DÜNYA BASINI
Hizbullah yeni cepheyi İsrail topraklarında açtı
Yayınlanma
ABD merkezli düşünce kuruluşu Atlantik Konseyi (Atlantic Council) İsrail’in için uyarı niteliğinde bir makale yayınladı. Hizbullah’ın İsrail içinde ve Batı Şeria’da yeni birer cephe açtığını öne süren makale, bu yeni cephenin İsrail içinde periyodik olarak dağınık bir kaos ortamı yaratmanın çok ötesine geçen hedefleri olduğu görüşünde. Makale, bu cephelerin şu an ve gelecekteki olası büyük çatışmada Hizbullah’ın elini güçlendireceğini ve İsrail’in bu tehditle yüzleşmesi gerekeceğini ifade ediyor.
***
Hizbullah ve İran dördüncü bir cephe açtı: İsrail’in içi
David Daoud
Mavi Hat, İsrail ile Hizbullah arasında 2006’da yaşanan çatışmadan bu yana nispeten sakin; aldatıcı sessizlik, her iki tarafın da kaçınılmaz olduğuna inandığı gelecekteki çatışmaya yönelik saplantılı hazırlıklarını gizliyor. İran’ın bölgesel stratejisi doğrultusunda Şii örgüt Güney Lübnan, Gazze Şeridi ve Suriye’de Yahudi devletiyle doğrudan ya da müttefikleri aracılığıyla savaşmak üzere çeşitli cepheler kuruyor. Ancak İsrail’in dikkati sadece örgütün sınırları ötesindeki faaliyetlerine odaklanmışken, Hizbullah’ın İsrail hatlarının gerisinde hem ülkenin resmi sınırları içinde hem de Batı Şeria’da, başka bir cephe kurduğu görülüyor.
Hizbullah’ın son zamanlardaki aşırı hareketleri nedeniyle İsrail güvenlik kurumları, örgütün İsrail ile yeni bir doğrudan savaşa ya da güvenlik tırmanışına hazır olup olmadığını gösteren sinyalleri tespite odaklanmış görünüyor. Mart ayında Hizbullah sınır boyunca görünürde silahsız bin personel konuşlandırdı (bunların dört yüzü Hamas’a bağlı Filistinlilerden oluşuyordu). Kısa bir süre sonra Şii örgüt, İsrail’e karşı iki saldırı düzenledi ancak İsrail’in misilleme yapmasını ya da gerilimi tırmandırmasını önlemek için bu saldırılarla arasına yeterli mesafe koydu. Mart ayı sonlarında Filistinli bir militan Lübnan’dan sızarak Megiddo’ya Hizbullah’ın damgasını taşıyan bir patlayıcı yerleştirdi. Ardından Nisan ayı başında Hamas Lübnan’dan İsrail’e otuz dört roketlik bir yaylım ateşi açtı.
Bunu takiben Hizbullah, İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilişini anmak için devasa ama nispeten rutin bir “savaş oyunu” sahneledi. Bu, daha küçük ölçekte de olsa Hizbullah’ın 2006’da İsrail’e karşı kazandığı “zafer”in anısına, Ağustos 2012’de düzenlediği Celile’ye yönelik on bin kişilik işgal tatbikatını andırıyordu. Grup bu kez gazetecileri, yanan çemberlerden atlayarak, motosikletlerin arkasından ateş ederek, duman bulutlarının arasından çıkarak ve tepelere asılmış İsrail bayraklarını havaya uçurarak İsrail’i yok etmek için eğitim alan maskeli savaşçıları gözlemlemesi için davet etti. Bir savaş tatbikatı olarak işe yaramayan gösteri; manşetlere çıkmayı, Hizbullah’ın savaş videoları için görüntüler üretmeyi ve destekçilerinin Hizbullah’ın İsrail’i caydırabileceğine, yenebileceğine ve yok edebileceğine olan inancını güçlendirmeyi amaçlayan saf bir askeri tiyatroydu. Ayrıca Hizbullah’ın İsrail topraklarına sızmasını ve Har Dov/Şeba Çiftliklerine iki ileri karakol kurmasını da kapsıyor olabilir; bu İsrail’in sabrının sınırlarını test etmek ve misillemeye maruz kalmadan angajman kurallarını kademeli olarak ayarlamaya çalışmaktır.
Bazı gelişmelerin ne kadar kritik olursa olsun Hizbullah’ın İsrail hatlarının gerisinde bir vekil güç noktası oluşturmaya yönelik daha tehlikeli inisiyatifini gölgeliyor. Hizbullah, en azından İsrail’in 1992’de dört yüz Hamas ve Filistinli İslami Cihad (PIJ) savaşçısını Güney Lübnan’a sürmesinden ve bir yıl sonra yeniden kabul etmesinden bu yana, onlarca yıldır böyle bir seçeneği arzuluyor. Bu geri dönenler Hizbullah ve İran’ın İsrail’le içeriden savaşması için bir çekirdek görevi gördü- bu çaba, Filistin Lideri Yaser Arafat’ın El Fetih’ine (1998’den başlayarak) ve ardından İkinci İntifada sırasında ve sonrasında birkaç silahlı gruba doğrudan silahlı yardımla devam etti.
O zamandan beri Hizbullah, İran’ın İslam Devrimi Muhafızları Ordusu (IRGC) ile birlikte veya ayrı olarak çalışarak, Arap İsraillileri, Lübnanlıları, yabancı pasaportlu Arap ülkelerinin vatandaşlarını ve Filistinlileri istihbarat toplamak, ek varlıklar kazanmak veya terör saldırıları planlamak amacıyla İsrail içinde uyuyan hücreler kurmak için önemli çaba harcadı. Bu amaçla, Lübnanlı ve Arap İsrail suç ağları arasındaki bağlantıların paha biçilmez olduğu kanıtlanmıştır.
Grubun geçmişteki ve şimdiki davranışlarına ek olarak Hizbullah ve İranlı yetkililerin açıklamaları, İsrail içinde periyodik olarak dağınık bir kaos ortamı yaratmanın çok ötesine geçen, iddialı üç hedefi ele veriyor.
İran’ın bölgesel stratejisinin bir parçası da vekillerinin yerel silah üretim kapasitelerini geliştirmektir. İran Devrim Muhafızları bu hedefe Lübnan’daki vekillerine güvenerek Güney Lübnan’daki Hizbullah ve Yemen’deki Husiler ile Gazze Şeridi’nde ulaşmıştır. Hizbullah’ın o dönemki askeri komutanı İmad Muğniye, 2005’te İsrail’in çekilmesinden bir süre sonra ve 2008’de suikasta kurban gitmeden önce aylarca kıyı bölgesinde Filistinli militanları roket ve fırlatma rampası üretimi ile tünel ve roket savaşı konusunda eğitti.
Buna paralel Hizbullah ve İran da bu sonucu Batı Şeria’da tekrarlamaya kararlı görünüyor. İran Devrim Muhafızları Genel Komutanı Hüseyin Selami 2022’de bunu itiraf ederek İran’ın amacının Batı Şeria’yı “Gazze’nin silahlandırıldığı gibi” silahlandırmak olduğunu söyledi. Fars Haber’e verdiği demeçte, “Bir şey içeride büyüdüğünde durdurulamaz” dedi. Kendilerine “[Yahya] Ayyaş Müfrezesi – Cenin’in Batısı” adını veren Hamas’a bağlı bir grup tarafından 26 Haziran’da Cenin’den roket atma girişiminde bulunulması ve Haziran ayında Doğu Kudüs’te bir fırlatma rampasının yanı sıra 3 Temmuz’da Cenin’de silah laboratuvarlarının bulunması bu çabaların sonuç vermeye başlamış olabileceğini gösteriyor.
Selami’nin 2014’teki ifadesine göre ikinci ve tamamlayıcı bir hedef de Batı Şeria’yı İsrail için “yakın zamanda dayanılmaz bir cehenneme dönüştürmek”. İran bu görevi, Batı Şeria’daki hücreleri toparlayan ve finanse eden Genel Sekreter Hasan Nasrallah’ın oğlu Cevad’ın liderliğindeki Birim 133 aracılığıyla Hizbullah’a verdi.
İsrail polisi ve Şin Bet’e göre, Hizbullah’ın İsrail ve Batı Şeria’ya sürekli silah kaçakçılığı 2021’den bu yana önemli ölçüde arttı. Bu artış, Haziran 2021’de başlayan ve Eriha gibi uzun süredir sakin kabul edilen şehirlere yayılan huzursuzlukla birlikte Batı Şeria’da devam eden şiddetin tırmanışından hemen önce gerçekleşti.
Bu çabaların bir sonucu olarak, bir zamanlar Batı Şeria’da (örneğin Hamas ve Filistin İslami Cihad) veya tüm bölgede (örneğin El Aksa Şehitleri Tugayları-AAMB) feshedildiği düşünülen gruplar yeniden canlanma yaşadı. Özellikle Cenin ve Nablus’ta yeni silahlı gruplar da ortaya çıktı. Tutarlı ideolojilerden beslenen bu gruplardan bazıları, PIJ Kudüs Tugayları ile bağlantılı Cenin Müfrezesi ve Nablus Müfrezesi ile AAMB’nin Hizam el-Nar ve Liva Şüheda’sı gibi büyük örgütlere bağlı.
Nablus merkezli, karanlık ve dağınık bir oluşum olan Aslanlar Yuvası gibi diğerleri ise daha çok hayal kırıklığı ile motive oluyor. Bu grup Ağustos 2022’de bağımsız olarak ortaya çıktı ve Filistinli gençlerin hem Filistin Yönetimi’nin etkinliği hem de İsrail ile müzakereler konusundaki hoşnutsuzluklarından yararlandı. Ancak burada da İran alevleri körüklüyor. Şin Bet Direktörü Ronen Bar kısa süre önce Tahran’ın örgüte katılımı teşvik etmek için online platformları kullandığını belirterek, İslam Cumhuriyeti’nin şiddeti kışkırtmak için mevcut herhangi bir vektörü (ideolojik motivasyon veya hayal kırıklığı) sömürdüğünü söyledi.
Son olarak ve belki de en tehlikelisi, İran ve Hizbullah, Direniş Ekseni jargonunda “cephelerin birleşmesi” olarak adlandırılan şeyi tesis etmek için Arap ve Yahudi İsrailliler arasındaki gerilimleri kullanmaya çalıştı. Bu amaçla Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Naim Kasım, İsrail’in Mayıs 2021’de Gazze merkezli Filistinli militanlarla çatışmasıyla çakışan etnik gruplar arası isyanları “stratejik bir değişim ve tarihi bir dönüm noktası” olarak nitelendirdi. Batı Şeria, Gazze ve Kudüs’teki Filistinlilerin “48 Arapları” ile amaç birliği içinde olduğunu belirten Kasım, artık sadece doğrudan etkilenen kesimin değil tüm Filistinlilerin İsrail’in herhangi bir saldırısı ya da tecavüzüne toplu olarak karşılık vereceğini söyledi.
Kasım gibi Hizbullah Yürütme Konseyi Başkanı Haşim Safiedin de kısa süre önce bu gelişmenin örgütün İsrail’i içeriden vurmasına olanak sağlayacağını öne sürdü. “Birleşik cephelerin” Hizbullah’a İsrail içinde neredeyse istediği zaman kaos yaratma imkânı verdiğini hayal eden Safiedin, “Direniş’in [İsrail’in] 1948 sınırları içindeki operasyonlarda yer alacağı gün gelecek, İsrail’in hayal bile edemeyeceği bir şey… Bu [Siyonist] rejimin içeriden çökmesine neden olacak. Direniş’in ’48 topraklarına’ girmesi halinde neler olacağını bir düşünün” dedi.
İsrail ve Batı Şeria’da bir cephe açmanın Hizbullah için -şimdi ve grubun Yahudi devletine karşı vaat ettiği “kapsamlı savaş” sırasında- çok büyük faydası var. Şimdilik grubun İsrail’in kanını vekiller aracılığıyla akıtmaya devam etmesini sağlarken makul bir inkâr edilebilirlik sağlıyor. Bu durum en azından IDF’yi düşük seviyeli de olsa sürekli şiddetle mücadele etmek zorunda bırakıyor. En kötü ihtimalle, İsrail’in Filistinli militanlarla devam eden çatışmaları, taraflardan birinin ya da her ikisinin yanlış hesaplama ya da aşırı tepki olasılığını artırarak yeni bir intifadanın fitilini ateşleyebilir. Böyle bir sonuç hem liderleri hem de İsrail’le müzakereler konusunda hayal kırıklığına uğramış ve İkinci İntifada’nın kanlı yüzünü hatırlamayan genç Filistinli neslin, Filistin toplumunu silahlı çatışmaya geri dönme yönünde meyletmesi nedeniyle giderek daha makul görünüyor.
Hizbullah’ın İsrail içindeki “cephe hattının” gelecekteki faydası bir savaş sırasında ortaya çıkacaktır. Yıllar sonra Hizbullah bu savaşı İsrail-Filistin takviminde yer alan dini ya da milliyetçi açıdan hassas yıldönümlerinden birinde başlatabilir. Dini ya da milliyetçi duyguların (Filistin ve Yahudi taraflarından birinde ya da her ikisinde) yükseldiği bir döneme denk gelecek bir çatışma zamanlamasıyla örgüt Batı Şeria’da yetiştirdiği hücreleri harekete geçirebilir.
Ayrıca İsrailli Arap suç şebekeleri arasındaki bağlantılarını kullanarak Yahudi bir hedefe (örneğin Arap-Yahudi karışık bir İsrail kentindeki bir sinagoga) milliyetçi motivasyonla saldırı düzenleyebilir. Bu basit eylemle Hizbullah, etnik gruplar arasında bağımsız olarak yükselen gerilimlerden faydalanarak, tıpkı Mayıs 2021’de olduğu gibi Yahudi ve Arap aşırılık yanlıları tarafından bir eylem ve tepki dalgası başlatabilir ve bu dalga söz konusu toplulukların geri kalanına ve ülke geneline yayılabilir. Hizbullah, Yeşil Hattın her iki tarafında da karışıklıklar yaratarak İsrail’i, hükümetinin ve güvenlik güçlerinin dikkatini, örgütün hayatta kalması için en kritik yer olan Lübnan da dahil diğer aktif cephelerden, hatlarının gerisindeki ölümcül bir tehditle yüzleşmeye yönlendirmeye zorlayacaktır.
İlginizi Çekebilir
-
Eski MI6 şefi Sawers: HTŞ terör örgütü gibi değil, kurtuluş hareketi gibi davranıyor
-
Al Arabiya: Rusya, Suriye’deki iki askeri tesisini İsrail’e teslim etti
-
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
Avrupalılar Esad’ın düşüşünden memnun
-
SMO Münbiç’e, İsrail Şeyh Dağı’na girdi
-
Berliner Zeitung: Esad’ı Putin-Trump anlaşması mı devirdi?
DÜNYA BASINI
Rus basını değerlendirdi: Beşar Esad sonrası Suriye nasıl olacak?
Yayınlanma
3 saat önce09/12/2024
Yazar
Harici.com.trHeyet Tahrir el-Şam (HTŞ), Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Suriye Milli Ordusu (SMO) üyeleri 8 Aralık’ta hükümet güçlerinin direnişiyle karşılaşmadan Şam’a girdi. Başbakan Muhammed Gazi el-Celali, el Arabiya kanalına yaptığı açıklamada, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın nerede olduğunun bilinmediğini söyledi.
Başbakan, hükümetin diğer üyeleriyle birlikte Suriye’nin başkentinde kaldı. Esad’la 7 Aralık’tan bu yana temas kurmadı ve başkenti ele geçiren silahlı muhalefetin komutanlarıyla görüşmelere başlayarak, Suriyelilerin özür seçimlerde seçeceği kişiye iktidarı barışçıl bir şekilde devretme sözü verdi.
Şam nasıl düştü?
Medya, Esad’ın Suriye başkentinden Lazkiye’ye doğru uçtuğunu ve IL-76 uçağının geri dönerek Humus yakınlarında radardan kaybolduğunu bildirdi.
Reuters, iki kaynağa dayandırdığı haberinde Suriye Devlet Başkanı’nın kaza sonucu ölmüş olabileceğini bildirdi. Aynı zamanda, ajansın muhatapları uçağın kaybolmasının mürettebatın yanıtlayıcıyı kapatması ve ardından uçağın radardan kaybolması nedeniyle olabileceğini de göz ardı etmedi.
The Wall Street Journal‘a göre, Devlet Başkanı’nın ayrılmasından kısa bir süre önce eşi Esma ve çocukları Rusya’ya, damatları ise BAE’ye uçtu.
Rusya Dışişleri Bakanlığı, Esad’ın muhalifleriyle yaptığı görüşmelerin ardından Suriye’den ayrıldığını, Moskova’nın görüşmelere katılmadığını açıkladı. 8 Aralık akşamı Rus haber ajansları Kremlin’e dayanarak Esad’ın Moskova’ya vardığını bildirmişti.
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) program koordinatörü İvan Boçarov, Vedomosti gazetesine yaptığı açıklamada, Esad’ın kendi zaferine olan güveninin ona acımasız bir şaka yaptığını belirtti.
Uzmana göre, savaşın galibi olduğuna inanan Esad, Rusya ve İran’ın yardımı olmadan “muhalefetle müzakere etmeyi reddetti ve istemediği herkesi terörist olarak nitelendirdi”. Uzmanlara göre, Esad’ın yenilgisinin nedenlerinden biri de ülkedeki zorlu ekonomik durum nedeniyle savaşmak istemeyen ordu birliklerinin motivasyonunun düşük olmasıydı.
Şam’ın düşmesinin hemen öncesinde Suriye ordusu, muhalifleri neredeyse hiç savaşmadan ülkenin üçüncü büyük kenti Humus’u işgal ederek kıyı illerinin Şam’la bağlantısını kesti.
Bunun öncesinde, hükümet güçleri ülkenin güneyindeki Hama, Dera, Süveyda ve Halep vilayetlerini terk ederek 27 Kasım’da başlayan tırmanıştan üç gün sonra cihatçıların eline geçti. Ayrıca el Cezire‘ye göre, silahlı gruplar Akdeniz kıyısında bir Rus deniz üssünün bulunduğu Tartus kentine girdi.
Şam’ın ele geçirilmesinden hemen sonra Suriye silahlı muhalefetinin liderleri, televizyonda yaptıkları ulusa sesleniş konuşmasında Devlet Başkanı Esad’ın devrildiğini duyurdu.
Ayrıca, silahlı gruplar Şam’ın merkezindeki kamu radyo ve televizyon binasını işgal etti ve HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Culani, astlarına iktidarın resmi geçişine kadar Başbakan Gazi eş-Celali’nin kontrolünde kalacak olan devlet kurumlarını ele geçirmemelerini emretti. Bu karara rağmen, Şam’daki İran Büyükelçiliği ele geçirildi ve yağmalandı.
Boçarov’a göre İran, İsrail ile yaşanan gerilim sırasında tükenen kaynaklar nedeniyle Esad’a yardım etmeyi reddetti. Uzman, “İsrail ordusunun Suriye sınırına çekilmesi göz önünde bulundurulduğunda, Tahran’ın çatışmaya tam ölçekli bir katılım için hazırlıksız olduğu anlaşılıyor,” dedi.
Müttefiklerin ve komşuların tepkisi ne oldu?
The New York Times‘ın haberine göre, İran Şam’ın ele geçirilmesinden bir gün önce Suriye’deki asker ve diplomatlarını tahliye etmeye başladı.
Kaynaklara göre, bazı İranlı diplomatik personel ve aileleri 6 Aralık sabahı erken saatlerde ülkeden ayrılarak Irak ve Lübnan’a doğru yola çıktı. Reuters‘ın Lübnan güvenlik servisinden aldığı habere göre, Hizbullah da önceki gün askeri birliklerini Suriye’den geri çekti.
İran Dışişleri Bakanlığı, Suriye’nin kaderinin yalnızca Suriye halkının sorumluluğunda olduğunu belirtti. 2015 yılında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, son basın toplantısında Rus Silahlı Kuvvetlerinin operasyonlarına ilişkin soruyu yanıtlarken, “Suriyelilerin kendilerinden daha fazla Suriyeli olmayacağız,” demişti.
RIAC araştırma direktörü Andrey Kortunov, İran ve Rusya’nın 2015’teki eylemleri sayesinde Esad’a oyun oynama fırsatı verildiğini ifade etti: “Esad’a bir ‘bonus oyun’ oynama fırsatı verildi; muhalefetle bir anlaşmaya varmak için dokuz yılı vardı.”
2017’den bu yana hükümet, Rusya, Türkiye ve İran’ın arabuluculuğunda Suriye muhalefetinin temsilcileriyle düzenli görüşmeler yaparak krizden çıkış yolları aradı. Bu platform daha sonra “Astana formatı” olarak adlandırıldı.
Federasyon Konseyi Başkan Yardımcısı Konstantin Kosaçev, Telegram kanalında Moskova’nın Şam’a yardım etmeye devam edeceğini, fakat Suriyelilerin ülkedeki iç savaşla kendi başlarına başa çıkmak zorunda kalacaklarını yazdı.
Kortunov, “Esad hükümetinin düşmesinin yarattığı bazı sorunlara rağmen, Moskova için öncelikli görev Ukrayna’daki özel askeri harekât ve diğer tüm konular arka plana itiliyor,” dedi.
Kosaçev, Rusya’nın öncelikli görevinin diplomatlar ve ailelerinin yanı sıra askeri personel de dahil olmak üzere yurttaşlarının güvenliğini sağlamak olduğunu belirtti.
Rusya daha önce de Şam’ı iç savaşın tarafları arasında verimli bir siyasi diyalog başlatmaya çağırmıştı.
Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Yüksek Okulu profesörlerinden Nikolay Suhov’a göre, Şam yetkilileri çatışmayı çözmek için böyle bir görüşme başlatma fırsatını kaçırdı ve bu da Esad’ın halkın desteğini kaybetmesine neden oldu. Uzman, “Esad ailesinin mensup olduğu Alevilerin bile Lazkiye’de Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın babasının heykelini yıkması bunun bir göstergesi,” diye özetledi.
Kremlin: Suriye muhalefeti, Rus askeri üslerinin güvenliğini garanti altına aldı
Suriye’yi neler bekliyor?
Boçarov, Suriye’de HTŞ’nin kontrolünde bir geçiş hükümeti kurulmasının muhtemel olduğunu belirtti. Uzman, daha kapsayıcı bir kabine kurulması ihtimalini de göz ardı etmedi ancak HTŞ’nin iktidarı diğer güçlerle eşit şekilde paylaşmayı kabul etmesi pek mümkün görünmüyor:
“En azından SMO gibi dost grupların temsilcilerinin yanı sıra bazı Esad dönemi yetkilileri de geçiş hükümetine katılabilir. Belki de HTŞ’nin gözetimi altında seçimler yapılacaktır.”
Boçarov, aynı zamanda Suriye’de “Libya senaryosunun” gerçekleşme ihtimalini de tamamen göz ardı etmemek gerektiğini belirtti. Uzman, bu koşullar altında Moskova’nın askeri varlığını sürdürme konusunda geçici hükümetle anlaşmaya çalışacağını ifade etti: “Doğru, silahlı muhalefetin Rus hava kuvvetlerinin saldırılarını unutması pek mümkün değil. Ancak HTŞ için Rus askeri üsleri konusu öncelikli değil, onlar daha ziyade ülkenin büyük bölümünü yönetme konusuyla ilgileniyorlar.”
Suhov’a göre, Suriye’de HTŞ’nin saha komutanları ile kapsayıcı bir hükümet kurma taahhüdünde bulunan merkezi komuta kademesi arasında çatışma yaşanabilir.
Şam’da yerel halka silah dağıttıklarını ve evleri, dükkanları yağmaladıklarını belirten uzman, “Yağmalamanın taban ile HTŞ’nin üst düzey askeri yetkilileri arasındaki çatışmadan kaynaklandığına inanıyorum,” değerlendirmesini yaptı.
Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Doğu Çalışmaları Bölümü Profesörü Aleksandr Krilov ise, Suriye’de birleşik bir hükümet kurmanın mümkün olmayacağını ve ülkenin Irak’ın kaderini tekrarlama riski taşıdığını söyledi.
Uzman, “Suriye’de Irak’tan çok daha fazla özerk topluluk olduğu için -aynı Dürziler ve Kürtler gibi- şimdi daha fazla olmasa da yaklaşık üç bölgeye bölünme olacak,” yorumunu yaptı.
Krilov, HTŞ’nin yaklaşık 8-12 milyon kişiyi temsil ettiğini belirtti. “Ülkeyi kendi bayrakları altında birleştirmeleri pek mümkün değil,” diyen Krilov’a göre, Esad’ın icraatlarına karşı halkta biriken hoşnutsuzluk ve aşiretine karşı duyulan öfke nedeniyle Suriye uzun zaman önce parçalanabilirdi.
“Yakın zamana kadar, dini bir azınlık olan Aleviler, pratikte devletteki tüm kilit pozisyonları ele geçirdi,” diyen uzman, şimdi de ülkedeki Rus üsleriyle ilgili anlaşmaya yönelik bir tehdit olduğuna inanıyor.
Aynı zamanda ABD Savunma Bakan Yardımcısı Daniel Shapiro, Washington’un “IŞİD’in eniden canlanmasını önlemek” için Suriye’nin doğusundaki Tanf üssündeki askeri varlığını sürdüreceğini söyledi.
Orta Doğu uzmanı Kirill Semyonov’a göre, Suriye’de ciddi bir iç bölgesel değişiklik olmayacak. Uzman, ülkenin halihazırda fiilen ciddi şekilde parçalanmış olduğunu ve silahlı grupların Kürtlerle nasıl müzakere edeceğinin belli olmadığını belirtti.
Uzman, Suriye’deki yönetimin muhtemelen HTŞ’ye bağlı kurtuluş hükümeti gibi yapılar tarafından yürütüleceği görüşünde.
ABD ve Britanya, HTŞ’yi “terör” listesinden çıkarmayı planlıyor
DÜNYA BASINI
ABD daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı
Yayınlanma
7 saat önce09/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Donald Trump’ın göçmenlik politikalarıyla tarihsel bir paralellik kurarak, ABD tarihindeki zorunlu göç, kolonizasyon ve nüfus arındırma politikalarını inceliyor. Metin, 19. yüzyılda Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin kölelik karşıtı ama dışlayıcı politikalarından başlayarak, Thomas Jefferson ve Abraham Lincoln gibi ABD kurucu figürlerinin bu süreçteki tayin edici rollerine değiniyor. Yine, ABD’de tarihsel olarak kimin “gerçek Amerikalı” sayılacağına dair kadim tartışmaları, kölelik, Kızılderili Tehciri, 1924 Göç Yasası ve güncel göç politikalarına uzanan bir bağlamda ele alırken, bunun kapitalist ulus-devletin kurucu unsuru olan işgücü denetimi ve mülkiyet rejimleriyle ne denli iç içe geçebileceğini de nüanslı şekilde vurguluyor.
ABD’nin göç ve nüfus politikalarındaki tarihsel sürekliliğe dair bu hatırlatma, ülkedeki güncel göçmenlik politikalarının bir liderin ideolojik tercihlerinin ötesinde ABD’deki sermaye birikim süreçleri ve üretim ilişkilerinin tarihsel olarak oluşturduğu yapısal zorunluluklar üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.
Amerika daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı
Eric Foner
The Nation
25 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Donald Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında ortaya attığı sayısız vaat arasında hiçbiri, ABD’de yaşayan tahmini 11 milyon kağıtsız göçmeni sınır dışı etme planı kadar destekçilerinde coşku; karşıtlarında ise esef duygusu yaratmadı. Nüfusun böylesine kitlesel bir şekilde ve zorla yerinden edilmesi, birçok eyaletteki işgücü piyasasını kaosa sürükleyeceği gibi, dünyanın geri kalanı için de sarsıcı bir şok demek. Yine de bir toplumu istenmeyen kişilerden arındırma fikri çok da emsalsiz sayılmaz.
Modern tarihte, 1492’de İspanyol Yahudilerinin ve Yedi Yıl Savaşları sırasında Akadyalılar (İngilizler tarafından Nova Scotia’dan sürülen Fransız yerleşimciler) da dahil olmak üzere büyük nüfus gruplarının zorla yurtlarından edildiği pek çok örnek mevcut. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1830 tarihli Kızılderili Tehcir Yasası, Mississippi Nehri’nin doğusundaki Kızılderili nüfusunun neredeyse tamamının bugünkü Oklahoma’ya sürülmesine yol açmıştı; bu zorunlu yürüyüş bugün hala “Gözyaşı Yolu” olarak anılmakta. Yine 1929 Büyük Buhranı sırasında da eyalet yetkilileri ve ulusal yetkililer Meksika kökenli binlerce kişiyi ABD sınırları dışına sürmüştü.
Amerikan sınırları içinde siyasi liderlerden en büyük desteği alan nüfus arındırma planı ise 1816’da kurulan Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin (AKC) öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Yeni bir özgür Afrikalı Amerikalı nüfus yaratmadan köleliğe son vermeyi amaçlayan bu topluluk, köleleştirilmiş kadın, erkek ve çocukların (İç Savaş patlak verdiğinde sayıları 4 milyon kadar olan) kademeli olarak özgürleştirilmelerini ve halihazırda özgür olan yarım milyon siyahla birlikte Birleşik Devletler dışına taşınmasını önermişti.
Frederick Douglass’ın gözlemlerine göre “neredeyse her saygın adam” bu topluluğun üyesiydi: John Marshall, James Madison, Daniel Webster, Roger B. Taney ve hatta Harriet Beecher Stowe (Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi adlı kölelik karşıtı romanı, kahramanı George Harris’in “Afrika vatandaşlığını” onaylaması ve Birleşik Devletler’den göç etmesiyle sona erer mesela)… Sömürgeleştirme o topluma özgülüğüyle benzersiz bir Amerikan fikriydi. Harper’s Weekly’nin¹ de belirttiği gibi, Batı Yarımküre’deki birçok toplumda kölelik vardı, ancak başka hiçbir yerde “özgürleşmeden sonra kölelerin kökünün kazınması” önerilmemişti. Kolonizasyon fikri, savunucularının hem kölelikten hem de istenmeyen Afrikalı Amerikalı varlığından kurtulmuş bir toplum hayal etmelerine olanak sağlamıştı.
Günümüzde kağıtsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi fikri gibi, kolonizasyon da kimin “gerçek” Amerikalı olduğu ve ulusun kucaklayıcı mı yoksa dışlayıcı mı olması gerektiğine dair çok boyutlu tartışmanın önemli bir yanını oluşturuyor. Kolonizasyon fikrini destekleyenler ABD’nin “beyaz bir cumhuriyet” olması gerektiğine inanıyordu. Bu bağlamda Trump’ın güncel sınır dışı planı, Kızılderililerin tehciri, Çinlilerin dışlanımı ve güney ve doğu Avrupa’dan göçü ciddi şekilde azaltan 1924 yasası da dahil olmak üzere nüfusun arındırılmasına dönük diğer çabalarla birlikte değerlendirilmeli. 1862 yılında, henüz İç Savaş devam ederken, Temsilciler Meclisi Özgürleştirme ve Kolonizasyon Komitesi, “tüm ülkenin” siyahlardan arındırılarak beyazlar tarafından ele geçirilmesi çağrısında bulunmuştu. Bugün bu görüşün yankılarını, göçmenlerin beyaz Amerikalıların yerini aldığına dair komplo teorilerinde ve kitlesel yerinden etmelerin bunun panzehiri olduğunu savunan “ikame teorisi” yanlılarında izlemek mümkün.
Kolonizasyonun belki de en önde gelen savunucularından biri, Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı monografisinde siyahların fiziksel ve entelektüel kapasiteleri üzerine yaptığı meşhur tartışmaya ek olarak, kademeli özgürleştirme ve sınır dışı etme için ayrıntılı bir plan ortaya koyan Thomas Jefferson’dı. Bu çalışmada ayrıntılandırıldığı üzere, kölelerden doğan çocuklar kamu kaynakları aracılığıyla eğitilecek ve yetişkinliğe ulaştıklarında özgürleştirilip Afrika’ya taşınacaklardı. Eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine gemiler gönderilerek “eşit sayıda beyaz nüfusun” Birleşik Devletler’e getirilmesi sağlanacaktı. Jefferson, “bir grup işçinin yerine bir başkasını koymak” için bu kadar zahmete girmenin anlamsız göründüğünü kabul ediyordu aslında. Ne var ki, kolonizasyon olmaksızın köleliğin sona ermesini ırksal savaşın, ya da örtük şekilde bahsedilen, ırksal “karışım”ın, (ki bu Jefferson’ın kendisinin de uyguladığı ancak daha kitlesel bir nüfus söz konusu olduğunda hiçbir şekilde hoşlanmayacağı bir şeydi) izleyebileceği konusunda endişeliydi.
1824’teki ölümünden kısa bir süre önce Jefferson, federal hükümetin “her yıl artan çocukları” (yeni doğan çocuklar) sınır dışı etmesini önermişti. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ailelerin ayrılması politikasına [“sıfır hoşgörü”] benzer şekilde, “bebeklerin annelerinden ayrılmasının” insani itirazlara yol açacağını tahmin ediyordu. Ancak bu tür şikâyetler ona “pireyi deve yapmak” olarak göründü. Trump’ın kağıtsız göçmenler hakkındaki aleni yalanları, kolonizasyon topluluğunun başkanlığını yapmış olan Kentuckyli siyasetçi Henry Clay’in sözlerini anımsatıyor. Clay, siyah nüfusu doğuştan suça yatkın olmakla itham etmişti. Bu nedenle özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin “kesinlikle vazgeçilmez” olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.
“Büyük kurtarıcı” [Abraham Lincoln] bile yıllarca siyah Amerikalıların Afrika, Karayipler ya da Orta Amerika’ya devlet destekli olarak yerleştirilmesini savundu. İç Savaş’tan önce Lincoln, Illinois Kolonizasyon Topluluğu’nun Yönetim Kurulu’nda bulunuyordu. Başkanlığının ilk iki yılında kolonizasyonu teşvik etti ve kanun yapıcıları bunu uygulamak için fon ayırmaya çağırdı. Lincoln, Aralık 1862’de Kongre’ye gönderdiği yıllık mesajında açıkça “Kolonizasyonu şiddetle desteklediğimi daha açık ifade edemem” diyecekti.
Jefferson ve Clay, Lincoln’ün en hayranlık duyduğu devlet adamlarıydı. Fakat onların aksine, Lincoln’ün planı özgürleştirmeyi zorunlu değil “gönüllü kolonileşme” ile birleştiriyordu, zaten bu yüzden de hiçbir yere varamadı. Köle sahipleri, maddi tazminat teklif edildiği durumlarda dahi “insan mülkleri”nden vazgeçmek istemediler; siyah liderler ise, hatta neredeyse tamamı, halklarının Birleşik Devletler’in “renkli vatandaşları” olarak tanınması gerektiğinde ısrarcıydılar. Lincoln ırksal “karışım” ile kafayı bozmuş değildi ve siyahları beyaz Amerikalıların güvenliği için bir tehlike olarak damgalamıyordu. Beyaz Saray’da kendisiyle görüşen bir grup siyah Amerikalıya kolonileşmeyi desteklemesinin ardındaki sebebin, ırkçılığın Amerikan toplumunda fazlasıyla derinlere işlemesi ve eski kölelerin bu ülkede eşitlikten asla tam anlamıyla yararlanamayacağı olduğunu söylemişti.
1862 yılının sonuna gelindiğinde, Özgürlük Bildirgesi’ni yayımlamadan bir gün önce, Lincoln, İç Savaş sırasında Birlik ordusuna sığınan yüzlerce kölenin Haiti açıklarındaki bir adaya taşınması için şaibeli sayılabilecek bir girişimciyle sözleşme imzaladı. Ancak bildiriyle birlikte bakış açısında dramatik bir değişim yaşandı. Belgede sömürgeleştirmeye atıfta bulunulmuyor, bunun yerine azat edilen kölelerin Amerikan toplumunun “üretken birer üyesi” olarak yerlerini almaları öngörülüyordu. Diğer bir deyişle onları ABD’de “makul ücretler karşılığında sadakatle çalışmaya” çağırıyordu. Böylece Lincoln ilk kez siyah erkeklerin askere alınmasına alan açarak onları Amerikan yurttaşları olarak tanımaya dönük önemli bir adım atmış oldu.
Kökten değişen koşullar ve yaygın bir muhalefetle karşı karşıya kalan Lincoln, önceki planından vazgeçmişti. Köleliğe yaklaşımından sömürgeleştirmeyi çıkarması, ABD’nin eşitlerden oluşan iki ırklı bir toplum olarak hayal edilmeye başlanmasını sağladı. Donald Trump’tan da aynı evrimi bekleyebilir miyiz peki? İşte o biraz şüpheli.
¹ İlk kez 1857’de “bir uygarlık dergisi” olarak yayımlanmaya başlayan ve özellikle Amerikan İç Savaşı ile New York’taki Tammany Hall hakkındaki önemli haberlerle dikkat çeken dergi. İlk dönem yayın hayatı 1916’da sona erdikten sonra The Independent’a dâhil edildi. 1920’ler ve 1970’lerde kısa süreli canlandırma girişimlerinde bulunulsa da ancak 2000’lerin başlarında, haftalık bir haber özeti sunan elektronik “Harper’s Weekly Review” aracılığıyla, yeniden yayın hayatına dönebildi. (ç.n)
DÜNYA BASINI
Esad’ın düşüşü ‘Direniş Ekseni’ için ne anlama geliyor?
Yayınlanma
23 saat önce08/12/2024
Yazar
Harici.com.trSeyyid Ali Rıza, Batı Asya uzmanı
Press TV, 8 Aralık 2024
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Şam’daki hükümeti, geçen hafta Halep’ten başlayarak savaşın harap ettiği Arap ülkesini kasıp kavuran bir grup militan gruba yenik düştü.
Arap ülkesinin çöküşü, İsrail rejiminin binlerce sivilin hayatına mal olan ancak kayda değer bir askeri hedefe ulaşamayan yaklaşık 70 günlük dizginsiz saldırganlığının ardından geçen hafta başında Lübnan’da ateşkes ilan edilmesinden kısa bir süre sonra başladı.
Heyet Tahrir Eş-Şam (HTŞ) (eski adıyla al-Nusra) liderliğindeki yağmacı militan gruplar Halep’e yıldırım hızıyla bir saldırı başlattı, ardından İdlib, Hama ve Humus’a doğru hızla ilerledi ve nihayetinde pazar günü erken saatlerde Şam’ı ele geçirdi.
Suriye Arap Ordusu’nun ilk direnişine rağmen hükümet güçleri kilit bölgelerden kademeli olarak geri çekilerek Batılı ve Arap devletlerin yanı sıra İsrail rejimi tarafından da desteklenen militan grupların Şam’a doğru çarpıcı askeri ilerlemeler kaydetmesini sağladı.
Devrik Suriye Devlet Başkanı’nın nerede olduğu bilinmiyor; ya Suriye içindeki bir Rus askeri üssünde saklandığı ya da BAE veya Rusya’ya kaçtığı yönünde spekülasyonlar var.
Filistin esas mesele
Suriye her zaman Direniş Ekseni’nin hayati bir dişlisi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir; Şam’da kontrolü kim ele geçirirse geçirsin bu durum değişmeyecektir. Ülkenin stratejik önemi azalmadan devam etmektedir.
Dahası, Suriye’deki dramatik gelişmelere rağmen, daha geniş Direniş Ekseni içindeki dinamikler etkilenmemiştir. Filistin, ittifak için temel mesele olmaya devam ediyor.
Suriye tarihsel olarak Lübnanlı ve Filistinli direniş hareketlerine silah ve diğer kaynakların sağlanmasında bir kanal görevi görmüştür. Ancak bu hareketler artık füzeler ve insansız hava araçları da dahil olmak üzere kendi silahlarını üreterek kendi kendilerine yeter hale geldiler.
İran’ın Direniş Ekseni’ne desteği Suriye’nin liderliğinden bağımsız olarak devam edecek ve Filistin, İslami Direniş ve bölgesel müttefikleri için en önemli öncelik olmaya devam edecek.
Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin son dönemde bölge genelinde gerçekleştirdiği diplomatik temaslar, bu gelişmelerin ortasında Filistin meselesinin ön planda kalmasını sağlamayı amaçlıyordu.
Cumartesi günü Doha’da Hamas’ın üst düzey yöneticileriyle bir araya gelen Arakçi, “İran İslam Cumhuriyeti’nin Siyonist rejimin işgal ve saldırganlığına karşı Filistin ve Lübnan halkını ve direnişini destekleyen ilkeli tutumu güçlü bir şekilde devam edecektir” dedi.
Arakçi, Rusya ve Türkiye’den mevkidaşlarıyla birlikte Suriye konulu bölgesel konferansa katılmak üzere Doha’da bulunuyordu.
Hızlı çöküşün sebepleri
Suriye hükümetinin hızla düşmesi pek çok kişinin bunun nasıl olduğunu sorgulamasına neden oldu. Bu çöküş, Taliban’ın yaklaşık üç yıl önce Kabil’i ele geçirmesinden bile daha dramatik olarak nitelendiriliyor.
Ancak bu bir gecede gerçekleşmedi. HTŞ’nin başını çektiği militan gruplar, kaleleri sayılan bölgelerde dış destekle yıllardır bu an için zemin hazırlıyordu.
İsrail’in Gazze’de devam eden soykırım savaşı ve Lübnan’daki saldırganlığıyla daha da şiddetlenen bölgedeki kaos, onlara kararlı bir şekilde saldırma fırsatı sağladı. Bu bekledikleri andı.
Birçoklarının haklı olarak savunduğu gibi bu militan (HTŞ vb.) grupların hiçbiri Gazze ya da Lübnan için ayağa kalkmadı çünkü Tel Aviv rejimini kızdırmak istemiyorlardı. Suriye’ye odaklanmaya devam ettiler.
Geçen haftadan itibaren Esad güçleri çok az bir direnişle geri çekildi. Suriye Arap Ordusu’nun militanların ilerleyişine karşı koyamamasının birkaç nedeni var ve bunlardan biri de Suriye toplumunun her kesimini etkileyen ülkedeki vahim ekonomik durum.
Suriye’nin ekonomik durumu yıllar içinde, özellikle de ABD’nin Aralık 2019’da “Sezar Yasası” kapsamında uyguladığı felç edici yaptırımlardan bu yana endişe verici bir şekilde kötüleşti. Bu yaptırımlar, ekonomik reformları başlatamadığı için Esad hükümetinin karşılaştığı zorlukları daha da artırdı.
ABD ayrıca Esad rejimine muhalif birçok militan gruba da destek verdi ki bu durum sızdırılan telgraflarda ve üst düzey ABD yetkililerinin açıklamalarında geniş bir şekilde belgelenmiştir.
Ancak Esad’ın devrilmesi ne Suriye için istikrara dönüş anlamına geliyor ne de yaptırımların kalkmasını ya da hafiflemesini garanti ediyor. Yeni yöneticiler uyumlu bir yapıdan ziyade farklı ideolojilere, bağlantılara ve siyasi hedeflere sahip militan gruplardan oluşan bir koalisyon.
Aralarında Katar, Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu bazı bölge ülkeleri, Esad hükümetini deviren bu militan grupları kendi bölgesel emelleri için doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi.
Taliban benzetmesi
Şam’daki yeni iktidar koalisyonu, Kabil’deki de facto Taliban hükümetine benzer şekilde, özellikle uluslararası meşruiyet kazanma konusunda önemli zorluklarla karşılaşacaktır.
Ayrıca bu militan grupların hedefleri temelde uyuşmadığı için eninde sonunda birbirlerine düşmeleri de güçlü bir olasılık. Her bir grubun güçten daha fazla pay alma arayışında olması muhtemeldir.
Bölgesel güvensizlik ve kaostan beslenen İsrail rejiminin durumu daha da kötüleştirmeye devam etmesi bekleniyor. Son raporlar, İsrail’in devam eden kargaşadan faydalanarak Suriye topraklarındaki işgalini halihazırda işgal altında olan Golan Tepeleri’nin ötesine genişletmeye çalıştığını gösteriyor.
Bu militan grupların Siyonist rejim tarafından sağlanan destekten faydalandıkları aşikâr olmakla birlikte, Suriye’nin demokratik yollarla seçilmiş hükümetini devirmiş olmalarından dolayı bu destek artık devam etmeyecektir.
Önümüzdeki günler ve haftalar bölgenin hangi yönde ilerleyeceğini belirleyecek kritik öneme sahiptir. Ancak kesin olan bir şey var ki o da direniş ekseninin sağlam ve daha güçlü bir konumda olduğu.
Meloni, Élysée Sarayında Trump ve Musk ile bir araya geldi
Çin’den Suriye’de ‘siyasi çözüm’ çağrısı
Hakkında soruşturma açılan Güney Kore başkanı Yoon’a seyahat yasağı
Eski MI6 şefi Sawers: HTŞ terör örgütü gibi değil, kurtuluş hareketi gibi davranıyor
Al Arabiya: Rusya, Suriye’deki iki askeri tesisini İsrail’e teslim etti
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 gün önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Glazyev’den Rusya Merkez Bankası’na sert eleştiriler
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz
-
DİPLOMASİ6 gün önce
Halep’te atılan taşın Avrupa’da vurduğu kuş
-
RUSYA2 hafta önce
Rus uzman: “Kremlin, Trump’ın dönüşünü dört gözle bekliyor”
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya, Ukrayna’da güç gösterisi olarak hipersonik füze Oreşnik’i test etti
-
ORTADOĞU2 hafta önce
“Anlaşma şartları uygulanmasa da ateşkes devam edecek”