Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

İsrail’in petrol ve doğalgaz savaşını kim kazanacak?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Filistinlileri tehcir ederek ve topraklarını gasp ederek 1948’den bu yana terör pratikleriyle varlığını sürdüren İsrail’in en büyük ama fazlaca göz ardı edilen suçları arasında, Gazzelilerin petrol ve doğalgaz rezervlerine el konulması da yer alıyor. Söz konusu durum, İsrail’in bekasını sürdürmesi ve zenginleşmesi açısından ciddi bir konu.


İsrail’in petrol ve doğalgaz savaşını kim kazanacak?

Netanyahu Avrupa’nın bakir enerji pazarına gözünü dikti

Thomas Fazi

Unherd

5 Aralık 2023

İsrail-Filistin çatışması üzerine yorum yaparken çatışmanın siyasi, sosyal ve insani boyutlarına odaklanma eğilimindeyiz. Fakat çoğu zaman bu, Gazze’de yaşanan son hadiselerin de ortaya koyduğu üzere, ciddi bir iktisadi boyutun göz ardı edilmesine yol açıyor.

Askeri işgallerin belki de mali açıdan en yıkıcı yönü doğal kaynaklara el konulmasıdır. İsrail’inki de istisna değil. Bunun en açık örneği, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’nin ekilebilir topraklarının ve su kaynaklarının çoğunu kontrol altına alması (ya da Filistinliler için erişilemez hale getirmesi) şeklinde ortaya çıktı. Başka bir deyişle, doksanlı yıllarda Filistin Yönetimi’nin kurulmasına rağmen, Filistin halkı hiçbir zaman kendi kaynakları ve ekonomisi üzerinde gerçek anlamda kontrol sahibi olamadı. Bu durum insanların, işgücünün ve malların dolaşımına getirilen ciddi kısıtlamalara ek olarak Filistin ekonomisine çok ağır bir darbe vurdu.

Ancak İsrail’in Filistin topraklarındaki geniş petrol ve doğalgaz rezervlerine el koyması daha az bilinen bir durum. Örneğin Batı Şeria sınırında, İsrail’in —her ne kadar büyük kısmı 1967’den bu yana işgal altında olan Filistin topraklarının altında yer alsa da— 1948 ateşkes hattının batısında yer aldığını belirttiği İsrail’in en büyük kara petrol sahası yer alıyor.

Fakat İsrail ile Filistin arasındaki en ihtilaflı “enerji savaşının” yaşandığı yer Batı Şeria değil, Gazze. 1999 yılında British Gas Group (BGG) Gazze kıyılarının 17 ila 21 deniz mili açığında büyük bir gaz sahası (Gaza Marine) keşfetti. Bu saha, 1995 yılında imzalanan ve Filistin Yönetimi’ne kıyıdan itibaren 20 deniz miline kadar olan sularda deniz yetki alanı tanıyan İkinci Oslo Anlaşmasının sınırları içinde yer alıyordu. Gaz sahasının keşfinin ardından Filistin Yönetimi BGG ile 25 yıllık bir gaz arama sözleşmesi imzaladı ve şirket, 2000 yılında sahada iki kuyu açtı. 1,4 trilyon fit küp doğalgaz içerdiği tahmin edilen kuyu, Filistin bölgesinin enerji ihtiyacını karşılamak ve kayda değer miktarda ihracat geliri elde etmek için fazlasıyla yeterli.

Yaşanan onca talihsizlikten sonra Filistin halkı nihayet altın bulmuş gibi görünüyordu. 27 Eylül 2000’de, BGG açık deniz arama platformunda sembolik olarak ateşi yaktıktan sonra, o zamanki Filistin Yönetimi Başkanı Yaser Arafat, “ekonomimiz ve bağımsız bir devlet kurmak için sağlam bir temel sağlayacak” olan bu keşfi “Allah’ın bir lütfu” olarak anmıştı.

Fakat Tanrı’nın başka planları vardı; iki gün içinde İkinci İntifada patlak verdi. Ve ertesi yıl, aşırı milliyetçi Ariel Şaron seçimleri kazandı ve huzursuzluğu kullanarak Gazze denizini geliştirme projesini engelledi, kârın Hamas ve diğer militan gruplara aktarılma riski olduğunu iddia etti.

Sonraki yıllarda Filistin ekonomisini güçlendirmek adına çok az şey yapıldı. Hatta birbirini izleyen İsrail hükümetleri gazın kendi topraklarında bulunan bir rafineriye taşınmasında ısrar etti ve böylece Gazze’deki gaz sahalarından elde edilen gelirler üzerinde İsrail’in kontrol sahibi olmasını sağladı. 2000’li yılların başında, dönemin başbakanı Tony Blair bile devreye girerek, Filistinlileri doğalgaz rezervlerinden elde edilen gelirin, paranın silahlı direniş gruplarının eline geçmemesini sağlamak amacıyla incelenmek üzere New York Merkez Bankası’na gönderilmesini kabul etmeye ikna etti.

Fakat İsrail ayak diremeye devam etti ve nihayet 2007 yılında Hamas’ın Gazze’yi ele geçirmesinin ardından tüm müzakereleri kesti. Ertesi yıl İsrail’in Gazze Şeridi’ne askerî harekât başlatması ve ardından Gazze kıyı şeridinin tamamına yığınak yapması ve uluslararası hukuka aykırı olarak Gazze doğalgaz sahasını fiilen kontrolü altına alması önemli bir dönüm noktası oldu. O andan itibaren BGG doğrudan İsrail hükümetiyle muhatap olmaya başladı ama birkaç yıl boyunca, büyük ölçüde İsrail ile Hamas arasında tekrarlanan çatışmalar nedeniyle, projede neredeyse hiç ilerleme kaydedilemedi.

Bu da Filistinlilerin milyarlarca dolar zarar etmesine neden oldu. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı, 2019 yılında şu gözlemde bulundu: “İşgalci, Filistinlilerin enerji sahalarını geliştirerek bu varlıklardan faydalanmalarına engel olmaya devam ediyor. Buna bağlı olarak, Filistin halkı bu doğal kaynağın sosyoekonomik kalkınmayı finanse etmek ve enerji ihtiyacını karşılamak için kullanılmasının faydalarından tüm bu süre boyunca mahrum bırakıldı.”

Fakat Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinden sonra proje yeniden canlandırıldı. Avrupa çaresizce Rus gazına alternatifler aramaya başladığında Netanyahu uzun zamandır hayalini kurduğu, İsrail’i bölgesel bir enerji merkezine ve büyük bir enerji ihracatçısına dönüştürme hayalini taçlandırma konusunda mükemmel bir fırsat yakaladı. Bu oldukça yeni bir gelişme. Kurulduğu 1948 yılından bu yana İsrail, büyük ölçüde diğer ülkelerden enerji ithalatına bağımlıydı.

Gelgelelim 2009 ve 2010 yıllarında İsrail, kendi ilan ettiği münhasır ekonomik bölgesinde, kıyılarının açıklarında iki büyük doğalgaz sahası keşfetti: Tamar ve Leviathan gaz sahaları, toplamda yaklaşık 30 trilyon fit küp doğalgaz rezervine sahip olduğu tahmin ediliyor. Bu durum bölgesel gaz piyasasının jeopolitik dinamiklerini önemli ölçüde değiştirdi: İsrail on yıl içinde net gaz ithalatçısından ihracatçıya —çoğunlukla Mısır ve Ürdün’e— dönüştü.

Ancak İsrail’in gözünü diktiği asıl pazar her zaman Avrupa oldu. Bu amaçla, İsrail’den Türkiye’ye uzanacak ve daha sonra Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattına bağlanacak bir açık deniz boru hattı ve İsrail’i Kıbrıs üzerinden Yunanistan anakarasına bağlayacak ve daha sonra İyon Denizi üzerinden İtalya’ya uzanan önerilen Poseidon boru hattıyla buluşacak EastMed boru hattı da dahil çeşitli boru hattı projeleri düşünüldü.

Rusya-Ukrayna savaşı, Gazze deniz sahasının geliştirilmesi de dahil tüm bu projelere yeni bir ivme kazandırdı. Haziran ayında İsrail, Filistin Yönetimi, Mısır, İsrail ve Hamas’ın Gazze’deki gaz rezervlerini geliştirmeyi amaçlayan 1,4 milyar dolarlık bir projeye ön onay verdi. Anlaşma uyarınca, yılda 700 ila 800 milyon dolara ulaşacağı tahmin edilen gelir Filistin Yönetimi’ne gidecek ve kararlaştırılan bir kısmı Gazze’nin ekonomisini desteklemek için kullanılacaktı. Proje hem Gazzeliler hem de İsrailliler açısından “nadir görülen potansiyel bir kazan-kazan fırsatına yaklaşma” olarak anıldı.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, İsrail-Hamas çatışmasının yeniden patlak vermesi anlaşmayı bir kez daha askıya aldı ve ufukta savaşa siyasi bir çözüm bulunmadığı göz önüne alındığında, yakın zamanda nasıl yeniden canlandırılabileceğine dair tahmin yürütmek zor. Nitekim bazı yorumcular İsrail’in Gazze’deki savaşının ardındaki gerçek nedenin gaz sahasının kontrolünü ele geçirmek olduğunu savunuyor. Princeton Üniversitesi’nde Orta Doğu Güvenliği ve Nükleer Politika Uzmanı olan Seyed Hossein Mousavian, kısa bir süre önce “nihai hedefin yalnızca Hamas’ı yıkmak ve/veya Filistinlileri yurtlarından tehcir etmek değil, Gazze’nin milyarlarca dolarlık gaz kaynaklarına el koymak olduğunu” yazmıştı.

Açıkçası, bu argüman doğru değil: belirtildiği üzere İsrail, çatışmadan önce gaz sahası da dahil olmak üzere Gazze kıyı şeridini halihazırda etkin bir şekilde kontrol ediyordu. Dahası, Gazze deniz sahasında bulunan rezervler, İsrail’in ana gaz kaynağı olan devasa Leviathan ve Tamar sahalarının rezervleriyle kıyaslandığında sönük kalıyor. Nitekim İsrail Enerji Bakanı, kısa süre önce Leviathan sahasında aralarında BP ve İtalyan Eni’nin de bulunduğu altı şirkete 12 ruhsat verdi. Özünde ise Gazze deniz sahası İsrail’in enerji politikası ve büyük jeo-stratejik planları için oldukça teğet görünüyor.

Yine de bu anlaşma İsrail-Filistin ilişkilerinin akıbeti açısından önemini koruyor. İşte bu nedenle ABD şimdi İsrail’i anlaşmayı yeniden canlandırmaya zorluyor. Biden’ın enerji güvenliği danışmanı Amos Hochstein, geçen ay İsrail’e yaptığı ziyarette “Burada Filistinliler adına Gazze açıklarındaki gaz sahalarını geliştirme konusunda bir fırsat mevcut,” demişti. İsrail’in buna izin vereceğinden “yüzde yüz” emin olduğunu belirten Hochstein, “izin vermemeleri için hiçbir neden yok; bu onların [İsraillilerin] değil, gaz Filistin halkına ait,” ifadelerini kullanmıştı.

Biden yönetimi çatışmanın topyekûn bir bölgesel savaşa dönüşmesini önlemek adına ne kadar çaresiz olsa da Hochstein’ın sözleri hüsnükuruntudan öteye gitmiyor. Kalıcı bir siyasi çözüme ulaşılamadığı sürece, Gazze açıklarındaki gazın deniz altında ve Filistinlilerin kontrolü dışında kalacağı on yıllardır açıktı. Bugünkü savaşa tanıklık eden biri ancak kalkınma arzularının engellenmeye devam edeceği kanaatine varabilir.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English