DÜNYA BASINI
IDF safındaki İngilizlerin yasal statüsü
Yayınlanma

İsrail’in yürürlükteki Mahal Programı İsrail ordusuna dünyanın hangi noktasından olursa olsun Yahudileri silah altına alabilme yetkisi veriyor. Bu kapsamda büyükannesi ya da büyükbabası Yahudi olan dünyanın dört bir yanındaki gençler başvurmaları durumunda İsrail ordusunda görev yapabiliyor. Batılı devletlerin kendi vatandaşlarını İsrail için savaşmaktan alıkoyacak bir yasal düzenlemesinin olmaması IDF’nin yabancı gençlere ödenen yüksek miktarda ücretler gibi teşvikler sayesinde bünyesine katmasını kolaylaştırıyor.
Hamas’ın 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonu sonrasında İsrail ordusunun yedek askerleri göreve çağırması üzerine 100’den fazla İngiliz vatandaşının da İsrail’e giderek orduya teslim olması İngiltere’de bu “paralı askerlerin” yasal statüsü tartışmasını başlattı.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber, IDF safındaki İngilizlerin yasal konumlarına mercek tutuyor. Savaş Suçlarından Kaçan İngiliz Paralı Askerleri kitabının yazarı Phil Miller’in hazırladığı habere göre “Birleşik Krallık’ın paralı asker karşıtı etkili bir yasası yok ve yabancı savaşçıları, günün hükümetinin jeo-politik çıkarlarına bağlı olarak, geçici bir temelde kovuşturma eğiliminde.”
Haberde görüşlerine yer verilen Muhafazakâr Parti’nin eski başkanı Barones Sayeeda Warsi, IDF’ye katılan İngiliz vatandaşlarının yargılanmaları çağrısında bulunuyor ve İngiliz Yahudilerinin IDF’ye katılmasına izin verirken, yabancı savaşçı olan Müslümanları suçlu ilan eden İngiltere’yi çifte standart uygulamakla suçluyor:
***
İsrail ordusunun İngiliz savaşçıları: Yasal mı?
Yüzlerce İngiliz, Filistin topraklarını yasadışı olarak işgal eden ve Gazze’de binlerce çocuğu öldüren İsrail Savunma Kuvvetleri’ne katıldı. Şimdi hukukçular soruyor: Askere alınmaları yasal mı?
Phil Miller
Hamas’ın geçen ay İsrail’e sürpriz bir saldırı düzenlemesinin ardından, ölen bin 200 kişi arasında bir İngiliz’in de bulunduğu ortaya çıktı. Londra’da yaşayan 20 yaşındaki Nathanel Young, İsrail Savunma Kuvvetleri’nde (IDF) onbaşı olarak görev yapıyordu.
Young’ın ölümü, kısa bir süreliğine de olsa, İngiliz vatandaşlarının İsrail ordusu için savaşmaya istekli ve muktedir olduğu gerçeğine ışık tuttu. Boris Johnson geçen Pazar, Kudüs’te bir grupla buluştuğunda bu gerçeğin altını çizdi.
Hizmetlerini öven Johnson, aslen Harrow’lu olan ve 2009’da 18 yaşındayken IDF’ye katılan Sam Sank ile el sıkıştı. Sank, The Times’a binlerce olmasa da yüzlerce İngiliz vatandaşının şu anda IDF’de görev yaptığını söyledi.
Böyle bir düzenleme normal zamanda bile soru işaretlerine yol açacaktır. Gazze’deki mevcut çatışmadan önce bile İsrail askerleri Filistin ve Suriye’de yasadışı olarak toprak işgal ediyordu. Ordu kariyeri hakkında yazdığı bir bloğa göre Sank her iki yerde de paraşütçü olarak görev yaptı.
Mayıs 2010’da İsrail’in Batı Şeria ile olan sınırına atıfta bulunarak “yeşil hattın ötesinde” bulunan dini bir Yahudi yerleşim yerini koruduğunu itiraf etti. Ertesi yıl, “sınırların bir dereceye kadar belirsiz olduğunu” ve “Batı Şeria’nın biraz tımarhane gibi görünebileceğini, ancak IDF’nin Yahudi sakinlerini herhangi bir tehditten koruma rolünde hâlâ çok tutarlı olduğunu” söyledi.
Ayrıca İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği Golan Tepeleri’nde bir yerleşim biriminde yaşadı ve bir askeri üste çalıştı. İngiltere’nin muhafazakâr hükümeti 2019’da BM’ye “bu ilhakı bugüne kadar tanımadığını ve bugün de tanımadığını” yineledi: “Toprakların güç kullanılarak ilhak edilmesi uluslararası hukuka göre yasaktır.”
‘Sağır edici sessizlik’
Ancak İngiliz IDF üyeleriyle bir araya geldiğinde bu ihlallerin hiçbiri Johnson’ı rahatsız etmemiş görünüyordu; onun yerine Hamas’ın zulmünden duyduğu tiksintiye odaklandı. Etkinlik, IDF bünyesindeki binlerce göçmen (askeri) destekleyen bir hayır kurumu olan Lone Soldiers Center tarafından düzenlendi.
Ziyareti, Filistinliler için Uluslararası Adalet Merkezi’nin (ICJP) İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan bu tür bir askere almanın yasal olup olmadığı konusunda acil açıklama talep etmesinden birkaç gün sonra gerçekleşti. ICJP bu talebi “Gazze’de yaşanmakta olan feci durum, İsrail ve İşgal Altındaki Filistin Topraklarında savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işlenmiş olabileceğine dair açık kanıtlar ve daha fazla kitlesel vahşet suçunun işlenmesinin yakın olabileceğine dair gerçek risk ışığında” yaptı.
İletişim sorumlusu Jonathan Purcell, Declassified’a şunları söyledi: “Boris Johnson’ın, İngiliz-İsrailli IDF yedek güçleriyle omuz omuza dururken sivil ölümlerini eleştirmenin ironisini fark etmemesi dikkat çekici. Masum İsrailli sivillerin ölmesi trajedisinden haklı olarak bahsediyor ama konu Filistinli siviller olunca sessizliği kulakları sağır ediyor.”
Purcell, Kovid soruşturmasına atıfta bulunarak, “Johnson artık milletvekili olmayabilir, ancak potansiyel savaş suçlularına verdiği destek, platformunu pervasızca kullanmak ve umutsuz bir dikkat dağıtma girişimidir” diye ekledi.
Declassified olarak yorum istediğimiz Dışişleri Bakanlığı bizi sadece şu anda İsrail’in hemen tüm bölgelerine yapılacak tüm seyahatlerle ilgili tavsiyede bulunan birime yönlendirdi.
Savaş suçlarını soruşturmaktan sorumlu olan Metropolitan Polisi ise sadece şu açıklamayı yaptı “Bu konuda aldığımız tüm başvurular Kraliyet Savcılık Servisi ile mutabık kalınan süreç doğrultusunda değerlendirilecektir. Ekleyecek başka bir şey yok.”
ICJP’nin endişelerinin Westminster Sarayı’nda sert bir direnişle karşılaşması muhtemel. 2020-22 yılları arasında adalet bakanı olarak görev yapan Muhafazakâr Partili Lord Wolfson parlamentoya yaptığı açıklamada oğlunun “artık hayatını İsrail’de kurduğunu” ve orada askerlik yaptığını söyledi.
Kocası İsrail’de yaşayan İçişleri Bakanı Suella Braverman daha önce Jewish Chronicle’a verdiği demeçte “IDF’de görev yapan yakın aile üyelerimiz var” demişti. Bu akrabaların İngiliz vatandaşı olup olmadıkları belli değil.
Liz Truss dışişleri bakanıyken, Britanyalıları Rusya’nın işgaline karşı savaşmak üzere Ukrayna’nın uluslararası lejyonuna katılmaya teşvik etmişti. Kabinedeki meslektaşları Truss’un sözleriyle aralarına mesafe koymuş olsalar da Declassified, Muhafazakâr Partili bir başka eski adalet bakanı olan Helen Grant’ın oğlunun da savaş bölgesine gidenler arasında olduğunu ortaya çıkardı.
İngilizler IDF’ye nasıl katılabiliyor?
Resmi web sitesine göre, yabancı ülkelerden gelen Yahudi gençlerin “geçici” olarak IDF’ye katılmalarına ve İsrail’in Mahal (denizaşırı gönüllüler) programı kapsamında oturma izni almalarına izin veriliyor. Birçoğu hizmetlerinden sonra İsrail’de kalmayı ve vatandaşlık almayı tercih ediyor.
Program, Londra’da bir ofisi bulunan Garin Tzabar gibi çeşitli ajanslar tarafından destekleniyor. IDF’ye katılan göçmenlerin, kısmen İsrail devlet dairelerinin hibeleri sayesinde, yerli meslektaşlarının neredeyse iki katı kadar kazanabileceklerinin reklamını yapıyor.
Garin Tzabar, kaç Britanyalının IDF’ye katılmasına yardımcı olduğu konusundaki yorum talebine yanıt vermedi. Ancak Birleşik Krallık’tan sürekli olarak yeni katılımlar oluyor. Oğlu IDF’de görev yapan Londralı bir anne Jewish Chronicle’a “Golders Green’den 50 ila 80 kadar frum [dindar] çocuğun” katıldığını söyledi.
IDF’nin uluslararası sözcüsü Yarbay Richard Hecht 1980’lerde İskoçya’dan göç etmiş. Hâlâ güçlü bir İskoç aksanına sahip Hecht, İsrail’in yüzlerce Filistinli sivilin öldürüldüğü Cibaliye mülteci kampını bombaladığını doğrulayarak CNN sunucusunu şaşkına çevirdi. Hecht bunun bir “savaş trajedisi” olduğunu söyledi.
IDF’ye katılan diğer İngiliz göçmenler arasında 2009 yılında 19 yaşında göç eden Binbaşı Keren Hajioff da bulunuyor. Hajioff 2014 Gazze bombardımanı sırasında IDF’nin sözcü biriminde görev yaptı ve geçen yıl, İsrail’in o dönemki başbakanı Naftali Bennett’in özel danışmanı oldu.
Bir başka İngiliz asker, Onbaşı Lian Harush, 2021’de Batı Şeria’daki yasadışı bir yerleşimi korurken Filistinli bir genç tarafından neredeyse bıçaklandığını iddia ediyor. Komutanı çocuğu vurarak öldürmüş.
‘Boşluk’
Programa yönelik eleştiriler sadece ICJP ile sınırlı değil. Muhafazakâr Parti’nin eski başkanı Barones Sayeeda Warsi, İngiliz vatandaşlarının IDF’ye katılmaları halinde yargılanmaları çağrısında bulundu.
Warsi, David Cameron’ın 2014 Gazze savaşına ilişkin tutumu nedeniyle istifa etmeden önce Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunmuştu. Warsi, İngiliz Yahudilerinin IDF’ye katılmasına izin verirken, yabancı savaşçı olan Müslümanları suçlu ilan eden İngiltere’yi çifte standart uygulamakla suçluyor.
Middle East Eye’a verdiği demeçte “Müslümanlar için Britanya’ya ait olmak, hakkında çok konuştuğumuz bir konu” dedi: “Diğer topluluklarla ilgili olarak bu konuyu konuşmuyoruz. Diğer toplulukların birden fazla kimliğe sahip olduğunu kabul ediyoruz. Bu açığı kapatalım. Britanya için savaşmazsanız savaşamazsınız.”
Yabancı bir ordu için savaşan kişiler genellikle paralı asker olarak görülür ve sözlük tanımına uyarlar. Ancak Declassified’ın uzun süredir bildirdiği üzere, Birleşik Krallık’ın paralı asker karşıtı etkili bir yasası yok ve yabancı savaşçıları, günün hükümetinin jeo-politik çıkarlarına bağlı olarak, geçici bir temelde kovuşturma eğiliminde.
Hatta İngiltere, Birleşmiş Milletler nezdinde paralı askerlerin yasaklanmasına yönelik girişimleri engellemeye çalıştı. İngiltere’nin paralı askerlerle ilgili imzaladığı tek uluslararası yasa Cenevre Sözleşmesi Ek Protokol I’in 47. Maddesidir.
Paralı askerlerle ilgili çalışma grubu tarafından geçen ay BM Genel Kurulu’na sunulan bir rapora göre, ek protokol 1977’de “ülkelerin paralı askerleri işe alma, eğitme, finanse etme ve kullanma hakkını korumak amacıyla paralı asker olarak sınıflandırılanlar ile diğer aktörler arasında ince bir ayrım yaratmak amacıyla” kabul edildi.
Grup, “Devletler tarafından benimsenen 47. Madde’nin kasıtlı olarak paralı asker tanımını karmaşık ve zor karşılanacak şekilde kurduğu, bu sayede devletlerin, paralı askerlerin ve paralı askerle ilişkilendirilen aktörlerin kolayca suçlamalardan kaçınmasına izin verdiği ve bu olguyu suç saymadığı” eleştirisinde bulundu.
Madde 47(e) paralı askeri “çatışmanın taraflarından birinin silahlı kuvvetlerine mensup olmayan” kişi olarak tanımlıyor ki bu tanım Gurkas ya da Fransız Yabancı Lejyonu gibi resmi ordu birliklerine kayıtlı yabancı askerleri kapsamıyor. BM’nin paralı askerlerle ilgili çalışma grubu bu formülasyonun “Devletlerin, yurtdışından kiralanan birlikleri paralı asker olarak sınıflandırılmadan kendi silahlı kuvvetlerine dahil ederek 47. Maddeyi aşmalarına açık bıraktığını” söyledi.
IDF’ye katılan Britanyalılar Cenevre Sözleşmesi’nin paralı asker tanımının tamamını karşılamasa da kriterlerin belirli yönlerini karşılıyorlar. Bazılarının örneğin İsrailli meslektaşlarından daha fazla ücret aldığı gerçeği, paralı askerlere “ilgili tarafın silahlı kuvvetlerindeki benzer rütbe ve fonksiyonlardaki savaşanlara vaat edilen veya ödenen maddi tazminattan önemli ölçüde fazlasını alabilir” kriterini karşıladığı görünüyor.
İlginizi Çekebilir
-
‘Gazze’yi Batı Şeria ile buluşturan başkenti Kudüs olan bir çözüm, tek geçerli çözümdür’
-
Uzmanlar yanıtlıyor: Savaş nasıl bitecek? Bir sonraki nasıl önlenebilir?
-
“Türkiye garantörlüğe çok uygun
-
İsrail politikası koltuğundan edecek
-
Türkiye İsrail ile ipleri kopardı mı?
-
Suudi Arabistan, bin Selman’ın Londra ziyaretini erteledi
DÜNYA BASINI
‘Gazze sonrası İsrail-Suudi normalleşmesi mümkün’
Yayınlanma
2 gün önce08/12/2023
Yazar
Harici.com.tr
Aşağıda çevirisini odaklayacağınız makale İsrail-Hamas savaşı ve İsrail’in Gazze’deki saldırılarına rağmen Suudilerin İsrail’le normalleşmesinin hâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Makaleye göre Washington, Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan İsrail’in Gazze’den çıkamayacağını düşünüyor. Makalede, “ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor” deniyor.
Makalenin yayınlandığı Londra merkezli yayın yapan Majalla sitesinin Suudi sermayeli olduğunu da hatırlatmakta fayda var.
Gazze savaşından sonra Suudilerin İsrail ile normalleşmesi hâlâ mümkün
KHALED HAMADEH
Kalıcı bir barış için, Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ve Arap ve uluslararası garantörlerin olası formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.
Ateşkes sona erdi ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı yeniden başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu dünya kamuoyuna meydan okudu ve kalıcı bir ateşkes için yapılan uluslararası çağrıları reddetti.
İsrail kapsamlı bombardımanına geri dönüp silahlarını Gazze’nin güneyine çevirirken, görüşmelerin devam etmesi ihtimali de zayıf görünüyor.
ABD’nin İsrail’e sivilleri korumak için daha fazla çaba göstermesi, askeri hedeflerini ve savaş alanlarını daha net bir şekilde tanımlaması yönünde talimat verdiğini iddia etmesine rağmen İsrail “savaşına” daha da yoğun bir şekilde devam etti.
Çatışmalara ara verildiğinde, 88 İsrailli rehine ve 22 yabancı uyruklu kişi İsrail hapishanelerindeki Filistinli kadın ve çocuklarla takas edildi. Takas nispeten sorunsuz geçti ve bir başarı olarak lanse edildi.
Ancak İsrail, Hamas ile esir takası konusunda yürütülen müzakerelerin Gazze’nin geleceğini tartışmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmayacağı konusunda kararlıydı.
Kalıcı barış için Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ile Arap ve uluslararası garantörlerin beklenen formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.
Bu durum, ateşkesin sağlanmasına yardımcı olan Mısır ve Katar gibi Arap arabuluculardan oluşan mevcut çevrenin genişletilmesini gerektirebilir.
Zaman kazanma
Sonra İsrail Filistinli sivillere yönelik katliamlarına devam etti ancak bu kez ABD’nin bölgede bulunmaması dikkat çekti.
Bu durum, çatışmanın başında Washington’un savaşın kapsamını genişletecek müdahaleler konusunda bölgesel güçleri uyardığı yoğun diplomatik faaliyetleriyle tezat oluşturuyor.
Bu arada ABD Başkanı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile birlikte Gazze’deki sivil kayıpları en aza indirme ihtiyacını vurgulayarak Gazze’yi çatışmanın “ağırlık merkezi” olarak nitelendirdi. Sivillerin korunmasını hem ahlaki bir sorumluluk hem de stratejik bir gereklilik olarak nitelendirdi.
Austin’in yorumlarına rağmen, ABD bunu yapmanın en iyi yolunun kalıcı bir ateşkese varmak ve ardından bunu düşmanlıklara kalıcı bir son vermeye dönüştürmek olduğunu açıkça ifade etmedi.
Mısır ise İsrail’in Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya iterek ikinci bir Nakbe’ye zorlamasından açıkça endişe duyuyor.
Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri şunları söyledi: “Dünya tarafından reddedilen ve uluslararası hukukun ihlali olarak görülen zorla yerinden etme ve kitlesel göç İsrail’in hedefi olmaya devam ediyor.”
“Bu sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları ve çağrıları yoluyla değil, aynı zamanda Gazze’deki Filistinli nüfusun topraklarından sürülmesini, anavatanlarından tecrit edilmesini ve vatanlarının ele geçirilmesini amaçlayan acı bir gerçeklik yaratarak da gerçekleşmektedir.”
Ancak Mısır ekonomisi zaten zor durumdayken, olası yeni bir zorunlu göç dalgasının etkileri Mısır’ı olduğu kadar, kıyılarında daha fazla göçmen görmek istemeyen Avrupa’yı da endişelendiriyor.
Mısır’ın bu konudaki tutumu üst düzey destek gördü. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Dubai’deki COP28 iklim konferansı çerçevesinde düzenlenen bir toplantı sırasında Kahire ile ortak bir açıklama yayınladı.
Her iki ülke de Filistinlilerin Gazze ya da Batı Şeria’dan zorla göç ettirilmesini, Gazze ablukasını ya da Gazze’nin sınırlarının yeniden çizilmesini kesinlikle reddediyor.
İsrail ise tampon bölgenin Gazze için gelecekteki güvenlik planlarının anahtarı olduğunda ısrar ediyor. İsrailli kaynaklar şunları söyledi: “Bu, İsrail’in Gazze’den toprak alacağı anlamına gelmiyor, daha ziyade Filistinlilerin İsrail’e girme kabiliyetlerini sınırlamak için Gazze’nin içinde kendi statüsüyle birlikte güvenli bölgeler kurulacağı anlamına geliyor.”
Reuters’in geçen günlerde geçtiği bir habere göre İsrail, savaş sonrasında bölgedeki durumla ilgili önerilerinin bir parçası olarak, Gazze sınırlarının Filistin tarafında, gelecekteki saldırıları önlemek için bir tampon bölge kurma isteğini bazı Arap ülkelerine bildirdi.
Ancak İsrail’in istediği “tampon bölge” konusunda uluslararası ya da bölgesel aktörlerden herhangi bir resmi yorum gelmedi.
Siyasi belirsizlik
Bu durum ABD’nin pozisyonu ve İsrail’e askeri saldırılarını durdurması için baskı yapması halinde Washington’un ne elde etmek istediği konusunda soru işaretleri yaratıyor.
Washington Arap arabuluculuğunu diğer Arap ülkelerini -özellikle de Suudi Arabistan’ı- kapsayacak şekilde genişletmek mi istiyor, yoksa Hamas’ı onaylamadığı bilinen Riyad’ı görüşme çemberinin dışında mı tutuyor?
Beyaz Saray Orta Doğu’da daha iyi bağlantılar kurulmasını istiyor ve İsrail’i Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurmaya teşvik ediyor olabilir.
New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Kasım ayında şöyle yazmıştı: “İran destekli Hamas’ın Suudi-İsrail normalleşmesini engellemek ve Tahran’ın izole edilmesini önlemek için savaş başlattığını anlamak için Arapça, İbranice ya da Farsça bilmenize gerek yok.”
Suudi-İsrail normalleşmesi hâlâ mümkün
Netanyahu, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının sona ermesinin ardından Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye devam etme olasılığını gündeme getirdi.
Netanyahu, 27 Kasım’da İsrail’e gelen ve 7 Ekim’de Hamas tarafından saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinden birini ziyaret eden Amerikalı işadamı Elon Musk ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:
“Hamas’ı yendikten sonra Suudi Arabistan ile barışa dönebileceğiz ve inanıyorum ki Arap ülkeleriyle barış çemberini iddialı beklentilerimizin ötesinde genişletebileceğiz… Ama önce kazanmamız gerekiyor.”
Görünen o ki Gazze’deki savaş Netanyahu’nun Riyad’la ilişkileri normalleştirme görüşünü değiştirmemiş.
Eylül sonunda CNN Arabic’e konuşan Netanyahu şunları söyledi: “Suudiler İbrahim Anlaşması’na katılmayarak ve kendilerini bunun dışında tutarak hata yaptılar.”
İsrail’in Suudi Arabistan’la normalleşme karşılığında Filistinlilere ne gibi tavizler vereceği sorulduğunda ise şu yanıtı verdi: “Tüm paketi bir kerede sunmak daha iyi olur. Suudi Arabistan Krallığı ile barış yapmanın ve esasen Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmenin Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmemize yardımcı olacağına inanıyorum.”
“Önce Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeniz ve ardından Arap dünyasına içeriden dışarıya doğru bir yöntem izlememiz gerektiğine inanıyorlar. Bence dışarıdan içeriye yaklaşımın hem Arap ülkeleriyle hem de Filistinlilerle olan çatışmaları sona erdirmek için şansı daha yüksek.”
Netanyahu, Batı Şeria ve diğer belirlenmiş bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin durdurulmasının masada olup olmadığı sorusuna şu yanıtı verdi: “İsrail’in ulusal çıkarlarını ve güvenliğini tehlikeye atmayacağım ve bunu kamuoyu önünde tartışarak başarıyı riske atmayacağım.”
İki devletli çözüm
ABD’nin Gazze’ye ilişkin tutumundaki belirsizlik, Hamas’ın kovulması halinde Gazze’yi kimin yöneteceği konusundaki endişesinden daha fazlasını yansıtıyor gibi görünüyor. Aslında, iki devletli bir çözüme destek vermeye doğru ilerliyor olması oldukça olası.
Washington, İsrail’in Filistin Yönetimi ile bir barış sürecine ihtiyacı olduğunu ve İsrail’in Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan Gazze’den çıkamayacağını anlıyor.
ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai bir çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor.
DÜNYA BASINI
‘İsrail ABD’ye rağmen Gazze’yi işgal ederse kimse şaşırmasın’
Yayınlanma
2 gün önce07/12/2023
Yazar
Harici.com.tr
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin itirazlarına rağmen İsrail’in yine de Gazze’yi yeniden işgal etme olasılığına odaklanıyor. Makalenin yazarı Steven Cook’a göre ABD’nin ortaya koyduğu ve kimseyi memnun etmeyen ertesi gün planı hem uygulanabilir değil hem de İsrail’in güvenliğini garanti altına almıyor. Cook; “Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı” diyor:
İsrail Neden Muhtemelen Gazze’yi Yeniden İşgal Edecek?
Herkes bunun kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir ama yine de olabilir.
Steven A. Cook
Orta Doğu’da savaşın sürdüğü son iki ay boyunca Washington’da ya da başka bir yerde hiç kimse Gazze Şeridi’ndeki çatışmalar sona erdiğinde ne olması gerektiği konusunda iyi bir fikir ortaya koyamadı. Aynı zamanda herkes İsrail’in Gazze’yi yeniden işgal etmesinin kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Biden yönetimi İsrail hükümetini bölgede askeri yönetime geri dönülmesini desteklemeyeceği konusunda uyardı bile.
Yine de İsrail işgalinin yenilenmesi ihtimali pek çok kişinin düşündüğünden daha yüksek. Çünkü İsrailliler güvenlik istiyor ve Gazze için mevcut fikirlerin hepsi uygulanamaz ya da siyasi olarak savunulamaz (ya da her ikisi de). Aynı zamanda İsrailliler Hamas’la mücadeleyi varoluş nedeni olarak görüyorlar ve e bu nedenle hayatta kalmanın bedeli ise uluslararası tepkileri göze almaya hazır gibi görünüyorlar.
Gazze’de “ertesi günü” düşünürken, İsrail’in 2005’te bölgeden çekilmesiyle ilgili bazı ayrıntıları anlamak önemli. Dönemin Başbakanı Ariel Şaron, İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgalinin artık maliyetine değmeyeceğine karar verdiğinde, birçok İsrailli de aynı fikirdeydi. Kalmak için ikna edici bir neden yoktu.
Batı Şeria’nın aksine Gazze Şeridi hiçbir zaman tarihi İsrail topraklarının bir parçası olmadı. Ve İkinci İntifada’nın son günlerinde orada güvenlik sorunu devam etse de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) liderliği, askerler artık bölgede olmasa bile, bunun yönetilebilir olduğuna inanıyordu. Dahası, İsrail yerleşim yerlerini boşaltıp bölgeyi terk ettiği için dünya çapında itibar kazanacaktı. Açıkça belirtilmeyen şey ise Şaron için Gazze’den çekilme, Batı Şeria’nın her zaman İsrail kontrolünde kalmasını istediği kısımlarında İsrail’in kontrolünü sıkılaştırma çabalarını sürdürmek için tüm kaynaklarını kullanabileceğiydi.
İsrail’deki pek çok kişi için Gazze Şeridi’nin işgali Haziran 1967 zaferinin zehirli kadehiydi ve burayı Filistin Yönetimi’ne (FY) devretmek bir kazanım gibi görünüyordu. Ancak tüm İsrailliler böyle destekleyici değildi. Yerleşimciler Şaron’un ihaneti olarak algıladıkları bu durumu kınadılar ve bazıları direndi. Dönemin Ulaştırma Bakanı Avigdor Lieberman muhalefeti nedeniyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Ve Likud partisi bölündü. Şaron, Ehud Olmert ve Tzipi Livni gibi tanınmış Likud üyeleriyle birlikte Kadima adında yeni bir parti kurdu. Lieberman ve aralarında eski Knesset Başkanı Yuli Edelstein’ın da bulunduğu diğer muhaliflere göre Gazze’den çekilmenin iyi niyet ya da güvenlik getireceğine inanmak hataydı. Şaron’un aksine, egemen İsrail’de İsraillilerin güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun Gazze’nin işgalini sürdürmek olduğuna inanıyorlardı.
Takip eden yıllarda, çekilmeden bu yana Gazze’den atılan roketler düzenli aralıklarla İsrail’e düşerken ve Birleşmiş Milletler İsrail’i birçok İsraillinin var olmadığını söylediği bir işgal nedeniyle eleştirmeye devam ederken, İsrail sağı Şaron’un çekilmesinin büyük bir hata olduğunu savundu. Bu görüş, 7 Ekim’deki terör saldırılarından bu yana İsrail’de daha fazla taraftar bulmuşa benziyor. Kısa bir süre sonra yapılan bir ankette İsraillilerin yüzde 30’u Gazze’nin işgalini ve askeri yönetimini destekliyordu.
Elbette bu anket, devlet tarihindeki en büyük güvenlik başarısızlığının hemen ardından yapılmıştı. Hiç şüphesiz, kanlı ve yaralı İsrail’de duygular çok yoğundu (ve hâlâ öyle). Anketin yansıttığından çok daha az İsrailli Gazze’yi yeniden işgal etmek istiyor olabilir. Ancak bu durum 2005’teki çekilmeye karşı çıkanların o zaman olduğundan daha ikna edici bir anlatıya sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor: İsrail, Gazze Şeridi’ni işgal ettiğinde göreceli bir sükûnet vardı ve ülkeye çok az roket düşüyordu; IDF çekildiğinden beri ise mini savaşlardan (2008-09, 2012, 2014, 2021) başka bir şey olmadı ve şimdi de tam ölçekli bir çatışma yaşanıyor.
Bana söylenenlere göre İsrail savunma teşkilatında hiç kimse -Hamas’ın planlarına ilişkin uyarıları yıllarca görmezden gelen aynı kişiler- Gazze’yi yeniden işgal etmek istemiyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaşın üçüncü aşamasının “İsrail’in Gazze şeridindeki sorumluluğunu ortadan kaldırmayı ve İsrail vatandaşları için yeni bir güvenlik gerçekliği oluşturmayı gerektireceğini” söyleyecek kadar ileri gitti ve Hamas yok edildikten sonra IDF’nin Gazze’yi terk edeceğini ve İsrail’den izole edileceğini öne sürdü. Bu onun (gerçekçi olmayan) niyeti olabilir ama başkalarının söylediği tam olarak bu değil.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 6 Kasım’da ABC News’e verdiği demeçte “İsrail belirsiz bir süre için … [Gazze’de] genel güvenlik sorumluluğuna sahip olacak çünkü sahip olmadığımızda neler olduğunu gördük” dedi. Elbette başbakan IDF’nin savaştan sonra Gazze’yi işgal edip yöneteceğini kesin bir dille ifade etmedi ancak bunu da reddetmedi.
Bir de Netanyahu’nun en yakın danışmanlarından biri olan İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer var. Dermer geçen günlerde gazetecilere yaptığı açıklamada İsrail ordusunun 17 yıldır Gazze’de bulunmadığını ve dolayısıyla Batı Şeria’da rutin olarak gerçekleştirdiği güvenlik operasyonlarını yapamadığını belirterek 2005’teki çekilmenin İsrail’in güvenliğini tehlikeye attığını ima etti. “Açıkçası (bunu) tekrarlayamayız” diyerek Netanyahu’nun daha önce söylediklerini, özellikle de IDF’nin Gazze’de “süresiz olarak öncelikli güvenlik sorumluluğuna” sahip olacağını teyit etti.
Buradan, İsrail’in güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun işgalden geçtiğini öne sürdükleri anlaşılıyor; ancak elbette her iki adamın sözlerinde de belli bir miktar dolambaçlı ifade var. Bununla birlikte, yeniden işgale karşı olsalardı, “İşgale karşıyız, ancak X, Y ve Z’yi yaparak egemen İsrail’i güvence altına alacağız” demek kolay olurdu.
Netanyahu söylediklerinde ciddi olsun ya da olmasın hatta İsrail siyaseti savaştan sonra şu ya da bu şekilde onu iktidardan alsa bile çatışmanın sonunda Gazze Şeridi’nin yeniden işgali edilebilir. Bir beyin fırtınası yapalım: İsrail yönetiminin Gazze Şeridi’ni işgal etmek istemediğini ancak Hamas’ın yok edilmesinin İsrail’in hedefi olmaya devam ettiğini varsayalım. Ve İsrail halkının oldukça şahin olduğunu düşünelim. Şimdi ne Washington’un ne de diğer büyük küresel ya da bölgesel güçlerin savaş sonrası Gazze için uygulanabilir ve siyasi olarak savunulabilir bir plan geliştiremediğini durumda İsraillilerin tam olarak neyle karşı karşıya kalıyor?
Biden yönetiminin, bazı kısımları Dışişleri Bakanı Antony Blinken tarafından kamuoyuna açıklanan mevcut planına göre, yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi kontrolü ele alana kadar Gazze’de bir tür uluslararası istikrar sağlanacak ve ardından ABD’nin iki devletli çözüm arayışı yeniden başlayacak.
Bu planın hiçbir aşaması gerçekçi değil. Gazze’de çok uluslu bir güç olması pek olası değil çünkü İsrail, Hamas’ı İsrail’in güvenliğini tehdit edemez hale getirse bile bu son derece tehlikeli olacaktır. Filistin Yönetimi yolsuzluk, işlevsizlik ve meşruiyet eksikliği nedeniyle -İsrail’e bağımlılığı ve İsrail’le koordinasyonunun yanı sıra Filistin lideri Mahmud Abbas’ın seçimlere katılmayı reddetmesi nedeniyle- yardım edilemeyecek kadar zor durumda. Reforme edilse bile Netanyahu ve danışmanları Filistin Yönetimi’ni bir ortak olarak görmediklerini açıkça ortaya koydular ve Ramallah’taki Filistinli liderler de İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki vekili olmayacaklarını açıkça belirttiler. Son olarak, ABD’li politika yapıcıların İsraillileri ve Filistinlileri barışa zorlamak için daha önce denenmemiş pek bir şey sunması mümkün görünmüyor.
İsrail halkının Gazze Şeridi’ni işgal etmek isteyip istemediği açık bir soru olmaya devam ediyor, ancak İsrailli dostlarımın ve muhataplarımın son iki aydır bana aktardığı üzere, mevcut çatışmada imkânsız bir durumla karşı karşıyalar. Filistin meselesinden ellerini çekmek ve güvenliğe kavuşmaktan başka bir şey istemiyorlar. Gazze’den çekilmenin bu hedefleri gerçekleştireceğini düşünüyorlardı ama 7 Ekim saldırıları bu inançlarını yerle bir etti. Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı. Güvenlik isteyen İsrailliler için muhtemelen başka seçenek yok.
DÜNYA BASINI
Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler
Yayınlanma
2 gün önce07/12/2023
Yazar
Emre Köse
Çevirmenin notu: Batı’nın uzun yıllardır ucuz iş gücü fırsatları için sanayisizleşmeyi göze alması karşısına Çin gibi bir tehlikeyi çıkardı. Ve Çin ve onun şirketleri, ABD ve AB’nin boşalttığı yerleri mükemmel bir şekilde dolduruyor. Afrika’nın ve Asya’nın tamamında ve ayrıca Latin Amerika’da, akıllara seza devasa altyapı projelerinin çoğunun altında Çin’in imzası var. Pekin kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyor ve gittiği yerlerdeki muhataplarını borçla harçla uğraştırmıyor. Bu fena bir dönüşümün belirtileri ve sancılar şiddetli.
Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler
Natalya Eremina
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)
4 Aralık 2023
İngiliz küresel stratejisindeki (“Küresel Britanya”) Afrika tarafı pek açık tanımlanmadı, İngiliz devletinin kıtadaki hedeflerini belirlemedi ve Birleşik Krallık parlamentosundaki Afrika gündemine ilişkin tartışmanın da gösterdiği üzere hem iş dünyası hem de siyaset kurumu arasında soru işaretlerine yol açıyor. Bu nedenle, Britanya’nın Afrika’daki stratejisi şu anda, gözlerimizin önünde şekilleniyor ve hala ülkenin sömürge deneyimine dayanıyor. Ne de olsa bu, daha önce dominyon (mesela Güney Afrika), Britanya İmparatorluğu’nun protektorası (mesela Nijerya), koloni (mesela Gambiya, Kenya, Malavi, Sierra Leone, Uganda, Zambiya) ya da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra manda bölgesi (mesela Tanzanya) olan ülkelerden oluşan İngiliz Milletler Topluluğu’na dayanıyor. Ayrıca İngiliz Milletler Topluluğu, olumsuz bir sömürge tadı taşıyan ortak bir tarihle (Mozambik, Gabon, Ruanda) Britanya’ya bağlı olmaksızın fayda arayan Afrika ülkelerini de içeriyor. Ayrıca Afrika ülkelerinin İngiliz Milletler Topluluğu’ndan ayrıldıklarında bir süre sonra yeniden üye olduklarını da gözlemlememiz gerek (Güney Afrika, Gambiya). Yalnızca Zimbabve 2003 yılında ayrıldığı örgüte geri dönmedi. Dolayısıyla aslında Birleşik Krallık, Afrika’nın yönünü önemli ve umut verici olarak görmese bile kıtadaki varlığını her zaman sürdürdü. Fakat yaklaşık beş yıl önce durum değişmeye başladı: Çin kendi ticari ve iktisadi ilişkiler ağını kurarak Afrika’da net bir yer edindi, Rusya güvenlik ve iktisadi işbirliği projeleriyle Afrika’ya geri döndü, AB, Global Gateway programı çerçevesinde Afrika’nın önemini ilan etti, ABD, Afrika’da yeni bir strateji açıkladı ve genel olarak, büyüme ve iktisadi kalkınma hususlarının küresel Güney denilen bölgeye kayması belirginleşti, bu da özellikle Birleşik Krallık için yatırım konusunu keskinleştirdi. Çeşitli Avrupa ülkelerinin sömürgecilik sorunu ve sömürgecilik sonrası yaklaşımlarının tam da şu anda aktif bir şekilde ele alınması ve yeniden değerlendirilmesi tesadüf değil ve bunun için diğerlerinin yanı sıra İngiliz siyaset kurumunun ve İngiliz kalıtsal aristokrasisinin temsilcilerinin sorumluluk alması gerekiyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Birleşik Krallık, Afrika’nın önemini ve ülkenin kıtadaki hedeflerini ifade etme ihtiyacı sorusunu gündeme getirme konusunda ortaklarını takip etti (Afrika Stratejisi 2019’da yayımlandı ve aynı yıl Afrika Birliği ile mutabakat zaptı imzalandı, Afrika yönü de ülkenin dış politika incelemelerinin bir parçası olarak kabul edildi). Mevcut koşullarda Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine yönelik önerdiği yaklaşımların güçlü ve zayıf yönlerini kısaca ele alalım.
Birleşik Krallık’ın Afrika ajandasının güçlü yönleri
Afrika, farklı aktörlerin çıkarları arasında önemli bir kesişme noktası olarak nitelendiriliyor ve Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine katılımı kaçınılmaz olarak ülkenin profilini ve uluslararası ilişkilerdeki önemini artırıyor.
Birleşik Krallık, küresel enerji katılımı ve yatırımları açısından Afrika’nın iktisadi önemi konusunda oldukça net. Bu durum, 2020 yılında Afrika ile yapılan İlk Yatırım Zirvesi’nde de ortaya konmuştu. O dönemde İngiliz tarafı, Afrikalı ortaklarına 2027 yılına kadar tüm G7 ülkelerinden 80 milyar dolara kadar özel sektör yatırımı sağlama sözü bile vermişti. İngilizler, Afrika’daki çeşitli projeler için yaklaşık 4 milyar pound (bunun 2,4 milyar pound’u özel yatırım) toplamaya hazır olduklarını söylediler. İlk zirvede ayrıca 6,5 milyar pound değerinde sözleşmeler de yapıldı. Nisan 2024’te Birleşik Krallık Afrika ile İkinci Yatırım Zirvesi düzenlemeyi planlıyor (24 Afrika ülkesinden delegasyon bekleniyor: Cezayir, Angola, Kamerun, Fildişi Sahili, Kongo, Mısır, Etiyopya, Gana, Kenya, Malavi, Moritanya, Mauritius, Fas, Mozambik, Namibya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Sierra Leone, Güney Afrika, Tanzanya, Tunus, Uganda ve Zambiya). Buna ek olarak, İngiliz hükümeti, işletmelerini riskleri azaltmaya ve Afrika’da yeni ortaklar bulmaya davet eden yatırım araçları oluşturdu. Bu araçlar arasında İngiliz Uluslararası Yatırım grubu, UKEF (Britanya İhracat Finansmanı) ve Growth Gateway programı bulunuyor.
Birleşik Krallık için Afrika’daki varlığının oldukça ciddi olumlu yönlerinden biri de askeri ortaklıkların ve hatta askeri üslerin varlığı. Kenya ve Nijerya, siyasi-askeri alanda sürekli bir ilişkinin olduğu iki Afrika ülkesi olarak öne çıkıyor. 2018 yılında Birleşik Krallık ile Nijerya, İngilizlerin Nijeryalı askerleri eğittiği ve ekipman tedarik ettiği Güvenlik ve Savunma Ortaklığı Anlaşması imzaladı. Kenya’da ise İngilizler 1963’ten bu yana düzenli olarak güncellenen bir savunma anlaşması aracılığıyla yakın askeri işbirliği geliştirdi.
Afrika, Birleşik Krallık’ın imaj hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından önemli bir bölge olmaya devam ediyor; zira ülke, gayri safi milli gelirinin yüzde 0,5’ini başta Afrika olmak üzere insani yardıma ayırmakla iftihar duyuyor. Ayrıca İngilizler, iç çatışmalar ve doğal afetler nedeniyle ülkelerinden kaçan Afrikalı mültecilere verdikleri desteği de vurguluyor (şu anda 1,5 milyondan fazla kişi kendisini siyah, siyah İngiliz, siyah Galli, Karayipli veya Afrikalı olarak tanımlıyor).
Britanya’nın Afrika ajandasındaki zayıflıklar
Afrika, Britanya’nın dış politika ajansında bir “yüze” sahip değil, hala küresel Güney’in bir parçası olarak görülüyor ve mevcut bağlamda farklı Afrika ülkeleri için farklı yaklaşımlar formüle etme girişimi dahi yok. Dolayısıyla, Afrika hala tek bir varlık olarak algılanıyor ve daha ziyade Arap Afrika’sı için bir istisna yapılıyor ama bu durum Afrika stratejisinin metninde ortaya konmuyor. Buna ek olarak, söz konusu kıta İngiliz çıkarlarının “geniş çevresi” kavramına dahil, yani ülkenin dış politika öncelikleri hiyerarşisinde son sırada yer alıyor. Aynı zamanda Afrika, bir işbirliği bölgesi olmaktan ziyade Çin ve Rusya ile bir rekabet alanı olarak görülüyor.
Britanya’nın Afrika kıtasındaki konumunun bir başka zayıflığı da özellikle uzun bir sömürgecilik mazisinden (halkların sömürgeciler tarafından ayrılması) kaynaklandığı için, krizleri önlemek ve dengelemek üzere operasyon başlatma konusunda bağımsız bir kabiliyete sahip olmaması. Birleşik Krallık askeri operasyonlar yürütmek için çoğunlukla Fransa ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Bu durumda Birleşik Krallık, kendi stratejisinden ziyade Fransa’nın stratejisinin yerine getirilmesinin altında kalıyor. Aynı durum Birleşik Krallık’ın ABD ile ortaklığı için de geçerli. Aynı zamanda, İngiliz tarafının Afrika ülkelerindeki iç krizleri ortaklarıyla birlikte bile çözemeyeceği kabul ediliyor. İngilizler, Afrika’nın geleneksel olarak krizlerle boğuşan bu bölgelerine Sahel bölgesini de dahil ediyor. Afrika’daki iç risklerin çokluğu, askeri işbirliğini haklı gösterse de İngiliz tarafının iktisadi varlığını güçlendirmesini engelliyor. Bu nedenle Britanya, Afrika’daki güvenlik programlarında tek başına hareket etmiyor, yalnızca uluslararası işbirliğine ve makro-bölgesel sürdürülebilirliğe bel bağlıyor. Diğer hususların yanı sıra Britanya, bu amaçla Afrika Birliği ile bir anlaşma imzaladı.
Birleşik Krallık’ın sözde yumuşak gücü son derece karmaşık bir konu olmayı sürdürüyor. Bir yandan British Council, 19 Afrika ülkesinde faaliyet gösteriyor ve eğitim programları (örneğin Chevening programı) bulunuyor. Fakat bu tür programlar hala pek çok Afrika ülkesi için erişilmez olmaya devam ediyor. Buna ek olarak, Afrika’da sömürgeciliğin kalkınmadaki rolü ya da her zaman iktisadi ortaklık eksikliğinden kaynaklanan “kalkınamama” konusunda son derece aktif bir tartışma mevcut. Afrika’dan çıkarılan değerli eşyaların iadesi konusu sık sık gündeme geliyor.
Sonuçlar
Britanya, Afrika’daki konumunu güçlendirmek için mevcut iktisadi (yatırım) programlarını ve kurumlarını oluşturabildi, girişimcilerine Afrikalı ortaklarıyla daha rahat etkileşim yolları sunabildi; bu sadece ülkenin Afrika’daki imajı ve konumu için değil, aynı zamanda İngiliz iş dünyasının kendi hükümetine olan güvenine de katkıda bulunuyor. Ancak krizlere yalnızca iktisadi araçlarla karşı koymak mümkün değil. Bunun yanında Afrika’da hala Britanya’ya bağımlı bir grup ülkeden bahsedebiliriz. İngiliz Milletler Topluluğu içinde Britanya ile işbirliklerini analiz edersek İngiliz askeri üslerinin varlığı da dahil olmak üzere askeri-politik işbirliği faktörünün yanı sıra ticaret ve iktisadi etkileşime ilişkin mevcut verileri, Afrika ülkelerinin Britanya ve bir bütün olarak Batı dünyasıyla dayanışma sergilemek için önemli olan Rusya karşıtı kararlara ilişkin tutumlarını dikkate alırsak, Britanya’ya en “koşullu bağımlı” ülkeler olarak (bağımlılığın zayıflama sırasına göre) şu ülkeleri seçebiliriz: Sierra Leone, Malawi, Zambiya, Kenya, Nijerya ve Zambiya. Afrika ülkeleriyle işbirliği geliştirmeye çalışan Rus karar alıcıların bu koşulları göz önünde bulundurmaları muhtemelen mantıklı olacaktır.

‘Gazze’yi Batı Şeria ile buluşturan başkenti Kudüs olan bir çözüm, tek geçerli çözümdür’

Uzmanlar yanıtlıyor: Savaş nasıl bitecek? Bir sonraki nasıl önlenebilir?

Putin adaylığını duyurdu, Reuters ‘Batı yaptırımlarının başarısızlığına’ bağladı

Alman Dışişlerinin Brüksel’deki lüks mülkleri Sayıştay denetimine takıldı

ÇKP liderleri 2024’te iç talebi ve ekonomik toparlanmayı teşvik etme sözü verdi
Çok Okunanlar
-
AMERİKA1 hafta önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Filistin’in geleceği – 3
-
SÖYLEŞİ6 gün önce
‘Gazze’deki çatışma Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Napoléon Efsanesi