Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan’ın kadim dostu Bhutan: Kral’ın kritik ziyareti

Yayınlanma

Bhutan Kralı Jigme Khesar Namgyel Wangchuck, Hindistan’a 3-10 Kasım tarihleri arasında sekiz günlük bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret, geleneksel olarak uluslararası ilişkilerini Hindistan üzerinden yürüten Bhutan’ın iki bölgesel dev arasındaki ilişkilerin kötüleştiği bir ortamda Çin ile görünüşte büyüyen bağlarının arka planında gelişmiş olması açısından oldukça kritik. Hindistan Dışişleri Bakanlığı ziyareti şöyle lanse etti: “Hindistan ve Bhutan, anlayış ve karşılıklı güven ile karakterize edilen benzersiz dostluk ve işbirliği bağlarına sahiptir. Ziyaret, her iki tarafa da ikili işbirliğinin tüm kapsamını gözden geçirme ve farklı sektörlerde örnek niteliğindeki ikili ortaklığı daha da ilerletme fırsatı sunacaktır.”  Bu resmi ziyarete Bhutan Kraliyet hükümetinden üst düzey yetkililer ile beraber ayrıca Kraliçe Jetsun Pema ve iki oğlu da eşlik etti.

Peki, Bhutan hükümdarının Hindistan ziyareti neden önemli? Ama öncesinde Bhutan’a, Hindistan’ın Bhutan ile ilişkilerine, Bhutan’ın Çin ile yedi yıldır durmuş olan ve şimdi yeniden başlayan sınır görüşmelerine kısa bir bakış daha yararlı olur. Hadi tüm bu parametrelere adım adım yakından bakalım.

Saklı Cennet Bhutan

Kendi deyişleriyle “barışçıl ejderhanın ülkesi” Bhutan, Doğu Himalayalarda bulunur ve denize kıyısı yok. Batısında ve doğusunda Hindistan ile kuzeyinde ise Tibet bölgesinden dolayı Çin ile sınır komşusu. Coğrafi açıdan Bangladeş ve Nepal’e de çok yakın ancak bunlarla paylaştığı herhangi bir sınır söz konusu değil. İki Asya devi arasında yer alan küçük bir Himalaya krallığı olan Bhutan için 699 kilometrelik Hindistan sınırı çok değerli. Hindistan için de değerli olan bu sınır Hindistan’ın Arunachal Pradesh, Assam, Batı Bengal ve Sikkim devletlerini Bhutan’a bağlıyor.

Kalan son egemen Himalaya krallıklarından biri olan ve geleneğe bağlı modern bir ülke olan Bhutan halkının televizyon ve internet gibi teknolojik materyaller ile tanışması dahi neredeyse 2000’li yıllara denk geliyor. Ancak Bhutan halkı için 2000’ler yalnız teknoloji ile tanışma dönemi değil, aynı zamanda yeni bir yönetim biçimi ile tanışma anlamına da geliyor. Günümüz 43 yaşındaki Bhutan Kralı -Bhutan’ın beşinci Ejderha Kralı- babasının kendi isteğiyle tahttan ayrılması üzerine tahta geçti ve ardından yüksek katılımın sağlandığı çok partili seçimler ile anayasal monarşi söz konusu oldu. Dış politikada bu küçük Himalaya krallığı tarafsız çizgi ile öne çıksa da asıl tercihi hep güvenlik ve kalkınma için sırtını yasladığı Hindistan’dan yana.

Bir milyondan az nüfusu olan ve neredeyse bir İsviçre büyüklüğünde olan Himalaya krallığı, çoğunluğu küçük bölgesel ülkeler olan yalnızca 54 ülkeyle diplomatik ilişkileri bulunan benzersiz bir Birleşmiş Milletler üyesi ülke. Dikkat çekici bir biçimde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki P-5 ülkelerinden (beş daimi üyeden) hiçbiriyle diplomatik ilişkisi yok; Çin de dâhil. Bhutan’ın başkentinde yalnızca Hindistan, Bangladeş ve Kuveyt’in büyükelçilikleri bulunuyor. Ayrıca New York (Birleşmiş Milletler), Brüksel (Avrupa Birliği) ve Cenevre’deki diplomatik misyonların yanı sıra Bhutan’ın yalnızca Hindistan, Bangladeş, Belçika, Avustralya, Kuveyt ve Tayland’da büyükelçilikleri bulunuyor. Hindistan’ın kendini kanıtlamış bir dostu olan Bhutan, 1971’deki kurtuluş savaşından sonra Bangladeş’i tanıyan ilk ülke. Bhutan ve Hindistan, ulusal çıkarlarıyla ilgili konularda birbirleriyle yakın işbirliği yapma konusunda anlaşmaya bağlılar.

İkili ilişkiler

Dağlık coğrafyası nedeniyle tarihsel olarak izole edilmiş olan Bhutan 1910 yılında Britanya İmparatorluğu ile ilk ikili anlaşmasını imzalayarak İngilizlerin dışişlerini ve savunmasını yönlendirmesine olanak tanıdı. 1947’de Hindistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkeler arasında yer aldı ve yakın ilişkilerin temelini attı. 1968’de resmi diplomatik ilişkiler kuran Hindistan ve Bhutan özel bir ilişkiye sahip. Bu özel ilişki, daha sonra 2007’de güncellenen 1949 tarihli Hint-Bhutan Dostluk Anlaşması’na bağlı. Bu anlaşma Yeni Delhi ve Thimphu ilişkilerinin temel çerçevesini oluşturuyor; iki ülke arasında sürekli barış ve dostluk, serbest ticaret, birbirlerinin içişlerine karışmamak ve birbirlerinin vatandaşlarına karşı eşit adalet konularına dayanıyor. Daha önce Bhutan’ın dış ilişkilerinde Hindistan’ın rehberliğinde olacağını belirten anlaşmanın 2. maddesi 2007’de revize edildi. 1949 tarihli dostluk anlaşması uyarınca Bhutan dış ilişkiler konusunda Hindistan hükümetinin tavsiyelerine göre hareket etme sözü vermişti. Artık 2007’de revize edilen anlaşmada bu söz her iki ülkenin de ulusal çıkarlarıyla ilgili konularda birbirleriyle yakın işbirliği yapma taahhüdü olarak yeniden çerçevelendi. Dolayısıyla bu anlaşma Thimphu’nun dış politika konusunda Hindistan’ın rehberliğini ve aynı zamanda silah edinme iznini isteme yükümlülüğünü ortadan kaldırdı.

Yeni Delhi, ticari malları ve ticareti için hem kaynak hem de pazar olarak Thimphu’nun yalnızca ana kalkınma ortağı değil, aynı zamanda onun ihracatının yüzde 98’ini ve ithalatının yüzde 90’ını oluşturan en büyük ticaret ortağı. Hindistan, Bhutan’ın ilk Beş Yıllık Planı’nın başlatılmasıyla planlı kalkınma sürecine başladığı 1961 yılından bu yana kapsamı ve içeriği önemli ölçüde büyüyen Thimphu’nun sosyo-ekonomik kalkınmasına önemli bir yardım sağlıyor. Faaliyet alanları hem çok taraflı alanda hem de kültürel alışveriş, eğitim, ticaret, hidroelektrik ve sosyo-ekonomik kalkınma gibi ikili alanlarda işbirliğini kapsıyor. Bhutan’da hidroelektrik sektörünün geliştirilmesine yönelik işbirliği iki ülke arasındaki karşılıklı yarar sağlayan ekonomik işbirliğinin merkezini oluşturuyor. Dahası, denize kıyısı olmayan bir ülke olarak üçüncü ülkelerden yapılan tüm ithalat ve ihracatlar Hindistan üzerinden geçiyor.

Daha da önemlisi Yeni Delhi Thimphu’nun fiili güvenlik garantörü olmaya devam ediyor. Yeni Delhi’nin Bhutan üzerinde kontrol sağlamak için güvenlik kaygılarını bir bahane olarak kullandığını düşünen Bhutanlılar da yok değil. Pekin, Bhutan vatandaşlarını çekmek için ticaret, modern şehirleri sergileme ve burslar sunma gibi çeşitli stratejiler uygulayarak Çin’in Thimphu’daki etkisine ilişkin Hindistan’ın kaygılarını artırıyor. Çin’i Bhutan’ın yanı sıra Nepal ve Hindistan’ın da komşusu yapan şey, dini ve kültürü Bhutan toplumunu şekillendiren Mao Zedong’un 1951’de Tibet’i ilhak etmesiydi. Ancak bugün Thimphu’nun kendine özgü bir kimliği varsa burada Hindistan’ın Bhutan’ı kültürel ve sosyolojik olarak Tibet’ten ayırmadaki rolü de yadsınamaz bir olgu.

Bhutan’ın Çin ile sınır görüşmeleri

Hindistan ve Bhutan Çin’in henüz sınır anlaşmazlıklarını çözemediği iki ülke. Pekin ile 2016 yılında 24 turluk görüşmelerin ardından Thimphu, Ekim 2021’de kara sınırlarının çizilmesine yönelik müzakerelerin hızlandırılması için üç adımlı bir yol haritası  (sınırın masa üzerinde kabul edilmesi, ardından sahadaki alanların ziyaret edilmesi ve ardından resmi olarak sınırın çizilmesi) imzaladı. Bu ekim ayının son haftasında 25. tur sınır görüşmelerini gerçekleştirirken Bhutan Kralı’nın Hindistan gezisi Bhutan ve Çin’in Pekin’de bu müzakereleri gerçekleştirmesinden günler sonra gerçekleşti. Bhutan Dışişleri Bakanı Tandi Dorji liderliğindeki bir heyet 24 Ekim’de Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı Sun Weidong ile bir araya geldi ve burada iki taraf, “Bhutan-Çin Sınırının Sınırlandırılması ve Sınırlamasına İlişkin Ortak Teknik Ekibin Sorumlulukları ve İşlevleri” konulu bir işbirliği anlaşması imzaladı. Dikkat çeken bir gelişme olarak Bhutan Dışişleri Bakanı’nın Çin’e yaptığı ziyaretin diplomatik ilişkilerde bir ilk olması. Bu 23 Ekim’de Pekin’de Çinli mevkidaşı Wang Yi ile yaptığı ayrı bir toplantıda Dorji, Thimphu’nun sınır müzakerelerini sonuçlandırmaya ve Pekin ile diplomatik ilişkiler kurma sürecini hızlandırmaya hazır olduğunu söylemişti.

Himalaya ülkesi ayrıca sınır anlaşmazlığını çözmek için Çin ile şu ana kadar 13 uzman grup toplantısı düzenledi ve bunların dördü yalnızca geçen yıl ve üçü yalnızca bu yıl gerçekleşti. Ağustos ayında yapılan son toplantıda ülkeler, sınır sorununun çözümüne yönelik Ekim 2021’de üzerinde mutabakata varılan üç adımlı yol haritasının uygulanmasına yönelik adımları hızlandırmaya karar vermişti. Aynı zamanda ilk toplantısını yapan ortak bir teknik ekip de kurdular.

Thimphu ve Pekin 1984 yılında sınır görüşmelerini başlattılar ve o zamandan bu yana esas olarak üç tartışmalı bölgeye odaklandılar: Kuzey Bhutan’daki Jakarlung ve Pasamlung bölgeleri ve Batı Bhutan’daki Doklam bölgesi.

Çin ve Bhutan sınır anlaşmazlıklarını başarılı bir şekilde müzakere edip resmi diplomatik bağlar kurarsa, özellikle Tayvan ve Güney Çin Denizi konusunda Xi Jinping liderliğinin dış politikaya giderek daha agresif bir yaklaşım getirdiği eleştirilerine maruz kalan Pekin, bu becerisini anlaşmazlıkları barışçıl müzakereler yoluyla çözebileceğine dair dünyaya açık mesaj vermek için kullanacaktır.

Bu sınır görüşmeleri Hindistan için neden önemli?

Himalaya krallığının Çin ile olan sınır görüşmelerinde her ne kadar bir çözüm yakın zamanda görünmüyor olsa da bu görüşmeler Thimphu’nun fiili güvenlik şemsiyesi olan Yeni Delhi için -özellikle de 2017’deki Doklam çıkmazından sonra- kritik bir kaygı ve tedirginlik kaynağı ve aynı zamanda stratejik ve güvenlik çıkarları taşıyor. Hindistan’ın Bhutan’ın tartışmasız toprağı olarak kabul ettiği Doklam platosu, Siliguri Koridoru’na yakınlığı nedeniyle stratejik önem taşıyor. Tavuk Boynu olarak da bilinen Siliguri Koridoru Hindistan anakarasını Kuzeydoğu’ya bağlayan 22 km’lik bir şerit. Aynı zamanda Hindistan’ı Tibet, Nepal, Bhutan ve Bangladeş’e bağlıyor. Yeni Delhi’de Thimphu ile Pekin arasındaki sınır anlaşmasının Hindistan, Bhutan ve Çin arasındaki üçlü kavşağın yakınında bulunan Doklam’ın kuzeydeki tartışmalı bölgelerle değiştirilmesini içerebileceğine dair kaygılar var. Bu kavşak noktası Batang La adlı bir noktada yer alıyor. Çin bu noktayı Batang La’nın yaklaşık 7 km güneyinde Gipmochi Dağı adı verilen bir zirveye kaydırmak istiyor. Ancak Yeni Delhi tüm Doklam platosunun Pekin’in kontrolü altında olacağı anlamına geleceği için bu harekete karşı çıkıyor. Çin’in Bhutan’ı diplomatik ilişkiler kurmaya zorlaması ve iki ülkenin on yıllardır süren sınır anlaşmazlığını çözmeye yaklaşması nedeniyle Hindistan temkinli davranıyor ve gelişmeleri yakından izliyor.

Çin daha önce Bhutan’ın batı sınır bölgelerinin bir kısmından vazgeçmesi hâlinde kutsal, manastırlar açısından zengin Beyul Khenpajong vadisi de dâhil olmak üzere kuzey Bhutan’da işgal ettiği bölgelerden çekilme isteğinin sinyalini vermişti. Pekin 1998’de sınırdaki statükoyu değiştirmek için tek taraflı eyleme başvurmama taahhüdüne karşın 2017’den bu yana son dönemdeki Çin-Hindistan kavgasının da patlak verdiği nokta olan Doklam Platosu da dâhil olmak üzere Bhutan’ın batı bölgelerine de sızma hamlelerinde bulunuyor. Pekin’in Thimphu’yu ikna ettiği ve Batı Bhutan’da hak iddia ettiği toprakları ele geçirdiği ve bu sayede Hindistan’ın Kuzeydoğusunu merkeze bağlayan stratejik açıdan önemli ve Hindistan’ın en savunmasız noktası olan Siliguri Koridoru’nun Tavuk Boynu’nu kapatmaya çalıştığı bir senaryo, Yeni Delhi için en hafif deyişle de olsa bir kâbus olur. Dolayısıyla Pekin ve Himalaya krallığı aslında her ne kadar birbirinden uzak olsalar da iki ülke arasındaki potansiyel yakınlık Hindistan için ciddi bir durum: Hindistan’ın Himalaya güvenlik girişiminde stratejik bir gerileme anlamına geliyor. Hindistan, Bhutan ve Nepal ile ilişkilerini Himalaya sınırı güvenlik politikası açısından hayati önemde görüyor.

Ancak şu ana kadar Yeni Delhi tarafından Thimphu’nun Pekin ile sınır anlaşmasının güvence altına alınmasına yönelik adımlarından memnun olmadığına dair herhangi bir ciddi gösterge görülmedi ve aynı zamanda Thimphu’nun planlarına Hindistan’dan destek almadan harekete geçmesi de düşük bir olasılık. Aslında Bhutan Başbakanı Lotay Tshering bu yılın mart ayında yaptığı bir açıklamada Bhutan, Çin ve Hindistan’ın Doklam Platosu’nda birleştikleri yerdeki sınırlarının çizilmesinin yalnızca üçlü olarak yapılabileceğini de söylemişti. Dolayısıyla ziyaretin amacı açık, ancak sonuçlarını zaman gösterecek. Gerçi Çin Hindistan’ın Maldivler, Sri Lanka ve Nepal gibi dostlarını kendi tarafına çekmek için para ile desteklenen yoğun bir çaba harcasa da Yeni Delhi’nin Önce Komşuluk politikasının önde gelen aktörlerinden biri olan Bhutan en azından yakın gelecekte bu kulübe katılmıyor. Çin, Hindistan ile yakın bağları olan Nepal’de yaptığı gibi Bhutan’da da stratejik bir ayak izi oluşturmaya çalışıyor. Pekin’in kredilere ve altyapı projelerine para akıtması nedeniyle Katmandu’daki etkisi son yıllarda artıyor. Ancak Thimphu’nun Yeni Delhi’nin stratejik çıkarlarını ve güvenlik kaygılarını göz ardı etmesi düşük bir olasılık. Hava savunması söz konusu olduğunda Hindistan Thimphu’nun yalnızca koruyucusu değil; ayrıca 1961 yılında ülkenin talebi üzerine Bhutan Ordusu’nun eğitimi için IMTRAT isimli Askeri Eğitim Ekibi’ni Bhutan’da konuşlandırdı.

Ziyaretin gündeminde neler masadaydı?

Ziyaretin görünen yüzü, ikili işbirliğinin tüm kapsamının gözden geçirilmesini amaçlıyordu. Ancak daha da önemlisi, yukarıda ziyaretin amacı açık demiştik: Bhutan Kralı’nın Hindistan temaslarında Thimphu’nun Çin’e karşı tutumu ve kaygıları birincil konu.

Bu etkileşimler ayrıca Himalaya ülkesinin 13. Beş Yıllık Planı’na verilen desteğin artırılması, ticaret ve iç zorluklarla mücadele açısından da oldukça önemli. Fiili güvenlik garantörü olan Yeni Delhi’nin Thimphu’ya tarımdan endüstriyel kalkınmaya, enerjiden kentsel gelişime, sağlıktan eğitime, kültüre, hemen her alana uzanan geniş desteği söz konusu. Ayrıca önemli bir işgücü sağlayıcısı. Bugün Bhutan’da ikamet eden veya çalışan Hintlerin sayısı, Bhutan’a günlük seyahat eden yaklaşık 8 bin işçinin dışında, kabaca 50 bin. Bu diaspora şu anda altyapı geliştirme, eğitim, ticaret, sanat, sağlık, bilgi teknolojisi gibi sektörlerde işgücü anlamına geliyor.

Bhutan’dan üretilen hidroelektriğin en büyük dış tüketicisi olan ve ayrıca Bangladeş ile Bhutan arasında malların iki yönlü taşınmasını da kolaylaştırmakta olan Hindistan, elektrik tarifesini revize etmeyi ve ayrıca Bhutan’ın elektriği Bhutan’ın Basocho hidroelektrik santralinden dağıtma talebini de değerlendiriyor. İki ülke aynı zamanda Assam’dan Kokrajhar-Gelephu demiryolu bağlantısı döşeyerek ve Hindistan-Bhutan sınırında Jaigaon’a bitişik bir yerde bir Entegre Kontrol Noktası kurarak birbirlerinin coğrafyasını birbirine bağlamayı planlıyor.

Son olarak hatırlanacağı üzere 2017 yılında Çin’in bölgede bir yol inşa etmeye çalışması üzerine Hindistan ve Çin Doklam’da 73 günlük bir çıkmaza girmişti. Yeni Delhi Bhutan’ın toprak bütünlüğünü korurken aynı zamanda kendi çıkarlarını da korumak için Thimphu adına müdahale etmişti. Ancak o zamandan bu yana durum gelişti. Kritik nokta şu ki Thimpu’nun sınır görüşmelerinde ve resmi diplomatik ilişkilere ilişkin tartışmalarda Pekin ile doğrudan katılımı, Yeni Delhi’nin doğrudan katılımı olmadan gerçekleşiyor. Değişen dinamikler, Hindistan’ın çıkarlarını koruma konusunda yeni zorluklar ve yeni kaygılar anlamına geliyor. Bu nedenle ki Bhutan Kralı’nın Hindistan’ı ziyareti kritikti ve her iki tarafa da bakış açılarını paylaşma ve Yeni Delhi için Thimphu’nun Pekin ile gelişen ilişkisi hakkındaki kaygıları giderme fırsatı sundu.

Hindistan’ın ayrıca bir de Bhutan’ın kendi kendini tecrit etme olarak tanımlanan eşsiz uluslararası statüsünden bir miktar ayrılarak Yeni Delhi’ye dinamik bir dış politika arzuladığına dair verdiği sinyalleri iyi yönetmesi gerekecek. Ancak mevcut Çin-Hindistan stratejik rekabeti altında Yeni Delhi’nin Pekin ile Thimphu arasındaki diplomatik ilişkileri yönetmeyi kabul etmesi pek olası görünmüyor. Bhutan Başbakanı Lotay Tshering Hint basınına verdiği bir röportajında “Teorik olarak Bhutan’ın Çin ile ikili ilişkisi nasıl olmasın?” demiş ve “Açıkçası bir sorunu çözüp başka bir sorun doğurmak istemiyoruz” diye de eklemişti. Bhutan Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde yer alan bir açıklamada, “Bhutan Tek Çin Politikasını destekliyor ve ortak çıkarları ilgilendiren konularda Çin ile temas hâlinde bulunuyor” deniyor. Ancak yetkili bir kaynaktan dile getirilen bir argümana göre Bhutan sınır anlaşmazlığı çözülene kadar Pekin ile doğrudan diplomatik ilişkiler kuramaz.

GÖRÜŞ

Neo-Trumpizm, Trump’ı da yutacak: Amerikalı muhafazakârın İsrail sorunu

Yayınlanma

Trump iktidarıyla birlikte Amerikan muhafazakârları ağır bir değişim geçirdi. Bush dönemlerinden aşina olduğumuz şahin Amerikan milliyetçileri, yerini izolasyoncu Amerikan milliyetçilerine bıraktı. “Önce Amerika” sloganı Trump iktidarının belki de en belirgin yapıtaşıydı. Donald Trump, on yıllar boyu devam eden ve Amerikan halkına gram faydası olmayan okyanus aşırı maceraların yarattığı rahatsızlığı oya çevirmeyi başarmıştı.

Trump’ın 4 yılı, diğer başkanlara nazaran sakin olsa da tamamen “izolasyonda” geçmedi. İranlı General Kasım Süleymani Trump yönetimi altında öldürülürken Kudüs ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanındı. Ancak Trump’ın kitlesi “Önce Amerika” cümlesini o kadar fazla duymuştu ki karnı yeni maceralara toktu, kalkışan kişi çok sevdikleri Trump olsa bile…

İşte bugün Trump’ın yarattığı izolasyoncu muhafazakâr canavarını konuşacağız. Bu kitleye canavar diyorum çünkü artık Trump’ın kontrolünde değiller. Kahramanları İsrail yanlısı olarak tanınsa bile İsrail’i desteklemek istemiyorlar. Bu kırılmayı ABD’nin bazı meşhur muhafazakâr figürleri fark ettiler ve doyasıya üzerine oynuyorlar. Peki, kim bu figürler?

Muhafazakâr medyada İsrail kavgası

Hikâye doğal olarak 7 Ekim’de başladı. Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısı sonrası Demokrat Parti’de kıyamet kopuyordu. Malum, Müslüman oylarına ihtiyacı olan Demokratlar, İsrail’den yana tavır alırken kırk takla atıyorlardı. Ancak Cumhuriyetçiler için böyle bir sorun yoktu. Partinin her kesimi İsrail destekçisiydi. Değil mi?

Pek sayılmaz. Evet, Trump’ından Mitch McConnell’ına partinin tüm demirbaşları kayıtsız şartsız destek açıklıyor, Biden’a caydırıcı olmadığı için eleştiride bulunuyorlardı. Ama bir sorun vardı. Kitlede aykırı sesler çıkmaya başlamıştı. Sonuç olarak 1 buçuk yıldır Ukrayna üzerinden kendilerine anlatılan politikaların tam tersi yapılıyordu. Bazıları sordu; “neden İsrail’e para harcıyoruz? Kendi altyapımız bu kadar zayıfken, sınır güvenliğimiz delik deşik olmuşken, gençlerimiz uyuşturucu bağımlılığından sokaklarda sürünürken neden başka ülkelerin sorunlarına odaklanıyoruz ki?”

Bu rahatsızlığı medyada birileri yakalamayı başardı; Tucker Carlson ve Candace Owens. Tucker Carlson’ın ABD’de bir efsane olduğunu söylesek yanlış olmaz. Fox News’da yıllardır yaptığı anchormanlikten ayrılan gazeteci Carlson, yıllar içinde ABD’li liberalin nefret objesine, muhafazakârın ise idolüne dönüştü. Carlson, Trump tipi (ancak Trump’ı sevmeyen) bir muhafazakârdı. ABD’nin çoğu dış politika hamlesini hatalı buluyor, ABD müesses nizamıyla doğrudan kavga ediyordu. FBI’ın Carlson’u takip ettirdiği bile ortaya çıkmıştı.

Carlson, Fox’ta çalıştığı dönemde sadece müesses nizamı eleştirmekle kalmadı, daha ağır konuşan sol merkezli figürleri de ekrana çıkarmaya başladı. Bu size pek şaşırtıcı gelmeyebilir ancak Fox’un muhafazakârların en çok izlediği kanal olduğu düşünüldüğünde sol figürleri orada görmek devrim niteliğinde bir olaydı.

Tucker Carlson ve temsil ettiği fikirler sol-sağ fark etmeksizin müesses nizam nefretinde birleşmişti. Carlson, Fox’tan ayrıldıktan sonra Elon Musk’ın X’inde program yapmaya başladı. Musk’ın da reklamını yaptığı şov izlenme rekorları kırdı. İşte bu Carlson, ufak ufak İsrail desteğine dokundurmaya başladı. “İsraillileri çok severim çünkü kendilerini düşünürler. Biz neden kendimizi düşünmüyoruz?” diyerek ilk kurşunu sıktı. Carlson, ABD’nin onca sorunu arasında başka ülkeleri korumak gibi bir misyonunun olmadığını söylüyordu.

Bu cümleler halkta karşılık bulmuştu. Carlson muhafazakâr camiada tabu bir konuya giriyordu. ABD’nin İsrail’e milyarlarca dolar destek vermesi tartışmaya açık bir konu değildi. Ancak artık pandoranın kutusu açıldı. Hani “Önce Amerika’ydı?”

Asıl kavga ise siyasi yorumcu Candace Owens ile başladı. Owens, İsrail’e muhalefeti bir adım daha ileri taşıdı. Carlson’ın pragmatik bakış açısının ötesinde İsrail’i doğrudan soykırımla suçladı. Konuyla ilgili yaptığı paylaşımda “hiçbir şey bir devlete soykırım yapma hakkı tanımaz” dedi.

Owens, İngilizce Youtube izleyicilerinin “Shapiro feminist üniversitelilere haddini bildiriyor #83” başlıklı videolardan tanıyacağı muhafazakâr fikir önderi Ben Shapiro tarafından topa tutulacaktı. Shapiro, Owens ile aynı kanalda yani Daily Wire’da çalışıyordu. Kendisi bir Yahudi ve açık İsrail destekçisi olan Shapiro, Owens’ın 7 Ekim sonrası yaptığı yorumları “utanç verici” olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Owens da Tucker Carlson’ın programına çıkıp Shapiro’ya “duygusal ve kontrolden çıkmış biri” diyerek cevap verdi. Shapiro’nun “Gerçekler, duygularınızı umursamaz” isminde bir kitap yazdığı ve bu cümleyi tüm münazaralarında kullandığı düşünüldüğünde kendisine duygusal denmesi herhangi bir hakaretten daha ağır sayılabilir.

Kitlelerde izolasyonculuğun karşılığı

Candace Owens ve Tucker Carlson gibi popülist karakterlerin böyle politikaları benimsemeleri muhafazakâr kitlelerde bunun bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Bu figürler, Trump’ın başlattığı “Önce Amerika’yı” bir adım daha ileri taşıdılar. Trump sonrası muhafazakâr siyaset için örnek oluşturdular. Hemen hemen benzer düşüncelerdeki Elon Musk’ın X’inde kendilerine yer buldular. Bu “Neo-Trumpizm’in” bayrağını kim taşıyacak henüz bilmiyoruz.

Bildiğimiz bir şey var ki Amerikan muhafazakârının kafası karışık. Önceden tamamen İsrail yanlısı bilinen bu kitlede İsrail’e silah verilmesine karşı olanların sayısı yüzde 43’ü buldu. Bu sayı tarih boyu İsrail desteklemiş bir parti için çok yüksektir. Bundan sonra Cumhuriyetçi siyasetçiler ne kadar Yahudi lobi gruplarının desteğini isterlerse istesinler, bu kitleyi görmezden gelerek siyaset yapamazlar. Bunu hisseden siyasetçilerden biri genç başkan adayı Vivek Ramaswamy oldu. Kendisi Trump tipi popülist politikalarla ön seçimlerde Trump’ın arkasında ikinciliğe yerleşti. Ancak bu bayrağı devralabilecek kadar tutunabilecek mi onu göreceğiz. Cumhuriyetçilerin yeni yıldızı olarak parlatılan Ron DeSantis de kısa süre içinde unutuldu gitti.

Tabii bunları düşünmek için çok erken. Hala tahtta oturan bir kral var ve o kral 2024’te zafer ilan etmeye niyetli. Eğer Trump, 2024’te başarısız olursa hemen şimdi, kazandığı takdirde ise 2028’de bu değişimi daha net göreceğiz. Trump 2024 için başkan yardımcısı olarak “Tucker Carlson’ı isterim” demişti. Olur mu olmaz mı bilinmez ancak Carlson ismini bundan sonraki seçimlerde daha sık duymaya hazır olun. Her şekilde Neo-Trumpizm, her savaş başladığında biraz daha büyümeye devam ediyor. Bu da bize gelecekte Trump’ın aksine yarım yamalak olmayan ve gerçekten izolasyoncu politikalar güden bir akımın güçleneceğini söylüyor. Neyse, hele bir 2. Trump devrini görelim, Neo-Trumpizmi o zaman düşünürüz.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hintlerin gözünden Henry Kissinger

Yayınlanma

Dünyanın en etkili ve en tartışmalı diplomatlarından, uluslararası ilişkilerin ve diplomasinin ileri gelen isimlerinden biri olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger 30 Kasım 2023 tarihinde 100 yaşında hayatını kaybetti. Kissinger, 1969-1977 yılları arasında ABD’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Başkan Richard Nixon yönetimindeki Dışişleri Bakanı olarak oynadığı rol ile tanınıyor. Aynı zamanda 1970’li yıllardaki ABD-Çin yakınlaşmasının mimarı olarak biliniyor. Ancak kaleme aldığım bu değerlendirme için Kissinger konusunun bizi ilgilendiren kısmı, Bangladeş’in Kurtuluş Savaşı olarak tarihe geçen 1971 savaşında Pakistan’ı desteklemesi ve Çin’i Hindistan’a saldırmaya teşvik etmesi.

Yani, Henry Kissinger’ın mirası Hintler için toksik. Öyle ki Hintler için onun 1971 savaşındaki rolü, onu son derece tartışmalı bir isim hâline getirdi. Öncelikle biraz arka plana ihtiyacımız var. 1971 savaşı Pakistan’daki iç gerilimlerden kaynaklandı. İngilizlerin alt kıtadan çekilmesi ile Hindistan için söz konusu olan 1947’deki Hindistan ve Pakistan olarak yaşanan bölünmeden sonra Pakistan coğrafi olarak iki ayrı kanattan oluşuyordu: Batı Pakistan (Punjab, Sind, vs.) ve (1971’den itibaren Bangladeş olarak bağımsız bir ülke olan) Doğu Pakistan (Bengal). Ancak Pakistan, Batı Pakistan’dan gelen elitlerin hâkimiyetindeydi. Pakistan vatandaşlarının çoğunluğunun Doğu Pakistan’da yaşamasına karşın Pakistan halkı ayrımcılığa uğradığını ve güçlerinin kesildiğini hissediyordu. Pakistan’ın 1970’teki ilk demokratik seçiminde, Doğu Pakistan’daki hoşnutsuzluk dalgası Awami Birliği’ne ezici bir zafer kazandırdı. Sheikh Mujibur Rehman liderliğindeki Awami Birliği, Doğu Pakistan’a daha fazla özerklik verilmesini savundu. 1970’teki ezici zaferi ona ulusal mecliste çoğunluğu sağladı. Ancak Pakistan, iktidarı devretmeyi reddeden ordusu tarafından yönetiliyordu. Bu durum politik krizi beraberinde getirdi. Doğu Pakistan protestolarla çalkalandı. Krizi çözmeye yönelik görüşmelerde uzun bir çıkmazın ardından Pakistan Ordusu Mart 1971’de Doğu Pakistan’da ölümcül bir baskı başlattı. Dhaka’daki Amerikalı diplomatların “soykırım” olarak nitelendirdiği bu baskı politik aktivistleri ve azınlıkları hedef alıyordu. Tarihe “Searchlight Operasyonu” olarak geçen bu askeri baskıda yüzbinlerce kişi öldürüldü. Awami Birliği’nin lideri Sheikh Mujib, Bangladeş’in kurulması adına bir Bağımsızlık Bildirgesi imzaladı. Bu, milyonlarca kişinin mülteci olarak Hindistan’a kaçmasına neden olan bir iç savaşı tetikledi. Ve bu da bizi yol açtığı 1971 savaşına getiriyor ki işte, Henry Kissinger’ın devreye girdiği yer de burası.

Kissinger ve Nixon’ın rolü

Bu kısa arka planın ardından, konunun hızla Kissinger’ın rol aldığı kısmına geçelim. Kriz patlak verdiğinde Kissinger ve Başkan Nixon Pakistan Ordusu’nu desteklemeye istekliydi. Bunun en temel nedeni, ABD’nin 1970-71 yılları arasında komünist Çin ile ilişkilerin önünü açmak için Pakistan’ın askeri yöneticisi Yahya Khan’ı kullanmasıydı. Bu “arka kanal” stratejisinin Çin açısından önemi dikkate alındığında ABD, birlikleri Doğu Pakistan’da binlerce kişiyi öldüren Yahya Khan’a “herhangi bir baskıda bulunmamak” konusunda istekliydi. Dhaka’daki Amerikan diplomatların Washington’ın şiddeti durdurmak için müdahale etmesini talep etmelerine karşın Nixon ve Kissinger çok az şey yaptı. Ve Kissinger, Pakistan Ordusu’na yardımda kilit rol oynadı. ABD’nin önde gelen yayıncılarından New York Times 1971 yılı boyunca, ordunun cinayetleri başladıktan sonra dahi ABD’nin Pakistan’a silah sevkiyatı yaptığını bildiriyordu. Bu, ABD’nin 1965’teki Hindistan-Pakistan savaşından sonra Pakistan’a uyguladığı silah ambargosunu da ihlâl ettiği anlamına geliyordu. Başkan Nixon ayrıca iç savaşın olumsuz etkileri nedeniyle Pakistan’a ekonomik yardım sağlamak için de çalıştı. Bu, Amerikan Kongresi’nin Pakistan’da işlenen zulümler dikkate alındığında yabancı yardımı durdurma yönünde oy kullanmasına karşın gerçekleşti. Ama zaten  Nixon bunu “amaca zararlı” olarak eleştirmişti.

Bangladeş askeri direnişi büyüdükçe Hindistan’ın devreye girdiğini görüyoruz. Hindistan da Bangladeş’in bu büyüyen askeri direnişine yardım etmeye başladı ki milyonlarca mültecinin Hindistan’a akın edişi Hint hükümetini zaten alarma geçirmişti. Hindistan ayrıca Doğu Pakistan sınırına da asker yığdı. Ve bundan öfkeye kapılan Kissinger, Hintlerden “gayrimeşrular” diye söz ediyordu ki o dönemde Kissinger’ın en büyük önceliği Çin’di ve Pakistan da bunun anahtarıydı. Temmuz 1971’de Kissinger, Çin’e tarihi bir ziyarette bulundu ve bu ziyaret, “iki eski düşman” arasında diplomatik bağların yolunu açtı. Daha sonra Amerikan politikası hızla “açıktan” Pakistan yanlısı bir politikaya dönüştü ki Kissinger ve Nixon, kriz büyüdükçe ABD’nin Pakistan’ın arkasında durması gerektiğine inanıyordu. Pakistan, 1950’lerden beri Soğuk Savaş’ta Komünizme karşı mücadelede Washington’ın sıkı bir müttefikiydi. Dolayısıyla Washington’ın “güvenilirliğini” korumak için müttefiki desteklemek gerekiyordu. Amerikan inancı bu yöndeydi. Kissinger, eğer ABD Pakistan’ı desteklemeseydi Çin gibi ülkelerin onu zayıf göreceğine inanıyordu. Bu, yeni Çin-ABD ilişkisini riske atmak olurdu. Bu iki isim ayrıca Hindistan’ın, Soğuk Savaş’ta ABD’nin müttefiki olan Pakistan’ı küçük düşürmek için Sovyetler Birliği ile birlikte çalıştığına da inanıyordu.

Kasım 1971’de kriz tırmanırken Hindistan Başbakanı Indira Gandhi Washington’da Nixon ve Kissinger ile zor bir görüşme gerçekleştirdi. Bu çok zorlu bir görüşmeydi. Amerikalılar Hindistan’ı Pakistan’a baskı yapmaması konusunda uyarıyordu. Ama bu zorlu görüşme her iki tarafın konumunu değiştirmek adına pek de etkili olmadı. 3 Aralık 1971’de Pakistan Hindistan’a saldırdı ve savaş başladı. Hindistan ve Bangladeş direniş güçleri Pakistan ordusunu yenilgiye uğratmaya başlayınca Nixon ve Kissinger hasar kontrolüne geçti. Kissinger açıkça yetkililere Nixon’ın Pakistan’a destek çıkmak istediğini söyledi. Hindistan’a ekonomik yardımlar kesildi, Pakistan’a silah göndermeye başlandı, İran gibi Ortadoğu’daki üçüncü ülkeler Pakistan’a askeri destek göndermeye yönlendirildi. Ayrıca ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) ateşkes kararı verilmesi için baskı yaptı. Bu, Hindistan girişimini durdurabilirdi. Ancak Sovyetler Birliği bu öneriyi engelledi. Ama Nixon ve Kissinger daha sonra Sovyetler’i Hindistan’a baskı yapmaya ve savaşı durdurmaya ikna etmeye çalıştı.

Toksik miras

Ve dahası, Çin’e de yaklaştılar ve Pekin’in Yeni Delhi’yi tehdit etmek için Çin-Hindistan sınırına asker göndermeyi düşünüp düşünmeyeceğini sordular. Burada Kissinger’ın niyeti Nixon’a söylediği ifadelerden açıkça anlaşılıyordu: “Şimdi Hintleri ikna etmeliyiz, onları Batı Pakistan’a saldırı yapmamaları için korkutmalıyız.” Ancak Çin bunu yapmayı reddetti. Bunun üzerine Nixon ve Kissinger, uçak gemisi USS Enterprise başkanlığındaki bir görev gücünü derhâl Hint Okyanusu’na gönderme kararı aldı. Bu, Hint stratejistleri savaşı hızla bitirmeye itti. Hindistan güçleri zafere yaklaşırken ABD, 13 Aralık’ta BMGK Kararı yoluyla çatışmayı durdurmak için başka bir çaba gösterdi. Ancak karar veto edildi ve yalnızca üç gün sonra Doğu Pakistan’daki Pakistan güçleri Hindistan’a teslim oldu.

Politikalarının başarısız olmasına karşın hem Nixon hem de Kissinger, Batı Pakistan’ı Hindistan egemenliğinden kurtarmaya yardım ettiklerini iddia etti. Ayrıca Kissinger, yeni Hindistan-ABD ortaklığının son yıllardaki gücünden de övgüyle söz ediyordu. Ancak tarihte hiç olmadığı kadar gelişen bu Hint-Amerikan ortaklığına, Henry Kissinger’ın Hintler üzerinde bıraktığı bu toksik mirasına karşın tanıklık ediliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistin’in geleceği – 4  

Yayınlanma

Yazar

Son olarak savaşın diğer tarafına, İsrail’e bakmak gerek.

Tel Aviv yönetiminin “büyük İsrail”i kurmak istediği düşüncesi çok yaygın. Tanımı genellikle belirsiz bir şey “büyük İsrail”. Bununla eğer Ortadoğu’nun büyük bölümünü ele geçirecek bir İsrail devleti kastediyorsa, hezeyandan başka bir şey değildir. İster islamcılar, ister sağcı siyonistler, ister Türk veya ister Kürt milliyetçileri olsun, kimin tarafından savunulduğunun da hiçbir önemi yoktur.

Toprak fetişizmi, yüzölçümü hesapları, en ideal örneği televizyon karşısında elinde ekmek bıçağı kafasında tasla nara atan Türk, Arap, Yunan, Kürt, Yahudi vb. milliyetçileri yahut neoosmanlıcılar gibi çoktan mevta olmuş imparatorlukların heveslileri için anlam taşıyabilir; ama onların nostaljisini güttüğü köleci ve feodal imparatorluklar bile toprak için toprak sahibi olmuyorlardı. Toprağın önemi harita üzerinde kapladığı yer değil ondan sızdırılan köle veya çeşitli biçimleriyle vergiydi.

Kapitalizm ise selefi sosyal-iktisadi formasyonlara göre çok daha rasyoneldir. Kapitalizm toprağı harita üzerinde bakıp da geviş getirmek için almaz, köle veya vergi sızdırmak için de almaz; onu işlemek, emmek, altında, üstünde ve üzerinde ne varsa sömürmek için alır. Ne var ki bunun için işgücüne ihtiyacı vardır — bu, bütün kapitalist üretim tarzının baş çelişkisine yol açar. Kendi devlet sınırları içinde bile yaklaşık 10 milyon nüfusuyla işgücü ihtiyacını karşılayamadığı için başta apartheid rejimine maruz tuttuğu ve sayıları 5,5 milyonu bulan Filistinliler ve Araplar olmak üzere pek çok ülkeden işgücü kiralayan İsrail sermayesi, sözümona “büyük İsrail”in yaratacağı işgücü ihtiyacını hiçbir surette karşılayamaz.

İsrail sermayesinin bölgeye yayılmasıyla İsrail devletinin sınırlarının genişletilmesi aynı şey değildir. İsrail, başta ABD olmak üzere batı sermayesinin organik bileşeni olan tekelci sermayesiyle ilkini amaç olarak güder; ne var ki bunun için bölge devletleriyle barışa ihtiyacı vardır. Tablo tam da budur: İbrahim anlaşmaları tasarısında görüldüğü gibi İsrail, işbirlikçi Arap sermayesine yeni ve alabildiğine geniş imkânlar vaat ederek işbirlikçi Arap rejimlerine barış teklif ediyor.

Bununla birlikte sermayenin genişlemesi birincisi serbest işgücünün bulunması, ikincisi sermayenin hareket serbestliğinin sağlanması ölçüsünde mümkündür. Bunların her ikisi de İsrail tarafından özgün bir apartheid rejimini gerektirir, çünkü Filistinlilerin milli direnişi her ikisi için de tehdittir. Başka deyişle, İsrail’in “meşru müdafaa” iddiası hukuki açıdan doğru değildir ama “güvenlik” argümanı da büsbütün demagojik değildir; zira İsrail rejimi, dinci manyaklığa sadece teslim olmayıp teşvik de ederek yerleşimci siyasetini sürdürürken kendi halkının güvenliğini de tehlikeye atıyor ama bunu mukaddes sermayenin güvenliği için yapıyor. İsrail rejiminin menfaatlerini emperyalizmin ve bölgedeki Arap işbirlikçilerinin menfaatleriyle örtüştüren şey de budur zaten.

Böylece, hayata harita fetişizmi üzerinden bakanlar değil ama “büyük İsrail” derken Filistin’in ilhakının tamamlanmasını öngörenlerin kastettikleri siyasi proje nesnel bir anlam kazanır. İlhak isteğinin kuşkusuz ideolojik bir veçhesi vardır; ancak ideolojik veçheler iktisadi ve sosyal temellerle ve onların tetiklediği siyasi tedbirlerle örtüştüğü ölçüde önem taşır. Bu yazıyı hazırlarken tartışma ve görüşlerinden yararlanma fırsatı bulduğum Emir Aşnas, İsrail siyasetinde artık Filistin ve Golan dışında ilhaktan söz eden kalmadığını vurgulamıştı. Bununla birlikte demografik bir problemin de Filistin meselesinin “nihai çözümünü” zorladığını hatırlatmıştı: “Esasen İsrail vatandaşlığının kendine has yapısının da (yani dünyada yalnızca akredite hahambaşılıklar tarafından onaylanmış Yahudilerin vatandaşlığa kabul edilebilmesi) etkisiyle demografik bir sorunu vardır. … Gazze’nin tehciri için bu kadar istekli olmalarının temel bir nedeni de budur.” Kaldı ki bütün dünyadaki Yahudiler İsrail’e göçmeyi kabul etseler bile (olmayacak bir şey) nüfus yoğunluğu çok düşük kalmaya devam edecektir.

İsrail kapitalizmi mevcut gerilim devam ederken de bugüne kadar olduğu gibi işlemeye devam edebilir. Savaştaki her yeni tırmanışın ve her yeni savaşın doğuracağı sarsıntıyı az çok rahatlıkla absorbe edebilecek kadar esnek bir sermayedir bu. Ama esnekliğin kârdan zarar kalemi olmasından başka, bunun da bir sınırı vardır. Bu sınırı yaklaştıran, bugüne kadar hep İsrail’in avantajına işleyen diaspora meselesidir. İsrail’in başlıca müttefiki olan ülkelerde kendini Filistinli hisseden onbinlerce ve yüzbinlerce insanın örgütlenerek müesses nizama baskıda bulunması ise orta vadede İsrail’in varlığını tartıştırabilecek kadar ciddi bir sorundur. Filistin halkının tehciri yönündeki baskının diğer bir nedeni de budur. Filistinli kalmazsa Filistin meselesi de kalmaz.

Demek ki Filistin meselesinin çözümü, yani Filistin milli mücadelesinin bütünüyle etkisizleştirilmesi, İsrail sermayesi için kaçınılmazdır. Sorun bunun hangi yoldan gerçekleştirileceğidir.

Filistin’in geleceği – 3

Birinci yol: Filistin milli mücadelesinin fiziki olarak tasfiye edilmesi, yani sadece Filistinli savaşçıların değil Filistin halkının da yok edilmesi. Bunun bir iktisadi bedeli olacak, İsrail’in işgücü piyasasında sıkıntılar doğacaktır; ama yeterince esnek olan İsrail sermayesi bu sıkıntıları yüksek ücret ödenen ancak hukuki hakkı bulunmayan gastarbeiter formülüyle orta vadede kolaylıkla aşabilir. Siyasi haklara gelince, yerli işgücünün siyasi hakları bile artık genel bir emperyalist-militarist siyaset olarak her yerde budanıyor; dolasıyla İsrail’de yabancı işçilerin siyasi hakları bulunmadığından yakınmak fazla kaçar. İşgücünün kıt olduğu bütün Ortadoğu monarşilerinin formülüdür bu ve üstelik gayet işlevsel bir formüldür. Gastarbeiter ne kadar kalifiye emek sunarsa o kadar fazla ücret alır; ne kadar niteliksiz olursa o kadar köle emeğine yakınsar. Yüksek teknoloji ülkesi olarak İsrail, gastarbeiterlere Körfez monarşilerinden çok daha geniş fırsatlar sunar.

Bu yol savaşın “pozitif” biçimde, teorik sınırlarına, yani kendi teorik mantığı içinde “mutlak ve son şekline” kadar varmasını, yani hasmın tamamen silahsızlandırılmasını gerektirmekle kalmaz. Bu yol hasmın bir sonraki savaşa hazırlanması için vakit kazanmasını engelleyip tamamen kurutulmasını da gerektirir. Çünkü sermaye, demografi ve onlarla ilişkili olarak lobicilik sorunları, hasım ne kadar vakit kazanırsa bir dahakine İsrail’i çok daha güçlü tehdit edebilecek şekilde ortaya çıkmasına yol açacaktır. “Hasım bozguna uğratılmadıkça onun beni bozguna uğratacağından endişe edebilirim; dolayısıyla kendi eylemlerimin efendisi değilimdir.” (Clausewitz s. 38) Böyle bir durumda hukukun ve siyasetin sınırı da aşılır, çünkü askeri mantık ile siyasi hedef çakışmıştır. “Bunun [hasmı silahsızlandırma hedefinin] kendisine uluslararası hukuk adetleri görünümü altında koyduğu göze çarpmayan, söz etmeye bile pek değmeyecek sınırlamalar, şiddete, onun etkisinin özünü zayıflatmadan eşlik eder.” (Clausewitz s. 35.) “Endlösung” böylece halkın tehciri olarak karşımıza çıkar. Çünkü:

“Eğer savaşın soyut kavranışına dönmekle başlarsak … şimdi genel bir düzenin unsurları olan, geri kalan her şeyi kapsayan üç şeyi ayırt edeceğiz. Bunlar silahlı kuvvetler, toprak ve hasmın iradesidir. Hasmın silahlı kuvvetleri yok edilmeli, yani mücadeleye devam edemeyeceği bir duruma sokulmalıdır. … Toprak fethedilmelidir, çünkü yeni silahlı kuvvetlerin kaynağı olabilir. Ama bunlardan birine ya da diğerine erişildikten sonra bile savaş (düşmanca gerginlik ve düşman kuvvetlerin eylemi) sona ermiş sayılamaz, ta ki hasmın iradesi kırılıncaya, yani hasmın hükümeti ve müttefikleri barış imzalamaya mecbur kalıncaya yahut halk boyun eğdirilinceye kadar.” (Clausewitz s. 60.) Bunun tek bir darbeyle veya aşağı yukarı eşzamanlı bir dizi darbeyle yapılması gerekmez; bu yıpratma yoluyla da yapılabilir. İsrail saldırılarının Filistin direnişini hızla kıramadığı doğrudur, ama siyasetteki dumur halinin aşılmasıyla birlikte aynı amaca ulaşmak için kendi kayıplarını azaltarak zamana yaymayı tercih ettikleri görülüyor. Aynı şey Filistin açısından da doğrudur.

Tekrar etmeli: her bozgun savaşın sonu demektir, ancak mücadelenin sonu demek değildir. Savaşta bozgun, eğer savaş teorik sınırlarına kadar taşınmıyor, yani zaferi kazanan taraf bozguna uğrayan tarafı tamamen yok etmiyorsa mücadeleyi tekrar alevlendirebilir ve yeni bir önderlik, yani irade ortaya çıkartabilir. Ama mücadele, irade, önderlik… bunların hepsi de halk varsa anlam taşır. Halk tüketilirse hiçbiri kalmaz.

İkinci yol: Filistin’de, esas itibariyle de çatışmanın merkez üssü durumundaki Gazze şeridinde bir işbirlikçi sınıf yaratılması; bu sınıfın önüne İsrail sermayesiyle ortaklaşa zenginleşme imkânı serilmesi. Dönemin savunma bakanı faşist Liberman tarafından daha 2018’de Gazze için Singapur formülünün ileri sürülmesi boşuna değildir. Bu faşist o zaman şöyle demişti: “Biz kendi açımızdan gecekondu mülteci kamplarını Ortadoğu’nun Singapur’una dönüştürme işinde sizin için mükemmel ortaklar olabiliriz. … Eğer sizi yönetenler bunu kabul etmiyorlarsa sizi yönetenleri değiştirin.”

Bu, Filistin’in halk toprağının kurutulmasının bir başka ve daha kalıcı yoludur; Filistin halkından, en genelde Arap halklarından, dolayısıyla dünya halklarından başka herkes için en ideal formüldür.

Karl von Clausewitz. О войне [Savaş Üzerine]. Moskova: Логос & Наука, 1998.

Vladimir Lenin. Пол. соб. соч., т. 24 [Bütün Eserler, c. 24]. Moskova: Политическая литература, 1974.

Vladimir Lenin. Пол. соб. соч., т. 39 [Bütün Eserler, c. 39]. Moskova: Политическая литература, 1974.

Mihail Frunze. Избранные произведения [Seçme Eserler]. Moskova: Воениздат, 1950.

Mao Zedung. Избранные произведения, т. 1 [Seçme Eserler, c. 1]. Moskova: Иностранная литература, 1952.

Sun Tzu, U-Tzu. Трактаты о военном искусстве [Savaş Sanatı Üzerine Risaleler]. Moskova: Астрель, 2011.

Ali Şeriati. Kapitalizm Uyanıyor mu? (Çev. F. Yalçınkaya.) İstanbul: Dünya, 1992.

Frantz Fanon. Yeryüzünün Lanetlileri. (Çev. Ş. Süer.) Versus: İstanbul, 2002.

Fyodor Dostoyevski. Собрание сочинений [Bütün Eserler]. Moskova: Наука, 1995.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English