GÖRÜŞ
İsrail Kolektif Batı’nın tabutuna çivi çakmakla meşgul
Yayınlanma
Yazar
Hasan Ünal
Hamas saldırısı (7 Ekim) ile başlayan, İsrail’in soykırımsal katliamları ile devam eden Gazze operasyonlarının ne zaman ve hangi şartlarda sona ereceğini kestirmek şimdilik zor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Gazze’de saldırılara ‘insani ara’ verilmesi çağrısında bulunan kararına Tel Aviv’in uyup uymayacağı belli değil; ancak İsrail’in bu aşırılıklarının bölgesel ve küresel ölçekte önemli sonuçlar doğuracağına hiç şüphe yok. İlk etki Batı’nın ‘yüksek ahlaki değerler’ (moral high ground) diye köpürterek kullandığı bütün kavramlarla ilgili olacak gibi görünüyor. İsrail’in yaptıklarına başta Amerika olmak üzere bütün Batı’nın verdiği azgın ve ahlaksız destek kolay kolay unutulmayacaktır. Burada mesele sadece İsrail’in yaptıkları değil Kolektif Batı’nın bu katliamları yapması için İsrail’e sağladığı sınırsız destek. Hiçbir sorgulama, kısıtlama ve dizginleme olmadan bu konularda zaten sicili bozuk bir ülkeye üstelik Netanyahu gibi birisinin başbakanlığı sırasında verilen bu destek hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde Amerika ve hatta Avrupa’yı katliamlara suç ortağı haline getirdi.
Aslında aşırılık, etnik temizlik ve orantısız güç kullanma alışkanlığı İsrail’in kuruluşundan itibaren hep olageldi; ama son otuz yılda ve bilhassa Oslo Barış Süreci’nin çöp sepetine atılmasından bu yana karşısında bir ordu olmadığı halde İsrail’in sivillere karşı uyguladığı şiddetin orantısızlığı ve adil iki devletli bir çözüme karşı olduğu gerçeği giderek artan bir oranda dünya kamuoylarının dikkatini çeker hale gelmişti. Özellikle 7 Ekim’den bu yana İsrail’in kitlesel olarak bebek/çocuk öldüren bir devlet görüntüsü vermesi ve bütün bunların Amerika’nın çok kutuplu bir dünya düzeninin yerleşmesine engel olmak için dünyanın her yerinde savaş çıkarmaktan çekinmediği bir ortamda yaşanması Batı’nın ‘yüksek ahlaki ilkeler’ silahının kendisine çevrilmesine neden oldu. Ukrayna’da Rusya’ya karşı çoğu ispatlanamayan iddiaların (Bucha katliamı vd.) katbekat fazlasını İsrail göstere göstere yaparken Vaşington’un ısrarla ateşkes, gerginliği azaltma ve savaş hukuku gibi kelimeleri/kavramları telaffuz etmemesi ve sürekli olarak İsrail’in kendini savunma hakkı olduğuna vurgu yapması hafızalarda uzunca bir süre tazeliğini koruyacaktır.
Artık bu saatten sonra dünya kamuoyları, Amerika ve Kolektif Batı’nın yüksek ahlaki değerler olarak savunduğu ve aslında kirlettiği demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi kavramları veya ‘kurallara dayanan dünya düzeni’ gibi aslında Amerikan çıkarlarını savunmak, tek kutuplu dünya düzenini sürdürmek ve Orta Doğu’da İsrail’in güvenliğini sağlamak için bütün bölgeye kan kusturduğu savaş ve katliamlarını demokratikleşme vs. gibi yaldızlı laflarla süslemesine fırsat vermeyecektir. Bütün bu konularda 7 Ekim’den bu yana süregelen İsrail saldırılarının ve öldürülen binlerce bebek, çocuk, kadın ve yaşlının hayaleti Batı’nın korkulu rüyası olmaya devam edecektir. Bundan sonra pek çok devlet Amerika ve Kolektif Batı ile çıkar temelli ilişkilerini sürdürmeye devam etse de yüksek ahlaki değerler dersleri almayı kuvvetle muhtemelen reddedeceklerdir.
Küresel jeopolitik durum Amerika ve Batı’nın aleyhine hızlı şekillenecek
Amerika’nın Orta Doğu’da İsrail’in güvenliğini perçinleme amaçlı girişimlerinin İsrail’i otuz yıl geriye oranla daha güvenli kılmadığı kesin. Öte yandan bu otuz yılda bölgede ve Afganistan’da boşa harcadığı enerji ve devasa finansal kaynaklar dünyayı çok kutuplu hale getirmeye çalışan rakiplerinin güçlenmesini ve zaman kazanmalarını sağladı. Vaşington’un 11 Eylül Olaylarının ardından tam yirmi yıl süren Afganistan macerası Amerikan silah endüstrisinin tatmin edilemez kar iştahına önemli katkılarda bulunurken Afganistan halkının büyük bir bölümünün hayatını mahvettiğini ve geleceğini kararttığını artık herkes biliyor. Biden yönetiminin çekilme kararını uygularken ortaya çıkan hazin görüntülerin çok kutupluluğa gidiş sürecini hızlandırdığını da…
Afganistan’dan Irak’ın işgaline ve bir milyondan fazla Iraklının ölümüne yol açan Amerikan işgalleri ve bölgeyi karıştırma projeleri Libya ve Suriye ile devam ederken bölgenin başta Irak ve Lübnan olmak üzere İsrail açısından önemli yerlerinde İran’ın nüfuz ve ağırlığının artarak devam ettiğine hiç şüphe yok. Sadece Hizbullah ve Hamas bile İsrail açısından giderek daha karmaşık hale dönüşen güvenlik sorunları olarak karşımızda duruyor ve durmaya devam edecek gibi. Kısacası Orta Doğu’yu kan gölüne dönüştüren ABD harcadığı onca zaman, enerji ve verdiği büyük sayıda kayıplara rağmen aslında İsrail’i bundan otuz yıl öncesine göre daha güvenli hale getiremedi … Mevcut krizin ardından İsrail’in daha güvenli hale geleceğinin de garantisi yok. Tam tersine, Amerika ile iyi ilişkiler içerisindeki Arap ülkelerinin yönetimlerini bile Vaşington ve Tel Aviv’e karşı öfkeli hale getirmiş durumda. Sosyal medyada dolaşan bildirimlerde Orta Doğu’daki ABD diplomatik misyonlarının merkeze çektikleri telgraflarda bölge kamuoylarının tamamen Amerika aleyhine döndüğünü vurgulamaları boşuna değil. Kamuoylarındaki bu Amerikan karşıtlığının dalga dalga bütün dünyayı sarmakta olduğu ve İsrail’e körü körüne destek veren Avrupa ülkelerinde bile halklar düzeyinde bu duruma ciddi bir muhalefet oluştuğu görülebiliyor.
Rusya ve Çin gayet memnun
Öte yandan Amerika liderliğindeki tek kutuplu dünya düzenine kafa tutan ve hatta buna karşı Ukrayna’da silaha sarılarak bütün Batı’ya karşı savaşan Rusya Orta Doğu’da Amerika’nın prestijinin sarsılmasını ilgiyle seyrediyor olmalıdır. Ukrayna’da savaşın ilk haftalarında medya diye anılan Batılı yalan makineleri tarafından askeri olarak diz çökeceği, ekonomik ve finansal açılardan tamamen iflas edeceği söylenen/beklenen Rusya müthiş bir direniş göstermekle kalmamış aynı zamanda cephede de savaşı kazanmıştı. Mart ayından bu yana dile getirilen Ukrayna karşı saldırısı ise cephe hatlarında önemli değişikliklere yol açmadan etkisizleşirken Ukrayna tarafının on binlerce kayıp vermesine yol açmıştı. Ayrıca Batı dünyasının Ukrayna’ya yeterli silah ve mühimmat sağlayamayacağı ve Batılı kamuoylarının da verilen bütün mali destek ve silah yardımlarına rağmen Ukrayna tarafının beklenen/istenen taarruzu ve başarıyı gösterememesinden dolayı yardım konusunda isteksiz hale geldiğine dair çok sayıda haber ve yorum Batılı medya organlarında sıklıkla yer almaya başlamıştı. Şimdi bütün gücüyle İsrail’i korumak amacıyla Orta Doğu’ya yığınak yapmış olan Amerika’nın Ukrayna’ya ilgisinin azalması ihtimalinin arttığına hiç şüphe yok. Bundan dolayı Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski ‘aman bizi unutmayın’ yakarışlarına başladı bile.
Aslında Amerika’nın Afganistan’da başlayıp Irak, Libya ve Suriye’de derinleşerek devam eden savaşları her zaman Rusya’nın işine gelmişti. Yeltsin dönemi çalkantılarına son veren Putin’in Rusya Devlet Başkanı seçilmesiyle Amerika’nın uzun erimli Orta Doğu macerasının adeta başlangıcı olan Afganistan işgalinin aşağı yukarı aynı tarihlere gelmesi ilginç olsa gerektir. Amerika hiçbirini kazanamadığı savaşlar içinde kaynaklarını sokaklara atarken ve ciddi askeri kayıplar verirken Putin liderliğindeki Rusya gücünü toparlamış ve zaman kazanmıştı.
Aynı durum Çin için de geçerliydi. Birinci Körfez Savaşı’ndan bu yana Amerika’nın Orta Doğu’da otuz yılı aşkın bir süredir bir çatışmadan ötekine sürüklenmesi Pekin’in istikrarlı bir şekilde kalkınması ve askeri hazırlıklarını tamamlaması için lazım gelen çok değerli bir zaman kazandırmıştı. Şimdilerde Amerika’nın Ukrayna üzerinden Rusya’yı ve Tayvan üzerinden de Çin’i meşgul etme ve vekalet savaşlarıyla zayıflatma düşüncesi/politikası dikkate alındığında Vaşington’un Biden göreve geldiğinde gücünü/etkisini azaltmak niyetinde olduğu Orta Doğu’ya geri dönmesi Pekin’i neden rahatsız etsin? Tam tersine memnun eder. Nitekim Çin, Amerika’nın bu coğrafyada gücünü ve kaynaklarını yeniden israf ettiğini görerek Vaşington’un eleştirisiyle yetiniyor. İsrail’in yaptığı katliamlardan dolayı Amerika’nın bütün dünya kamuoylarının gözünde hızla dibe vuran prestijini seyrederken Filistin sorununun iki devlet temelinde çözümlenmesini dile getirerek Arap ülkeleri nezdinde itibar sağlıyor. İran ve Suudi Arabistan arasında yaptığı arabuluculuk sayesinde bu iki devletin yeniden diplomatik ilişki kurmasını sağlayan ve böylece tarihi bir başarıya imza atmış olan Çin’in, bölgesel ve küresel düzeyde Amerika aleyhine sonuçlar veren üretmeye devam edecek olan bu süreci bir yandan izlerken öte yandan da Suriye Devlet Başkanı Esad’ı ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı Pekin’de ağırlayarak Orta Doğu’daki ekonomik varlığına siyasi ve diplomatik boyutlar da ekleyeceğine kesin gözüyle bakmak gerekir.
Kısacası Amerikan Derin Devleti’nin, bugünden on yıl sonrasında dünyanın siyasi, askeri ve ekonomik olarak kendi aleyhlerine şekillenmesini engellemeye çalışmak gibi hemen hemen imkansız bir mücadeleyi misyon edinmişken Netanyahu fanatizminin bu süreci Kolektif Batı aleyhine ve çok kutupluluk lehine hızlandırdığını görecek siyasetçilere sahip olmadığı açık. Amerika ve Kolektif Batı açısından çok kutupluğa geçişi tümüyle durdurmak oldukça zordu; Netanyahu’nun yaptıklarına verdiği kayıtsız/şartsız destekten sonra bu mücadele Batı için Don Kişot’un yel değirmenleriyle savaşına dönüştü.
İlginizi Çekebilir
-
‘Gazze’yi Batı Şeria ile buluşturan başkenti Kudüs olan bir çözüm, tek geçerli çözümdür’
-
Uzmanlar yanıtlıyor: Savaş nasıl bitecek? Bir sonraki nasıl önlenebilir?
-
Putin adaylığını duyurdu, Reuters ‘Batı yaptırımlarının başarısızlığına’ bağladı
-
ÇKP liderleri 2024’te iç talebi ve ekonomik toparlanmayı teşvik etme sözü verdi
-
Avrupalı enerji şirketleri gaz depolamak için Ukrayna’ya yöneliyor
-
“Nükleer Savaş Tehlikesi ABD’den Geliyor”
GÖRÜŞ
Neo-Trumpizm, Trump’ı da yutacak: Amerikalı muhafazakârın İsrail sorunu
Yayınlanma
2 gün önce07/12/2023
Yazar
Sarp Sinan Hacır
Trump iktidarıyla birlikte Amerikan muhafazakârları ağır bir değişim geçirdi. Bush dönemlerinden aşina olduğumuz şahin Amerikan milliyetçileri, yerini izolasyoncu Amerikan milliyetçilerine bıraktı. “Önce Amerika” sloganı Trump iktidarının belki de en belirgin yapıtaşıydı. Donald Trump, on yıllar boyu devam eden ve Amerikan halkına gram faydası olmayan okyanus aşırı maceraların yarattığı rahatsızlığı oya çevirmeyi başarmıştı.
Trump’ın 4 yılı, diğer başkanlara nazaran sakin olsa da tamamen “izolasyonda” geçmedi. İranlı General Kasım Süleymani Trump yönetimi altında öldürülürken Kudüs ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanındı. Ancak Trump’ın kitlesi “Önce Amerika” cümlesini o kadar fazla duymuştu ki karnı yeni maceralara toktu, kalkışan kişi çok sevdikleri Trump olsa bile…
İşte bugün Trump’ın yarattığı izolasyoncu muhafazakâr canavarını konuşacağız. Bu kitleye canavar diyorum çünkü artık Trump’ın kontrolünde değiller. Kahramanları İsrail yanlısı olarak tanınsa bile İsrail’i desteklemek istemiyorlar. Bu kırılmayı ABD’nin bazı meşhur muhafazakâr figürleri fark ettiler ve doyasıya üzerine oynuyorlar. Peki, kim bu figürler?
Muhafazakâr medyada İsrail kavgası
Hikâye doğal olarak 7 Ekim’de başladı. Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısı sonrası Demokrat Parti’de kıyamet kopuyordu. Malum, Müslüman oylarına ihtiyacı olan Demokratlar, İsrail’den yana tavır alırken kırk takla atıyorlardı. Ancak Cumhuriyetçiler için böyle bir sorun yoktu. Partinin her kesimi İsrail destekçisiydi. Değil mi?
Pek sayılmaz. Evet, Trump’ından Mitch McConnell’ına partinin tüm demirbaşları kayıtsız şartsız destek açıklıyor, Biden’a caydırıcı olmadığı için eleştiride bulunuyorlardı. Ama bir sorun vardı. Kitlede aykırı sesler çıkmaya başlamıştı. Sonuç olarak 1 buçuk yıldır Ukrayna üzerinden kendilerine anlatılan politikaların tam tersi yapılıyordu. Bazıları sordu; “neden İsrail’e para harcıyoruz? Kendi altyapımız bu kadar zayıfken, sınır güvenliğimiz delik deşik olmuşken, gençlerimiz uyuşturucu bağımlılığından sokaklarda sürünürken neden başka ülkelerin sorunlarına odaklanıyoruz ki?”
Bu rahatsızlığı medyada birileri yakalamayı başardı; Tucker Carlson ve Candace Owens. Tucker Carlson’ın ABD’de bir efsane olduğunu söylesek yanlış olmaz. Fox News’da yıllardır yaptığı anchormanlikten ayrılan gazeteci Carlson, yıllar içinde ABD’li liberalin nefret objesine, muhafazakârın ise idolüne dönüştü. Carlson, Trump tipi (ancak Trump’ı sevmeyen) bir muhafazakârdı. ABD’nin çoğu dış politika hamlesini hatalı buluyor, ABD müesses nizamıyla doğrudan kavga ediyordu. FBI’ın Carlson’u takip ettirdiği bile ortaya çıkmıştı.
Carlson, Fox’ta çalıştığı dönemde sadece müesses nizamı eleştirmekle kalmadı, daha ağır konuşan sol merkezli figürleri de ekrana çıkarmaya başladı. Bu size pek şaşırtıcı gelmeyebilir ancak Fox’un muhafazakârların en çok izlediği kanal olduğu düşünüldüğünde sol figürleri orada görmek devrim niteliğinde bir olaydı.
Tucker Carlson ve temsil ettiği fikirler sol-sağ fark etmeksizin müesses nizam nefretinde birleşmişti. Carlson, Fox’tan ayrıldıktan sonra Elon Musk’ın X’inde program yapmaya başladı. Musk’ın da reklamını yaptığı şov izlenme rekorları kırdı. İşte bu Carlson, ufak ufak İsrail desteğine dokundurmaya başladı. “İsraillileri çok severim çünkü kendilerini düşünürler. Biz neden kendimizi düşünmüyoruz?” diyerek ilk kurşunu sıktı. Carlson, ABD’nin onca sorunu arasında başka ülkeleri korumak gibi bir misyonunun olmadığını söylüyordu.
Bu cümleler halkta karşılık bulmuştu. Carlson muhafazakâr camiada tabu bir konuya giriyordu. ABD’nin İsrail’e milyarlarca dolar destek vermesi tartışmaya açık bir konu değildi. Ancak artık pandoranın kutusu açıldı. Hani “Önce Amerika’ydı?”
Asıl kavga ise siyasi yorumcu Candace Owens ile başladı. Owens, İsrail’e muhalefeti bir adım daha ileri taşıdı. Carlson’ın pragmatik bakış açısının ötesinde İsrail’i doğrudan soykırımla suçladı. Konuyla ilgili yaptığı paylaşımda “hiçbir şey bir devlete soykırım yapma hakkı tanımaz” dedi.
Owens, İngilizce Youtube izleyicilerinin “Shapiro feminist üniversitelilere haddini bildiriyor #83” başlıklı videolardan tanıyacağı muhafazakâr fikir önderi Ben Shapiro tarafından topa tutulacaktı. Shapiro, Owens ile aynı kanalda yani Daily Wire’da çalışıyordu. Kendisi bir Yahudi ve açık İsrail destekçisi olan Shapiro, Owens’ın 7 Ekim sonrası yaptığı yorumları “utanç verici” olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Owens da Tucker Carlson’ın programına çıkıp Shapiro’ya “duygusal ve kontrolden çıkmış biri” diyerek cevap verdi. Shapiro’nun “Gerçekler, duygularınızı umursamaz” isminde bir kitap yazdığı ve bu cümleyi tüm münazaralarında kullandığı düşünüldüğünde kendisine duygusal denmesi herhangi bir hakaretten daha ağır sayılabilir.
Kitlelerde izolasyonculuğun karşılığı
Candace Owens ve Tucker Carlson gibi popülist karakterlerin böyle politikaları benimsemeleri muhafazakâr kitlelerde bunun bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Bu figürler, Trump’ın başlattığı “Önce Amerika’yı” bir adım daha ileri taşıdılar. Trump sonrası muhafazakâr siyaset için örnek oluşturdular. Hemen hemen benzer düşüncelerdeki Elon Musk’ın X’inde kendilerine yer buldular. Bu “Neo-Trumpizm’in” bayrağını kim taşıyacak henüz bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey var ki Amerikan muhafazakârının kafası karışık. Önceden tamamen İsrail yanlısı bilinen bu kitlede İsrail’e silah verilmesine karşı olanların sayısı yüzde 43’ü buldu. Bu sayı tarih boyu İsrail desteklemiş bir parti için çok yüksektir. Bundan sonra Cumhuriyetçi siyasetçiler ne kadar Yahudi lobi gruplarının desteğini isterlerse istesinler, bu kitleyi görmezden gelerek siyaset yapamazlar. Bunu hisseden siyasetçilerden biri genç başkan adayı Vivek Ramaswamy oldu. Kendisi Trump tipi popülist politikalarla ön seçimlerde Trump’ın arkasında ikinciliğe yerleşti. Ancak bu bayrağı devralabilecek kadar tutunabilecek mi onu göreceğiz. Cumhuriyetçilerin yeni yıldızı olarak parlatılan Ron DeSantis de kısa süre içinde unutuldu gitti.
Tabii bunları düşünmek için çok erken. Hala tahtta oturan bir kral var ve o kral 2024’te zafer ilan etmeye niyetli. Eğer Trump, 2024’te başarısız olursa hemen şimdi, kazandığı takdirde ise 2028’de bu değişimi daha net göreceğiz. Trump 2024 için başkan yardımcısı olarak “Tucker Carlson’ı isterim” demişti. Olur mu olmaz mı bilinmez ancak Carlson ismini bundan sonraki seçimlerde daha sık duymaya hazır olun. Her şekilde Neo-Trumpizm, her savaş başladığında biraz daha büyümeye devam ediyor. Bu da bize gelecekte Trump’ın aksine yarım yamalak olmayan ve gerçekten izolasyoncu politikalar güden bir akımın güçleneceğini söylüyor. Neyse, hele bir 2. Trump devrini görelim, Neo-Trumpizmi o zaman düşünürüz.

Dünyanın en etkili ve en tartışmalı diplomatlarından, uluslararası ilişkilerin ve diplomasinin ileri gelen isimlerinden biri olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger 30 Kasım 2023 tarihinde 100 yaşında hayatını kaybetti. Kissinger, 1969-1977 yılları arasında ABD’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Başkan Richard Nixon yönetimindeki Dışişleri Bakanı olarak oynadığı rol ile tanınıyor. Aynı zamanda 1970’li yıllardaki ABD-Çin yakınlaşmasının mimarı olarak biliniyor. Ancak kaleme aldığım bu değerlendirme için Kissinger konusunun bizi ilgilendiren kısmı, Bangladeş’in Kurtuluş Savaşı olarak tarihe geçen 1971 savaşında Pakistan’ı desteklemesi ve Çin’i Hindistan’a saldırmaya teşvik etmesi.
Yani, Henry Kissinger’ın mirası Hintler için toksik. Öyle ki Hintler için onun 1971 savaşındaki rolü, onu son derece tartışmalı bir isim hâline getirdi. Öncelikle biraz arka plana ihtiyacımız var. 1971 savaşı Pakistan’daki iç gerilimlerden kaynaklandı. İngilizlerin alt kıtadan çekilmesi ile Hindistan için söz konusu olan 1947’deki Hindistan ve Pakistan olarak yaşanan bölünmeden sonra Pakistan coğrafi olarak iki ayrı kanattan oluşuyordu: Batı Pakistan (Punjab, Sind, vs.) ve (1971’den itibaren Bangladeş olarak bağımsız bir ülke olan) Doğu Pakistan (Bengal). Ancak Pakistan, Batı Pakistan’dan gelen elitlerin hâkimiyetindeydi. Pakistan vatandaşlarının çoğunluğunun Doğu Pakistan’da yaşamasına karşın Pakistan halkı ayrımcılığa uğradığını ve güçlerinin kesildiğini hissediyordu. Pakistan’ın 1970’teki ilk demokratik seçiminde, Doğu Pakistan’daki hoşnutsuzluk dalgası Awami Birliği’ne ezici bir zafer kazandırdı. Sheikh Mujibur Rehman liderliğindeki Awami Birliği, Doğu Pakistan’a daha fazla özerklik verilmesini savundu. 1970’teki ezici zaferi ona ulusal mecliste çoğunluğu sağladı. Ancak Pakistan, iktidarı devretmeyi reddeden ordusu tarafından yönetiliyordu. Bu durum politik krizi beraberinde getirdi. Doğu Pakistan protestolarla çalkalandı. Krizi çözmeye yönelik görüşmelerde uzun bir çıkmazın ardından Pakistan Ordusu Mart 1971’de Doğu Pakistan’da ölümcül bir baskı başlattı. Dhaka’daki Amerikalı diplomatların “soykırım” olarak nitelendirdiği bu baskı politik aktivistleri ve azınlıkları hedef alıyordu. Tarihe “Searchlight Operasyonu” olarak geçen bu askeri baskıda yüzbinlerce kişi öldürüldü. Awami Birliği’nin lideri Sheikh Mujib, Bangladeş’in kurulması adına bir Bağımsızlık Bildirgesi imzaladı. Bu, milyonlarca kişinin mülteci olarak Hindistan’a kaçmasına neden olan bir iç savaşı tetikledi. Ve bu da bizi yol açtığı 1971 savaşına getiriyor ki işte, Henry Kissinger’ın devreye girdiği yer de burası.
Kissinger ve Nixon’ın rolü
Bu kısa arka planın ardından, konunun hızla Kissinger’ın rol aldığı kısmına geçelim. Kriz patlak verdiğinde Kissinger ve Başkan Nixon Pakistan Ordusu’nu desteklemeye istekliydi. Bunun en temel nedeni, ABD’nin 1970-71 yılları arasında komünist Çin ile ilişkilerin önünü açmak için Pakistan’ın askeri yöneticisi Yahya Khan’ı kullanmasıydı. Bu “arka kanal” stratejisinin Çin açısından önemi dikkate alındığında ABD, birlikleri Doğu Pakistan’da binlerce kişiyi öldüren Yahya Khan’a “herhangi bir baskıda bulunmamak” konusunda istekliydi. Dhaka’daki Amerikan diplomatların Washington’ın şiddeti durdurmak için müdahale etmesini talep etmelerine karşın Nixon ve Kissinger çok az şey yaptı. Ve Kissinger, Pakistan Ordusu’na yardımda kilit rol oynadı. ABD’nin önde gelen yayıncılarından New York Times 1971 yılı boyunca, ordunun cinayetleri başladıktan sonra dahi ABD’nin Pakistan’a silah sevkiyatı yaptığını bildiriyordu. Bu, ABD’nin 1965’teki Hindistan-Pakistan savaşından sonra Pakistan’a uyguladığı silah ambargosunu da ihlâl ettiği anlamına geliyordu. Başkan Nixon ayrıca iç savaşın olumsuz etkileri nedeniyle Pakistan’a ekonomik yardım sağlamak için de çalıştı. Bu, Amerikan Kongresi’nin Pakistan’da işlenen zulümler dikkate alındığında yabancı yardımı durdurma yönünde oy kullanmasına karşın gerçekleşti. Ama zaten Nixon bunu “amaca zararlı” olarak eleştirmişti.
Bangladeş askeri direnişi büyüdükçe Hindistan’ın devreye girdiğini görüyoruz. Hindistan da Bangladeş’in bu büyüyen askeri direnişine yardım etmeye başladı ki milyonlarca mültecinin Hindistan’a akın edişi Hint hükümetini zaten alarma geçirmişti. Hindistan ayrıca Doğu Pakistan sınırına da asker yığdı. Ve bundan öfkeye kapılan Kissinger, Hintlerden “gayrimeşrular” diye söz ediyordu ki o dönemde Kissinger’ın en büyük önceliği Çin’di ve Pakistan da bunun anahtarıydı. Temmuz 1971’de Kissinger, Çin’e tarihi bir ziyarette bulundu ve bu ziyaret, “iki eski düşman” arasında diplomatik bağların yolunu açtı. Daha sonra Amerikan politikası hızla “açıktan” Pakistan yanlısı bir politikaya dönüştü ki Kissinger ve Nixon, kriz büyüdükçe ABD’nin Pakistan’ın arkasında durması gerektiğine inanıyordu. Pakistan, 1950’lerden beri Soğuk Savaş’ta Komünizme karşı mücadelede Washington’ın sıkı bir müttefikiydi. Dolayısıyla Washington’ın “güvenilirliğini” korumak için müttefiki desteklemek gerekiyordu. Amerikan inancı bu yöndeydi. Kissinger, eğer ABD Pakistan’ı desteklemeseydi Çin gibi ülkelerin onu zayıf göreceğine inanıyordu. Bu, yeni Çin-ABD ilişkisini riske atmak olurdu. Bu iki isim ayrıca Hindistan’ın, Soğuk Savaş’ta ABD’nin müttefiki olan Pakistan’ı küçük düşürmek için Sovyetler Birliği ile birlikte çalıştığına da inanıyordu.
Kasım 1971’de kriz tırmanırken Hindistan Başbakanı Indira Gandhi Washington’da Nixon ve Kissinger ile zor bir görüşme gerçekleştirdi. Bu çok zorlu bir görüşmeydi. Amerikalılar Hindistan’ı Pakistan’a baskı yapmaması konusunda uyarıyordu. Ama bu zorlu görüşme her iki tarafın konumunu değiştirmek adına pek de etkili olmadı. 3 Aralık 1971’de Pakistan Hindistan’a saldırdı ve savaş başladı. Hindistan ve Bangladeş direniş güçleri Pakistan ordusunu yenilgiye uğratmaya başlayınca Nixon ve Kissinger hasar kontrolüne geçti. Kissinger açıkça yetkililere Nixon’ın Pakistan’a destek çıkmak istediğini söyledi. Hindistan’a ekonomik yardımlar kesildi, Pakistan’a silah göndermeye başlandı, İran gibi Ortadoğu’daki üçüncü ülkeler Pakistan’a askeri destek göndermeye yönlendirildi. Ayrıca ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) ateşkes kararı verilmesi için baskı yaptı. Bu, Hindistan girişimini durdurabilirdi. Ancak Sovyetler Birliği bu öneriyi engelledi. Ama Nixon ve Kissinger daha sonra Sovyetler’i Hindistan’a baskı yapmaya ve savaşı durdurmaya ikna etmeye çalıştı.
Toksik miras
Ve dahası, Çin’e de yaklaştılar ve Pekin’in Yeni Delhi’yi tehdit etmek için Çin-Hindistan sınırına asker göndermeyi düşünüp düşünmeyeceğini sordular. Burada Kissinger’ın niyeti Nixon’a söylediği ifadelerden açıkça anlaşılıyordu: “Şimdi Hintleri ikna etmeliyiz, onları Batı Pakistan’a saldırı yapmamaları için korkutmalıyız.” Ancak Çin bunu yapmayı reddetti. Bunun üzerine Nixon ve Kissinger, uçak gemisi USS Enterprise başkanlığındaki bir görev gücünü derhâl Hint Okyanusu’na gönderme kararı aldı. Bu, Hint stratejistleri savaşı hızla bitirmeye itti. Hindistan güçleri zafere yaklaşırken ABD, 13 Aralık’ta BMGK Kararı yoluyla çatışmayı durdurmak için başka bir çaba gösterdi. Ancak karar veto edildi ve yalnızca üç gün sonra Doğu Pakistan’daki Pakistan güçleri Hindistan’a teslim oldu.
Politikalarının başarısız olmasına karşın hem Nixon hem de Kissinger, Batı Pakistan’ı Hindistan egemenliğinden kurtarmaya yardım ettiklerini iddia etti. Ayrıca Kissinger, yeni Hindistan-ABD ortaklığının son yıllardaki gücünden de övgüyle söz ediyordu. Ancak tarihte hiç olmadığı kadar gelişen bu Hint-Amerikan ortaklığına, Henry Kissinger’ın Hintler üzerinde bıraktığı bu toksik mirasına karşın tanıklık ediliyor.

Son olarak savaşın diğer tarafına, İsrail’e bakmak gerek.
Tel Aviv yönetiminin “büyük İsrail”i kurmak istediği düşüncesi çok yaygın. Tanımı genellikle belirsiz bir şey “büyük İsrail”. Bununla eğer Ortadoğu’nun büyük bölümünü ele geçirecek bir İsrail devleti kastediyorsa, hezeyandan başka bir şey değildir. İster islamcılar, ister sağcı siyonistler, ister Türk veya ister Kürt milliyetçileri olsun, kimin tarafından savunulduğunun da hiçbir önemi yoktur.
Toprak fetişizmi, yüzölçümü hesapları, en ideal örneği televizyon karşısında elinde ekmek bıçağı kafasında tasla nara atan Türk, Arap, Yunan, Kürt, Yahudi vb. milliyetçileri yahut neoosmanlıcılar gibi çoktan mevta olmuş imparatorlukların heveslileri için anlam taşıyabilir; ama onların nostaljisini güttüğü köleci ve feodal imparatorluklar bile toprak için toprak sahibi olmuyorlardı. Toprağın önemi harita üzerinde kapladığı yer değil ondan sızdırılan köle veya çeşitli biçimleriyle vergiydi.
Kapitalizm ise selefi sosyal-iktisadi formasyonlara göre çok daha rasyoneldir. Kapitalizm toprağı harita üzerinde bakıp da geviş getirmek için almaz, köle veya vergi sızdırmak için de almaz; onu işlemek, emmek, altında, üstünde ve üzerinde ne varsa sömürmek için alır. Ne var ki bunun için işgücüne ihtiyacı vardır — bu, bütün kapitalist üretim tarzının baş çelişkisine yol açar. Kendi devlet sınırları içinde bile yaklaşık 10 milyon nüfusuyla işgücü ihtiyacını karşılayamadığı için başta apartheid rejimine maruz tuttuğu ve sayıları 5,5 milyonu bulan Filistinliler ve Araplar olmak üzere pek çok ülkeden işgücü kiralayan İsrail sermayesi, sözümona “büyük İsrail”in yaratacağı işgücü ihtiyacını hiçbir surette karşılayamaz.
İsrail sermayesinin bölgeye yayılmasıyla İsrail devletinin sınırlarının genişletilmesi aynı şey değildir. İsrail, başta ABD olmak üzere batı sermayesinin organik bileşeni olan tekelci sermayesiyle ilkini amaç olarak güder; ne var ki bunun için bölge devletleriyle barışa ihtiyacı vardır. Tablo tam da budur: İbrahim anlaşmaları tasarısında görüldüğü gibi İsrail, işbirlikçi Arap sermayesine yeni ve alabildiğine geniş imkânlar vaat ederek işbirlikçi Arap rejimlerine barış teklif ediyor.
Bununla birlikte sermayenin genişlemesi birincisi serbest işgücünün bulunması, ikincisi sermayenin hareket serbestliğinin sağlanması ölçüsünde mümkündür. Bunların her ikisi de İsrail tarafından özgün bir apartheid rejimini gerektirir, çünkü Filistinlilerin milli direnişi her ikisi için de tehdittir. Başka deyişle, İsrail’in “meşru müdafaa” iddiası hukuki açıdan doğru değildir ama “güvenlik” argümanı da büsbütün demagojik değildir; zira İsrail rejimi, dinci manyaklığa sadece teslim olmayıp teşvik de ederek yerleşimci siyasetini sürdürürken kendi halkının güvenliğini de tehlikeye atıyor ama bunu mukaddes sermayenin güvenliği için yapıyor. İsrail rejiminin menfaatlerini emperyalizmin ve bölgedeki Arap işbirlikçilerinin menfaatleriyle örtüştüren şey de budur zaten.
Böylece, hayata harita fetişizmi üzerinden bakanlar değil ama “büyük İsrail” derken Filistin’in ilhakının tamamlanmasını öngörenlerin kastettikleri siyasi proje nesnel bir anlam kazanır. İlhak isteğinin kuşkusuz ideolojik bir veçhesi vardır; ancak ideolojik veçheler iktisadi ve sosyal temellerle ve onların tetiklediği siyasi tedbirlerle örtüştüğü ölçüde önem taşır. Bu yazıyı hazırlarken tartışma ve görüşlerinden yararlanma fırsatı bulduğum Emir Aşnas, İsrail siyasetinde artık Filistin ve Golan dışında ilhaktan söz eden kalmadığını vurgulamıştı. Bununla birlikte demografik bir problemin de Filistin meselesinin “nihai çözümünü” zorladığını hatırlatmıştı: “Esasen İsrail vatandaşlığının kendine has yapısının da (yani dünyada yalnızca akredite hahambaşılıklar tarafından onaylanmış Yahudilerin vatandaşlığa kabul edilebilmesi) etkisiyle demografik bir sorunu vardır. … Gazze’nin tehciri için bu kadar istekli olmalarının temel bir nedeni de budur.” Kaldı ki bütün dünyadaki Yahudiler İsrail’e göçmeyi kabul etseler bile (olmayacak bir şey) nüfus yoğunluğu çok düşük kalmaya devam edecektir.
İsrail kapitalizmi mevcut gerilim devam ederken de bugüne kadar olduğu gibi işlemeye devam edebilir. Savaştaki her yeni tırmanışın ve her yeni savaşın doğuracağı sarsıntıyı az çok rahatlıkla absorbe edebilecek kadar esnek bir sermayedir bu. Ama esnekliğin kârdan zarar kalemi olmasından başka, bunun da bir sınırı vardır. Bu sınırı yaklaştıran, bugüne kadar hep İsrail’in avantajına işleyen diaspora meselesidir. İsrail’in başlıca müttefiki olan ülkelerde kendini Filistinli hisseden onbinlerce ve yüzbinlerce insanın örgütlenerek müesses nizama baskıda bulunması ise orta vadede İsrail’in varlığını tartıştırabilecek kadar ciddi bir sorundur. Filistin halkının tehciri yönündeki baskının diğer bir nedeni de budur. Filistinli kalmazsa Filistin meselesi de kalmaz.
Demek ki Filistin meselesinin çözümü, yani Filistin milli mücadelesinin bütünüyle etkisizleştirilmesi, İsrail sermayesi için kaçınılmazdır. Sorun bunun hangi yoldan gerçekleştirileceğidir.
Birinci yol: Filistin milli mücadelesinin fiziki olarak tasfiye edilmesi, yani sadece Filistinli savaşçıların değil Filistin halkının da yok edilmesi. Bunun bir iktisadi bedeli olacak, İsrail’in işgücü piyasasında sıkıntılar doğacaktır; ama yeterince esnek olan İsrail sermayesi bu sıkıntıları yüksek ücret ödenen ancak hukuki hakkı bulunmayan gastarbeiter formülüyle orta vadede kolaylıkla aşabilir. Siyasi haklara gelince, yerli işgücünün siyasi hakları bile artık genel bir emperyalist-militarist siyaset olarak her yerde budanıyor; dolasıyla İsrail’de yabancı işçilerin siyasi hakları bulunmadığından yakınmak fazla kaçar. İşgücünün kıt olduğu bütün Ortadoğu monarşilerinin formülüdür bu ve üstelik gayet işlevsel bir formüldür. Gastarbeiter ne kadar kalifiye emek sunarsa o kadar fazla ücret alır; ne kadar niteliksiz olursa o kadar köle emeğine yakınsar. Yüksek teknoloji ülkesi olarak İsrail, gastarbeiterlere Körfez monarşilerinden çok daha geniş fırsatlar sunar.
Bu yol savaşın “pozitif” biçimde, teorik sınırlarına, yani kendi teorik mantığı içinde “mutlak ve son şekline” kadar varmasını, yani hasmın tamamen silahsızlandırılmasını gerektirmekle kalmaz. Bu yol hasmın bir sonraki savaşa hazırlanması için vakit kazanmasını engelleyip tamamen kurutulmasını da gerektirir. Çünkü sermaye, demografi ve onlarla ilişkili olarak lobicilik sorunları, hasım ne kadar vakit kazanırsa bir dahakine İsrail’i çok daha güçlü tehdit edebilecek şekilde ortaya çıkmasına yol açacaktır. “Hasım bozguna uğratılmadıkça onun beni bozguna uğratacağından endişe edebilirim; dolayısıyla kendi eylemlerimin efendisi değilimdir.” (Clausewitz s. 38) Böyle bir durumda hukukun ve siyasetin sınırı da aşılır, çünkü askeri mantık ile siyasi hedef çakışmıştır. “Bunun [hasmı silahsızlandırma hedefinin] kendisine uluslararası hukuk adetleri görünümü altında koyduğu göze çarpmayan, söz etmeye bile pek değmeyecek sınırlamalar, şiddete, onun etkisinin özünü zayıflatmadan eşlik eder.” (Clausewitz s. 35.) “Endlösung” böylece halkın tehciri olarak karşımıza çıkar. Çünkü:
“Eğer savaşın soyut kavranışına dönmekle başlarsak … şimdi genel bir düzenin unsurları olan, geri kalan her şeyi kapsayan üç şeyi ayırt edeceğiz. Bunlar silahlı kuvvetler, toprak ve hasmın iradesidir. Hasmın silahlı kuvvetleri yok edilmeli, yani mücadeleye devam edemeyeceği bir duruma sokulmalıdır. … Toprak fethedilmelidir, çünkü yeni silahlı kuvvetlerin kaynağı olabilir. Ama bunlardan birine ya da diğerine erişildikten sonra bile savaş (düşmanca gerginlik ve düşman kuvvetlerin eylemi) sona ermiş sayılamaz, ta ki hasmın iradesi kırılıncaya, yani hasmın hükümeti ve müttefikleri barış imzalamaya mecbur kalıncaya yahut halk boyun eğdirilinceye kadar.” (Clausewitz s. 60.) Bunun tek bir darbeyle veya aşağı yukarı eşzamanlı bir dizi darbeyle yapılması gerekmez; bu yıpratma yoluyla da yapılabilir. İsrail saldırılarının Filistin direnişini hızla kıramadığı doğrudur, ama siyasetteki dumur halinin aşılmasıyla birlikte aynı amaca ulaşmak için kendi kayıplarını azaltarak zamana yaymayı tercih ettikleri görülüyor. Aynı şey Filistin açısından da doğrudur.
Tekrar etmeli: her bozgun savaşın sonu demektir, ancak mücadelenin sonu demek değildir. Savaşta bozgun, eğer savaş teorik sınırlarına kadar taşınmıyor, yani zaferi kazanan taraf bozguna uğrayan tarafı tamamen yok etmiyorsa mücadeleyi tekrar alevlendirebilir ve yeni bir önderlik, yani irade ortaya çıkartabilir. Ama mücadele, irade, önderlik… bunların hepsi de halk varsa anlam taşır. Halk tüketilirse hiçbiri kalmaz.
İkinci yol: Filistin’de, esas itibariyle de çatışmanın merkez üssü durumundaki Gazze şeridinde bir işbirlikçi sınıf yaratılması; bu sınıfın önüne İsrail sermayesiyle ortaklaşa zenginleşme imkânı serilmesi. Dönemin savunma bakanı faşist Liberman tarafından daha 2018’de Gazze için Singapur formülünün ileri sürülmesi boşuna değildir. Bu faşist o zaman şöyle demişti: “Biz kendi açımızdan gecekondu mülteci kamplarını Ortadoğu’nun Singapur’una dönüştürme işinde sizin için mükemmel ortaklar olabiliriz. … Eğer sizi yönetenler bunu kabul etmiyorlarsa sizi yönetenleri değiştirin.”
Bu, Filistin’in halk toprağının kurutulmasının bir başka ve daha kalıcı yoludur; Filistin halkından, en genelde Arap halklarından, dolayısıyla dünya halklarından başka herkes için en ideal formüldür.
Karl von Clausewitz. О войне [Savaş Üzerine]. Moskova: Логос & Наука, 1998.
Vladimir Lenin. Пол. соб. соч., т. 24 [Bütün Eserler, c. 24]. Moskova: Политическая литература, 1974.
Vladimir Lenin. Пол. соб. соч., т. 39 [Bütün Eserler, c. 39]. Moskova: Политическая литература, 1974.
Mihail Frunze. Избранные произведения [Seçme Eserler]. Moskova: Воениздат, 1950.
Mao Zedung. Избранные произведения, т. 1 [Seçme Eserler, c. 1]. Moskova: Иностранная литература, 1952.
Sun Tzu, U-Tzu. Трактаты о военном искусстве [Savaş Sanatı Üzerine Risaleler]. Moskova: Астрель, 2011.
Ali Şeriati. Kapitalizm Uyanıyor mu? (Çev. F. Yalçınkaya.) İstanbul: Dünya, 1992.
Frantz Fanon. Yeryüzünün Lanetlileri. (Çev. Ş. Süer.) Versus: İstanbul, 2002.
Fyodor Dostoyevski. Собрание сочинений [Bütün Eserler]. Moskova: Наука, 1995.

‘Gazze’yi Batı Şeria ile buluşturan başkenti Kudüs olan bir çözüm, tek geçerli çözümdür’

Uzmanlar yanıtlıyor: Savaş nasıl bitecek? Bir sonraki nasıl önlenebilir?

Putin adaylığını duyurdu, Reuters ‘Batı yaptırımlarının başarısızlığına’ bağladı

Alman Dışişlerinin Brüksel’deki lüks mülkleri Sayıştay denetimine takıldı

ÇKP liderleri 2024’te iç talebi ve ekonomik toparlanmayı teşvik etme sözü verdi
Çok Okunanlar
-
AMERİKA1 hafta önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Filistin’in geleceği – 3
-
SÖYLEŞİ6 gün önce
‘Gazze’deki çatışma Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Napoléon Efsanesi