ileri sürdüler ve parlamentonun bunu iptal etme yetkisinin olup olmadığını tartışmaya açtılar. Mahkeme, özel statünün “doğası gereği” parlamento tarafından iptal edilebilecek “geçici” bir anayasa hükmü olduğunu söyledi.
Jammu ve Keşmir’in yirmi yılı aşkın bir süredir “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) gündeminde kalan uluslararası olarak tanınan bir anlaşmazlık” olduğunu belirten Pakistan, Hindistan’ın, Keşmir halkının ve Pakistan’ın iradesine aykırı olarak bu ihtilaflı bölgenin statüsü konusunda “tek taraflı karar alma hakkına sahip olmadığını” vurguluyor.
Diğer yandan Hindistan Yüksek Mahkemesi Jammu ve Keşmir’in 1947’de Hindistan’a katılımından sonra herhangi bir “egemenlik unsurunu” elinde tutmadığına ve 370. maddenin, “içinde yer aldığı tarihsel bağlamın okunmasına ilişkin geçici bir hüküm” olduğuna karar verdi. 1951’de Jammu ve Keşmir için, Hindistan Anayasası çerçevesinde Jammu ve Keşmir anayasasını ve “devletin Hindistan Birliği’ne katılımı ile ilgili konuları” formüle etmek üzere bir Anayasa Meclisi seçilmiş ve 370. maddenin bundan sonraki seyrini belirleme yetkisinin de bu Meclise ait olacağı yorumlanmıştı.
Yargıç Khanna, Madde 370’in asimetrik federalizmin bir örneği olduğunu ve Jammu ve Keşmir’in egemenliğinin göstergesi olmadığını ve ayrıca 370. maddenin yürürlükten kaldırılmasının federalizmi aşındırmadığını söylüyor. Yargıç SK Kaul ise 370. Maddenin amacının Jammu ve Keşmir’i yavaş yavaş diğer Hindistan devletleri ile aynı düzeye getirmek olduğunu söyledi.
DY Chandrachud, SK Kaul, Sanjeev Khanna, BR Gavai ve Surya Kant olmak üzere beş yargıçtan oluşan heyet pazartesi günü üç temel konuyu ele aldı: Bunlardan ilki, Jammu ve Keşmir’in “benzersiz” ve “özel” statüsü idi ki Heyet, Jammu ve Keşmir’in 1947’de Hindistan’a katılımından sonra “herhangi bir egemenlik unsurunu elinde tutmadığına” karar verdi. Bir diğeri, 370. maddenin Anayasa’nın geçici mi yoksa kalıcı bir hükmü mü olduğuna dair idi ki Heyet, 370. maddenin “geçici” bir hüküm olduğuna karar verdi. Ve üçüncüsü ise 370. maddenin “fiilen yürürlükten kaldırılmasına ilişkin” konulardı ki Heyet, Ağustos 2019 tarihli Cumhurbaşkanlığı ilanlarının her ikisini de onadı.
Parlamento, 2019 Cumhurbaşkanlığı emirlerinde “Jammu ve Keşmir Kurucu Meclisi”ne, “Jammu ve Keşmir Yasama Meclisi” anlamına gelen yeni bir anlam kazandıran bir hüküm getirmiş ve ardından Cumhurbaşkanı’nın 370. Maddeyi yürürlükten kaldırma kararı ile Yasama Meclisinin yetkilerini üstlenmişti. Yargıç Chandrachud, Jammu ve Keşmir’in kurucu meclisinin kalıcı bir organ olmasının amaçlanmamış olduğunu, yalnızca Anayasayı çerçevelemek için kurulmuş olduğunu ve Kurucu Meclis’in tavsiyesinin Cumhurbaşkanı için bağlayıcı olmadığını söyledi. İtiraz edenler, bu eylemlerin Birliğin, Cumhurbaşkanının yönetimi altındayken devletin yetkilerini üstlenerek yapıp yapamayacağını sorgulamışlardı.
Ayrıca Yargıç Sanjay Kishan Kaul, “Jammu ve Keşmir’de 1980’lerden bu yana hem Devlet hem de Devlet dışı aktörler tarafından gerçekleştirilen insan hakları ihlallerini araştıracak ve rapor edecek ve uzlaşma tedbirleri önerecek” bir “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu”nun kurulmasını önerdi. Ancak bu noktada bir başka tartışma konusu da gerçekten işe yarayıp yaramadıkları noktasında yaşanıyor. Aslında 1970’lerden bu yana Şili, Güney Kore, Sierra Leone ve El Salvador gibi 40’tan fazla ülkenin bu komisyonları bölünmüş toplumları iyileştirmeye çalışmak için kurduğu tahmin ediliyor.
Bunun en ünlü örneğine Güney Afrika’da tanıklık edildi. 1948’den başlayarak, Güney Afrika hükümeti apartheid olarak bilinen bir ırk ayrımcılığı politikası başlatmıştı. Apartheid, Hintlerin yanı sıra siyahi Afrika nüfusunun çoğunluğuna karşı da sistematik olarak ayrımcılık yapmış, politik ve ekonomik güç Güney Afrika’daki beyaz azınlığın elinde yoğunlaşmıştı. Bu dönemde aynı zamanda hükümetin güçsüz gruplara karşı -aktivistlere ve sivillere karşı yargısız infazlar, işkence ve diğer suçlar da dahil olmak üzere- insan hakları ihlallerine de tanık olunmuştu. Ve bu durum, apartheid rejiminin sona erdiği ve Güney Afrika’daki beyaz azınlık hükümetinin, yurtiçinde ve yurtdışındaki yoğun baskıların ardından çoğunluk yönetimine geçtiği 1990’lara kadar devam etmişti. Ancak Güney Afrika’nın Nelson Mandela liderliğindeki yeni hükümeti bir sorunla karşı karşıya kalmıştı: Ülke, şiddet uygulayanların yanı sıra acı çekenlerle nasıl başa çıkmalı? Farklı yaklaşımlar gündeme gelmiş olsa da Güney Afrika kendine özgü bir yöntem ile 1995’te “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu”nu kurmayı seçmişti. Görevi, insan hakları ihlallerini araştırmak, mağdurları rehabilite etmek ve faillere af verilip verilmeyeceğine karar vermekti. Komisyon, mahkeme salonunda duruşmalar düzenlemek yerine Güney Afrika genelinde halka açık duruşmalar düzenlemiş ve istismar mağdurlarına hikâyelerini kamuoyuna anlatma şansı, faillere gerçeği söyleme ve işledikleri suçlardan dolayı özür dileme şansı verilmişti. Amaç, herkesin apartheid döneminde olup bitenlerle ilgili gerçeği duymasıydı. Bu itirafların affedilmeye yol açacağı ve ulusun iyileşmesi için bir fırsat olacağı umuluyordu. Cumhurbaşkanı Nelson Mandela, hükümet adına tüm istismar mağdurlarından özür dilemişti.
Uluslararası alanda, Güney Afrika’nın Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu ile yaptığı deney büyük ilgi görmüştü ki ilgi gösterenlerden biri de Hindistan. “Konu yalnızca adaletsizliğin tekrarını önlemek değil, aynı zamanda bölgenin sosyal dokusunu tarihsel olarak temel aldığı şeye, bir arada yaşama, hoşgörü ve karşılıklı saygıya yeniden kavuşturma yüküdür” diyen Yargıç Kaul, pazartesi günü açıklanan 370. Madde kararında Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nu defalarca övdü ve benzer bir Komisyon’un Keşmir için de kurulmasını tavsiye etti. Görünen o ki bu iyileştirme ve bağışlamanın ilk adımı olarak devlet ve devlet dışı aktörlerden gelen insan hakları ihlallerine ilişkin raporları inceleyebilecek bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu öne çıkıyor. Ancak yine Güney Afrika örneğine bakılarak bunların ulusal bölünmeleri iyileştirmede işe yaramadığına dair yaygın bir kanı da söz konusu ki zaten Güney Afrika’nın beyaz nüfusunun çoğu bu Komisyonu siyahi vatandaşlarının uzlaşma çabası olarak görmek yerine bunu, kendilerine zulmetmeyi amaçlayan bir “cadı avı” olarak gördüler.
Güney Afrika’daki mağdurlar kendi sözlerini söyleme şansına sahip olsa da hükümet kendilerine söz verilen tazminatları vermekte yavaş davrandı. Ve Güney Afrika güvenlik teşkilatları ve polisinin bazı üyelerine af çıkarıldı, ancak bu affı almayanlar da çok fazla soruşturmayla karşı karşıya kalmadı ki bu durum birçok kişide “adaletin ulusal birliğe feda edildiği” hissine yol açtı. Ayrıca böyle bir Komisyon’un kurulması ne Güney Afrika toplumunda ne de ekonomisinde herhangi bir yapısal değişikliğe yol açtı. Irksal eşitsizlik ülkeyi bölmeye devam ediyor ki Dünya Bankası’na göre Güney Afrika dünyanın en eşitsiz toplumu ve ülkedeki zenginliğin yüzde 80’i nüfusun yüzde 10’unun elinde. Kısacası gerçek şu ki bugün Keşmir için gündeme gelen böyle bir komisyonun ilham alınan örneğinde dahi apartheid’ın sıradan kurbanlarının yaşamlarını iyileştirmek için başarıdan söz etmek pek olası görünmüyor.
Ve bir başka gerçek de şu ki Narendra Modi’nin sözleri ile sonlandıralım: “Jammu, Keşmir ve Ladakh’ın nefes kesen manzaraları, sakin vadileri ve görkemli dağları nesiller boyunca şairlerin, sanatçıların ve maceracıların kalplerini büyüledi. Yüceliğin olağanüstüyle buluştuğu, Himalayaların gökyüzüne uzandığı, göl ve nehirlerinin tertemiz sularının gökyüzüne ayna tuttuğu bir yer. Ancak son yetmiş yıldır bu yerler şiddetin ve istikrarsızlığın en kötü biçimine tanık oldu; bu harika insanların asla hak etmediği bir şey. Ne yazık ki, yüzyıllarca süren sömürgeleştirme, özellikle de ekonomik ve zihinsel boyunduruk nedeniyle bir nevi kafası karışık bir toplum haline geldik. Çok temel konularda net bir pozisyon almak yerine ikiliğe izin verdik, bu da kafa karışıklığına yol açtı. Ne yazık ki Jammu ve Keşmir böyle bir zihniyetin büyük kurbanı oldu.”
İlginizi Çekebilir
-
Trump: Çin ile Rusya’nın yakınlaşmasını istemiyorum
-
Rusya ve Pakistan’dan ortak tatbikat
-
Çin, stratejik mineraller için devlet fonlarını artırıyor
-
80 küresel yönetici önemli bir yıllık zirve için Pekin’de bir araya geliyor
-
Çin, BYD’nin Meksika fabrikasının onayını erteledi
-
Çin’den dış ticaret firmalarının iç pazara açılmasına yardımcı olacak tedbirler
GÖRÜŞ
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
Yayınlanma
4 gün önce16/03/2025
Yazar
Hazal Yalın
Aşağıda çevirisini yaptığım çok uzun makaleyi Sergey Glazyev birkaç gün önce telegram kanalında okurlarıyla paylaştı.
Doğrusu çalışma bu kadar uzun olunca onun hakkında yorumda bulunmak da güçleşiyor. Gene de şu kadarını belirtmek gerek: Glazyev, Wallerstein ve özellikle Arrighi’nin dünya-sistemi teorisiyle Marx’ın üretici güçler teorisini harmanlıyor; ancak bunu yaparken Marx’a eleştirel yaklaşıyor ve formasyon teorisini belirgin bir şekilde reddediyor. Marx’ın temel sosyal formasyonları yerine, kapitalizmin son beş yüz yıllık tarihinde farklı “dünya ekonomik düzeni” periyotları tanımlıyor. Ne var ki bunu, Wallerstein’in genel yaklaşımından biraz ayrılarak ve Arrighi’ye yaklaşarak, doğrudan doğruya marksist bir anlayışa dayandırmaya çalışıyor; ona göre her bir periyot, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın özgül bir çözümü anlamına geliyor. Aynı kavramlaştırmadan yola çıkıldığında, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çatışma, savaşlar ve devrimler yoluyla, ama sadece bunlarla değil, kendi çözümünü de üretiyor ve böylece, bu çelişki, aslında, kapitalizmde kâr oranının düşmesini bir anlamda dengeliyor. Zira her yeni dünya ekonomik düzeni devresi, bir önceki düzenin iç çelişkilerinin de çözümü anlamına geliyor.
Çeviride, batı dillerinde olduğu gibi Rusçada da aynı kelimeyle ifade edilen gelişme ve kalkınma kavramlarını bağlamına göre bu Türkçe kelime setiyle karşılamayı tercih ettim. Bunu özellikle yaptım; zira burada söz konusu olan kalkınmacı bir sosyalizm; dolayısıyla tartışma, aslında bizde 1960’lı yıllarda gelişen kalkınmacılığın teorik temellerine çok yakın.
Batı dillerindeki (Rusça dahil) efektivite ve rantabilite Türkçeye genellikle aynı şekilde, verimlilik olarak çevriliyor. Oysa bunlar birbirinden farklı kavramlar ve üstelik farklı siyasi ekonomi anlayışlarını yansıtıyor. Rantabilite kârla ölçülür; efektivite ise kârla ölçülmek zorunda değildir ve hatta bazı durumlarda kârla çelişir. Sovyet siyasi iktisat anlayışında bu fark daha belirgindir; Sovyet sosyalizmi hiç değilse 1950’lerin sonlarına kadar işletme efektivitesini parasal kârlılık veya getiriyle değil çıktı miktarıyla ölçüyordu. Bu nedenle, Glazyev’in metninde verimlilik olarak çevirdiğim kelimenin rantabilite değil bu efektivite kavramına (ürün çıktısı olarak değil, milli ekonomide bütüncül verimlilik anlamında) karşı geldiğini vurgulamak gerek.
Yazı hakkında ayrıntılı yorumlarımı (ve eleştirilerimi) ileriye saklıyorum; ne var ki şu kadarını söylemeden geçemeyeceğim: Glazyev, siyasi olarak bir tür üç-dünyacılık teorisi geliştiriyor, öngördüğü “entegral dünya ekonomik düzeninde” Çin ve Vietnam, ama aynı zamanda Japonya ve Güney Kore de var. Sosyalizm sayesinde sosyal devlet ilkelerinin anayasa metinlerine girmiş olması, bu anayasa metinlerinin sosyalist unsurlara dayandığı anlamına gelmez. Eğer sosyalizm teorisine ilişkin tartışmalar bir kenara konulursa, tıpkı eski üç dünya teorisinde olduğu gibi bu yeni teorinin de temel sorunu, eksiği ve açmazı iktidar sorununun geçiştirilmekte olmasıdır. Oysa mevzuat ve müktesebat birbirinin aynı olduğu durumda bile iktidarın kimin elinde olduğu sorusunun cevabı gelişmelerin yönünü tayin eder.
Makale, özgün metnin tam bir çevirisi; ancak dipnotları koymaya gerek görmedim. Ancak Kondratyev’le ilgili bir dipnot koymak gerekti.
Aşağıda, dört bölüm halinde sizlerle paylaşacağım makalenin ilk bölümünü bulabilirsiniz.
***
Çağdaş dünya-sisteminde ülkelerin mevcut sınıflandırmasının yetersizliği
Sergey Glazyev
Halihazırda tamamlanma aşamasında olan, emperyal ekonomiden integral dünya ekonomisi yapısına geçiş, dünya siyasi-iktisadi sistemini köklü şekilde değiştiriyor. Genel kabul gören sınıflandırmaya göre SSCB’nin yıkılmasına kadar bu sistem üç ülke grubundan oluşuyordu: sosyalist ülkeler, gelişmiş kapitalist ülkeler ve onlar da kendi aralarında sosyalist ve kapitalist oryantasyonlu olarak ayrılan kalkınmakta olan ülkeler. SSCB’nin yıkılmasından sonra IMF ve Dünya Bankası, kapitalist ülkelerde iktidardaki eliti memnun etmek için sınıflandırmayı değiştirdi. Gelişmiş kapitalist ülkelere sadece gelişmiş adı verildi, eski sosyalist ülkeleri geçiş ekonomisi ülkeleri olarak adlandırdılar, kalkınmakta olan ülkeler de aynı isimle kaldı. Sınıflandırmanın değişmesi dolaylı olarak kapitalist ülkelerin iktidardaki elitinin sosyalizmi bir an önce unutma ve Fukuyama’nın izinden giderek tarihin sonunu ilan etme arzusundan kaynaklanıyordu. Bu ülkelerde eşzamanlı olarak mevcut sosyal altyapı unsurlarının demontajına, emekçilerin haklarının ve sosyalizmin diğer kazanımlarının alaşağı edilmesine, bunlara erişmeye çalışan siyasi güçlerin degradasyonuna başlandı.
Eski sosyalist ülkeler, ÇHC, Vietnam, Küba ve KDHC istisna olmak üzere, otuz yıl içinde yeni modele geçişlerini tamamladılar. AB tarafından yutulan Doğu Avrupa ülkeleri egemenliklerini kaybettiler, bunların ekonomisi küresel kapitalist sistemin yeniden üretim döngülerinin bir parçası haline gelerek Avrupa ve Amerikan sermayesi tarafından hazmedildi. Eski Sovyet cumhuriyetleri periferiye itildiler ve ABD ve AB’nin hammadde, finans, enerji ve insan kaynakları donörü haline gelerek yenisömürgeci bir sömürüye maruz kaldılar. Bunların pek çoğunda geçiş ekonomisi, kapitalist oryantasyonlu kalkınmakta olan ülkeler için tipik olan “ahbap çavuş kapitalizmi” (crony capitalism) diye adlandırılan modelin inşasıyla sonuçlandı. Bunun ayırt edici özellikleri: milli zenginlikleri sömüren ve süper kârları yurtdışına çıkartan bir komprador oligarşinin hakimiyeti; onunla sıkı sıkıya bağlantılı ve kanunsuz gelirlerini gene yurtdışında gizleyen yolsuz bir yüksek bürokrasi; ekonominin en kârlı sektörlerinde offshore baskınlığı; sosyal kaldıraçtan ve olası öz-örgütlenmelerden yoksun olan nüfusun çoğunluğunun kitlesel fakirliği; mülkiyette yüksek eşitsizlik. Bu sistemde şunlar karakteristiktir: sınıraşırı sermaye hareketlerinin liberalizasyonu; yerleşik olmayanların faaliyetlerinin yerleşikler gibi muamele görmesi (milli muamele); yabancı yatırımcıların teşviki; kontrol organlarının öneminin aşırı önem kazanmasıyla kamu kaynaklarının sorumluluktan azade oluşu arasında (bu da yolsuzluğa yol açar) bir kombinasyon; spekülatörler, sermaye ihraç edenler ve rantiyeler vergiden kaçınırken üretken faaliyetlerin yüksek vergilendirilmesi; gelirlerin ve zenginliğin fakir bölgelerin aleyhine olarak başkentte aşırı yoğunlaşması.
KDHC ve Küba’da siyasi ekonomi sistemi güçlü dış şoklara rağmen değişmeden kaldı. Bu ülkelerin yönetimi dış yardımdan yoksun kaldılar ve eski ekonomi ve devlet idaresi örgütlenmesi kurumlarını koruyarak dış baskıya başarıyla karşı koydular. Bu yola SSCB desteğiyle girmiş olan pek çok kalkınmakta olan ülke de sosyalist oryantasyonunu değiştirmekte acele etmedi. Çinhindi ve Güney Amerika’daki bazı ülkeler siyasi-iktisadi yapılarını sosyalist olarak adlandırmaya devam ediyorlar.
Çin ve Vietnam, komünist partisinin öncü rolünü koruyup ve sosyalist piyasa ekonomisine geçerek muazzam iktisadi bir atılım gerçekleştirdiler. Kapitalizmin aklayıcıları Çin ve Vietnam ekonomik mucizesini uzun süre görmezden gelmeye çalıştılar, bunu sadece, Japonya ve G. Kore’nin de daha önce geçtiği, kalkınmakta olan dünyadan gelişmiş kapitalist ülkeler arasına giden yolda başarılı bir modernleşme olarak yorumladılar. Bu bağlamda, ÇHC’nin üretim, yatırım, dış ticaret hacmi, buluşlar için kayıtlı patent sayısı, yüksek teknoloji ürünleri ihracatı itibariyle dünyada ilk sıraya yükselmesine rağmen uluslararası örgütler Çin’i kalkınmakta olan ülkeler grubunda sınıflandırmaya devam ediyorlar. Ama Amerika’da iktidardaki elitin ÇHC’ne karşı açtığı hibrit savaş, yukarıdaki sınıflandırmanın yetersizliğine de tanıklık ediyor: ABD’nin siyasi liderleri Çin’i gene komünist, Çin ekonomisini de piyasa dışı ve sosyalist ekonomi olarak anmaya başladılar; Çin’e karşı yaptırım ve sınırlayıcı tedbirleri böylece temellendiriyorlar.
Dünya sosyalizm sisteminin çöküşünden bu yana geçen otuz yılın ardından onun ortadan kalkmadığı, ancak yeni siyasi-iktisadi biçimlere dönüştüğü, SSCB’nin çöküşüyle başlayan tarihin sonunun ise Pax Americana’nın yıkılışıyla sona ermekte olduğu artık açık. Ekonomik büyümenin lokomotifleri bugün, kalkınmakta olan ülkeler diye sınıflandırılan iki ülke: Çin ve Hindistan; dolayısıyla, bugünkü dünya-sisteminin o zaman dayatılan sınıflandırması, bu sistemin gerçek yapısına uygun değil. Bu iki ülke aynı zamanda halihazırda şekillenmekte olan yeni dünya ekonomik düzeninin çift kutuplu çekirdeğini teşkil ediyor. Bu düzen için karakteristik olan üretim ilişkilerinin analizi, insanlığın ilerlemesinin sosyalist perspektifine yeni bir bakış geliştirmeye ve aynı zamanda hızla değişen modern dünya-sisteminin yapısını ortaya çıkarmaya imkân sağlayacaktır.
Dünya-sisteminde değişiklikteki örüntüyü kavramanın temeli olarak, dünya ekonomisi modellerinin birbirinin yerini alışının teorisi
Dünya-sistemi yaklaşımının yazarı E. Wallerstein bu teoriyi, “ilkin Avrupa’da ortaya çıkan, ama 20’nci yüzyılın ortasına doğru fiilen bütün dünyayı avucuna alan küresel eşitsiz gelişim sistemi olarak” kapitalizm bağlamında geliştirmişti. D. Arrighi’nin giriştiği, kapitalist dünya-sisteminin eşitsiz gelişimi üzerine yaptığı inceleme de, onun, sermaye birikiminin sistemsel döngülerini periyodik yüzyıllar halinde sistematize etmesine imkân vermişti. Yazar, bu örüntüyü açıklamak için dünya ekonomik düzeni kavramını ortaya koymuştu; bu kavram, ekonominin genişletilmiş yeniden üretimini temin ve küresel ekonomik ilişkiler mekanizmasını tayin eden, birbirine karşılıklı bağlı uluslararası ve milli kuruluşlar sistemi olarak tarif edilir. En büyük önemi, lider ülkenin, uluslararası kurumlar üzerinde domine edici bir etkide bulunan, dünya pazarını ve uluslararası ticari-iktisadi ve mali ilişkileri düzenleyen kurumları taşır.
Her dünya ekonomik düzeninin, onu teşkil eden kurumların yeniden üretimi çerçevesinde iç çelişkilerin birikmesiyle tayin olunan bir büyüme sınırı vardır. Bu çelişkilerin ortaya çıkması, uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkiler sisteminde gerilimin artmasına yol açar; bu gerilimler, bugüne kadar dünya savaşlarıyla çözülmüştür. Bu periyotlarda uluslararası ilişkiler sistemi keskin bir şekilde destabilizasyona uğrar, eski dünya düzeni tahrip olur ve yenisi şekillenir. Mevcut kurumlar ve teknolojiler sistemi temelinde sosyal ve iktisadi kalkınma imkânları tükenir. Bu ana kadar lider olan ülkeler eski iktisadi büyüme temposunu sürdürmede güçlüklerle karşılaşırlar. Eş zamanlı olarak bir teknolojik modun yerini yenisinin almasına da miadını doldurmuş üretim ve teknoloji komplekslerinde yeniden sermaye birikimi eşlik eder; bu durum onların ekonomilerini depresyona sürükler, mevcut kurumlar sistemi yeni teknolojik zincirlerin oluşturulmasını güçleştirir. Bu yeni teknoloji zincirleri ise, iktisadi kalkınmanın liderliğine soyunan ülkelerde kendi yolunu açar.
Eski liderler dünya pazarındaki egemenliklerini kendi jeo-ekonomik periferileri üzerinde kontrolü artırarak, bu kapsamda askeri-siyasi cebri yöntemleri de kullanarak korumaya çalışırlar. Bu durum kural olarak büyük askeri ve siyasi çatışmalara yol açar ve lider ülke bu çatışmalarda avantajlarını kaybederken istediği etkiyi yaratamadan kaynaklarını da israf eder. Bu ana kadar yükselen bir pozisyonda bulunan potansiyel lider ülke ise kendi üretici güçlerini korumak ve savaşan ülkelerin savaştan kurtulmaya çalışan beyinlerini, sermayelerini ve hazinelerini kendine çekmek için bir bekle-gör tavrı benimsemeye çalışır. Yeni lider kendi imkânlarını artırırken dünya arenasına çıkar; savaşan hasımlar ise zaferin meyvelerini cebe indiremeyecek kadar zayıflamışlardır. Dünya ekonomik sistemindeki, onlara denk düşen dünya ekonomisi kalkınma merkezlerindeki ve lider ülkelerdeki ardışık değişiklikler bu zamana kadar tam bu şekilde cereyan etti.
Şu anda cereyan etmekte olan yeni bir dünya ekonomik sistemine geçiş süreci SSCB’nin dağılmasıyla başladı ve şu anda ABD hegemonyasının sona ermesi ve çokkutuplu dünyanın meydana gelmesiyle tamamlanıyor. ABD ekonomisinin ve halkın hayat seviyesinin uzun süreli durgunluğu, düşük birikim seviyesi, sosyal altyapının bozulması, mali sistemin periyodik mali krizlerde kendisini gösteren çalkantılı durumu, siyasi istikrarsızlık, Amerikan ekonomik düzenleme sisteminin, onun istikrarlı bir şekilde gelişmesini temin etme kapasitesi olmadığını gösteriyor.
Yüzyıllardır devam etmekte olan sermaye birikim döngülerinin ve bunlara tekabül eden dünya ekonomik düzenlerinin tarihi şeması, geleneksel olarak, o dönemdeki hâkim ticari-iktisadi ilişkiler sisteminin biçimine göre isimlendirilir; bu şema Şekil 1’de gösteriliyor.
Dünya ekonomik düzeninin maddi genişleme evresi teknolojik yapıda büyüme evresiyle eşzamanlıdır. Yeni küresel lider, yeni teknolojik modun temel yeniliklerinin hızla benimsenmesi için ilerici kurumları ve iktisadi kalkınma idaresi yöntemlerini kullanarak Kondratyev’in uzun dalgasının yükseliş evresinde ileriye atılır.[1] Reel üretim alanında sermayenin bu genişlemesi, ona denk düşen teknolojik yapının genişleme imkânları tükeninceye kadar ekonominin hızla büyümesini sağlar, sonrasında ise depresyona sürüklenir. Reel üretimde kârlı bir uygulama bulamayan sermaye spekülatif işlemlerin mali balonlarında yoğunlaşarak “finansal buluta” kaçar. Böylece, Arrighi’nin “mali genişleme” evresi olarak andığı, sermaye birikimi sistemsel devresinin ikinci evresi başlar. Ekonominin reel sektöründeki baskınlık küresel finans piyasasındaki hakimiyetin temelini oluşturur. Bu evrede lider ülke, kendi iktisadi sisteminin periferisine sermaye ödünç vererek ve onun sömürüsünden gelirler elde ederek, taraflar açısından denkliği olmayan dış iktisadi dolaşımda süper kârlar elde eder. Ama böylelikle periferi ülkelerinin önünde ileri teknoloji ithali ve teknolojik yapının bir sonraki büyüme dalgası üzerinde yükselmek için fırsatlar yaratır. Bu şekilde yeni küresel liderlerin ortaya çıkışının da temelleri atılır. Bir sonraki yapısal kriz devresinde, eski liderler miadını doldurmuş üretimlerde büyük sermaye amortismanlarıyla karşı karşıya kaldığında ve onların yönetim sisteminin yeni teknolojik mod üretimlerinin yaratılmasında sermaye akışını örgütlemekte yetersiz kaldığı ortaya çıktığında, bu yeniler, mevcutlara meydan okur. Lider ülkenin “finansal buluttaki” sermayesi “yeryüzüne inmek için” hiç acele etmez, mali piyasaların manipülasyonundaki süper kârları teknolojik yeniliklerin risklerine tercih eder. Bu sırada ilerici kurumları ve daha etkin yönetim yöntemlerini kullanan çevre ülkeler yeni bir dünya ekonomik düzeninin çekirdeğini yaratarak liderlere meydan okurlar. Teknolojik modda yeni, ardışık bir değişiklik döneminde, lider ülkenin ekonomisi derin bir depresyona gömülür, miadını doldurmuş üretimin aşırı yükünden azade olan kalkınmakta olan periferi ülkeler ise mevcut ve ithal ettikleri kaynakları yeni bir teknolojik modun kilit üretim sektörlerinde yoğunlaştırırken, bu meydan okuyuş ve yeni düzenin çekirdeği mümkün hale gelir. Bu ülkeler, yeniyi benimseyerek eski liderin önüne geçerler; yeni bir uzun Kondratyev dalgasında da yeni dünya ekonomik düzeninin çekirdeğini oluşturarak ileri atılırlar. Bugün gözlenen tam da bu süreçtir: ÇHC, yeni bir dünya ekonomik düzenini şekillendirirken ABD’nin önüne geçiyor.
Teknolojik yapının ve dünya ekonomisi düzeninin ardışık değişikliği sırasında üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin etkileşiminin diyalektiği
Dünya ekonomik düzeninde ardışık değişikliklerin bir örüntü teşkil ettiği hipotezi (ki bu, okuduğunuz çalışmanın temelini teşkil ediyor) marksist formasyon teorisine benzer görünüyor. Ancak marksist formasyon teorisi, dünya sosyalizmi sisteminin çeyrek yüzyıl önceki çöküşüyle çürütülmekte ve tarihi verilerle de desteklenmiyor. Mesela insan ticareti, azami yaygınlaşmasına, bir hayaletten farksız olan antik Roma’da değil, 19’uncu yüzyıldaki Marx’ın tarif ettiği sermaye birikimi çağında ulaşmıştı. İlkel komünal formasyon da marksizm klasiklerinin tasvir ettiği komünist idilden belirgin şekilde farklı. Sosyalist inşa neticesinde zaruretin hükümdarlığından hürriyetin hükümdarlığına sıçrayarak komünist topluma hızla geçileceğine dair naif tasavvurlar cabası. Formasyon teorisinde feodalizmin karakteristiği ise, sadece batı Avrupa’da lokalize olmuş bir komünal yaşam tarzı, dini bilinç ve emperyal ve devlet yapısı ile geleneksel toplumun çözülme çağının bir parçasını yansıtıyor. Marx’ın bu organizasyonu ancak Asya üretim tarzı olarak yorumlaması da Avrupa üstünlük kompleksinin tezahüründen başka bir şey değil, oysa bu organizasyon, Kapital yayınlanmadan iki asır öncesine kadar Avrupa halkının hayatını tayin ediyordu.
Marx, sömürgeci dünya ekonomik düzeninin üretim ilişkilerini analiz ederken kapitalizmin sonunun kaçınılmaz olduğu sonucuna varmıştı. Ve bu son geldi gerçekten de, ama kapitalizmin değil sömürgeci dünya ekonomik düzeninin sonu — ve onun yerini emperyal düzen aldı. Bugün gene kapitalizmin sonunun geldiğini işitiyoruz, ama bu da gerçekte, emperyal dünya ekonomik düzeninin ve onunla birlikte Amerikan tarzı sistemsel sermaye birikimi döngüsünün sonu.
[1] Nikolay Kondratyev, Sovyet iktisatçısı; 1920’li yıllarda dünya ekonomisinde 45-60 yıllık kabarış ve çöküş döngüleri olduğunu ileri sürmüştü. Kondratyev Türkiye’de pek bilinmiyor; oysa (bana kalırsa) Wallerstein’in dünya-sisteminden daha tutarlı bir döngüler teorisi geliştirmişti. (H.Y.)

Medya tabiriyle haber ajanslara bomba gibi düştü. Türkiye’yi son yıllarda en fazla meşgul eden Suriye’deki PKK olarak bildiğimiz PKK/PYD’nin çatı kuruluşu SDG (Suriye Demokratik Güçleri) sonunda HTŞ (Heyet Tahrir el Şam) yönetimi lideri ve Suriye Devlet Başkanı eski adıyla El Colani yeni ismiyle Ahmet el Şeraa ile bir uzlaşmaya varmış. Haberin ajanslara düştüğü pazartesi (10 Mart) akşam saatlerinden itibaren medya PKK/PYD’nin kendini tasfiye edeceğinden, Suriye’nin toprak bütünlüğünün garanti edildiğine, federasyonun reddedildiğinden İsrail’e yeni bir tokat patlatıldığına kadar sevinç çığlıkları atarken konunun Türkiye açısından ne denli büyük bir başarı (!) olduğunun altını çizen uzmanların yorumlarını halka aktarıyordu. Esat’ın 8 Aralık 2024 tarihinde ülkeyi terk etmesinin ardından komşu ülkeyi fethettiğimiz hatta hızımızı alamayıp Suriye’nin ve başka Orta Doğu devletlerinin şehirlerine plaka numaraları dağıttığımız günlerin havası ekranlara geri gelmiş gibiydi.
UZLAŞMA NELERİ İÇERİYOR?
Oysa sekiz maddeden oluşan uzlaşma metni pek de öyle bir pembe tablo çizmiyor hatta dikkatlice incelendiğinde Suriye’nin adı konulmamış bir federasyona dönüştü(rül)ğünü gösteriyor. Şöyle ki, SDG’nin Suriye hükümeti ile bir anlaşma imzalıyor olması zaten federal bir yapının inşa edildiği anlamına gelir. Çünkü bir tarafta bir devlet yani Suriye var öte yanda ise kendisini devlet veya devletleşme yolunda gören ve Türkiye tarafından terör örgütü olarak kabul edilen bir yapı var. Yani başka bir ifadeyle PYD/PKK’nın omurgasını oluşturduğu SDG Suriye devleti ile antlaşma imzalayan taraf. Normalde devletler ya devletlerle ya da uluslararası örgütler ve buna benzer antiteler ile anlaşmalar imzalar. SDG ile Suriye devleti bir anlaşma/uzlaşma metnine imza atmışsa eski tabirle buna bir mim koymak lazım gelir.
Anlaşmanın birinci maddesinde ifade edilen Suriye’de ‘dini veya etnik kökene bakılmaksızın liyakate dayalı temsiliyet ve siyasi katılım hakkının güvence altına alınması’ konusu ilk bakışta çok olumlu gibi görünse de bir sonraki maddede belirtilen ‘Kürt toplumunun Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olarak tanınması ve anayasal haklarının garanti altına alınması’ hususlarıyla birlikte değerlendirildiğinde pek de öyle olmadığı, içinde ciddi sorunlar barındırdığı daha iyi anlaşılır. Burada adı konulmamış bile olsa (Suriye anayasasının nihai metninin nasıl oluşacağıyla bağlantılı olarak) bir federal yapı söz konusudur.
Eğer Suriye’de bir Kürt toplumu varsa ve bu toplumun varlığı anayasal olarak tanınacak ve hakları (bunun içeriği anayasada ortaya çıkacaktır) anayasal güvence altına alınacaksa diğer etnik ve mezhebi gruplar da benzeri taleplerde bulunacaklardır. Örneğin yoğunluklu olarak Suriye’nin sahil kesiminde yaşayan ve geçtiğimiz günlerde HTŞ tarafından korkunç katliamlara maruz bırakılan Alevilerin de aynı taleplerle ortaya çıkması kaçınılmazdır. Esat’ın ülkeyi terk ettiği 8 Aralık 2024 tarihinden hemen sonra İsrail’in işgal ederek kontrol sağladığı topraklarda yaşayan Dürzi toplumu için de aynı durum geçerlidir. Zaten Dürziler HTŞ merkezli bir radikal İslami rejim altında yaşayamayacaklarını; buna mecbur kaldıkları takdirde İsrail’e katılmayı tercih edeceklerini kendi toplum liderleri tarafından defalarca açıkladılar. Dürzi bölgesinin güneyinin yani Golan bölgesinin 1967 savaşında İsrail tarafından işgal ve ilhak edilen (uluslararası hukuk açısından Suriye toprağı olmakla birlikte) topraklar olduğunu hatırlayacak olursak onların bu tehditlerinin ne kadar ciddi olduğunu daha iyi anlamış oluruz. O zaman Suriye’nin bölünmeye gidecek şekilde bir federasyona sürüklendiğini ve bu tür etnik, dini ve mezhebi federasyonlarda liyakat yerine genellikle etnik, dini, mezhebi yapılara ayrılan kotaların personel alımı gibi konularda daha etkili olacağını vurgulamak gerekir.
Kürt toplumunun Suriye devletinin ayrılmaz bir parçası olarak anıldığı ve vatandaş olma dahil tüm anayasal haklarının Suriye devleti tarafından sağlanması meselesi, oluşturulması düşünülen federasyonun kapısının epeyce geniş tutulduğunu gösteren bir işaret. Çünkü burada bir ‘Kürt halkı’ varsa ve o halkın anayasal haklarından söz ediliyorsa bu durumda anayasanın ‘halklar’ esaslı olarak tanzim edilmesi gerektiğini ortaya koyar. Muhtemelen yapılacak Suriye anayasasının temel maddelerinden birisi ‘Suriye devleti Arapların, Kürtlerin, Dürzilerin, Alevilerin…’ ortak devletidir veya ‘Suriye Arapların, Kürtlerin, Dürzilerin, Alevilerin…’ ortak ülkesidir/vatanıdır gibi bir cümleyle başlayacaktır.
Bu durumda Suriye’nin en az dört veya beş parçalı otonom veya federe yapılardan oluşacağını düşünebiliriz. Bu otonom/federe yapıların muhtemelen kendi parlamentoları, asayiş (polis, jandarma) ve yargıyı içerecek şekilde iç yönetimleri ve PKK’nın pek sevdiği tabirle ‘öz savunma güçleri’ de olacaktır. Kısacası Irak’taki parçalı ve merkezi hükümetten olabildiğince kopuk Kuzey Irak Kürt Federal Yönetimi şeklinde ve benzeri içeriklere sahip dört veya beş otonom/federe üniteden bahsedebiliriz. İsrail’in istediği doğrultuda oldukça zayıf bir merkezi hükümetten oluşacak böyle bir devletin ciddi bir orduya sahip olmasının düşünülemeyeceğinin de altını çizmek gerekir. Bu tür adı konulmuş veya konulmamış bir federasyonda herkesin gayet mutlu bir şekilde yaşayacağını ve farklı halkların birbirlerine fevkalade saygılı davranacaklarını, yetki paylaşımı konularında sorun çıkartmayacaklarını düşünmek aşırı derecede iyimserlik olur. Normal şartlarda ayakta kalmaları neredeyse imkansız olan bu tür etnik, dini, mezhebi federal yapıların Orta Doğu gibi başta İsrail ve Amerika’nın sürekli olarak karıştırdıkları bir coğrafyada sorunsuz ayakta kalmaları ihtimali hemen hemen sıfır mertebesinde olsa gerektir. İlk fırsatta kendi iç sorunlarından patlayacak bir anlaşmazlığın dış güçlerce manipüle edilmesi sonucunda bir iç savaş veya mevzii çatışmalar sonucunda parçalanma sürecine sürüklenmeleri ihtimalini hiç yabana atmamak gerekir.
Anlaşmanın ‘yerlerinden edilmiş bütün mültecilerin eski yerlerine (köylerine ve kasabalarına) dönüşlerinin sağlanması ve güvenliklerinin Suriye devleti tarafından garanti edilmesi’ hakkındaki beşinci maddesi ilk bakışta Suriye dışına çıkmış/kaçmış sığınmacıların geri dönüşleriyle alakalı gibi görünse de öyle olmayabilir. Çünkü eğer bu maddede Suriye dışındaki sığınmacıların dönüşü ele alınmış olunsaydı konunun bu anlaşmanın bir parçası olmasına gerek olmayabilirdi. Neticede böyle bir mesele tamamen Suriye merkezi hükümetinin yetki alanındadır. Eğer PKK/PYD kontrolündeki bölgelerden etnik temizlik yoluyla evlerini terk etmeye zorlanan ve birçoğu ülke dışında bulunan sığınmacılar kastediliyorsa bu cümlenin daha farklı bir yazımına ihtiyaç olurdu. Öyle anlaşılıyor ki, burada bahse konu olan ‘mülteciler’ Türkiye’nin kontrolü altında bulunan topraklardan kaçmak zorunda olan PKK/PYD grupları ve bunların bu topraklara geri dönüşünün Suriye devleti tarafından garanti edilmesi… Bu da ileriki yıllarda Türkiye’yi kontrolü altındaki topraklardan çıkmaya zorlamanın başlangıcı olabilir.
Suriye politikamız 2011 yılından bu yana hiçbir zaman ulusal çıkarlara dayalı olmadı. Bir yandan PKK/PYD’nin kukla otonom devlet statüsü elde etmemesi için kuvvet kullanarak (ki, doğruydu) mücadele ettik; öte yandan da Esat yönetimini zayıflatmak ve sonunda devirmek için elimizden geleni yaptık. Sonuçta Esat yönetimi devrildi ve PKK/PYD çok ciddi bir otonomi elde etme aşamasına geldi. Suriye’nin parçalı hale gelmesi ve bir sonraki aşamada dağılması senaryoları pek de uzak değil.
Esat yönetimi (Baas) zamanında PKK/PYD Türkiye tarafından sıkıştırıldıkça Şam hükümetinin kapısını defalarca çalıp, ‘bize bir otonomi verin, biz de size katılalım ve Türkiye’ye karşı birlikte mücadele edelim’ önerisini ortaya attı ve her defasında ‘sizler Amerika ile işbirliği yapan hainlersiniz. Suriye ulus devlettir ve üniter yapıdadır. Biz size veya başka birilerine bu anayasal yapıcı bozacak hiçbir şey vermeyiz, sadece 2012 anayasasında bulunan mahalli idarelere yönelik bazı düzenlemeleri yürürlüğe koyabiliriz, o da bütün Suriye için geçerli olur sadece sizin için değil’ cevabını almıştı. Sonuçta fethettiğimizi söylediğimiz bir Suriye ve tamamen ‘bizim çocuklar’ diye anlattığımız bir yönetim var ve onunla PKK/PYD çok geniş bir özerklik içeren antlaşma imzaladı. Sormadan edemiyorum. Nihai amacımız bu muydu?
GÖRÜŞ
Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor
Yayınlanma
5 gün önce15/03/2025
Yazar
Ma Xiaolin
5 Mart’ta Fransa hükümet sözcüsü Sophie Primas, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski ve Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer ile birlikte ABD’yi ziyaret etmeyi düşündüklerini açıkladı ve bu ziyaretin “kısa süre içinde” gerçekleşmesi gerektiğini belirtti. Eğer bu plan hayata geçerse, bu, Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesinden sonra üç Avrupalı liderin kısa sürede ikinci kez Beyaz Saray’a gitmesi anlamına gelecek. Daha önce, Macron ve Starmer, Trump’ı transatlantik geleneksel ilişkilere önem vermeye ve Rusya-Ukrayna savaşında ABD ile Avrupa’nın aynı çizgide hareket etmesini sağlamaya ikna etmeye çalışmış ancak çok az başarı elde etmişlerdi. Zelenski’nin Beyaz Saray ziyareti ise tam anlamıyla diplomatik bir felakete dönüşmüştü; taraflar arasındaki şiddetli tartışmalar yüzünden toplantı tatsız bir şekilde sona ermiş, hatta Zelenski ve heyeti aç karnına Beyaz Saray’dan ayrılmak zorunda kalmış, ev sahibi tarafından hazırlanan zengin öğle yemeği de boşa gitmişti.
Beyaz Saray’daki üç zirve, Münih Güvenlik Konferansı’nda Avrupa’nın “en karanlık anını” yaşamasının ardından bir diğer diplomatik “Waterloo” oldu. Münih’te Avrupalı liderler, ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance tarafından kamuoyu önünde aşağılanmış ve ABD’nin Rusya ile “üst düzey diplomasi” yürüttüğünü şaşkınlıkla izlemişti. Yine de bazıları hâlâ umut besliyordu. Ancak Macron, Starmer ve Zelenski, Beyaz Saray’da Trump’ın sert tavsiyeleriyle karşılaştıktan sonra, Avrupalı liderler artık tamamen gerçekçi bir bakış açısına yönelmeye başladı. Bu nedenle, tekrar Beyaz Saray’ı ziyaret etmeye çalışmadan önce, hem Fransa hem de Birleşik Krallık, Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin önceki tutumlarını değiştirerek ateşkes müzakerelerini desteklemeye başladı. Aynı şekilde Ukrayna da “ABD liderliğinde” savaşın barışa dönüştürülmesi konusunda anlaşmaya istekli olduğunu ve ABD ile “maden karşılığı güvenlik” anlaşması imzalamak istediğini açıkladı.
Avrupalı liderler, “Trump’ın yeni politikaları” nedeniyle ciddi şekilde zedelenen ABD-Avrupa ilişkilerini onarmaya ve “ABD’nin liderliği altındaki barışı” sürdürmeye çalışıyor. Geleneksel değerler, transatlantik siyasi ittifak ve NATO askeri ittifakı aracılığıyla ABD ile Avrupa’nın ortak bir kader, ortak çıkarlar ve ortak ahlaki değerler temelinde hareket etmesini sağlamayı amaçlıyorlar. Ancak Trump’ın ikinci döneminde Avrupalı ortaklarını daha fazla hayal kırıklığına uğratacağı kesin görünüyor. Bir anlamda, Avrupa ülkeleri artık “yüz yılda bir görülen büyük değişimler” çağında bir tarihsel dönemeçten geçtiklerinin farkına varmaya başladı. ABD’ye olan stratejik bağımlılıklarını kademeli olarak azaltmaları, stratejik bağımsızlıklarını güçlendirmeleri, diplomatik özerkliklerini artırmaları ve askeri savunmalarını sağlamlaştırmaları gerektiğini anladılar.
Avrupa’nın stratejik uyanışı, tarihte ve günümüzde reddedilemeyecek güçlü mantıksal dayanaklara sahiptir. Öncelikle, hiçbir güçlü devlet sonsuza kadar süremez, hiçbir mutlak güç merkezi değişmeden kalmaz ve hiçbir sağlam müttefik ebediyen ayakta duramaz. Bu, binlerce yıllık insanlık tarihinin bize öğrettiği bir gerçektir ve Batılı politikacıların sıkça dile getirdiği, son 1500 yılda dünya güç merkezlerinin defalarca değişmesiyle kanıtlanan bir olgudur.
Ayrıca, “Trumpizm” tarafından yönlendirilen ABD, yeni bir izolasyonculuk, merkantilizm (ticaret öncelikli politika) ve Monroe Doktrini’ne doğru geri dönüyor. ABD artık küresel liderlik rolünden yorulmuş, uluslararası sorumluluklar üstlenmekten, büyük mali yükler taşımaktan ve hatta Evanjelik Hristiyanların “Mesihçi kurtuluş” misyonunu yerine getirmekten vazgeçmiş gibi görünüyor. Avrupa, ABD-Avrupa ittifakının bir “yüz yıllık evlilikten sonra” ayrılma noktasına geldiğini kabul etmek zorunda. Daha doğrusu, ABD, kendi kurduğu ve yüz yıldır sürdürdüğü dünya düzenini ve kurallar sistemini bizzat yıkıyor ve Avrupa’nın bu durumu nasıl ele alacağıyla pek ilgilenmiyor.
Avrupa’nın artık ABD’ye olan stratejik bağımlılığı sona erdirmesi gerekiyor. ABD, Avrupa medeniyetinin Kuzey Amerika kıtasındaki bir tür “gayrimeşru çocuğu” olarak doğdu. Ancak, bu “istenmeyen çocuk”, sömürgecilik karşıtı mücadelesiyle Avrupa’nın temel dayanağına dönüşerek, Avrupa’nın giderek artan şekilde bağımlı olduğu bir “kurtarıcı” haline geldi. Birinci Dünya Savaşı’na katılıp zafer kazandıktan sonra ABD, her savaşta daha da güçlendi ve eşi benzeri görülmemiş küresel bir hegemonya kurdu. Aynı zamanda, Avrupa’nın kaderini belirleyen en önemli güç olmaya devam etti: ABD’nin güçlü liderliği ve cömert desteği olmadan Avrupa, Nazi Almanyası’nı hızla yenemezdi; savaş sonrası ekonomik ve sosyal toparlanmasını bu kadar hızlı gerçekleştiremezdi; Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve müttefiklerini çökertemezdi; Batı’nın eğitim, bilim, teknoloji, ekonomi ve yumuşak gücünü koruması mümkün olmazdı.
Yüz yıllık bağımlılık, Avrupa’da ABD’ye karşı bir “baba kompleksi” veya “anne sevgisi” benzeri psikolojik bir bağlanma geliştirdi. Avrupa, ABD’nin sert ve baskıcı “büyük baba” rolünü zaman zaman eleştirse de, bu bağımlılık neredeyse doğasına işlemiş durumda. Ancak artık bu bağımlılıktan kurtulma ve stratejik bağımsızlığa yönelme zamanı geldi.
Stratejik Özerklik: Avrupa’nın Onuru ve Hayali
Stratejik özerklik aslında Avrupa’nın onuru ve hayalidir; aynı zamanda Avrupa’nın birlik çabalarının temel hedeflerinden biridir. Tarih boyunca Avrupa’nın bağımsız hareket edememesinin temel nedeni, iç yapısının aşırı derecede parçalanmış olmasıydı. Feodal beylerin hâkim olduğu bu yapı, Vestfalya Antlaşması’nın getirdiği düzenlemelere rağmen, Avrupa’nın iki dünya savaşına sürüklenmesini engelleyemedi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş rekabetinin içine çekildi. Zayıf bir Avrupa, ancak güçlü ABD’nin sağladığı koruma sayesinde güvenlik ve kalkınmasını sağlayabilirdi.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Sovyetler Birliği ortadan kalktı ve Avrupa’nın birlik hayali daha da gerçekçi bir hâl aldı. Avrupa, beş aşamalı genişleme süreciyle kıtanın büyük bir bölümünü kendi çatısı altına aldı. Aynı zamanda, NATO’nun doğuya genişlemesi sayesinde güvenlik sınırlarını, Rusya’nın geleneksel stratejik derinlik bölgesine kadar ileri taşıdı.
Yeni yüzyıla girildiğinde, Avrupa’nın stratejik ortamı köklü bir iyileşme yaşadı. Sadece Sovyet tehdidinin tarih sahnesinden silinmesiyle yetinmeyip, aynı zamanda ABD’nin gelişiminin duraksadığı, hatta küçülme ve gerileme belirtileri gösterdiği yeni bir döneme tanık oldu. Böylece stratejik özerklik, Avrupa’nın yeni bir ideali ve politikası hâline geldi ve çoğu ülke ve halk tarafından desteklendi. Ancak, ABD’de Demokrat Parti’nin temsil ettiği geleneksel sistem yanlıları, Avrupa’yı Beyaz Saray’ın liderliğinde tutmak için ortak değerler, geleneksel ortaklıklar ve askeri ittifaklar aracılığıyla kıtanın bağımsızlaşmasını engellemeye çalıştı. Bu doğrultuda, titizlikle tasarlanmış bir “Ukrayna tuzağı” oluşturuldu. Avrupa’yı korkutmak için “korkuluk” olarak Rusya kullanıldı; birçok küçük Avrupa ülkesi, ABD hegemonyasının kanatları altında kalmaya ve Washington’un yönlendirmesiyle hareket etmeye zorlandı.
Trump’ın yeni politikaları, Avrupa’ya bağımsız hareket etme, kendi kaderini belirleme ve özgüven kazanma yönünde eşsiz bir tarihî fırsat ve stratejik bir pencere sundu. Ancak Avrupa hâlâ yeterli stratejik güvene sahip değil ya da yeterli stratejik hazırlık yapmış değil. Bunun yerine, hâlâ ABD’ye yaslanmak ve Washington’un sağladığı güvenlik şemsiyesinden faydalanmak istiyor. Ancak bu yaklaşımın sonucu, er ya da geç büyük bir stratejik boşluk hissi yaratacaktır.
Stratejik Özerklik: İçte Bağımsız Yol, Dışta Diplomatik Özgürlük
Stratejik özerklik, iç politikada bağımsız bir yol izlemek, dış politikada ise diplomatik özgürlüğe sahip olmak anlamına gelir. Avrupa, modern uluslararası ilişkiler ve diplomasi teorilerinin doğduğu bir merkez olmasının yanı sıra, aynı zamanda ABD diplomasisinin de entelektüel beşiği ve öncüsü olmuştur. Tarih boyunca dünya siyasetiyle ustaca oynayan bir kıta olarak Avrupa, ABD’nin diplomasi anlayışının temelini oluşturdu.
Ancak diplomasi, ulusal güç—özellikle ekonomik ve askeri kapasite—ile doğrudan bağlantılıdır. Bu temel ilke, tarih boyunca ihtişamlı dönemler yaşayan Avrupa’yı çoğu zaman “topal diplomasi”ye mahkûm etmiştir. Fransa gibi bazı istisnalar dışında, çoğu Avrupa ülkesi ABD’nin belirlediği politik çizgiyi takip etmek zorunda kalmıştır. Beyaz Saray’ın yönlendirmesiyle şekillenen politikalar, transatlantik ilişkilerde ortak bir söylem yaratmaya hizmet etmiştir.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, çok kutupluluğun hızlanması ve derinleşmesi, Avrupa’ya daha geniş bir diplomatik hareket alanı sundu. Avrupa ülkeleri, kendi ulusal çıkarları veya Avrupa Birliği’nin ortak çıkarları doğrultusunda, ABD’den farklı hatta zaman zaman karşıt diplomatik yaklaşımlar geliştirdi. Stratejik özerkliğe dayalı bu diplomatik bağımsızlık, Avrupa’nın birliğe ve güce giden yolunun somut bir göstergesi haline geldi. Ancak bu durum, ABD ve Avrupa arasındaki anlaşmazlıkları, çelişkileri ve sürtüşmeleri daha da derinleştirdi.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde (Trump 1.0), ABD ve Avrupa arasındaki diplomatik farklılıklar, özellikle değerler üzerinden tartışmalara neden oldu. Ancak Joe Biden’ın başkanlığı sırasında bu farklılıklar büyük ölçüde onarıldı. Ancak Trump’ın ikinci dönemiyle (Trump 2.0) birlikte, ABD ve Avrupa arasındaki diplomatik ilişkiler, kavramsal çerçeveden paradigmatik farklılıklara kadar her alanda yeniden ayrışmaya başladı. Ticaret savaşı ve Rusya-Ukrayna savaşı gibi konular, bu ayrışmayı daha da büyüterek neredeyse iki zıt yönlü bir jeopolitik yol ayrımına dönüştürdü. Bu durum, Avrupa’nın diplomatik bağımsızlığını daha da pekiştirecektir.
Avrupa’nın En Büyük Krizi: Güvenlik Krizi
Avrupa’nın karşı karşıya olduğu en büyük kriz, güvenlik krizidir. Yani, Avrupa’nın NATO çerçevesinin dışında bağımsız ve güçlü bir askeri güç oluşturup oluşturamayacağı ve kendi güvenliğini sağlama kapasitesine ulaşıp ulaşamayacağı belirleyici olacaktır. Bu aynı zamanda, Avrupa’nın geleneksel düşmanı Rusya ile tek başına mücadele edip edemeyeceği sorusunu da beraberinde getirir.
Soğuk Savaş sona erdikten sonra Avrupa, ABD’nin merkezi olduğu NATO ittifakını benimsedi. NATO’nun temel amacı, ABD’nin askeri gücünden faydalanarak Sovyet tehdidini dengelemek, Almanya’nın yeniden yükselişini önlemek ve Avrupa’nın bir dünya savaşına yeniden sürüklenmesini engellemekti.
Son yarım yüzyılda ABD, Avrupa’da güçlü bir askeri varlık sürdü, çok sayıda üs kurdu ve NATO’nun savunma harcamalarının yarısından fazlasını karşıladı. ABD’nin savunma harcamaları, GSYİH’sinin %3’ünden fazlasına denk gelen sürekli yüksek seviyelerde kaldı. Avrupa’nın güvenliğini tamamen ABD’ye bağımlı kılan bu güvenlik alışkanlığı, Avrupa’nın kendi savunma yeteneklerini geliştirmesini engelledi ve ABD için ağır bir yük oluşturdu.
Trump’ın Dönüşüyle NATO’nun Rahat Günleri Sona Erdi
Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle birlikte, NATO’nun ABD’nin koruma şemsiyesi altında rahat bir şekilde güvende olduğu günler sona erdi. NATO artık kendi güvenliğini sağlama sorumluluğunu üstlenmek zorunda. Trump, ilk başkanlık döneminde NATO üyelerini savunma harcamalarını GSYİH’nin %2’sine çıkarmaya zorlamıştı. İkinci döneminde ise bu oranı iki katına çıkararak %5’e yükseltmelerini talep etti ve böylece ABD üzerindeki yükü büyük ölçüde azaltmayı amaçladı.
Avrupa için askeri bağımsızlık ve güçlenme artık ciddi bir gerçeklik haline geldi. Çünkü konvansiyonel ordu gücü, konvansiyonel silah sayısı, stratejik silah üstünlüğü ve savunma sanayisi kapasitesi açısından Avrupa kısa vadede ABD ile kıyaslanamaz durumda. Hatta Rusya’ya karşı koyma konusunda bile yetersiz kalabilir. Trump yönetimi Ukrayna’yı terk etmeyi planlarken ve Avrupa, Ukrayna’yı tek başına savunmaya hatta kendi güvenliğini sağlamaya hazırlanırken, Avrupa Birliği’nin kendi ordusunu hızla kurup kuramayacağı ve İngiltere ile Fransa’nın nükleer şemsiyesinden yararlanıp yararlanamayacağı büyük bir soru işareti haline geldi.
Avrupa’nın “Yeniden Silahlandırılması” Planı
4 Mart’ta, ABD’nin Ukrayna’ya silah ve istihbarat yardımlarını kesmesi ve hatta uydu bağlantılarını kapatma ihtimaline karşı, Avrupa Birliği yaklaşık 800 milyar avroluk bir fon oluşturmayı ve Avrupa’yı “yeniden silahlandırmayı” planladığını duyurdu. Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un liderliğinde, Almanya Rusya-Ukrayna savaşının etkisiyle 70 yıldır sürdürdüğü barışçıl politikayı terk etti ve savunma bütçesini iki katına çıkararak GSYİH’nin %2’sinin üzerine çıkardı. Yeni hükümet koalisyonu, önümüzdeki hafta Almanya Parlamentosu’na 500 milyar avroluk ek bir fon tahsis edilmesini içeren bir yasa tasarısı sunacak. Bu fon, altyapı harcamaları bahanesiyle oluşturulacak, ancak asıl amacı Almanya’nın savunma bütçesini daha da artırmak olacak.
NATO’nun kurucu üyeleri ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan İngiltere ve Fransa, Avrupa’nın doğal liderleri olarak ön plana çıkıyor. ABD ile Avrupa arasındaki kopan jeopolitik bağı onarmaya çalışırken, aynı zamanda “ABD’nin çekilmesi” sonrası Avrupa savunmasını şekillendirmeye yönelik girişimlerde bulunuyorlar. Bunlar arasında “nükleer paylaşım” tartışmaları ve Ukrayna’ya destek sağlayacak bir Avrupa “güvence gücü” oluşturma planları da yer alıyor.
Gözlemciler, Avrupa Birliği ve üye ülkelerinin önümüzdeki dönemde olağanüstü yoğun bir çok taraflı ve ikili güvenlik müzakereleri sürecine gireceğini düşünüyor. Avrupa, ABD’nin NATO’daki liderlik yükümlülüklerini terk etmesi veya tamamen NATO’dan çekilmesiyle oluşan büyük ve karmaşık bir “üç boyutlu boşluğu” (tarihsel kayıp, mevcut belirsizlik ve psikolojik panik) doldurmak için aceleyle hazırlık yapıyor.
Trump 2.0: Uzun Süreli Bir Dönüşüm mü?
Teorik olarak, Trump’ın ikinci başkanlık dönemi sekiz yıl sürebilir ve “Trumpizm” bundan da uzun bir süre devam edebilir. Trump’ın yeniden seçilmesinden sonra geçen sadece iki ay içinde aldığı kararlar—uluslararası anlaşmalardan çekilmesi, ittifakları terk etmesi, müttefikleri satması ve diplomatik güveni yok etmesi—sadece başlangıç olarak görülüyor. Dahası, bu sürecin giderek hızlanacağı ve genişleyeceği kesin gibi görünüyor.
Bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya güvenlik sistemi, uluslararası yönetim düzeni ve uluslararası ilişkiler sisteminin tamamen çökmesi anlamına geliyor. Sanki bir gecede, ABD Avrupa’nın sarsılmaz müttefikinden, her zaman güvenilir “büyük ağabeyi” olmaktan çıkıp tanıdık bir yabancıya, ticaret savaşlarını başlatan bir düşmana, değerler açısından bir rakibe ve hatta stratejik bir tehdide dönüşmüş durumda.
Öte yandan, Avrupa ise “yalnız bir gezegen” gibi hareket etmek zorunda kalıyor. Hatta, bildiğimiz “Batı dünyası” artık ABD ve Avrupa olarak ikiye bölünmüş gibi görünüyor. Avrupa, transatlantik ilişkilerde böylesine köklü ve tarihsel bir değişimi asla beklemiyordu. Avrupa Konseyi Başkanı Ursula von der Leyen, bu dönüşümü “tarihsel bir dönüm noktası” olarak nitelendirdi.
ABD-Avrupa İlişkilerinde Kaçınılmaz Ayrışma
ABD-Avrupa veya daha geniş anlamda transatlantik ilişkiler şu anda sistematik bir şekilde yeniden şekillendiriliyor, değiştiriliyor ve yeniden inşa ediliyor. Avrupa Birliği’nin önde gelen liderleri, ilişkileri normale döndürmek için büyük çaba harcıyor. Ancak, ABD ve Avrupa arasındaki ideolojik ve ekonomik çıkar farklılıkları artık öylesine derinleşti ki, bu ayrışmanın giderek büyümesi ve tarafların sonunda tamamen farklı yollara gitmesi kaçınılmaz hale geliyor.
Tarihte olduğu gibi, uzun süren birlikler sonunda bölünmeye, uzun süren bölünmeler ise yeniden birleşmeye yol açar. Bu tarihsel döngü her zaman olduğu gibi tekrar ediyor.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Zelenskiy, Rusya’nın enerji tesislerine saldırıları durdurmayı kabul etti

Olaf Scholz’dan İmamoğlu açıklaması

Trump: Çin ile Rusya’nın yakınlaşmasını istemiyorum

Rusya ve Pakistan’dan ortak tatbikat

İngiltere, Rus iş insanı Ferhat Ahmedov’a uygulanan yaptırımları kaldırdı
Çok Okunanlar
-
AVRUPA1 hafta önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor
-
ASYA1 hafta önce
Çinli yatırımcılar Elon Musk’ın şirketlerinden özel olarak hisse alıyor
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Küresel kahve sektörü şokta: Fiyatlar yüzde 70 arttı, alımlar durma noktasına geldi
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Ukrayna’da madene hücum