Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

İsrail’in “hedefe yönelik infaz” politikasının tehlikeli tırmanışı ve genişlemesi

Yayınlanma

17-19 Eylül tarihleri arasında Lübnan’da art arda yaşanan büyük çaplı çağrı cihazı ve telsiz patlamaları, yaklaşık 100 kişinin ölümüne ve binlerce kişinin yaralanmasına yol açtı. Ölenler arasında siviller ve çocuklar da bulunuyordu. Bu benzeri görülmemiş saldırılarda mağdurların çoğunun Hizbullah üyesi olması ve olayların ağırlıklı olarak Beyrut’un güney banliyöleri, Güney Lübnan ve Beka Vadisi gibi Hizbullah’ın kontrolündeki bölgelerde gerçekleşmesi nedeniyle hem Hizbullah hem de Lübnan hükümeti, bu saldırıların İsrail tarafından düzenlenen organize bir telekomünikasyon saldırısı olduğu konusunda neredeyse oybirliğiyle görüş bildirdi.

İsrail-Filistin ve İsrail-Lübnan çatışmasının yeniden alevlenmesinden sonra, Hizbullah liderleri İsrail istihbaratının Lübnan’ın akıllı telefon ağlarına sızdığı uyarısında bulunmuştu. Bunun üzerine üyeler, konumlarının tespit edilmesini önlemek amacıyla genelde eski, düşük teknolojili iletişim cihazlarını kullanmaya başlamıştı. Associated Press’e göre, bu ekipmanları kullananlar arasında Hizbullah’a bağlı okullar, hastaneler ve yardım kuruluşları gibi askeri olmayan kurumlar da bulunuyordu.

İsrail, geleneksel olarak “ne doğrulama ne yalanlama” tutumunu sürdürse de İsrail ile Hizbullah arasındaki çatışmanın giderek tırmanması göz önüne alındığında, çoğu gözlemci, teknolojik olarak güçlü olan İsrail’in, iletişim cihazlarının tedarik zincirine sızarak önceden yerleştirilmiş mikro bombaları patlattığı, böylece “hedefe yönelik infaz” politikasını ölçeklendirdiği ve savaş düzeyine çıkardığı sonucuna varıyor. Bu, Hizbullah’tan intikam almak ve onları caydırmak amacıyla yapılan bir hamle olarak görülüyor.

Eğer durum buysa, bu, İsrail’in yıllardır uyguladığı “hedefe yönelik infaz” politikasını daha yenilikçi hale getirip, ölçeğini genişlettiği ve şiddetini artırdığı anlamına geliyor. Tüketici ürünlerini, özellikle iletişim cihazlarını kitlesel imha silahlarına dönüştürerek savaş hukuku, uluslararası hukuk ve insani ilkeleri daha da ihlal ediyor ve uluslararası çatışmalar için yeni bir Pandora’nın kutusunu açarak kötü bir örnek teşkil ediyor.

“Hedefe yönelik infaz” neden bu kadar yaygın?

İsrail, küçük bir ülke ve nüfusu az olduğundan, tarih boyunca önleyici saldırıları ve hızlı sonuç almayı tercih etti. Uzun süreli çatışmalar İsrail’e büyük insan ve maddi kayıplar yaşattığı için, hükümet, çatışmaları durdurmak için karşı tarafla aynı şiddette veya daha fazla şiddet kullanmak zorunda kaldı. İsrailliler yıllarca dağınık halde yaşadı, ayrımcılığa ve katliama maruz kaldı ve ülke sürekli savaş durumunda kaldı. Endişe ve kriz bilinci, kaçınılmaz bir psikolojik gölge haline geldi ve hatta ulusal karakterin önemli bir özelliği olarak yerleşti. On yıllardır süren gergin karşı karşıya gelme ve şiddet tehdidi, çoğu İsraillinin güvenliği en yüce değer olarak görmesine ve “dünyayı karşıma almaktansa dünyanın beni karşısına almasına izin veririm,” şeklinde aşırı bir benmerkezci zihniyetin oluşmasına neden olmuştur. Bu faktörler, İsrail’in uzun süredir uyguladığı “hedefe yönelik infaz” politikasının ardındaki intikam motivasyonunu oluşturuyor ve bu politikanın çoğu İsrailli tarafından kabul görmesinin toplumsal temelini oluşturuyor.

“Hedefe yönelik infaz” politikası, İsrail hükümetinin düşman stratejisinin tutarlılığını ve göreli rasyonelliğini yansıtıyor. Bu politika, içeride saldırı mağdurlarını teskin edebilir ve olası tehditleri önleyebilir; dışarıda ise “terörle mücadele” bahanesiyle uluslararası baskıyı hafifletebilir. Bu şekilde, çatışmanın topyekûn tırmanmasını veya genişlemesini önleyebilir, geniş çaplı insani felaketlerin ortaya çıkmasını engelleyebilir, kamuoyu eleştirilerini azaltabilir ve düşman cepheyi bölüp parçalayarak İsrail karşıtı duyguları zayıflatabilir. Ayrıca, düşman radikal grupların örgütsel yapısını caydırma, dağıtma ve felç etme etkisi de vardır.

“Hedefe yönelik infaz” neden sıklıkla başarılı oluyor?

İsrail’in “hedefe yönelik infaz” yöntemleri çeşitlilik gösteriyor. Bu yöntemler arasında havadan karaya füze saldırıları, keskin nişancı tüfekleri, tank saldırıları ve arabalara, telefon kulübelerine, beton bariyerlere hatta cep telefonlarına uzaktan kumandalı bombalar yerleştirme gibi yöntemler yer almaktadır. Zaman zaman başarısızlıklar yaşansa da İsrail askeri istihbarat birimleri genelde istikrarlı, hassas ve etkili bir şekilde hareket edebilmekte ve yan hasarı en aza indirmeye çalışıyor. Şimdi, uluslararası kamuoyu, İsrail’in çağrı cihazları, telsizler ve hatta güneş panellerinde önceden yerleştirilmiş mikro patlayıcıların toplu ve hedefe yönelik olarak patlatılmasını sağladığına inanıyor. Bu, “hedefe yönelik infaz” politikasının zamanla durmadığını, aksine daha da geliştiğini gösteriyor.

“Hedefe yönelik infaz” politikasının bu kadar yaygın olması ve sık sık başarılı olması, temel olarak şu faktörlere dayanıyor:

İlk olarak, İsrail ezici bir genel güce sahiptir. İsrail uzun süredir savaş durumunda olduğundan, askeri ve istihbarat birimleri her an tetikte durumdadır. Sadece askeri alanda tüm Ortadoğu’nun süper gücü olmakla kalmayıp, aynı zamanda ekipman, teknoloji, iletişim, asker kalitesi, eğitim kalitesi ve savaş deneyimi açısından dünya çapında birinci sınıftır. “İnfaz” hedeflerini ele alırken adeta serçeyi öldürmek için top kullanır. “İnfaz” operasyonlarının kendisi sadece çeşitlilik göstermekle kalmayıp, aynı zamanda çok yüksek teknoloji içeriğine sahiptir.

İkincisi, İsrail’in askeri veya istihbarat kurumları önceden hazırlık yaparak, hedeflerin kullandığı ekipmanlara önceden bombalar yerleştirmekte ve gerektiğinde uzaktan kumandayla patlatır. Ankesörlü telefonlara, cep telefonlarına, telefon kulübelerine, yol bariyerlerine ve hatta sahte hediyelere uzaktan kumandalı bombalar yerleştirmek ve uygun zamanda patlatmak, İsrail’in bombalı suikastlarında sık kullanılan bir yöntemdir.

Üçüncüsü, ekipman kabiliyetlerindeki asimetriyi kullanarak tanklar, helikopterler, insansız hava araçları, roketatarlar veya keskin nişancı tüfekleri ile uzak mesafeden öldürme ve bombalama.

Dördüncüsü, düşman ülke sivilleri gibi kılık değiştirerek suikast hedefine yaklaşma ve eylemi gerçekleştirme.

“Hedefe yönelik infazın” başarılı olmasının bir diğer önemli faktörü, çok sayıda muhbirin işbirlikçi olarak hareket etmesi ve İsrail’in askeri istihbarat birimlerine hassas istihbarat sağlaması veya cep telefonu, araba gibi ekipmanları temin etmesidir. İsrail’in muhbir yetiştirme yöntemleri arasında şantaj, rüşvet ve iş izni verme gibi yöntemler bulunmaktadır. Bu, iradesi zayıf ve geçim sıkıntısı çeken bazı Filistinlileri, Lübnanlıları veya İranlıları ulusal çıkarlarına ihanet etmeye zorlamaktadır. Bazı istihbarat raporlarına göre, İsrail istihbarat kurumlarının Tahran’da Hamas lideri Heniye’yi “hedefe yönelik infaz” etmesi, satın alınmış içeriden birinin takibi, konumlandırması ve önceden patlayıcı yerleştirmesi yoluyla gerçekleştirilmişti.

İsrail hükümeti, bir dönem yargısız infaz eylemini “tasfiye” (Liquidation) olarak adlandırıyordu; ardından bu terimi “hedefe yönelik infaz” (Targeted Killing) olarak değiştirdi. Bu tanım bile yeterince açık olmasa da çoğunlukla bu eylemi “aktif savunma” olarak nitelendirerek, uluslararası ve yerel sol medya tarafından “suikast” olarak değerlendirilen bu eylemleri reddetti. Fakat adı ne olursa olsun, bu tür eylemlerin suikastın temel özelliklerine uyan birkaç gerçeği değiştirmediği açıktı: Hukuki bir yargılama olmaksızın suçlanan bir kişiyi yasa dışı şekilde öldürmek, doğrudan bir çatışma olmadan ve hedefin savunma şansı olmadığı bir anda hayatına son vermek ve genellikle bu eylemleri ya inkâr etmek ya da sessiz kalmak.

20 yılı aşkın süre önce, İsrailli milletvekilleri, avukatlar ve gazetecilerden oluşan İşgal Altındaki Topraklardaki İnsan Hakları Bilgi Merkezi (ICHROT), bir raporunda, suikastın İsrail’in 30 yılı aşkın süredir Filistinli önemli isimleri öldürme politikasının bir parçası olduğunu ve Aksa İntifadası sonrasında ortaya çıkan yeni bir uygulama olmadığını belirtti. Gerçekten de durum böyleydi.

O dönemde İsrail ordusunun Batı Şeria bölgesi komutanı Tuğgeneral Benny Gantz’a bir “temizleme politikasının” olup olmadığı sorulduğunda şu cevabı vermişti: “Temizleme diye siz dediniz, ben değil. Ne gerekiyorsa yapacağız ve tehdit olduğu sürece benzer operasyonları durdurmayacağız,” dedi. Özel Kuvvetlerin kurucularından Rami Golzin, İsrail gazetesi al-Hayat’a verdiği mülakatta şunları itiraf etmişti: “Biz tasfiye gerçekleştiriyoruz. Eğer Ebu Cihad’ı (1988’de) veya tasfiye edilmesi gereken diğer hedefleri tasfiye etmeseydik, otobüslerimiz havaya uçurulurdu ve 17 evladımız öldürülürdü”.

İsrail askeri istihbarat birimleri başlangıçta, suikast operasyonları sonlandıktan sonra belli kişileri “tasfiye” ettiklerini ilan ediyordu. Ancak daha sonra sessiz bir tutum benimseyerek bu faaliyetleri ne kabul ediyor ne de reddediyordu. Ancak değişmeyen bir uygulama, suikastların hedeflerinin “suçlarını” sayma pratiğiydi. İsrail askeri istihbaratı, suikastları hedeflerin terör saldırılarını önlemek için gerçekleştirdiklerini belirtiyordu. Bu, tipik bir “önce infaz, sonra yargılama” yaklaşımıydı.

İnsan hakları ihlalleri ve kınama

ICHROT, İsrail’in suikast politikasının hedeflerin yaşam hakkını ihlal ettiğini ve uluslararası hukuk ile İsrail yasalarının temel ilkelerine aykırı olduğunu vurgulamıştı. Bu politikanın en kritik noktası, hukuki dayanak olmadan bir kurum veya şahsın başka bir şahsı öldürme kararı alması ve bunu yargı organlarının onayı olmadan uygulamasıydı. Ayrıca, “sanık” genelde kendisine yöneltilen suçlamalardan habersiz olup, suçlansa bile kendini savunma şansı bulamıyordu.

Bu organizasyon, İsrail’in suikast politikasının, Filistinlilerin İsrail hedeflerine yönelik “terör saldırılarına” misilleme veya bu saldırıları organize edenleri cezalandırma amacı taşıdığını belirtiyordu. Ancak bu operasyonlar çoğu zaman şaibeli ve hatalı istihbarata dayandırılıyor ve bu durum, İsrail ordusunun kolayca harekete geçmesine, gücünü kötüye kullanmasına ve masum insanların zarar görmesine yol açıyordu. Çok sayıda olayda, İsrail’in “hedefe yönelik infaz” uygulamalarının, suikast hedefi olan insanların masum aile fertleri de dahil olmak üzere çok sayıda sivilin ölümüne neden olduğu görülmüştü.

Bir diğer önemli sorun ise, “hedefe yönelik infaz” politikasının askeri operasyonları sınırsız hale getirmesiydi. Eğer İsraillilere saldırdığından şüphelenilen Filistinlileri ya da Lübnanlıları öldürmek mümkünse, potansiyel saldırganlara ne yapılacaktır? Peki ya İsrail hedeflerine dönük saldırıları desteklediklerini sadece sözlü olarak ifade eden herhangi bir milletten insanlar, özellikle de Orta Doğu ülkelerinin vatandaşları ne olacak? Zira İsrail mantığına göre bunların hepsi potansiyel teröristtir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

GÖRÜŞ

İsrail, Lübnan’ı rahat bırakmıyor

Yayınlanma

Yazar

Lübnan’ın çeşitli bölgelerinde hatta Suriye’de Hizbullah mensuplarına ait çağrı cihazları ertesi gün ise telsizler eş zamanlı olarak patlatıldı. Daha önce rastlamadığımız çapta organize edilen bu yeni nesil saldırılar sadece Lübnan’da değil tüm dünyada şaşkınlık ve dehşet uyandırdı. İsrail bu konuda herhangi bir açıklama yapmasa da Hizbullah bu saldırılardan İsrail’i sorumlu tuttu ve misilleme yapacaklarını açıkladı.

İstihbarat örgütleri tarafından daha önce benzer yöntemlerle suikastlar düzenleniyordu ama hiçbiri Hizbullah mensuplarına karşı yapılan saldırılar kadar büyük çaplı değildi.

Uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayan ve birçok sivilin yaralanmasına ve hatta ölümüne yol açan bu saldırının yarattığı psikolojik tahribat da düşünüldüğünde bu saldırılar bir terör eylemi olarak nitelendirilebilir. Öyle ki, bu eylemler, ülkemiz dahil dünyanın dört bir yanında ciddi bir dehşet hissi uyandırdı.

Artık sadece Lübnanlılar değil dünyanın her yerindeki insanlar hayatlarının ayrılmaz bir parçası olan cep telefonu, tablet, bilgisayar hatta bebek monitörlerini bile kullanırken çekinir hale geldiler.

İsrail bu saldırıları özellikle üstlenmiyor. Öncelikle, sivil ya da savaşçı ayrımı yapmadan insanları hedefleyen bu eylem İsrail gibi hukuk tanımaz bir ülke için bile sorun teşkil edebilecek bir saldırı. Her ne kadar olağan şüpheli olsa da kanıtlar ile İsrail’i bu saldırılarla ilişkilendirilmek mümkün olmayabilir.

Hizbullah, 8 Ekim’de Gazze’ye destek için Lübnan’ın güneyinden İsrail’in kuzeyine yeni bir cephe açmıştı. Neredeyse bir yıldır devam eden karşılıklı saldırılarda her iki tarafta da can ve mal kaybı giderek artıyor. Şimdiye kadar İsrail’in tüm kışkırtmalarına rağmen Hizbullah çok dikkatli ve özenli davranarak direnişini sert bir şekilde sürdürürken büyük çaplı bir savaştan kaçındı.

Peki 8 Ekim tarihinden bu yana günlük konvansiyonel saldırı ve suikastlardan imtina etmeyen İsrail, yeni nesil saldırılarla neyin peşinde?

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, iç ve dış politikada baskı altında. Netanyahu içeride, hükümet üzerindeki kontrolünü artırmayı hedefleyen yargı reformları nedeniyle kitlesel protestolarla karşı karşıya. İsrail’deki birçok kesim, Netanyahu’nun yargının bağımsızlığını zayıflatma çabalarını otoriter bir eğilim olarak görüyor. Bu süreçte geniş çaplı protestolarla karşılaştığı için dış politikadaki başarılar, özellikle Hizbullah ile başa çıkma kabiliyeti, onun içerideki popülaritesini artırmak için kullanabileceği bir koz haline geliyor. Netanyahu, İsrail’in İran ve Hizbullah karşısında zayıf görünmesini istemiyor. Hizbullah ve İran tehdidine karşı güçlü bir lider imajı ile İsraillilere somut bir başarı göstermek istiyor. Tam da 7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği Aksa Tufanı Operasyonu ile aldığı ağır darbe ve önleyici bilgi toplama zaafının yıldönümü yaklaşırken ihtiyacı olan gövde gösterisini gerçekleştirmiş oldu.

Hizbullah’a karşı düzenlenen yeni nesil saldırılar, Netanyahu’nun hem istihbarat kapasitesini göstermek hem de içerideki eleştirileri savuşturmak için kullandığı stratejik bir hamle. Bu operasyonlar ile Netanyahu, İsrail halkına, hükümetin bölgesel tehditlere karşı caydırıcı ve etkili bir politika izlediğini göstermeye çalışıyor. Netanyahu, içerideki siyasi baskıları hafifletmek ve dışarıda güçlü bir lider olarak kalabilmek için bu tür saldırıları stratejik bir araç olarak kullanıyor. Ancak, bölgedeki durum daha da tırmanırsa, İsrail’in Lübnan’a kara harekâtıyla girmesi de bir seçenek olarak masada kalmaya devam edecek.

Bu saldırıların belki de en önemli nedenlerinden biri Lübnan toplumunu hedef alarak Hizbullah’a olan desteği eritip karşı grupların elini güçlendirmek. Çok mezhepli yapısı ve bildiğimiz anlamda milletleşemeyen Lübnan toplumunun dış tehditler karşısında birlik olmak yerine kaosa sürüklenme olasılığı ciddi. Kuşkusuz, böyle bir senaryoda ise Hizbullah’ın İsrail ile daha yoğun veya uzun bir mücadeleye girmesi zorlaşır ve direnci kırılabilir.

İsrail’in yüksek teknoloji kullanarak Hizbullah’ı hedef alması, çatışmanın yeni bir aşamaya geçtiğini gösteriyor. Bu tür operasyonlar, daha büyük bir savaşın ön adımı mı yoksa çatışmayı geniş çaplı bir savaşa dönüştürmeden kontrol altına alma çabası mı, henüz belli değil. Netanyahu’nun stratejisi hem iç hem de dış tehditlerle başa çıkmaya odaklanmış durumda, ancak bu gerilimlerin daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa evrilme riski de hala masada.

İsrail bu saldırılarından sonra Hizbullah’ın sert bir misilleme yapmasını bekliyor olabilir. Çünkü Hizbullah’ın aynı şekilde yeni nesil saldırı ile cevap vermesi güç olduğu için daha ağır konvansiyonel bir tepki vermek isteyebilir. Böyle bir durumda, özellikle sivil kayıpların olacağı bir Hizbullah saldırısında, İsrail kolaylıkla Aksa Tufanı Operasyonu sonrasında yaptığı gibi kendini kurban olarak lanse edebilir. İsrail, böyle bir kurguya çoktan teşne olan ABD ve Avrupa ülkelerine ‘kendini müdafaa hakkını’ kullandığını söyleyerek Lübnan’a yapacağı daha büyük bir saldırının ya da kara harekâtının taşlarını döşeyebilir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Sovyet basınında 12 Eylül – 3

Yayınlanma

Yazar

Bütün bu haberlerin en önemlisi, dahası, bütün bu haberlerin aslında gazetecilik kaygılarının değil (öyle olsa, ve karşımızda Pravda yahut İzvestiya değil de başka, mesela batılı ilerici bir yayın organı olsa, nesnel kaynaklara erişemedikleri için “yerel gazetelerin” yazdıklarını aktarmakla yetindikleri düşünülebilirdi) ama (baştan beri altını çizmeye çalıştığım) bir ideolojik-siyasi anlayışın sonucu olduğunu gösteren önemli bir “perspektif yazısı” var, 30 Ekim tarihli Pravda’nın sayfasını işgal eden. Gene Filippov imzalı bir haberle karşı karşıyayız; darbe idaresiyle ilgili izlenimlerini geçmiş. İlginç bir üslupla yapmış bunu; adeta darbe yönetiminin tezlerini marksist sosa bulayarak ülkedeki duruma dair az çok nesnel bir analizle karıştırmak ister gibi; ne var ki doğal olarak bu şekilsiz lapadan çıka çıka faşist darbenin aklanması çıkmış. Uzun bir alıntı yapmaya değer:

“Askerlerin sahnenin önüne çıkması ülkede meydana gelen belli iç siyasi durumla ilişkili. Türkiye Cumhuriyeti son yedi yıldır uzatmalı bir kriz yaşıyordu. Kiminde Demirel liderliğinde Adalet Partisi kiminde Ecevit liderliğinde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından birbiri ardınca kurulan hükümetler muhtelif burjuva-toprak ağası kesimlerin menfaatlerini yansıtıyordu ve kriz durumunu aşma gücüne sahip değildi. Bu partilerin hiçbiri parlamentoda mutlak çoğunluk kazanamıyordu. Sonuçta… en yüksek yasama organı paralize olmuştu. Örneğin partiler arası çekişmeler içindeki parlamenterler beş ay boyunca bir cumhurbaşkanı seçememişlerdi. Başlıca iki burjuva grubunun iktidar mücadelesini sertleştiren siyasi istikrarsızlık, sağ milliyetçi ve maocu aşırı solcu örgütlerin terörüyle iyice derinleşiyordu. … Terörün vurucu gücü küçük tüccarların, kırdaki kulakların ve deklase olmuş şehirli gençliğin menfaatlerini ifade eden neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’ydi. … Erbakan liderliğindeki dinci Milli Selamet Partisi devletin laik niteliğine karşıydı, medeni kanunun daha ilk Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından reddedilen şeriat kurallarıyla değiştirilmesini talep ediyordu. … Aşırılıkçı çıkışlar Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı ağır iktisadi kriz… ortamında gelişiyordu. … Bu ortamda ordu yönetimin dizginlerini eline aldı, Milli Güvenlik Konseyine göre Türkiye’yi krizden çıkaracak bir tedbirler programı açıkladı. Aynı zamanda askeri yönetim iktidarının geçici nitelik taşıdığı da açıklandı. … Güvenlik kuvvetleri ve askeri birlikler örgütlü terör dalgasını kırdılar. Basın, neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi tarafından kurulan yıkıcı terörist çetelerin geniş ağının tasfiye edildiğini bildiriyor. … Dinci Milli Selamet Partisi’nin ve sol aşırılıkçı grupların faaliyetleri de soruşturuluyor. … Dernek ve sendikaların aktivistlerinden oluşan bir grup da serbest bırakıldı. Askeri yetkililer faaliyetlerini sadece temizlik ve önleyici tedbirlerle sınırlandırmıyor; yasama reformları da ilan ettiler. Yeni anayasa kabul edilecek. … İktisadi alanda yönetimin faaliyetleri esasen bir önceki hükümet tarafından getirilen tedbirlerin devamına dayanıyor. Öncelikle özel sektörün geliştirilmesi siyaseti devam ediyor. İktisadi planlar daha önce olduğu gibi batıdan yabancı sermayenin ve geniş mali-iktisadi yardımın çekilmesi hesaplarıyla yapılıyor. … yeni yönetim, daha önceki hükümet tarafından IMF’nin baskısıyla sosyalist ülkelerle ticari ilişkilere getirilen bir dizi ciddi sınırlamayı da kaldırdı. … Hükümet programında sosyal nitelikli teminatlar da var: halkın hayat seviyesinin yükseltilmesi, 3 milyonu aşan işsizlikle mücadele, tarımsal reformlar gerçekleştirilmesi. Dış siyasete gelince… Türkiye’nin bugünkü yöneticileri komşularıyla ve bu meyanda Sovyetler Birliği’yle de ilişkileri iyileştirmeye özel bir önem vereceklerini açıklıyorlar. … Türk toplumu milli bayramını… kutlarken ülkenin mevcut güçlüklerin üstesinden başarıyla geleceği umudunu ifade ediyor.”

Sovyet basınında 12 Eylül – 2

Alabildiğine tepetaklak, alabildiğine çarpık, sübjektif, yanlış; ama derdini eksiksiz anlatıyor.

İzvestiya 31 Ekim’de Ecevit’in CHP genel başkanlığından istifa ettiğini duyurmuş. 3 Kasım’da ise Konsey genel sekreteri Haydar Saltık’ın açıkladığı “Türkiye’nin demokratik düzene geçiş programını” haberleştirmiş. Ayrıntılarını bildiğimiz şeyler (kurucu meclis, yeni anayasa, yeni siyasi partiler ve seçim kanunu). Ertesi gün Pravda’da Filippov da yazmış aynı şeyleri, ancak bir farkla: tıpkı 30 Ekim’deki benzersiz perspektif yazısında olduğu gibi burada da yeni anayasanın “kabul edileceğini” vurgulamış. Kehanet değilse eğer (olmadığını düşünmek için her türlü sebep var) kabul edilmeme alternatifi olmadığını bildiği için.

İzvestiya ertesi gün SSCB bakanlar konseyi başkanı N. Tihonov’un 29 Ekim bayramı vesilesiyle Başbakan Ulusu’ya gönderdiği tebrik telgrafını ve Ulusu’nun cevabını yazmış; her ikisinde de “SSCB ve Türkiye arasındaki ilişkilerin gelecekte de iyi komşuluk ve karşılıklı yarara dayanan işbirliği ruhuyla sürdürüleceği umudu” dile getirilmiş. Aynı haberi bir gün gecikmeyle (sabah baskısı yaptığı için bu gecikme) Pravda da veriyor. Başlıca saiki antikomünizm olan bir faşist cunta yönetiminin dünya komünizminin başı saydığı Sovyetler Birliği yönetimiyle resmi ilişkilerinde sıraladığı saygı ifadelerindeki ikiyüzlülük şaşırtıcı doğrusu. Aynı ikiyüzlülük 11 Kasım’da gene İzvestiya’da yayınlanan Evren’in devlet başkanı sıfatıyla SSCB Yüksek Sovyet Prezidyumu başkanı Leonid Brejnev’e gönderdiği Ekim Devrimi tebrik telgrafında da var. Faşist darbenin lideri şöyle diyor:

“Büyük Ekim Devrimi’nin 63’üncü yıldönümü vesilesiyle Türk halkı ve kendi adıma siz ekselanslarına en samimi tebriklerimi… gönderiyorum. Bu vesileyle… Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki iyi komşuluk ve dostça işbirliği ilişkilerinin bundan sonra da ülkelerimizin esenliği ve bütün dünyada barış için gelişmeye devam edeceği umudumu ifade ediyorum.”

Pravda’da Filippov 14 Kasım’da Hürriyet’e dayanarak TİKP’in (Aydınlıkçılar) Ankara’daki genel merkezinde arama yapıldığını ve “Pekin’le sıkı ilişkiler içinde bulunduklarına” dair çok sayıda belge ve malzeme bulunduğunu yazıyor. Hürriyet’e göre ayrıca MHP genel merkez ve şubelerinde yapılan aramalarda da bu örgütün katliam ve şiddet eylemlerindeki rolünü aydınlatacak ek bilgiler ortaya çıkmış.

Bu Aydınlık meselesi önemli. Filippov (Pravda) 21 Kasım’da tekrar dönmüş ona ve “maocu TKİP’in elebaşı Perinçek ve aktif aşırılıkçı suç ortaklarının tutuklandığını” yazmış. Demek ki izlek şu: cunta neofaşistlerle maocu aşırılıkçıları tutukluyor — böylece Pravda da faşist darbecilerin “aşırı sola da aşırı sağa da” eşit mesafede bulunduğu, hem zaten bir grup sendikacıların serbest bırakıldığı, dolayısıyla solun demokratik faaliyetleri açısından büyük bir engel bulunmadığı yanılgısını hiç şüphesiz bilinçli olarak destekliyor ve bunu yaparken TKP dışındaki bütün solu (TKP’nin faşist darbeyle ilgili henüz bir açıklaması yok zaten veya varsa bile Pravda da İzvestiya da bunu aktarma gereği duymamış) ne varsa TİKP torbasına dolduruyor. Aydınlık meselesinin önemi tam da burada. Oysa Aydınlık bugün olduğu gibi o zaman da kendi meşrebine en yakın olanlar dışında Türkiye solunun her kesimiyle çatışıyordu ve solun büyük bölümü tarafından sol olarak dahi kabul edilmiyordu. Oysa Pravda büyük bir yetenekle bütün bu solu Aydınlık’la eşleştiriyor.

Hem Pravda hem de İzvestiya bütün bu süre boyunca Türk basınında cesaret edip çıkan tek tük anti-Amerikancı seslerin etkisini abartmış. Bir örnek: İzvestiya 19 Kasım’da “Kararlı bir uyarı” başlığı altında “etkili Türk gazetesi” Günaydın’ın “ABD’nin Ortadoğu bölgesinde Türkiye’yi barış davası için tehlikeli olacak askeri hazırlıklara çekme girişimlerine karşı kararlı bir uyarı yayınladığını” yazıyor. Bu muhtemelen Teoman Erel’in bir yazısı (Filippov da biraz gecikmeli olarak, belki o gün başka bir yazı konusu bulamadığından, 30 Kasım’da aynı yazıyı haberleştirmiş). Erel bu yazısında “Türkiye’nin aynı zamanda Kuzey Atlantik paktı üyesi olarak lideri ABD olan bu paktın Ortadoğu’da bir ‘acil müdahale kuvveti’ meydana getirir ve Amerikan basın organları Türkiye’nin, askeri teçhizat ve araçların depolanacağı en iyi üs ve NATO füzeleri için en iyi fırlatma rampası olarak düşünülmesi gerektiği yönünde yayınlar yaparken uyanık olması gerektiğini” söylemiş. Teoman Erel’in yazısı öngörülüymüş gerçekten; İzvestiya şöyle özetlemiş: “Günaydın’a göre bu bahanelerle Türkiye’yi devre dışı bırakma amacı gizleniyor; bunun meyvelerinden de bütün Avrupa yararlanacak. Günaydın, Türkiye’nin NATO müttefiklerinin demokratik bir Türkiye mi görmek istediklerini yoksa Avrupa’nın dışında fakir ve muhtaç bir devlet olarak Sedat tipi bir ileri karakol olarak mı bırakmak istediklerini soruyor.” Ne var ki İzvestiya (ve Pravda) bu dönemde her kim olursa olsun Türkiye’nin ABD oryantasyonuna çıkan hiçbir sesin “askeri yönetim” tarafından ciddiye alınmayacağını ve dahası bu seslerin mümkün olan en kısa sürede susturulacağını düşünmemiş, düşünememiş. Sovyetler Birliği tarihi boyunca Türkiye ile ilgili muazzam hesapsızlıklardan bir diğeri daha.

Belki de hesapsızlıktan daha fazlası. Pravda 25 Kasım’da Milliyet’in başyazısında Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerini geliştirmesi gerektiği ifadelerini aktarıyor. Türkiye’nin “bir önceki hükümetin IMF ve batılı tekellerin baskısıyla aldığı” Sovyetler Birliği ile dış ticaretin sınırlanması kararını iptal etmesi, Sovyet yönetimi tarafından herhalde faşist darbecilerin ülkenin bağımsızlığına sahip çıkma kararlılığı olarak görülüyor ve Milliyet’in Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği çıkışı da bunun delili sayılıyor. Pravda 4 Aralık’ta gene aynı telden çalıyor: bu defa Ankara’da yayınlanan Barış gazetesinin “ünlü yazarı” Ahmet Şükrü Esmer’in yazısını özetlemiş; buna göre Esmer, IMF ve diğer batılı tekelci örgütlerin Türkiye’nin güçlüklerinden yararlanarak kapılarını yabancı sermayeye geniş bir şekilde açmasını dayattığını, keza ABD’nin “yardım” karşılığı askeri üsler istediğini, oysa SSCB’nin herhangi bir dayatmada bulunmadan ve milli bağımsızlığa zarar vermeden teknik-iktisadi yardımda bulunmakta olduğunu yazmış.

“Askeri yönetimin” İsrail ile diplomatik ilişkileri kesme çıkışı da aynı şekilde kavranıyor; Filippov 3 ve 7 Aralık’ta iki defa yazmış bunu. 7 Aralık yazısı, tıpkı Günaydın’da Teoman Erel’in yazısında olduğu gibi, basındaki sesleri iktidarın eğilimlerinin işareti sayma gafletinin bir başka örneği; bu defa da Hürriyet’e dayanarak darbe yönetiminin İsrail ile diplomatik ilişkileri dondurma kararının ABD Kongre’sindeki “siyonist çevrelerin” öfkesini çektiğini ileri sürüyor. Hürriyet’e göre: “Türkiye’nin dış siyasetine karşı çıkan Amerikan siyonistleri aceleyle bir Türkiye karşıtı koalisyon kurmaya giriştiler.” Ancak: “Halkın geniş kesimlerinin duygularını yansıtan Türk basını yönetimin İsrail’le ilişkileri dondurma çizgisini destekliyor.” Pravda yorumsuz aktarıyor bunları; belli ki aynı düşünceleri paylaşıyor.

Bu arada hem İzvestiya’nın hem de Pravda’nın faşist cuntadan reklamlar serisi devam ediyor. İzvestiya 2 Aralık’ta Türkeş’in yargılanmasına tekrar başlandığını bildiriyor. MHP’nin “anarşi ve terörün yayılmasında önemli derecede sorumluluk taşıdığını” vurgulamış; “askeri yönetim” bu eylemleri soruşturma konusu yaptığına göre darbeciler olumlu bir tutum takınıyor olmalı. MHP davası Sovyet yönetiminin darbecilere yaklaşımında kendince bir tür turnusol kâğıdı olmuş belli ki; 9 Aralık’ta Pravda’da Filippov da “İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman istihbaratının casusu olan nefofaşistlerin elebaşı Türkeş’in” mahkeme karşısına çıkarıldığını yazıyor. Darbecilerin “hem aşırı sağa hem aşırı sola karşı” olduğu demagojisini aynen yansıtmaya devam ediyor; siyasi terörün sorumlusu olarak (MHP’yle birlikte) “maocu aşırılıkçıları” da sayıyor. Pravda bundan bir gün önce de başbakan Ulusu’nun askeri yönetimin faaliyetleriyle ilgili basın toplantısını yazmış, en ufak yorum katmadan. Ulusu’ya göre “örgütlü terörün beli büyük ölçüde kırılmış”. Ulusu ekonomideki krizi aşmak için bir takım adımlar atıldığını, ancak enflasyon ve işsizlikle mücadelenin bir numaralı sorun olduğunu da söylemiş. Keza Türkiye’nin dış siyasette geniş uluslararası işbirliğinden yana olduğunu vurgulamış, NATO’ya bağlılığının altını çizmiş ama bununla birlikte SSCB ve diğer sosyalist ülkelerle işbirliğini geliştirmek istediğini söylemiş.

Başka deyişle faşist darbeye karşı hayırhah tutumda hâlâ hiçbir değişiklik yok.

Pravda’da Filippov 13 Aralık’ta bir başka farsa daha imza atmış. Türkiye’de özel sektörde, özellikle de metalurji, tekstil ve cam işçiliğinde işçilerin temel haklarının sistematik olarak çiğnendiğini yazmış; ama şu ifadeye bakınız: “Bu sektörlerde patronlar MGK’nın… talimatlarını ihlal ederek her türlü bahaneyle işçiler ve memurlarla toplu iş sözleşmeleri imzalamayı reddediyor, mesai ücretlerini ödemiyor ve sanayide istihdam edilen insanların çalışma şartlarını iyileştirmekle ilgilenmiyor.” Öyle ki yaklaşık yarım milyon insanı temsil eden Türk-İş “işletmecilerin yaptığı kanunsuzlukların sona ermesini kararlılıkla talep etmiş”. Düşünebiliyor musunuz, MGK’nın “talimatlarını” çiğneyerek! Eğer bu “talimatlar” çiğnendiyse “askeri yönetim” muhakkak elindeki sopayı kullanacaktır — belli ki beklenti bu yönde. İzvestiya sadece 12 gün sonra DİSK’in “anayasal düzeni yıkmak demek olan proletarya diktatörlüğü tesisine yönelik faaliyetleri” yüzünden yasaklanması davasını haberleştirmiş; ama (hayali sohbetimize devam etmiş olsaydık eğer) herhalde gene Nasır Mısır’ını örnek gösterirlerdi.

Birkaç haber daha var, ama onlar nispeten önemsiz, yazıyı uzatmaktan başka bir anlam da taşımayacak. Ancak bütün bu üç buçuk aylık dönemin en eğlenceli yazısı, Filippov’un 20 Aralık tarihli kısa haberi. Filippov, Washington’un Türkiye’de bulunan Amerikan askerlerine üsleri dışında bulundukları sırada sivil kıyafetler giymeleri talimatı verdiklerini yazıyor. “Amerikan kaynaklarına” göre bu “Türkiye’de anti-Amerikancılığın yükselmekte oluşuyla” ilgiliymiş.

12 Eylül’de anti-Amerikancılığın yükselişini bulmak için ne olmak gerek, bilmiyorum.

SONUÇ

Hiçbir siyasi sistem cennet vaat edemez ve her siyasi sistem kendi meşrebince hatalarla maluldür. Sovyetler Birliği’nin dış siyaseti kurucu ideolojinin bir parçası olarak enternasyonalizmle devlet olarak varlığının ürettiği pragmatizm arasında daha kuruluşundan itibaren (ikincisinin zamanla belirleyici ağırlık kazanmaya başladığı) bir sarkacı andırıyordu. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok; devlet olmakla enternasyonalizm arasında böyle bir açı vardır ve bundan sonra da olacak. Bununla birlikte sarkaç her şeye rağmen düzgün ayarlanabilirdi ve bunun için sadece değerlendirmelerinde objektif olmak, “somut şartların somut analizini yapmak” gerekirdi; oysa pragmatizmin tayin edici olduğu dönemlerde (hiç değilse Türkiye söz konusu olduğunda) bu pragmatizm nesnel analizler üzerine değil sübjektif kanaatler üzerine kurulmakla kalmadı, üstüne üstlük marksizm sosuyla da ıslandı.

Evet, devir değişti artık, bugün başka bir dünyada yaşıyoruz. Sovyet dış siyaseti kâğıt üstünde “ideolojik” bir siyasetti: proletarya enternasyonalizmine dayanıyordu; ama (bu enternasyonalizmden özellikle Afrika ülkelerinde 1990’a kadar hiçbir zaman tamamen vazgeçmemiş olsalar bile) gerçekte Türkiye’de faşist darbede halkçı bir eğilim arama pragmatizmine varmıştı. Muazzam bir siyasi yanılgı!

Rusya Federasyonu’nun dış siyaseti ise resmen pragmatist olarak tanımlanır; bu siyaset Rusya’nın “milli menfaatlerini” esas alır. Bununla birlikte (Ukrayna meselesinde açık seçik görüyoruz ki) bu siyaset aynı zamanda muhatabının hukuki meşruiyeti üzerine kurulur; meşruiyet ise anayasal düzendir. Anayasal düzenin ilga edildiği yerde hukuki meşruiyet kalmaz; dış ilişkiler de (hiç değilse prensip olarak) buna göre yeniden şekillenir.

Sovyet yönetiminin Türkiye’de askeri faşist darbe karşısında düşünmediği şey yani — düşünmedi, çünkü Türkiye’ye yönelik bütün siyasi yaklaşımı baştan ayağa yanlıştı.

Çağdaş Rusya yönetiminin pragmatist dış siyasetinin sonuçları hoşunuza gitmeyebilir; ancak bu “realpolitikin” temelinde yatan sübjektif inançlar değil objektif analizlerdir; bu, onu geç dönem Sovyet yönetiminin Türkiye yaklaşımından ayıran başlıca özelliği.

Sovyetler Birliği’nde ve çağdaş Rusya’da da Türkiye’ye dair tarihçilerin görüşleri pek nadiren yanlışlanmış, siyaset bilimcileri ve yorumcuların görüşleri ise pek nadiren doğrulanmıştır. Sovyetler Birliği’nde bu ikinci grupla Kremlin çoğu zaman aynı şey olduğundan özellikle 1960’lardan itibaren Kremlin’in Türkiye’ye dair görüşleri de pek nadiren doğrulanmıştır. Çağdaş Rusya’da ise Kremlin’in Türkiye’ye dair görüşleri pek nadiren yanlışlanır.

Ama soru şu: dış siyasette “milli menfaatler” başka ülkelerin (ve halkların) milli menfaatleriyle örtüştüğünde ne olur?

Kemalist dönemin (kabaca 1922 ile 1937 arasına tarihleyelim bunu) dış siyaseti alabildiğine pragmatistti, ancak bu pragmatizm bir dizi düşman karşısında var olma mücadelesinin sonucunda kesinlikle ilericiydi ve birçok başka halkın milli menfaatleriyle bütünüyle örtüşüyordu. Üstelik bu pragmatizm ister istemez (bu kelimenin en olumlu anlamıyla) ideolojik bir anlam kazanmıştı; çünkü ortak düşmana karşı şu veya bu ölçüde ortak mücadele kaçınılmazdı.

Sovyet basınında 12 Eylül – 1  

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Çin-Afrika Zirvesi ve Kolektif Batı: Eyvah Çin Afrika’yı da kaptı

Yayınlanma

Yazar

Çin’in son bir yıl içerisindeki diplomatik hamleleri Kolektif Batı’da alarm zillerinin çalmasına sebep oluyor. Önce geçen yıl Beijing yönetiminin (Mayıs 2023) Körfez’in iki yakasında bulunan ve onlarca yıldır kavgalı ilişkiler içindeki İran ile Suudi-Arabistan ve diğer Arap ülkeleri arasındaki normalleşmeyi sağlaması büyük bir diplomatik başarıydı, her ne kadar Batı dünyası bu büyük sükseyi hafife almaya çalışmış olsa da… Çünkü ABD’nin yakın dostu Şah zamanında İran Körfez’in bir tarafında ve Suudi Arabistan ile Arap ülkeleri öbür tarafında olmak üzere bu devletlerin neredeyse hepsi birden Amerika’nın müttefikleriyken (Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak hariç) Vaşington yönetimleri bu dostlarını/müttefiklerini uzlaştıramamış hatta bunu doğru dürüst denememişti bile…

ABD stratejileri devletleri uzlaştırarak kaynakları hakkaniyet ilkelerine uygun bir şekilde paylaşmak esaslı olmadığı için bunu Türkiye-Yunanistan arasında da denemediler. Gerek Körfez’de gerekse Ege ve Doğu Akdeniz’de kendi müttefikleri arasındaki çelişkileri kullanmak Amerika’nın jeopolitik mantığına daha uygundu. Türkiye ile Yunanistan arasında bunu hala uygulamakta olduklarını yakından görebiliyoruz.

Çin’in bölgesel diplomasi başarıları bununla sınırlı kalmadı. Bu yılın (2024) mayıs ayında Çin ile Arap Ligi ülkeleri dışişleri bakanları düzeyinde Beijing’de bir araya geldiler. Bu toplantıya başta Mısır olmak üzere bazı Arap devletleri liderler düzeyinde katıldılar. Çin’in Arap ülkelerine ve özellikle Filistinlilere ‘mazlum millet’ olarak hitap etmesi onların kalplerini kazanmaya yetmiş gibiydi. İsrail ve Kolektif Batı’nın Gazze günahlarının Çin tarafınca şiddetli eleştiriye tabi tutulması hem bugüne kadar izlediği politikalarla uyumlu bir çizgiyi temsil ediyordu hem de Arapların tamamının kalbini kazanmaya katkıda bulunmuştu. Ayrıca Çin’in Filistin meselesine Arap tarafının penceresinden bakması, kendisine ait bir gizli gündeminin olmaması bu diplomatik girişimlerini hem mümkün kılabiliyor hem de sonuç almasını/alınmasını sağlıyordu.

Yaklaşık iki ay sonra (23 Temmuz 2024) Çin’in bu defa da başta El Fetih ve Hamas olmak üzere toplamda on dört Filistin direniş örgütünü bir araya getirerek aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakma ve ortak mücadele konusunda uzlaştırdığı haberi geldi. Hatta medya tabiriyle haber gündeme bomba gibi düştü. Bunların hiçbirisini Amerika veya bir Batılı ülke yapamazdı/yapamadı; çünkü Arapların/Filistinlilerin meşru haklarına Amerika hiçbir zaman saygı duymadığı gibi her zaman Arapları/Filistinlileri zorlama veya aldatma düşüncesiyle hareket ettiği düşünüldüğü için Vaşington’un böyle bir başarıya imza atabilmesi hemen hemen imkânsız(dı).

AFRİKA ZİRVESİ KOLEKTİF BATI’NIN HUZURUNU KAÇIRDI

Bütün bu başarılı diplomatik hamlelerin üzerine gelen Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC – Forum on China-Africa Cooperation) başta Amerika olmak üzere eski sömürgeci Batılı ülkelerin huzurunu kaçırmışa benziyor. Aslında söz konusu zirve 2000 yılından bu yana tam sekiz kere toplanmış yani bu defa Beijing’de yapılan (4-5 Eylül 2024) dokuzuncusu. Bu zirveyi medyada bu kadar ön plana çıkaran sebeplerin başında çok kutuplu sistemin oturmaya başlamasının Kolektif Batı üzerinde yarattığı olağanüstü stres ve Amerika liderliğindeki tek kutupluluğun önlenemez bir şekilde sona erdiği gerçeği olduğuna hiç şüphe yok. Bir diğer sebebi de çok kutuplu dünya düzeninde belirleyici bir role sahip olacak olan Çin’in yukarıda bahsettiğimiz sonuç alıcı diplomatik hamleleri olsa gerektir.

Açıkça söylemek gerekirse son otuz yılı aşkın sürede Kolektif Batı’nın hem Çin hem de Afrika analizleri ve varsayımları tamamen yanlış çıktı. Bir Amerikan hükümet programıyla yaklaşık bir aylığına Amerika’ya ilk defa gittiğim 1996 yılında Çin ve Afrika hakkında bizlere söylenenler bugünlerde yaşananları gayet güzel anlatır gibi… Bir hafta Vaşington, bir hafta o zamanlar çok meşhur ve önemli olan Silicon Valley’nin başkenti San Jose, derken beş gün kadar Minnesota ve beş gün New York’tan oluşan gezimizin bütün ayaklarında gerek resmi kurumlarda gerekse düşünce kuruluşlarında ve aynı zamanda lobi şirketlerinde aldığımız brifinglerde Afrika’nın Batı’nın radarında olmadığı ve Çin’in çorap, tekstil, tişört vs. üreten bir ülke olduğu; serbest Pazar ekonomisiyle kalkınmaya devam etmesi halinde çok büyük değişim ve dönüşümler yaşayacağı, mevcut planlamacı ekonomik sistemi sürdüremeyeceği anlatıldı.

Oysa aradan geçen otuz yılda ne Çin onların beklediği gibi ucuz tekstil ve çocuk oyuncakları üreten bir ülke olarak kaldı ne de Afrika dünyanın radarı dışında kendi halinde debelenmeye devam etti. Özellikle Çin’in Afrika’da yaptığı yatırımlar ve Afrika ülkeleriyle başlattığı ekonomik ve ticari ilişkiler bu kıtayı dünyanın radarına soktu. Çünkü kaynaklarına eski sömürgeci ülkeler Fransa ve İngiltere tarafından büyük ölçüde çökülen, bu devletlerin desteklediği bir diktatörden diğerine gidip gelen rejimlerle yönetilen Afrika devletleri Çin’in kendilerine sunduğu yeni imkanlar ve yapmadığı siyasi baskılar dolayısıyla yeni bir uluslararası ticaret ve ekonomi pratiği ile tanışmış oldular.

Bu arada basit tekstil ve hafif sanayi ürünleriyle uğraşması beklenen ve bu arada etnik olarak parçalanabileceği düşünülen Çin dünyanın devasa bir ülkesi haline geldi. Üretim ve ihracata dayalı ekonomik ve planlama esaslı kalkınma programı ülkeyi sadece dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline getirmekle kalmadı; aynı zamanda yüksek teknoloji üretimi ve inovasyonunda Çin’i dünya lideri haline getirdi. Pek çok uzmanın söylediği gibi Çin’in Amerika ve Avrupa ile bir rekabeti artık söz konusu değil; çünkü bu yarışı Çin açık ara göğüslemiş durumda.

Afrika’da Batılı devletlere karşı Çin’i öne çıkaran en önemli unsurlardan birisi Beijing yönetiminin bu devletlere kredi verirken veya onlara alt yapı tesisleri kurarken siyasi taleplerde bulunmaması. Dahası Batılıların her zaman yaptığı gibi devletler arasındaki uzlaşmazlıklar ve çelişkileri onlara karşı kullanmaması ve her devlet içindeki azınlıkları örgütleyerek demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi bahanelerle bunları kendi devletlerine karşı kışkırtmaması. Kolektif Batı içinde yer alan devletler dışında her yerde başvurulan bu kirli yöntemler birçok ülkeye büyük maliyetler getirdi hatta bazılarının parçalanmasına giden kargaşalara sebep oldu.

Çin’in her yerde olduğu gibi bir medeniyet ve kültürün diğerlerinden üstün olduğunu ima eden Batılıların aksine medeniyetler arası işbirliği, halklar arasında yoğun temaslar kurulması ve her medeniyetin diğer(ler)inden bir şeyler öğrenmesi gerektiği tezi Afrikalıların da beğenisini topluyor. Orta Doğu’daki girişimlerinde Çin’in üst üste başarılı sonuçlar almasının arkasında yatan en önemli unsurlardan birisi olan bu Medeniyetler İnisiyatifi Çin Lideri Şi’nin geliştirdiği Küresel Güvenlik İnisiyatifi ve Küresel Kalkınma İnisiyatifi ile birlikte ele alındığında Beijing’in Afrika’da neden Kolektif Batı’ya karşı tam üstünlük sağladığı daha iyi anlaşılıyor.

DOKUZUNCU FORUM

Bu yıl dokuzuncusu yapılan Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC) kıtada on binlerce kilometre yol ve binlerce kilometre demiryolu, çok sayıda okul, hastane ve fabrika yapmış bulunan Beijing’in yeni açılımlarına da sahne oldu. Örneğin Çin Afrika’ya elli milyar dolarlık yeni yatırım/finansman ayırdığını açıkladı. Öte yandan Afrika’nın ve dünyanın en fakir ülkelerinin Çin’e sıfır gümrükle ürünlerini satmasına izin vereceklerini açıkladı ki, her ikisi de gerçek ekonomiye ciddi yatırım anlamına geliyor ve Çin-Afrika arasındaki işbirliği alanlarının artarak derinleşeceğine işaret ediyor.

Amerikan Derin Devleti’nin yönlendirdiği ve büyük ölçüde İsrail lobisinin kışkırttığı savaşlarda son otuz yılda demokratikleştirme hikayeleriyle Afganistan’dan Irak’a oradan Libya ve Suriye başta olmak üzere pek çok ülkeye kan kusturan Vaşington kendi kaynaklarını çarçur edip trilyonlarca doları sokaklara saçarken nasıl güçlü, kalkınmış ve bütünlüğünü konsolide etmiş bir Çin ortaya çıktıysa, bu dönemde Çin’in girişimleriyle Afrika devletleri de alternatifleri olduğu gerçeğini keşfettiler. Çin’e ilaveten bir yandan Rusya öte yandan da Türkiye gibi devletlerin nüfuz alanı oluşturmaya çalıştığı Afrika muhtemeldir ki, artık dünyanın radarına oturdu ve çıkmayacaktır.

Fakat bu radara girme meselesi ‘Afrika bizim radarımızda değil’ diyen Kolektif Batı’nın tepeden bakan tavrını dışlayan bir şekilde olacaktır. Zambialı bir analistin gayet veciz bir şekilde anlattığı gibi Amerikalı yetkililer Çin’in inşa ettiği havaalanına uçaklarıyla inip, Çin’in yaptığı yollardan arabalarıyla geçip yine Çin’in yaptığı bir binada toplantı düzenleyerek Afrikalılara neden Çin ile işbirliği yapmamaları gerektiğini anlatıyorlar. Artık dünyanın radarına oturmuş durumdaki Afrikalı halklar demokrasi, özgürlükler vs. propagandasını özellikle de İsrail’in Gazze’de yapmakta olduğu soykırım karşısında üç maymunu oynayan Batılıların ağızlarına tıkıp Çin ile gerçek ekonomi alanlarında işbirliğini artan bir hacim ve hevesle sürdürecekler gibi görünüyorlar.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English