Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

İsrail-Hamas çatışması: Türk dış politikasında değişen söylemler ve jeopolitik etkileri

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aksa Tufanı ve devamında Gazze bombardımanın ardından Türkiye’nin meseleye dair tavrı epey oynaklık gösterdi. Şimdi, Hamas’a hakkında beyan edilen sözler ve İsrail’e dönük tepkiler, Ankara’nın ilk günlerdeki “tarafsız hakem” görüntüsünü yok etmiş görünüyor. Nitekim son dönemde İsrail ile başlatılan normalleşme sürecini de öyle.


İsrail-Hamas çatışması: Türk dış politikasında değişen söylemler ve jeopolitik etkileri

Hasan Selim Özertem

Valday Tartışma Kulübü

7 Kasım 2023

7 Ekim’de dünya Orta Doğu’da yeni bir bölgesel krize uyandı. İsrail’in savunmasını aşan Hamas militanları Gazze Şeridi’nden yüzlerce roket fırlatarak saldırıya geçti. Militanlar geri çekilmeden önce yüzlerce İsrailli öldürüldü ve onlarcası rehin alındı. Bu, Yom Kippur Savaşı’nın 50. yıldönümünde, İsrail’i yüksek teknolojili savunma tedbirlerine yaslanmışken hazırlıksız yakalayan sembolik bir saldırıydı. Bu, İsrail ulusu ve hükümeti açısından bir şok oldu ve uzun süredir sahip olduğu zarar görmezlik duygusunu zedeledi. Netanyahu hükümetinin tepkisi eşi benzeri görülmemişti. İsrail Hava Kuvvetleri Gazze’de bombardımanlara başladı ve sanki geride, kentsel alanları yıkıcı bir deprem vurmuş gibi moloz yığınları bıraktı. Bir milyondan fazla Arap sivil evlerini terk etmek zorunda kaldı ve durum hızla kötüleşerek insani bir krize dönüştü.

Çatışmanın patlak vermesinin ardından Ankara taraf tutmadan önce temkinli davrandı ve derhal ateşkes çağrısında bulundu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, telefon diplomasisini kullanarak ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı bölgedeki başkentlere göndererek proaktif bir şekilde diplomatik çözüm aradı. Ankara’nın mesajı netti; iki devletli bir çözüme ihtiyaç var ve uluslararası toplum ateşkes ve taraflar arasında rehine değişimi sonrasında siyasi bir çerçeve üzerinde çalışmalı. Ankara’nın tutumu, Türkiye’nin Filistin meselesinde on yıllardır sürdürdüğü geleneksel dış politikasını yansıtıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başında bulunduğu AK Parti yetkilileri, insani kriz ilk iki haftada derinleşirken İsrail’i ve Başbakan Binyamin Netanyahu’yu suçlamaktan kaçınmaya özen gösterdiler. Bunun yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan, uçak gemileri Doğu Akdeniz’e yaklaşırken ABD ordusunun bölgedeki artan varlığını yüksek sesle sorguladı ve Refah sınırı üzerinden insani yardım gönderilmesine izin verilmesi çağrısında bulundu.

El Ehli hadisesi: Türkiye’nin değişen konumunda kilometre taşı

Ankara’nın tutumu, 17 Ekim’deki El Ehli Hastanesi hadisesinin ardından yavaş yavaş değişti. Roket patlaması onlarca sivilin hayatına mal oldu ve tıpkı diğer Müslüman ülkelerde olduğu gibi binlerce gösterici sokaklara döküldü ve İsrail’in Türkiye’deki diplomatik temsilciliklerinin önünde toplandı. Ayrıca, 2012 yılında NATO tarafından balistik füzelere karşı erken uyarı amacıyla kurulan Malatya’daki Kürecik Radar Üssü’nün önünde de protestocular toplandı.

Gazze Şeridi’nde derinleşen insani krize tepki olarak 17 Ekim’de yaşanan hadiseler kamuoyunun duyarlılığının altını çizdi. Yine de Türk hükümet yetkilileri, tarafsız bir tavır sergileyerek çatışmanın olası genişlemesini engellemek için proaktif diplomasi yürütmeye devam etti. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 21 Ekim’de Kahire’de düzenlenen Filistin Zirvesi’ne katılarak yeni bir bölgesel garanti mekanizması önerdi. Bu mekanizma, 1967 sınırlarına göre iki devletli çözüme dayalı bir barış sürecini destekleyecekti. Ancak Türkiye’de iç dinamikler değişmeye başladı ve siyasi partiler daha sert bir ton benimsedi. Sembolik tepkilerden biri de MHP’den geldi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 21 Ekim’de X hesabından yaptığı paylaşımda 24 saat içinde ateşkes ilan edilmesi çağrısında bulundu ve bunun dışında Türkiye’nin Gazze’deki sivillerin korunması için gerekli adımları atmasını talep etti. Bu mesajın ardından 24 Ekim’de MHP’ye seslenen Bahçeli, verilen sürenin dolduğunu ve Türkiye’nin her türlü senaryoya hazır olması ve kararlı bir şekilde hareket etmesi gerektiğini söyledi. Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda bir araya geldi ve iki lider Gazze’deki mevcut durumu ele aldı.

25 Ekim’de AK Parti Grup Başkanvekillerine hitap eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, krizin başladığı 7 Ekim’den bu yana kullandığı temkinli ve tarafsız üslubu bir kenara bıraktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasında İsrail devletine karşı önyargıları olmadığını, ancak sivillere yönelik ihlallere karşı olduğunu söyledi. İsrail’in hamlelerine değinen Cumhurbaşkanı, mevcut hükümetin bir devletten ziyade bir örgüt [devlet dışı aktör] gibi hareket ettiğini dile getirdi. Ayrıca, “Batı’nın Hamas’ı terör örgütü olarak tanımasına rağmen Hamas bir kurtuluş örgütü ve mücahitlerden oluşan bir örgüttür,” dedi.

AK Parti, 28 Ekim’de İstanbul’da 1,5 milyon kişinin katıldığı bir miting düzenledi. Bu miting sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’i bir savaş suçlusu olarak ilan etti. Dahası, Batı’yı Gazze’deki mevcut durumun başlıca sorumlusu olmakla suçladı. Erdoğan’ın yeni söylemi AK Parti’nin tutumundaki açık değişimi yansıtıyordu. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen, X hesabından yaptığı paylaşımda “Türkiye’den gelen vahim açıklamaları göz önünde bulundurarak, İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerin yeniden değerlendirilmesi amacıyla diplomatik temsilcilerin geri dönmesi talimatını verdim,” ifadelerini kullandı.

Ankara’nın söylemsel değişiminin ardındaki dinamikler

Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler 2021 yılında normalleşme sürecine girdi. Kudüs’ün 2017 yılında ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınmasının ardından diplomatik ilişkilerde yaşanan kopukluğun ardından İsrail Cumhurbaşkanı Ayzek Herzog’un Mart 2022’deki ziyareti ikili ilişkilerde yeni bir dönemin habercisi oldu. Bu ziyaret aynı zamanda Türkiye’nin BAE, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye ve Ermenistan ile normalleşme çabalarına denk geldi. İsrail ile süreç, her iki tarafta da siyasi iradenin varlığıyla hızla ilerledi. İki ülke 2022 sonlarında büyükelçi atama kararı aldı, hatta enerji sektörü başta olmak üzere stratejik işbirliği imkânları dillendirilmeye başlanmıştı. Türkiye’nin 2010’lu yıllarda Doğu Akdeniz’de daralan hareket alanı düşünüldüğünde, bu gelişmeler Türk dış politikasında bir atılımın sinyallerini veriyordu. Eylül 2023’te BM Genel Kurulu sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Netanyahu’yu New York’taki Türkevi’nde ağırladı ve taraflar Kasım 2023’te İsrail’de bir araya gelme konusunda anlaştı.

İlişkiler, 7 Ekim’deki Aksa Tufanı hadisesinin patlak vermesiyle birlikte bir ay içinde hızla kötüleşti. Erdoğan Tel Aviv ziyaretini iptal ettiğini açıkladı ve potansiyel enerji işbirliği bir kez daha tozlu raflara geri gönderildi. Mevcut durumun normalleşme sürecinde bir gerileme olduğu aşikâr.

Burada Filistin meselesinin İsrail-Türkiye ilişkilerinde on yılı aşkın bir süredir belirleyici bir rol oynadığını ve mevcut durumun da bir istisna olmadığını belirtmek gerek. İkili ilişkiler 2009 yılında Davos’ta yaşanan One Minute Krizi’nin ardından sert bir şekilde zedelenmiş ve 2010 yılında Mavi Marmara Filosu hadisesiyle dibe vurmuştu. Her iki hadise de İsrail’in Gazze’deki harekatları ve 2007’den bu yana uyguladığı abluka ile bağlantılıydı. Fakat Türkiye’nin İsrail’e yönelik tepkilerini analiz ederken ideolojik dinamikleri de anlamak önemli.

AK Parti, Millî Görüş Hareketi’nin bir uzantısı. Necmettin Erbakan liderliğindeki bu hareket on yıllar boyunca Müslüman Kardeşler ile yakın ilişkiler içinde oldu. Hamas’ın Müslüman Kardeşler ile ilişkileri düşünüldüğünde, 1990’larda bile Erbakan’ın Refah Partisi ile Hamas arasında bir diyalog olması şaşırtıcı değil. O zamanlar siyasi partiler arasında olan diyalog, 2002’de AK Parti hükümetinin iktidara gelmesiyle bir üst seviyeye taşındı. Hamas, Türkiye’nin Filistin politikasında El Fetih ile birlikte Türk devletinin önemli muhataplarından biri haline geldi. Filistin meselesi, 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren giderek Türkiye’nin iç siyasetinin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Arap halk hareketlerinin ardından Türkiye’de dış politika ile iç politika arasındaki çizgi bulanıklaştı ve Filistin meselesi, AK Parti’nin seçim kampanyalarının temel unsurlarından biri haline geldi. Bu durum toplumda Filistin meselesi konusunda daha fazla hassasiyet yarattı.

Dolayısıyla El Ehli hadisesinden sonra binlerce göstericinin İsrail’i protesto etmesi veya 28 Ekim’deki Filistin yanlısı mitinge milyonlarca insanın katılması şaşırtıcı değil. İsrail, Gazze’yi bombalamaya devam ettikçe ideolojik dinamiklerin ve iç siyasi faktörlerin AK Parti hükümetinin temkinli duruşunu zayıflattığı ve onu Hamas’ın yanında yer almaya ittiği söylenebilir.

Türkiye’nin çıkarlarına etkileri

Derinleşen insani kriz, başından beri Ankara’nın temel kaygılarından biri oldu. Ancak asıl endişe, Orta Doğu’daki çatışmanın yayılma etkisine ilişkin oldu. Türkiye, yakın çevresinde on yıllardır bölgesel krizlerle uğraşıyor. ABD’nin 1990’ların başında Irak’a müdahalesi ve ardından 2010’larda Suriye iç savaşı ile başlayan süreçte Türkiye, sürekli bir göç dalgası ile birlikte artan asimetrik tehditlerle karşı karşıya kaldı. İsrail’in kara harekâtından sonra çatışmanın bir vekalet savaşına dönüşmesi bölgedeki durumu daha da kötüleştirecektir. Bu riski azaltmak için Türkiye proaktif bir diplomasi izliyor. Fakat Ukrayna ihtilafındaki başarılı tarafsız tavrının aksine Ankara, tavrını hızla değiştirdi ve Hamas’a meyletti. Bu değişim Ankara’nın krizde arabulucu rolü oynama potansiyelini zayıflatıyor.

Şimdi, İsrail-Türkiye normalleşme sürecinde belirgin bir gerileme olduğu aşikâr. Türkiye şimdilik diplomatik ilişkilerin mevcut durumu hakkında herhangi bir açıklama yapmadı. Fakat son gelişmelerden sonra ilişkiler ciddi şekilde zarar gördü.

Her şeyden önce, ABD-Türkiye ilişkilerinde dinamikler pek de olumlu değil. 26 Ekim’de bir grup Kongre üyesi, Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’a mektup göndererek “Hamas’ın faaliyetlerini destekleme ve kolaylaştırmadaki rolü nedeniyle Türkiye’yi sorumlu tutmak” için kararlı adımlar atmasını istedi. İlginçtir ki ABD, 27 Ekim’de Filistinli militan örgüt Hamas’a yönelik ikinci tur yaptırım kararı almış ve Hamas’ı destekledikleri iddiasıyla bir Türk gayrimenkul fonunun üç hissedarını listeye almıştı. Bu hamle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın NATO’nun Vilnius zirvesinde söz verdiği gibi 23 Ekim’de İsveç’in NATO’ya katılım protokolünü göndermesinin ardından geldi. Ankara muhtemelen bu manevranın İsrail hükümetini sıkıştırmaya başlayan Batı’dan gelebilecek baskıyı hafifletmesini bekliyordu. Ancak ABD Kongresinde artan hoşnutsuzluk, özellikle İsveç’in NATO üyeliği de dahil olmak üzere daha geniş jeopolitik bağlamla iç içe geçmiş gibi görünen F-16 jet satışları konusunda Türkiye için potansiyel engellere işaret ediyor.

Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki ilişkiler son derece önemli ve İbrahim Anlaşmaları ile başlatılan normalleşme, mevcut krizin uzaması halinde durma riskiyle karşı karşıya. Bu durum Körfez ülkeleri arasında dağınık bir odaklanmaya yol açtı. Böyle bir istikrarsızlık Ankara’nın Körfez’den mali destek ve yatırım alma çabalarını baltalama riski taşıyor ki bu da iktisadi stratejilerini ve mali piyasaları için hayati önem taşıyan fonların beklenen akışını etkileyebilir.

İsrail ile Hamas arasında süregelen çatışma karmaşık ve belirsizliklerle dolu olmaya devam ediyor. İsrail’in Hamas’ın askeri kabiliyetlerini ortadan kaldırma konusundaki kararlılığı belirgin ve sahadaki durum oldukça dinamik. Fakat İsrail’in çıkış stratejisi net değil ve bu da vekalet savaşı da dahil olmak üzere daha geniş bölgesel etkileri olabilecek uzun süreli bir çatışmaya ilişkin endişeleri artırıyor. Türkiye gelişmeleri yakından takip ediyor ancak Ankara’nın değişen tavrı ve değişen söylemi diplomatik düzeyde manevra alanını daraltıyor. Bunun siyasi ve iktisadi sonuçları olabilir. Dahası, çatışmanın daha büyük bir bölgesel krize dönüşmesi durumunda Ankara’nın tavrını yeniden değerlendirmesi ve yerleşik çıkarlarını korumak ve olası sonuçları hafifletmek için strateji geliştirmesi gerekebilir.

DÜNYA BASINI

‘Gazze sonrası İsrail-Suudi normalleşmesi mümkün’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini odaklayacağınız makale İsrail-Hamas savaşı ve İsrail’in Gazze’deki saldırılarına rağmen Suudilerin İsrail’le normalleşmesinin hâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Makaleye göre Washington, Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan İsrail’in Gazze’den çıkamayacağını düşünüyor. Makalede, “ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor” deniyor.

Makalenin yayınlandığı Londra merkezli yayın yapan Majalla sitesinin Suudi sermayeli olduğunu da hatırlatmakta fayda var.

Gazze savaşından sonra Suudilerin İsrail ile normalleşmesi hâlâ mümkün

KHALED HAMADEH

Kalıcı bir barış için, Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ve Arap ve uluslararası garantörlerin olası formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Ateşkes sona erdi ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı yeniden başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu dünya kamuoyuna meydan okudu ve kalıcı bir ateşkes için yapılan uluslararası çağrıları reddetti.

İsrail kapsamlı bombardımanına geri dönüp silahlarını Gazze’nin güneyine çevirirken, görüşmelerin devam etmesi ihtimali de zayıf görünüyor.

ABD’nin İsrail’e sivilleri korumak için daha fazla çaba göstermesi, askeri hedeflerini ve savaş alanlarını daha net bir şekilde tanımlaması yönünde talimat verdiğini iddia etmesine rağmen İsrail “savaşına” daha da yoğun bir şekilde devam etti.

Çatışmalara ara verildiğinde, 88 İsrailli rehine ve 22 yabancı uyruklu kişi İsrail hapishanelerindeki Filistinli kadın ve çocuklarla takas edildi. Takas nispeten sorunsuz geçti ve bir başarı olarak lanse edildi.

Ancak İsrail, Hamas ile esir takası konusunda yürütülen müzakerelerin Gazze’nin geleceğini tartışmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmayacağı konusunda kararlıydı.

Kalıcı barış için Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ile Arap ve uluslararası garantörlerin beklenen formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Bu durum, ateşkesin sağlanmasına yardımcı olan Mısır ve Katar gibi Arap arabuluculardan oluşan mevcut çevrenin genişletilmesini gerektirebilir.

Zaman kazanma

Sonra İsrail Filistinli sivillere yönelik katliamlarına devam etti ancak bu kez ABD’nin bölgede bulunmaması dikkat çekti.

Bu durum, çatışmanın başında Washington’un savaşın kapsamını genişletecek müdahaleler konusunda bölgesel güçleri uyardığı yoğun diplomatik faaliyetleriyle tezat oluşturuyor.

Bu arada ABD Başkanı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile birlikte Gazze’deki sivil kayıpları en aza indirme ihtiyacını vurgulayarak Gazze’yi çatışmanın “ağırlık merkezi” olarak nitelendirdi. Sivillerin korunmasını hem ahlaki bir sorumluluk hem de stratejik bir gereklilik olarak nitelendirdi.

Austin’in yorumlarına rağmen, ABD bunu yapmanın en iyi yolunun kalıcı bir ateşkese varmak ve ardından bunu düşmanlıklara kalıcı bir son vermeye dönüştürmek olduğunu açıkça ifade etmedi.

Mısır ise İsrail’in Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya iterek ikinci bir Nakbe’ye zorlamasından açıkça endişe duyuyor.

Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri şunları söyledi: “Dünya tarafından reddedilen ve uluslararası hukukun ihlali olarak görülen zorla yerinden etme ve kitlesel göç İsrail’in hedefi olmaya devam ediyor.”

“Bu sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları ve çağrıları yoluyla değil, aynı zamanda Gazze’deki Filistinli nüfusun topraklarından sürülmesini, anavatanlarından tecrit edilmesini ve vatanlarının ele geçirilmesini amaçlayan acı bir gerçeklik yaratarak da gerçekleşmektedir.”

Ancak Mısır ekonomisi zaten zor durumdayken, olası yeni bir zorunlu göç dalgasının etkileri Mısır’ı olduğu kadar, kıyılarında daha fazla göçmen görmek istemeyen Avrupa’yı da endişelendiriyor.

Mısır’ın bu konudaki tutumu üst düzey destek gördü. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Dubai’deki COP28 iklim konferansı çerçevesinde düzenlenen bir toplantı sırasında Kahire ile ortak bir açıklama yayınladı.

Her iki ülke de Filistinlilerin Gazze ya da Batı Şeria’dan zorla göç ettirilmesini, Gazze ablukasını ya da Gazze’nin sınırlarının yeniden çizilmesini kesinlikle reddediyor.

İsrail ise tampon bölgenin Gazze için gelecekteki güvenlik planlarının anahtarı olduğunda ısrar ediyor. İsrailli kaynaklar şunları söyledi: “Bu, İsrail’in Gazze’den toprak alacağı anlamına gelmiyor, daha ziyade Filistinlilerin İsrail’e girme kabiliyetlerini sınırlamak için Gazze’nin içinde kendi statüsüyle birlikte güvenli bölgeler kurulacağı anlamına geliyor.”

Reuters’in geçen günlerde geçtiği bir habere göre İsrail, savaş sonrasında bölgedeki durumla ilgili önerilerinin bir parçası olarak, Gazze sınırlarının Filistin tarafında, gelecekteki saldırıları önlemek için bir tampon bölge kurma isteğini bazı Arap ülkelerine bildirdi.

Ancak İsrail’in istediği “tampon bölge” konusunda uluslararası ya da bölgesel aktörlerden herhangi bir resmi yorum gelmedi.

Siyasi belirsizlik

Bu durum ABD’nin pozisyonu ve İsrail’e askeri saldırılarını durdurması için baskı yapması halinde Washington’un ne elde etmek istediği konusunda soru işaretleri yaratıyor.

Washington Arap arabuluculuğunu diğer Arap ülkelerini -özellikle de Suudi Arabistan’ı- kapsayacak şekilde genişletmek mi istiyor, yoksa Hamas’ı onaylamadığı bilinen Riyad’ı görüşme çemberinin dışında mı tutuyor?

Beyaz Saray Orta Doğu’da daha iyi bağlantılar kurulmasını istiyor ve İsrail’i Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurmaya teşvik ediyor olabilir.

New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Kasım ayında şöyle yazmıştı: “İran destekli Hamas’ın Suudi-İsrail normalleşmesini engellemek ve Tahran’ın izole edilmesini önlemek için savaş başlattığını anlamak için Arapça, İbranice ya da Farsça bilmenize gerek yok.”

Suudi-İsrail normalleşmesi hâlâ mümkün

Netanyahu, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının sona ermesinin ardından Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye devam etme olasılığını gündeme getirdi.

Netanyahu, 27 Kasım’da İsrail’e gelen ve 7 Ekim’de Hamas tarafından saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinden birini ziyaret eden Amerikalı işadamı Elon Musk ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:

“Hamas’ı yendikten sonra Suudi Arabistan ile barışa dönebileceğiz ve inanıyorum ki Arap ülkeleriyle barış çemberini iddialı beklentilerimizin ötesinde genişletebileceğiz… Ama önce kazanmamız gerekiyor.”

Görünen o ki Gazze’deki savaş Netanyahu’nun Riyad’la ilişkileri normalleştirme görüşünü değiştirmemiş.

Eylül sonunda CNN Arabic’e konuşan Netanyahu şunları söyledi: “Suudiler İbrahim Anlaşması’na katılmayarak ve kendilerini bunun dışında tutarak hata yaptılar.”

İsrail’in Suudi Arabistan’la normalleşme karşılığında Filistinlilere ne gibi tavizler vereceği sorulduğunda ise şu yanıtı verdi: “Tüm paketi bir kerede sunmak daha iyi olur. Suudi Arabistan Krallığı ile barış yapmanın ve esasen Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmenin Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmemize yardımcı olacağına inanıyorum.”

“Önce Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeniz ve ardından Arap dünyasına içeriden dışarıya doğru bir yöntem izlememiz gerektiğine inanıyorlar. Bence dışarıdan içeriye yaklaşımın hem Arap ülkeleriyle hem de Filistinlilerle olan çatışmaları sona erdirmek için şansı daha yüksek.”

Netanyahu, Batı Şeria ve diğer belirlenmiş bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin durdurulmasının masada olup olmadığı sorusuna şu yanıtı verdi: “İsrail’in ulusal çıkarlarını ve güvenliğini tehlikeye atmayacağım ve bunu kamuoyu önünde tartışarak başarıyı riske atmayacağım.”

İki devletli çözüm

ABD’nin Gazze’ye ilişkin tutumundaki belirsizlik, Hamas’ın kovulması halinde Gazze’yi kimin yöneteceği konusundaki endişesinden daha fazlasını yansıtıyor gibi görünüyor. Aslında, iki devletli bir çözüme destek vermeye doğru ilerliyor olması oldukça olası.

Washington, İsrail’in Filistin Yönetimi ile bir barış sürecine ihtiyacı olduğunu ve İsrail’in Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan Gazze’den çıkamayacağını anlıyor.

ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai bir çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

‘İsrail ABD’ye rağmen Gazze’yi işgal ederse kimse şaşırmasın’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin itirazlarına rağmen İsrail’in yine de Gazze’yi  yeniden işgal etme olasılığına odaklanıyor. Makalenin yazarı Steven Cook’a göre ABD’nin ortaya koyduğu ve kimseyi memnun etmeyen ertesi gün planı hem uygulanabilir değil hem de İsrail’in güvenliğini garanti altına almıyor. Cook; “Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı” diyor:

 

İsrail Neden Muhtemelen Gazze’yi Yeniden İşgal Edecek?

Herkes bunun kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir ama yine de olabilir.

Steven A. Cook

Orta Doğu’da savaşın sürdüğü son iki ay boyunca Washington’da ya da başka bir yerde hiç kimse Gazze Şeridi’ndeki çatışmalar sona erdiğinde ne olması gerektiği konusunda iyi bir fikir ortaya koyamadı. Aynı zamanda herkes İsrail’in Gazze’yi yeniden işgal etmesinin kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Biden yönetimi İsrail hükümetini bölgede askeri yönetime geri dönülmesini desteklemeyeceği konusunda uyardı bile.

Yine de İsrail işgalinin yenilenmesi ihtimali pek çok kişinin düşündüğünden daha yüksek. Çünkü İsrailliler güvenlik istiyor ve Gazze için mevcut fikirlerin hepsi uygulanamaz ya da siyasi olarak savunulamaz (ya da her ikisi de). Aynı zamanda İsrailliler Hamas’la mücadeleyi varoluş nedeni olarak görüyorlar ve e bu nedenle hayatta kalmanın bedeli ise uluslararası tepkileri göze almaya hazır gibi görünüyorlar.

Gazze’de “ertesi günü” düşünürken, İsrail’in 2005’te bölgeden çekilmesiyle ilgili bazı ayrıntıları anlamak önemli. Dönemin Başbakanı Ariel Şaron, İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgalinin artık maliyetine değmeyeceğine karar verdiğinde, birçok İsrailli de aynı fikirdeydi. Kalmak için ikna edici bir neden yoktu.

Batı Şeria’nın aksine Gazze Şeridi hiçbir zaman tarihi İsrail topraklarının bir parçası olmadı. Ve İkinci İntifada’nın son günlerinde orada güvenlik sorunu devam etse de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) liderliği, askerler artık bölgede olmasa bile, bunun yönetilebilir olduğuna inanıyordu. Dahası, İsrail yerleşim yerlerini boşaltıp bölgeyi terk ettiği için dünya çapında itibar kazanacaktı. Açıkça belirtilmeyen şey ise Şaron için Gazze’den çekilme, Batı Şeria’nın her zaman İsrail kontrolünde kalmasını istediği kısımlarında İsrail’in kontrolünü sıkılaştırma çabalarını sürdürmek için tüm kaynaklarını kullanabileceğiydi.

İsrail’deki pek çok kişi için Gazze Şeridi’nin işgali Haziran 1967 zaferinin zehirli kadehiydi ve burayı Filistin Yönetimi’ne (FY) devretmek bir kazanım gibi görünüyordu. Ancak tüm İsrailliler böyle destekleyici değildi. Yerleşimciler Şaron’un ihaneti olarak algıladıkları bu durumu kınadılar ve bazıları direndi. Dönemin Ulaştırma Bakanı Avigdor Lieberman muhalefeti nedeniyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Ve Likud partisi bölündü. Şaron, Ehud Olmert ve Tzipi Livni gibi tanınmış Likud üyeleriyle birlikte Kadima adında yeni bir parti kurdu. Lieberman ve aralarında eski Knesset Başkanı Yuli Edelstein’ın da bulunduğu diğer muhaliflere göre Gazze’den çekilmenin iyi niyet ya da güvenlik getireceğine inanmak hataydı. Şaron’un aksine, egemen İsrail’de İsraillilerin güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun Gazze’nin işgalini sürdürmek olduğuna inanıyorlardı.

Takip eden yıllarda, çekilmeden bu yana Gazze’den atılan roketler düzenli aralıklarla İsrail’e düşerken ve Birleşmiş Milletler İsrail’i birçok İsraillinin var olmadığını söylediği bir işgal nedeniyle eleştirmeye devam ederken, İsrail sağı Şaron’un çekilmesinin büyük bir hata olduğunu savundu. Bu görüş, 7 Ekim’deki terör saldırılarından bu yana İsrail’de daha fazla taraftar bulmuşa benziyor. Kısa bir süre sonra yapılan bir ankette İsraillilerin yüzde 30’u Gazze’nin işgalini ve askeri yönetimini destekliyordu.

Elbette bu anket, devlet tarihindeki en büyük güvenlik başarısızlığının hemen ardından yapılmıştı. Hiç şüphesiz, kanlı ve yaralı İsrail’de duygular çok yoğundu (ve hâlâ öyle). Anketin yansıttığından çok daha az İsrailli Gazze’yi yeniden işgal etmek istiyor olabilir. Ancak bu durum 2005’teki çekilmeye karşı çıkanların o zaman olduğundan daha ikna edici bir anlatıya sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor: İsrail, Gazze Şeridi’ni işgal ettiğinde göreceli bir sükûnet vardı ve ülkeye çok az roket düşüyordu; IDF çekildiğinden beri ise mini savaşlardan (2008-09, 2012, 2014, 2021) başka bir şey olmadı ve şimdi de tam ölçekli bir çatışma yaşanıyor.

Bana söylenenlere göre İsrail savunma teşkilatında hiç kimse -Hamas’ın planlarına ilişkin uyarıları yıllarca görmezden gelen aynı kişiler- Gazze’yi yeniden işgal etmek istemiyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaşın üçüncü aşamasının “İsrail’in Gazze şeridindeki sorumluluğunu ortadan kaldırmayı ve İsrail vatandaşları için yeni bir güvenlik gerçekliği oluşturmayı gerektireceğini” söyleyecek kadar ileri gitti ve Hamas yok edildikten sonra IDF’nin Gazze’yi terk edeceğini ve İsrail’den izole edileceğini öne sürdü. Bu onun (gerçekçi olmayan) niyeti olabilir ama başkalarının söylediği tam olarak bu değil.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 6 Kasım’da ABC News’e verdiği demeçte “İsrail belirsiz bir süre için … [Gazze’de] genel güvenlik sorumluluğuna sahip olacak çünkü sahip olmadığımızda neler olduğunu gördük” dedi. Elbette başbakan IDF’nin savaştan sonra Gazze’yi işgal edip yöneteceğini kesin bir dille ifade etmedi ancak bunu da reddetmedi.

Bir de Netanyahu’nun en yakın danışmanlarından biri olan İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer var. Dermer geçen günlerde gazetecilere yaptığı açıklamada İsrail ordusunun 17 yıldır Gazze’de bulunmadığını ve dolayısıyla Batı Şeria’da rutin olarak gerçekleştirdiği güvenlik operasyonlarını yapamadığını belirterek 2005’teki çekilmenin İsrail’in güvenliğini tehlikeye attığını ima etti. “Açıkçası (bunu) tekrarlayamayız” diyerek Netanyahu’nun daha önce söylediklerini, özellikle de IDF’nin Gazze’de “süresiz olarak öncelikli güvenlik sorumluluğuna” sahip olacağını teyit etti.

Buradan, İsrail’in güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun işgalden geçtiğini öne sürdükleri anlaşılıyor; ancak elbette her iki adamın sözlerinde de belli bir miktar dolambaçlı ifade var. Bununla birlikte, yeniden işgale karşı olsalardı, “İşgale karşıyız, ancak X, Y ve Z’yi yaparak egemen İsrail’i güvence altına alacağız” demek kolay olurdu.

Netanyahu söylediklerinde ciddi olsun ya da olmasın hatta İsrail siyaseti savaştan sonra şu ya da bu şekilde onu iktidardan alsa bile çatışmanın sonunda Gazze Şeridi’nin yeniden işgali edilebilir. Bir beyin fırtınası yapalım: İsrail yönetiminin Gazze Şeridi’ni işgal etmek istemediğini ancak Hamas’ın yok edilmesinin İsrail’in hedefi olmaya devam ettiğini varsayalım. Ve İsrail halkının oldukça şahin olduğunu düşünelim. Şimdi ne Washington’un ne de diğer büyük küresel ya da bölgesel güçlerin savaş sonrası Gazze için uygulanabilir ve siyasi olarak savunulabilir bir plan geliştiremediğini durumda İsraillilerin tam olarak neyle karşı karşıya kalıyor?

Biden yönetiminin, bazı kısımları Dışişleri Bakanı Antony Blinken tarafından kamuoyuna açıklanan mevcut planına göre, yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi kontrolü ele alana kadar Gazze’de bir tür uluslararası istikrar sağlanacak ve ardından ABD’nin iki devletli çözüm arayışı yeniden başlayacak.

Bu planın hiçbir aşaması gerçekçi değil. Gazze’de çok uluslu bir güç olması pek olası değil çünkü İsrail, Hamas’ı İsrail’in güvenliğini tehdit edemez hale getirse bile bu son derece tehlikeli olacaktır. Filistin Yönetimi yolsuzluk, işlevsizlik ve meşruiyet eksikliği nedeniyle -İsrail’e bağımlılığı ve İsrail’le koordinasyonunun yanı sıra Filistin lideri Mahmud Abbas’ın seçimlere katılmayı reddetmesi nedeniyle- yardım edilemeyecek kadar zor durumda. Reforme  edilse bile Netanyahu ve danışmanları Filistin Yönetimi’ni bir ortak olarak görmediklerini açıkça ortaya koydular ve Ramallah’taki Filistinli liderler de İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki vekili olmayacaklarını açıkça belirttiler. Son olarak, ABD’li politika yapıcıların İsraillileri ve Filistinlileri barışa zorlamak için daha önce denenmemiş pek bir şey sunması mümkün görünmüyor.

İsrail halkının Gazze Şeridi’ni işgal etmek isteyip istemediği açık bir soru olmaya devam ediyor, ancak İsrailli dostlarımın ve muhataplarımın son iki aydır bana aktardığı üzere, mevcut çatışmada imkânsız bir durumla karşı karşıyalar. Filistin meselesinden ellerini çekmek ve güvenliğe kavuşmaktan başka bir şey istemiyorlar. Gazze’den çekilmenin bu hedefleri gerçekleştireceğini düşünüyorlardı ama 7 Ekim saldırıları bu inançlarını yerle bir etti. Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı. Güvenlik isteyen İsrailliler için muhtemelen başka seçenek yok.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Batı’nın uzun yıllardır ucuz iş gücü fırsatları için sanayisizleşmeyi göze alması karşısına Çin gibi bir tehlikeyi çıkardı. Ve Çin ve onun şirketleri, ABD ve AB’nin boşalttığı yerleri mükemmel bir şekilde dolduruyor. Afrika’nın ve Asya’nın tamamında ve ayrıca Latin Amerika’da, akıllara seza devasa altyapı projelerinin çoğunun altında Çin’in imzası var. Pekin kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyor ve gittiği yerlerdeki muhataplarını borçla harçla uğraştırmıyor. Bu fena bir dönüşümün belirtileri ve sancılar şiddetli.


Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler

Natalya Eremina

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)

4 Aralık 2023

İngiliz küresel stratejisindeki (“Küresel Britanya”) Afrika tarafı pek açık tanımlanmadı, İngiliz devletinin kıtadaki hedeflerini belirlemedi ve Birleşik Krallık parlamentosundaki Afrika gündemine ilişkin tartışmanın da gösterdiği üzere hem iş dünyası hem de siyaset kurumu arasında soru işaretlerine yol açıyor. Bu nedenle, Britanya’nın Afrika’daki stratejisi şu anda, gözlerimizin önünde şekilleniyor ve hala ülkenin sömürge deneyimine dayanıyor. Ne de olsa bu, daha önce dominyon (mesela Güney Afrika), Britanya İmparatorluğu’nun protektorası (mesela Nijerya), koloni (mesela Gambiya, Kenya, Malavi, Sierra Leone, Uganda, Zambiya) ya da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra manda bölgesi (mesela Tanzanya) olan ülkelerden oluşan İngiliz Milletler Topluluğu’na dayanıyor. Ayrıca İngiliz Milletler Topluluğu, olumsuz bir sömürge tadı taşıyan ortak bir tarihle (Mozambik, Gabon, Ruanda) Britanya’ya bağlı olmaksızın fayda arayan Afrika ülkelerini de içeriyor. Ayrıca Afrika ülkelerinin İngiliz Milletler Topluluğu’ndan ayrıldıklarında bir süre sonra yeniden üye olduklarını da gözlemlememiz gerek (Güney Afrika, Gambiya). Yalnızca Zimbabve 2003 yılında ayrıldığı örgüte geri dönmedi. Dolayısıyla aslında Birleşik Krallık, Afrika’nın yönünü önemli ve umut verici olarak görmese bile kıtadaki varlığını her zaman sürdürdü. Fakat yaklaşık beş yıl önce durum değişmeye başladı: Çin kendi ticari ve iktisadi ilişkiler ağını kurarak Afrika’da net bir yer edindi, Rusya güvenlik ve iktisadi işbirliği projeleriyle Afrika’ya geri döndü, AB, Global Gateway programı çerçevesinde Afrika’nın önemini ilan etti, ABD, Afrika’da yeni bir strateji açıkladı ve genel olarak, büyüme ve iktisadi kalkınma hususlarının küresel Güney denilen bölgeye kayması belirginleşti, bu da özellikle Birleşik Krallık için yatırım konusunu keskinleştirdi. Çeşitli Avrupa ülkelerinin sömürgecilik sorunu ve sömürgecilik sonrası yaklaşımlarının tam da şu anda aktif bir şekilde ele alınması ve yeniden değerlendirilmesi tesadüf değil ve bunun için diğerlerinin yanı sıra İngiliz siyaset kurumunun ve İngiliz kalıtsal aristokrasisinin temsilcilerinin sorumluluk alması gerekiyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Birleşik Krallık, Afrika’nın önemini ve ülkenin kıtadaki hedeflerini ifade etme ihtiyacı sorusunu gündeme getirme konusunda ortaklarını takip etti (Afrika Stratejisi 2019’da yayımlandı ve aynı yıl Afrika Birliği ile mutabakat zaptı imzalandı, Afrika yönü de ülkenin dış politika incelemelerinin bir parçası olarak kabul edildi). Mevcut koşullarda Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine yönelik önerdiği yaklaşımların güçlü ve zayıf yönlerini kısaca ele alalım.

Birleşik Krallık’ın Afrika ajandasının güçlü yönleri

Afrika, farklı aktörlerin çıkarları arasında önemli bir kesişme noktası olarak nitelendiriliyor ve Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine katılımı kaçınılmaz olarak ülkenin profilini ve uluslararası ilişkilerdeki önemini artırıyor.

Birleşik Krallık, küresel enerji katılımı ve yatırımları açısından Afrika’nın iktisadi önemi konusunda oldukça net. Bu durum, 2020 yılında Afrika ile yapılan İlk Yatırım Zirvesi’nde de ortaya konmuştu. O dönemde İngiliz tarafı, Afrikalı ortaklarına 2027 yılına kadar tüm G7 ülkelerinden 80 milyar dolara kadar özel sektör yatırımı sağlama sözü bile vermişti. İngilizler, Afrika’daki çeşitli projeler için yaklaşık 4 milyar pound (bunun 2,4 milyar pound’u özel yatırım) toplamaya hazır olduklarını söylediler. İlk zirvede ayrıca 6,5 milyar pound değerinde sözleşmeler de yapıldı. Nisan 2024’te Birleşik Krallık Afrika ile İkinci Yatırım Zirvesi düzenlemeyi planlıyor (24 Afrika ülkesinden delegasyon bekleniyor: Cezayir, Angola, Kamerun, Fildişi Sahili, Kongo, Mısır, Etiyopya, Gana, Kenya, Malavi, Moritanya, Mauritius, Fas, Mozambik, Namibya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Sierra Leone, Güney Afrika, Tanzanya, Tunus, Uganda ve Zambiya). Buna ek olarak, İngiliz hükümeti, işletmelerini riskleri azaltmaya ve Afrika’da yeni ortaklar bulmaya davet eden yatırım araçları oluşturdu. Bu araçlar arasında İngiliz Uluslararası Yatırım grubu, UKEF (Britanya İhracat Finansmanı) ve Growth Gateway programı bulunuyor.

Birleşik Krallık için Afrika’daki varlığının oldukça ciddi olumlu yönlerinden biri de askeri ortaklıkların ve hatta askeri üslerin varlığı. Kenya ve Nijerya, siyasi-askeri alanda sürekli bir ilişkinin olduğu iki Afrika ülkesi olarak öne çıkıyor. 2018 yılında Birleşik Krallık ile Nijerya, İngilizlerin Nijeryalı askerleri eğittiği ve ekipman tedarik ettiği Güvenlik ve Savunma Ortaklığı Anlaşması imzaladı. Kenya’da ise İngilizler 1963’ten bu yana düzenli olarak güncellenen bir savunma anlaşması aracılığıyla yakın askeri işbirliği geliştirdi.

Afrika, Birleşik Krallık’ın imaj hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından önemli bir bölge olmaya devam ediyor; zira ülke, gayri safi milli gelirinin yüzde 0,5’ini başta Afrika olmak üzere insani yardıma ayırmakla iftihar duyuyor. Ayrıca İngilizler, iç çatışmalar ve doğal afetler nedeniyle ülkelerinden kaçan Afrikalı mültecilere verdikleri desteği de vurguluyor (şu anda 1,5 milyondan fazla kişi kendisini siyah, siyah İngiliz, siyah Galli, Karayipli veya Afrikalı olarak tanımlıyor).

Britanya’nın Afrika ajandasındaki zayıflıklar

Afrika, Britanya’nın dış politika ajansında bir “yüze” sahip değil, hala küresel Güney’in bir parçası olarak görülüyor ve mevcut bağlamda farklı Afrika ülkeleri için farklı yaklaşımlar formüle etme girişimi dahi yok. Dolayısıyla, Afrika hala tek bir varlık olarak algılanıyor ve daha ziyade Arap Afrika’sı için bir istisna yapılıyor ama bu durum Afrika stratejisinin metninde ortaya konmuyor. Buna ek olarak, söz konusu kıta İngiliz çıkarlarının “geniş çevresi” kavramına dahil, yani ülkenin dış politika öncelikleri hiyerarşisinde son sırada yer alıyor. Aynı zamanda Afrika, bir işbirliği bölgesi olmaktan ziyade Çin ve Rusya ile bir rekabet alanı olarak görülüyor.

Britanya’nın Afrika kıtasındaki konumunun bir başka zayıflığı da özellikle uzun bir sömürgecilik mazisinden (halkların sömürgeciler tarafından ayrılması) kaynaklandığı için, krizleri önlemek ve dengelemek üzere operasyon başlatma konusunda bağımsız bir kabiliyete sahip olmaması. Birleşik Krallık askeri operasyonlar yürütmek için çoğunlukla Fransa ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Bu durumda Birleşik Krallık, kendi stratejisinden ziyade Fransa’nın stratejisinin yerine getirilmesinin altında kalıyor. Aynı durum Birleşik Krallık’ın ABD ile ortaklığı için de geçerli. Aynı zamanda, İngiliz tarafının Afrika ülkelerindeki iç krizleri ortaklarıyla birlikte bile çözemeyeceği kabul ediliyor. İngilizler, Afrika’nın geleneksel olarak krizlerle boğuşan bu bölgelerine Sahel bölgesini de dahil ediyor. Afrika’daki iç risklerin çokluğu, askeri işbirliğini haklı gösterse de İngiliz tarafının iktisadi varlığını güçlendirmesini engelliyor. Bu nedenle Britanya, Afrika’daki güvenlik programlarında tek başına hareket etmiyor, yalnızca uluslararası işbirliğine ve makro-bölgesel sürdürülebilirliğe bel bağlıyor. Diğer hususların yanı sıra Britanya, bu amaçla Afrika Birliği ile bir anlaşma imzaladı.

Birleşik Krallık’ın sözde yumuşak gücü son derece karmaşık bir konu olmayı sürdürüyor. Bir yandan British Council, 19 Afrika ülkesinde faaliyet gösteriyor ve eğitim programları (örneğin Chevening programı) bulunuyor. Fakat bu tür programlar hala pek çok Afrika ülkesi için erişilmez olmaya devam ediyor. Buna ek olarak, Afrika’da sömürgeciliğin kalkınmadaki rolü ya da her zaman iktisadi ortaklık eksikliğinden kaynaklanan “kalkınamama” konusunda son derece aktif bir tartışma mevcut. Afrika’dan çıkarılan değerli eşyaların iadesi konusu sık sık gündeme geliyor.

Sonuçlar

Britanya, Afrika’daki konumunu güçlendirmek için mevcut iktisadi (yatırım) programlarını ve kurumlarını oluşturabildi, girişimcilerine Afrikalı ortaklarıyla daha rahat etkileşim yolları sunabildi; bu sadece ülkenin Afrika’daki imajı ve konumu için değil, aynı zamanda İngiliz iş dünyasının kendi hükümetine olan güvenine de katkıda bulunuyor. Ancak krizlere yalnızca iktisadi araçlarla karşı koymak mümkün değil. Bunun yanında Afrika’da hala Britanya’ya bağımlı bir grup ülkeden bahsedebiliriz. İngiliz Milletler Topluluğu içinde Britanya ile işbirliklerini analiz edersek İngiliz askeri üslerinin varlığı da dahil olmak üzere askeri-politik işbirliği faktörünün yanı sıra ticaret ve iktisadi etkileşime ilişkin mevcut verileri, Afrika ülkelerinin Britanya ve bir bütün olarak Batı dünyasıyla dayanışma sergilemek için önemli olan Rusya karşıtı kararlara ilişkin tutumlarını dikkate alırsak, Britanya’ya en “koşullu bağımlı” ülkeler olarak (bağımlılığın zayıflama sırasına göre) şu ülkeleri seçebiliriz: Sierra Leone, Malawi, Zambiya, Kenya, Nijerya ve Zambiya. Afrika ülkeleriyle işbirliği geliştirmeye çalışan Rus karar alıcıların bu koşulları göz önünde bulundurmaları muhtemelen mantıklı olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English