Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Yaptırımlara rağmen İran’ın petrol geliri neden artıyor?

Yayınlanma

Cumhuriyetçiler Biden yönetimini, İran yaptırımlarını uygulamamakla suçluyor. İran yaptırımlarını delen ülke ve şirketlerin yeterince hedef alınmadığını ve bu göz ardı etmenin Tahran’ın petrol gelirini artırdığını iddia ediyorlar. Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Biden göz ardı ettiği için İran’ın petrol satışının arttığı iddiasının doğru olmadığını savunuyor. Makalenin yazarına göre, yaptırımların etkisiz kalmasının esas sebebi İran ve İran’la ticaret yapan ülke ve şirketlerin yaptırım politikasına uyum sağlamış olması:

 

Biden İran’ın Yaptırım İhlallerini Görmezden mi Geliyor?

Ali Ahmadi 

Cumhuriyetçiler ABD Başkanı’nın İran’ın petrol ihracatını artırmasına izin verdiğini söylüyor. Kanıtlar bunun aksini gösteriyor.

İsrail-Hamas savaşının başladığı 7 Ekim’den bu yana Washington’da, Biden yönetimini İran’a yönelik petrol yaptırımlarını yeterince uygulamadığı gerekçesiyle eleştiren sesler giderek yükseliyor. Şimdi ABD Kongresi’nde İran petrolüne yönelik yaptırımların daha iyi uygulanması için yönetimi teşvik edecek yasa tasarıları sunuldu.

Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) olarak bilinen İran nükleer anlaşmasından çekilme kararının ardından İran ekonomisine uygulanan geniş ambargo hâlâ yürürlükte. Ancak İran’ın petrol satışları arttı. Yerel verilere göre, 2020’de 19 milyar dolar olan İran’ın hidrokarbon ihracat geliri 2021’de 25 milyar dolara ve 2022’de 42 milyar dolara yükselerek önemli oranda arttı.

Cumhuriyetçiler, Biden yönetiminin ABD’nin dışında uygulanan İran yaptırımlarını kasıtlı olarak görmezden geldiğini iddia ettiler. İran nükleer anlaşmasına karşı olan Cumhuriyetçi Senatör Ted Cruz, Biden yönetimini, Trump yönetiminin İran’ın petrol ihraç etmesini durdurma çabalarından geri adım atmakla suçladı. Trump yönetiminin İran’a karşı maksimum baskı politikasını destekleyen lobici bir grup, Biden yönetimini petrol yaptırımlarını seçici bir şekilde uygulamakla suçladı ve stratejisini “maksimum hoşgörü” diye niteleyerek tiye aldı. Wall Street Journal yayın kurulu geçen günlerde Biden’ı, İran’la ilgili petrol yaptırımlarını “uygulamamayı tercih etmekle” suçladı.

Gerçekten de Biden yönetiminin İran’ın petrol satışına kasıtlı olarak izin verdiği düşüncesi, deneyimli İran ve enerji uzmanları arasında bile yaygınlaştı. Bloomberg’den Javier Blas ocak ayında Biden’ın maksimum baskı politikasından uzaklaştığını ve “içindeki komplo teorisyeninin” Biden’ın emtia enflasyonunu kontrol altına almak için İran’ın petrol ihracatını görmezden geldiğine inandığını söyledi. Enerji danışmanı SVB International’ın başkanı Sara Vakhshouri, Trump yönetiminden bu yana İran’ın petrol satışlarına yönelik ciddi bir baskı olmadığını iddia etti. Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Henry Rome ise azami baskı politikasının hâlâ yürürlükte olduğunu ancak Biden’ın bunu sistematik olarak uygulamadığını savundu. Her üçü de anlaşılır bir şekilde analizlerinin temeli olarak Biden’ın başkanlığı döneminde İran’ın petrol ihracatındaki artışa işaret etti.

Ancak İran’ın petrol ihracatı Biden yönetimi sırasında önemli ölçüde artmış olsa da bu eğilim onun görev süresinden önce başlamış olabilir. İran petrol satışlarının 2020 başlarındaki çok düşük seviyelerinden toparlanmasının aslında Trump yönetimi henüz görevdeyken başladığını gösteren veriler var.

2020’nin sonlarında küresel petrol ticaretini izleyen firmalar İran’ın ihracatında önemli artışlar olduğunu bildirdi. Küresel enerji ticaretini izleyen önde gelen üç firma Wall Street Journal’a İran’ın 2020 sonbaharında petrol ihracatının o yılın başlarına göre iki kattan fazla arttığını bildirdi. Tahminleri büyük ölçüde değişse de bunun nedeni İran’ın daha sofistike kaçakçılık yöntemleri geliştirmesi ve Çin’in talebinin artması.

Yaptırımların hız kaybetmesinin Biden döneminde ABD’nin yaklaşımının yumuşadığı anlamına gelmediği de göz önünde bulundurulmalı. Trump yönetiminin halka dönük dış politika açıklamaları zaman zaman acı verici bir şekilde muğlak ve kafa karıştırıcı olsa da İran yaptırım çabasının maksimum baskı politikası olarak tanımlanması aslında yerindeydi. Amaç, İran ekonomisinin tüm sektörlerine ve kilit ekonomik ağlarına yaptırım uygulayarak şok etkisi yaratmaktı.

Buna karşın Obama yönetimi yetkilileri, yaptırımların zaman içinde artırıldığı bir süreci tercih etti. Bu stratejinin hedef devlette politika değişikliğine neden olmak için en iyisi olduğunu savundular. Ancak Trump’ın İran’a yönelik azami baskı politikasının mimarları, bu yaklaşımı terk ederek ani bir yakıp yıkma stratejisini benimsediler. Bu strateji, ABD Hazine Bakanlığı’nın Yabancı Varlıklar Kontrol Ofisi (OFAC) tarafından genellikle haftada birkaç tur olmak üzere İran’ın dünya ile olan ekonomik ilişkilerini kapsayan ve nefes kesen bir hızda uygulanan yaptırım kararlarını içeriyordu.

Trump yönetimi İran’a o kadar çok yaptırım uyguladı ki, görevdeki son yılında yönetim, belirlenecek hedefler konusunda yetersiz kaldığını kabul etti ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Robert O’Brien, İran gibi ülkelerle ilgili sorunu şöyle özetledi: “Şu anda bu ülkeler üzerinde o kadar çok yaptırımımız var ki, yapabileceğimiz çok az şey kaldı.”

Aslında, Trump yönetiminin son aylarında OFAC, halihazırda hedef alınan kuruluşları nükleer olmayan ek yetkiler altında belirliyor gibi görünüyordu. Bu durum pek çok kişi tarafından gelecekteki yönetimin KOEP’e yeniden katılımı zorlaştırma çabası olarak görüldü. Söz konusu anlaşma özellikle nükleer yaptırımların kaldırılmasına dayandığından İran’daki başlıca ekonomik kuruluşlara terörizm veya diğer tanımlamalar üzerinden yaptırım uygulanması, KOEP’in karşılıklı yeniden başlatılması önünde yeni engeller yaratacaktı.

Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, Biden yönetiminin Trump yönetiminin yaptığı gibi hedef belirleme konusunda hummalı bir çalışma yürütmesini beklemek mantıksız. Ancak bu, Biden yönetiminin İran’ın petrol satış hızını yavaşlatmaya çalışmadığı anlamına gelmiyor. İran’ın hidrokarbon ihracatını, petrokimya ağlarını ve yaptırımların delinmesini hedef alan çok sayıda yeni yaptırımın yanı sıra Biden yönetimi, diğer ülkeleri İran petrolü taşımakla suçlanan gemilerin bayraklarını çekme imtiyazlarını iptal etmeye de ikna etti.

İran petrol ihracatının neden arttığını anlamak için hem piyasa hem de yaptırımların bağlamını düşünmek gerekir. Kuşkusuz, yaptırım uygulanan ticaretin ve Çin’in petrol ithalatının şeffaf olmaması kesin sonuçlara varmayı oldukça zorlaştırıyor. İran ve iş ortakları uzun zamandır raporlamama ve şeffaf olmamayı temel karşı yaptırım stratejisi olarak uyguluyor.

Bununla birlikte, İran’ın petrol satışlarının neden bu kadar genişlediğini daha iyi açıklayan birkaç faktör bulunuyor.

Birincisi, Trump yönetimi döneminde İran’ın petrol ihracatı sadece yaptırımlar nedeniyle değil, aynı zamanda Kovid-19 salgını ve buna bağlı olarak küresel ekonomideki yavaşlama nedeniyle de büyük ölçüde baskı altındaydı. Çin’in agresif sıfır-Kovid politikaları, petrol ithalatının diğer birçok ülkeden daha fazla ve daha uzun süreler boyunca yavaşladığı anlamına geliyordu. Dolayısıyla bu dönemde İran’ın ihracat rakamlarındaki azalma Trump yönetiminin maksimum baskı politikasına bağlanırken, geriye dönüp bakıldığında başarının büyük bir kısmının küresel talepteki geniş çaplı yavaşlamadan kaynaklandığı görülüyor.

İkinci olarak, pandeminin gerilemesinin ardından talebin artması yeni fiyat baskıları yarattı ve bu da muhtemelen Çin’in teapot olarak bilinen küçük, bağımsız rafinerilerini daha büyük, devlet tarafından işletilen rafineri devleriyle rekabet etmeye ve daha ucuz petrol aramaya yöneltti. İran’ın petrolü indirimli sunması, varil başına fiyatlar daha yüksek olduğunda çok daha cazip hale geliyor.

Üçüncü olarak, İran ve Çin son yıllarda ekonomik işbirliklerini geliştirmek için çeşitli adımlar attılar. İki ülke Mart 2021’de 25 yıllık bir ekonomik işbirliği anlaşması yaptı ve yakın zamanda bu anlaşmayı işler hale getirmek için bir dizi anlaşma daha imzaladı. İran ayrıca hem Şangay İşbirliği Örgütü’ne hem de BRICS ülkeler grubuna (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika ve İran’ın da aralarında bulunduğu yeni eklenen altı ülkeden oluşan grup) katıldı. Bu konuda bu yazar da dahil olmak üzere, Çin-İran ekonomik ilişkilerinin geleceği konusunda bazı sağlam şüpheler var, ancak eğer Çin İran’ın daha agresif bir şekilde destekçisi olmak istiyorsa, İran’dan daha fazla petrol alımını teşvik etmek muhtemelen bunu başarmanın ilk adımı olacaktır.

Dördüncü olarak, son yirmi yılın çoğunda Çin, Orta Doğu’da ABD’nin planlarına büyük bir engel olarak görülmemek için dikkatli bir strateji izledi. Bu durum şüphesiz hidrokarbonlar da dahil Çin-İran ticareti üzerinde aşağı yönlü bir baskı oluşturdu. Bu strateji Çin-ABD ilişkilerinde ciddi bir bozulmayı geciktirmeyi amaçlıyordu. Bunun oldu bittiye getirilmesiyle Pekin’in İran’dan petrol ithalatını sınırlamasının önemli bir nedeni ortadan kalkmış oldu.

Çin’in eski Tahran Büyükelçisi Hua Liming, 25 yıllık ekonomik işbirliği anlaşmasının imzalanmasını yorumlarken şunları söyledi: “Carter yönetiminden bu yana ABD, Çin’e, ABD-Çin ilişkisine engel olarak görülen İran’la ilişkilerini sık sık hatırlattı. Ancak son aylarda Çin-ABD ilişkilerinde yaşanan köklü değişikliklerle birlikte bu dönem geride kaldı.”

Son olarak, Rusya’ya karşı yaptırım politikasının başlamasından bu yana, yaptırım uygulanan ticarete birçok yeni aktör dahil oldu. Rusya, Batı’nın yaptırım politikasının bu kadar kapsamlı bir şekilde hedef aldığı en büyük ekonomi. Biden yönetimi sırasında Çin’e karşı ihracat kontrollerinde de önemli bir genişleme oldu ki bu da Washington’un pek çok Batı başkentinde Pekin’in revizyonizmi olarak görülen adımlarını durdurmaya çalışırken gelecekteki yaptırım politikasının da habercisi. Yaptırımlar bu yeni büyük güç rekabeti çağında Batı’nın tercih ettiği silah haline geldikçe Pekin, Moskova ve dünyadaki iş ortakları için yaptırımlı ticareti kolaylaştırmak daha büyük bir mali teşvik olacaktır.

Açıkçası, bahsedilen şeffaflık eksikliği nedeniyle, devletlerin ve firmaların yaptırımlı ticaretten kaçınma eğilimlerinin ne ölçüde sulandırıldığı konusunda büyük ölçüde sadece spekülasyon yapabiliriz, ancak bunun gerçekleştiğine dair bazı kanıtlar var.

Genelde Batılı müttefikler olarak kabul edilen ülkelerin kendi yetki alanlarının Rusya’nın yaptırımlarının delinmesi için kullanılmasına izin verme derecesi, sadece Rusya ile sınırlı kalması pek mümkün olmayan bir modele işaret ediyor. Hindistan gibi bir ülkenin Rus petrolünün teslimatını kolaylaştırmak için liman sigortası şartını kaldırması ve geleneksel olmayan finansman yapılarına başvurması, dünyanın artan yaptırım riskinin yeni ortamına uyum sağladığını gösteriyor, ancak bu her zaman Batı’nın tercih edeceği şekilde olmayabilir.

Sonuç olarak İran’ın petrol satışlarındaki artış veya OFAC yaptırımlarının daha yavaş olması, Biden yönetiminin İran’a karşı daha yumuşak bir yaklaşım benimsediğini iddia etmek için yeterli değil. Trump yönetiminin daha agresif tutumunun yukarıda belirtilen faktörlere karşı daha iyi sonuç vereceği de açık değil. Yaptırım uygulayıcılarının da belirttiği gibi, hedef alınan devletler yaptırımlara belirli bir süre içinde uyum sağlama eğiliminde ve tam olarak iyileşemeseler de yaptırımların etkisi zirveye ulaştıktan sonra bir dereceye kadar azalma eğiliminde. Kafasına vurmak için köstebek aramanın da belli bir sınırı var.

Örneğin, Biden İran’ın petrol satışlarını gerçekten hedef almak isteseydi, İran ham petrolünü taşıyan gemilerden oluşan “hayalet filoyu”, Güneydoğu Asya’daki bölgesel aracıları (ki bir noktaya kadar bunu yaptı) ve İran petrolünün birincil alıcıları olduğu bildirilen Çin küçük ve bağımsız rafinerilerini agresif bir şekilde hedef alabilirdi.

Ancak bu aracıların Batı piyasalarına ya da finans kurumlarına herhangi bir erişimi olup olmadığı net değil ve hayalet gemiler ile bağımsız rafinerilerinin neredeyse erişimi hiç yok. Dolayısıyla OFAC yaptırımları çok da etkili olmayabilir.

İran’ın petrol endüstrisinde yer alan çeşitli Çin şirketlerine yaptırımlar uygulanıp da bir sonuç alınamazsa, bu durum diğer benzer aktörleri İran’la ilişki kurmaya daha mı az, yoksa daha mı çok teşvik eder? Yaptırımlara daha fazla maruz kalan lojistik firmaları gibi çeşitli Çinli kuruluşlar hedef alındı, ancak İran petrolündeki ticaretlerini sürdürüyor gibi görünüyorlar.

Belki de bağımsız rafinerilerine hizmet veren finans kuruluşlarını hedef alan daha kapsamlı bir politika daha etkili olabilir, ancak bu da Çin finans sisteminin Washington’un şu anda hazır olduğundan daha geniş bir şekilde hedef alınmasını gerektirecektir. Yine de Trump yönetiminin tüm bu adımları atma fırsatına sahip olduğunu ama bunu yapmadığını da belirtmek gerekir.

DÜNYA BASINI

Savaşın yayılması ABD’nin gizli gündemi mi?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin savaşı sürdürme ve genişletmeye çalışan İsrail’i dizginlemeye çalıştığı iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunuyor. Veriler ve uzman görüşleri ile desteklenen makale Demokratlar içindeki neo-muhafazakâr gündeme ve isimlere dikkat çekiyor:

***

Biden yönetimi gerilimi azaltmaya mı çalışıyor yoksa Orta Doğu’yu savaşa mı sürüklüyor?

Washington bölgesel ateşkes çağrısı yaparken İsrail’e siyasi ve askeri destek sağlamaya devam ediyor. Genişleyen savaş başarısız bir diplomasi mi yoksa ABD’nin gerçekten istediği şey mi?

Ali Harb

ABD Başkanı Joe Biden şubat ayında elinde bir dondurma külahıyla Gazze’de ateşkesin birkaç gün içinde gerçekleşebilecek kadar “yakın” olduğunu ilan etti.

Aradan yedi aydan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı devam etmekle kalmadı Ortadoğu’da tırmanan gerilim ve şiddet İsrail askerlerinin Lübnan’ı işgal etmesi ve bombalamasıyla genişledi.

Biden yönetimi sözlü olarak gerilimi azaltma çağrısı yapmaya devam ederken İsrail’e siyasi destek ve savaşlarını sürdürmesi için sürekli bomba tedariki sağladı.

Washington, İsrail’in bu yıl attığı neredeyse her tırmandırıcı adımı memnuniyetle karşıladı: Beyrut ve Tahran’da Hamas liderlerinin öldürülmesi, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah suikastı ve Lübnan’ın güneyinin işgali.

Gazze’de savaşın başlamasının üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail, kuşatma altındaki Filistin topraklarında yaklaşık 42 bin kişinin ölümüne neden olan yıkıcı saldırılarını sürdürürken Beyrut’u her gün bombalıyor ve İran’a karşı bir saldırıya hazırlanıyor.

Gazze’deki çatışma şiddetlenip bölgeye yayıldıkça, ABD’nin söylemi ile politikası arasındaki uçurum da büyüyor.

Peki, birçok liberal yorumcunun öne sürdüğü gibi Biden yönetimi İsrail’i dizginlemekte başarısız mı oluyor? Yoksa aslında kaosu; İran, Hamas ve Hizbullah’a karşı şahin bir gündemi ilerletmek için mi kullanıyor?

Kısa yanıt: Analistlere göre İsrail’e askeri ve diplomatik desteğini sürdüren ABD, itidal açıklamalarına ve ateşkes çağrılarına rağmen bölgedeki şiddetin temel itici gücü olmaya devam ediyor. Yönetimin güdüleri ya da gerçek niyetleri hakkında spekülasyon yapmak zor olsa da Biden yönetiminin İsrail ile aynı safta yer aldığını, sadece meydan okunan pasif bir müttefik olmadığını gösteren kanıtlar giderek artıyor.

ABD şimdiye kadar ne söyledi ve ne yaptı?

Gazze’de ateşkes için aylarca süren kamuoyu baskısının ardından ABD, İsrail’in Lübnan’daki saldırısını desteklemeye odaklandı.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin geçen hafta İsrail’in Lübnan’ın güneyinde başlattığı ve ülkeyi tamamen işgal etme riski taşıyan kara harekâtını destekledi.

İsrailli mevkidaşı Yoav Gallant ile yaptığı görüşmenin ardından 30 Eylül’de bir açıklama yapan Austin, “ABD’nin İsrail’in kendini savunma hakkını desteklediğini açıkça ifade ettim” dedi.

Filistinli grup Hamas’ın İsrail’in güneyine düzenlediği ve en az bin 139 kişinin öldüğü saldırıya atıfta bulunan Austin, “Lübnan Hizbullahı’nın İsrail’in kuzeyindeki topluluklara 7 Ekim tarzı saldırılar düzenleyememesini sağlamak için sınır boyunca saldırı altyapısının yok edilmesi gerektiği konusunda mutabık kaldık” dedi.

Lübnanlı grup, Hamas saldırısının ardından Gazze’ye karşı başlattığı savaşı sona erdirmesi için İsrail hükümetine baskı yapmak amacıyla geçen yıl Ekim ayında İsrail askeri mevzilerine saldırmaya başlamıştı.

Aylar boyunca neredeyse her gün yaşanan çatışmalar büyük ölçüde sınır bölgesiyle sınırlı kaldı. Şiddet, sınırın her iki tarafından on binlerce insanı kaçmaya itti. Hizbullah, İsrail’in kuzeyinde yaşayanların ancak ülkenin Gazze’ye yönelik savaşı sona erdiğinde geri dönebileceklerini savundu.

Hizbullah’ın üst düzey askeri yetkililerine yönelik suikast saldırılarının ardından İsrail 23 Eylül’de Lübnan genelinde büyük bir bombardıman başlattı ve yüzlerce köy ve kasabada sivillere ait evleri yerle bir etti.

O tarihten bu yana İsrail şiddeti Lübnan’da 1 milyondan fazla insanı yerinden etti.

İsrail’in bu adımlarından önce Beyaz Saray aylardır Lübnan-İsrail sınırındaki krize diplomatik bir çözüm bulunması için çalıştığını söylüyordu. ABD elçisi Amos Hochstein, görünüşte gerilimin tırmanmasına karşı uyarıda bulunmak üzere bölgeye defalarca ziyarette bulundu.

Lübnan’daki düşük düzeyli çatışmaların hızla topyekûn bir savaşa dönüşmesi üzerine Biden yönetimi Arap ve Avrupa ülkelerini bir araya getirerek 25 Eylül’de çatışmaların durdurulması için 21 günlük “acil” bir ateşkes önerdi.

Ancak iki gün sonra İsrail, Beyrut’taki birçok konutu yerle bir eden ve yakın bir ateşkes ihtimalini fiilen ortadan kaldıran büyük bir bombalı saldırıda Nasrallah ‘ı öldürdüğünde Beyaz Saray bu saldırıyı “adaletin bir ölçüsü” olarak övdü. Nasrallah’ın öldürülmesi emrini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak üzere bulunduğu ABD topraklarından verdi.

Syracuse Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Osamah Khalil, Biden’ın diplomatik çabalarının samimiyetini sorguladı ve Hochstein’ın İsrail’e itidal çağrısında bulunduğuna dair basında çıkan haberlere şüpheyle yaklaştı.

Halil, ABD’nin İsrail’in Gazze ve bölgenin geri kalanındaki eylemlerinin doğrudan bir katılımcısı ve destekçisi olduğunu ancak Biden yönetiminin ateşkes görüşmelerini kendisini ülke içindeki eleştirilerden korumak için bir “iç politika” manevrası olarak kullandığını vurguladı.

Halil geçen ay El Cezire’ye verdiği demeçte, “Tüm bunlar, özellikle de savaş karşıtlığı popüler hale geldikçe, müzakereler ediyormuş gibi görünmek için yapılan müzakerelerdi” dedi.

‘Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmek’

ABD medyasında yakın zamanda çıkan iki haber Halil’in iddiasını doğrular nitelikte.
Politico’nun 30 Eylül’de kimliği açıklanmayan kaynaklara dayandırdığı haberine göre Hochstein ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Ortadoğu koordinatörü Brett McGurk’ün de aralarında bulunduğu üst düzey ABD’li yetkililer İsrail’in Hizbullah’a yönelik askerî harekâtını özel olarak destekliyor.

ABD’li yayın organının haberine göre “Hochstein, McGurk ve diğer üst düzey ABD ulusal güvenlik yetkilileri perde arkasında İsrail’in Lübnan operasyonlarını önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’yu daha iyi bir şekilde yeniden şekillendirecek tarihi bir an olarak tanımlıyorlar.”

Axios’un geçen haftaki haberine göre ABD, İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbelerden faydalanarak Washington’un desteklediği bir ismin Lübnan cumhurbaşkanı seçilmesi için bastırıyor.

Lübnan’da cumhurbaşkanlığı makamı yaklaşık iki yıldır boş ve parlamento yeni bir lider seçmek için uzlaşma sağlayamıyor.

Salı günü ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller Lübnan’daki savaşı ülkeyi siyasi olarak değiştirmek için bir “fırsat” olarak nitelendirdi. Miller, Washington’un Lübnan halkının “yeni bir cumhurbaşkanı seçme [ve] Hizbullah’ın ülkedeki çıkmazını kırma yeteneğine” sahip olmasını istediğini söyledi.

Hizbullah ve müttefikleri, ülkedeki serbest seçimler sonucunda Lübnan parlamentosunda onlarca sandalyeyi kontrol ediyor.

Bölgeyi yeniden şekillendirmek, ABD’nin neo-muhafazakâr hareketi için her zaman bir hedef oldu: İsrail’e destek veren ve ABD dostu hükümetleri, şahin dış politika ve askeri müdahaleler yoluyla iktidara getirme. Bu yaklaşım en açık şekilde eski ABD Başkanı George W. Bush döneminde görülmüştü.

Hatta 18 yıl önce Bush döneminde, İsrail Hizbullah ile son büyük savaşını yaşadığında, dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice “yeni bir Ortadoğu’nun doğum sancılarından” söz etmişti.

Halil, Bush döneminin birçok yeni muhafazakârının şu anda Demokrat Parti’ye üye olduğunu ve Kasım seçimlerinde başkanlık için Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i desteklediğini belirtti.

Harris, sözde “teröre karşı savaşın” ve 2003 yılında ABD öncülüğünde Irak’ın işgalinin baş mimarlarından olan eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin desteğini memnuniyetle karşıladı.

Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olarak Biden’ın kendisi de Irak’taki savaşı desteklemişti. O dönemde komitede Demokrat personel direktörü olarak görev yapan Dışişleri Bakanı Antony Blinken da öyle. McGurk Bush’un Beyaz Saray’daki danışmanlarından biriydi ve ABD’nin Irak’ı işgalinde kilit rol oynamıştı; Hochstein ise daha önce İsrail ordusunda görev yapmıştı.

Khalil, “Demokrat yönetimin içinde neo-muhafazakâr bir gündem var” dedi.

Gazze başarısızlıkları

Lübnan’da savaş sürerken ve dünya İran ile İsrail arasında olası bir gerilimi izlerken, birçok analist bölgeyi bu noktaya getiren şeyin Biden’ın Gazze’deki savaşı sona erdirememesi olduğunu söylüyor.

Arab Center Washington DC Direktörü Halil Cahşan da Biden yönetiminin Netanyahu hükümetine verdiği koşulsuz desteğin tüm bölgeyi “bilinmeze” götürdüğünü söyledi.

El Cezire’ye konuşan Cahşan, Gazze savaşının başlamasından bu yana geçen bir yılda ABD’nin sadece İsrail politikalarına değil, aynı zamanda “İsrail’in aşırılıklarına” da tam olarak “körü körüne destek” verdiğini söyledi. “Bu, çatışmanın başından beri herhangi bir rasyonalite unsurunu kabul etmeyi reddeden tek taraflı bir politikanın sonucudur” dedi.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği saldırının hemen ardından Biden ABD’nin müttefikine tavizsiz destek verdi.

İsrail’in Hamas’a karşı “hızlı, kararlı ve ezici” bir yanıt vermesini destekledi. Beyaz Saray ayrıca savaşın finansmanına yardımcı olmak üzere İsrail’e askeri yardım için Kongre’den ek fon talep etmekte acele etti.

Washington aylardır büyüyen insani krize rağmen ateşkes çağrılarına direniyor ve İsrail’in Hamas’ın peşinden gitmeye “hakkı” olduğunu savunuyordu.

ProPublica ve Reuters haber ajansının son haberleri, Biden yönetiminin İsrail’in Gazze’de işlediği olası savaş suçlarıyla ilgili iç uyarıları aldığını ve bunları görmezden gelerek İsrail’e silah transferlerini sürdürdüğünü gösterdi.

İsrail’in Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir etmesi, 2,3 milyon Filistinlinin neredeyse tamamını yerinden etmesi ve açlık sınırına getirmesinin ardından iç ve uluslararası hoşnutsuzluk arttıkça Biden üslubunu yumuşatmaya başladı.

Geçen aylarda ABD, Gazze’deki çatışmaların sona ermesini ve kuşatma altındaki bölgede Filistinli grupların elindeki İsrailli esirlerin serbest bırakılmasını sağlayacak bir anlaşma çağrısında bulunmak için “ateşkes” terimini benimsedi.

Ancak Netanyahu’ya bir anlaşmayı kabul etmesi için pek baskı yapmadı.

Biden ve yardımcıları gerçekten bir ateşkes istemiş ve bunu başaramamış da olsa diplomatik çabayı dikkatleri İsrail’in ABD destekli savaşının dehşetinden uzaklaştırmak için kullanmış da olsa sonuç aynı: Savaş yayılıyor ve on binlerce masum insan öldürülüyor.

Tahran ile ABD diplomasisini destekleyen ABD merkezli National Iranian American Council’de (NIAC) politika direktörü olan Ryan Costello, “Kanıtlar, bir ateşkesi desteklediklerini söylemenin, ancak bunu sağlamak için hiçbir şey yapmamanın onlar için siyasi olarak avantajlı olduğunu gösteriyor” dedi.

Cahşan ayrıca Biden yönetiminin İsrail’i silahlandırmaya devam ederken adil ateşkes önerileri sunmadığını söyledi, “Ateşkesi önerenler, taraflardan birine savaş araçları sunmaya devam ederse ateşkesin ne değeri kalır ki. Bu bir ateşkes değil; savaşa devam etmek için bir davet” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Küresel ticarette tehlike çanları: Lloyd’s’tan 14 trilyon dolarlık kayıp uyarısı

Yayınlanma

İngiltere merkezli sigorta devi Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın önümüzdeki beş yılda küresel ekonomiye 14,5 trilyon dolarlık zarar verebileceğini ve dünya ticaretini altüst edebileceğini öngören bir rapor yayımladı.

Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın küresel ekonomiyi derinden sarsabileceği konusunda uyarıda bulundu. Sigorta devi, böyle bir senaryonun önümüzdeki beş yıl içinde 14,5 trilyon dolarlık (yaklaşık 11,89 trilyon sterlin) zarara yol açabileceğini ve küresel ticareti altüst edebileceğini öngörüyor.

Reuters ajansının aktardığına göre söz konusu tahmin, Lloyd’s’un sistemik risk serisi kapsamında hazırladığı yeni bir senaryonun parçası. Bu seri, hükümetlere, sigortacılara ve risk yöneticilerine en acil küresel tehditler hakkında kritik bilgiler sunmayı amaçlıyor.

Söz konusu senaryo, büyük çaplı bir jeopolitik çatışmanın küresel ticaret düzenini bozması halinde ortaya çıkabilecek ciddi ekonomik sonuçlara odaklanıyor.

Dünya ithalat ve ihracatının yüzde 80’inden fazlasını oluşturan yaklaşık 11 milyar ton malın her an okyanuslar üzerinde hareket halinde olduğu düşünüldüğünde, hayati ticaret yollarının kapanmasının ekonomileri felce uğratabileceği açıkça görülüyor.

Rapor, olası zararın iki yönlü -bir yandan çatışma bölgelerindeki altyapının tahrip olması, diğer yandan yaptırımlar ve tehlikeye giren nakliye hatları nedeniyle küresel ticaret ağlarının yeniden düzenlenmek zorunda kalması- olacağını vurguluyor.

Etkinin boyutu, ülkelerin çatışmaya dahil olma durumuna ve uluslararası ticarete olan bağımlılık derecesine göre farklılık gösterecek. Örneğin, otomobil ve elektronik üretiminde kullanılan yarı iletkenler gibi kritik mallarda büyük ölçüde dış tedarikçilere bağımlı olan Avrupa’nın 3,4 trilyon dolara varan kayıplarla karşı karşıya kalabileceği belirtiliyor.

Lloyd’s, bu senaryonun önemini vurgulamak için yakın geçmişten bir örnek veriyor. 2021 yılında, Doğu ve Batı’yı birbirine bağlayan hayati ticaret yolu Süveyş Kanalı’nda yaşanan tıkanıklığın günde 9,6 milyar dolarlık mala, yani saatte 400 milyon dolara mal olduğu tahmin edilmişti.

Lloyd’s kurumsal ilişkiler direktörü Rebekah Clement, son senaryoyla ilgili şu açıklamayı yaptı: “Sigortanın değeri, jeopolitik çatışmanın ikincil etkilerini de kapsıyor. Bu etkiler arasında, etkilenen ticaret ortakları ve tedarikçilerden kaynaklanan aşağı yönlü gecikmeler ve kesintiler de yer alıyor.”

Clement sözlerine şöyle devam etti: “İşletmelerin kendilerini bu etkilere karşı korumalarına yardımcı olabilecek sigorta teminatlarına örnek olarak siyasi risk sigortası ve şarta bağlı iş kesintisi sigortasının yanı sıra özel savaş riski sigortası verilebilir.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

7 Ekim’in ardındaki jeopolitik deprem

Yayınlanma

Ghassan Jawad, Lübnanlı yazar ve analist
The Cradle, 7 Ekim 2024

Bir yıl önce bugün dünyayı sarsan El Aksa Tufanı Operasyonu münferit bir olay değildi; yıllar süren jeopolitik değişimlerin, küresel güç dengelerinin ve Batı Asya’da artan gerilimlerin doruk noktasıydı.

Operasyon sadece Filistin direnişinin cesur bir hamlesi değil, aynı zamanda uluslararası politikada yıllardır yaşanmakta olan sismik değişikliklere verilen hesaplı bir yanıttı.

Bu değişikliklerin merkezinde ABD’nin Afganistan’dan 2021’de çekilmesi vardı ki bu ABD etkisinin zayıfladığına işaret ediyordu. Bu çekilme Washington’un Basra Körfezi’ndeki müttefiklerinde, özellikle de ABD korumasının güvenilirliğini sorgulamaya başlayan Suudi Arabistan’da şok etkisi yarattı.

ABD’nin Ukrayna savaşındaki zıt tutumu bu endişeleri daha da derinleştirerek Basra Körfezi ülkelerini yeni ittifaklar ve güvenlik düzenlemeleri arayışına itti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2022’de Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret, 30 milyar dolarlık ticaret anlaşmasıyla sonuçlandı ve Pekin’in bölgedeki yeni nüfuzunun altını çizdi.

Çin’in artan varlığı ve değişen bölgesel dinamikler, İran ile Suudi Arabistan arasında Pekin’de imzalanan Mart 2023 tarihli normalleşme anlaşmasının yolunu açtı. Bu anlaşma bazı bölgesel gerginlikleri yatıştırsa da uzun süredir devam eden çatışmaları tam olarak çözmedi.

Bunun yerine, Batı Asya’nın değişen güç dengesine uyum sağlama ve köklü rekabetleri aşabilecek potansiyel yeni ittifaklara hazırlanma çabalarını yansıttı. Bölgesel güçler, ABD’nin yirmi yıl önce Irak’ı yasadışı bir şekilde işgal etmesiyle tetiklenen ve giderek artan çok kutupluluğun damgasını vurduğu evrim geçiren uluslararası düzenle başa çıkmak için kendilerini konumlandırıyorlardı.

Ukrayna’daki savaş ve küresel yeniden hizalanmalar

Ukrayna’da Şubat 2022’de patlak veren savaş, Doğu Avrupa’nın ötesine şok dalgaları gönderdi. Çatışma ekonomik krizleri tetikledi, çatışmaları yoğunlaştırdı ve hatta Afrika’da askeri darbeleri teşvik etti. Bunu takip eden jeopolitik sıralama, bir tarafta ABD ve Atlantikçi müttefikleri, diğer tarafta Çin tarafından desteklenen Avrasya güçleri Rusya ile doğu ve batı arasında gözle görülür bir hizalanma yarattı. Kısa süre içinde dünyanın dört bir yanındaki stratejik sıcak noktalarda vekalet savaşları ortaya çıktı.

Rusya için savaş, ulusal güvenliğinin gerekli bir savunması, Batı’nın kendi etki alanına tecavüzüne karşı bir tepki olarak görüldü. Kremlin, Ukrayna çatışmasını sadece bir toprak mücadelesi olarak değil, Batı’nın bilim, teknoloji ve sanayi alanındaki hakimiyetinin azalmaya başladığı bir dünyada kaynakların, ticaret yollarının ve etki alanlarının kontrolü için verilen daha geniş bir savaş olarak gördü. Moskova’nın gözünde bu savaş, küresel gücün sınırlarını yeniden çizmeye yönelik daha büyük bir mücadelenin parçasıydı.

Çin ve Hindistan’ın yükselişi dünyanın endüstriyel, ekonomik ve demografik ağırlığını doğuya doğru kaydırdı. Bu durum, Rusya’nın Avrupa’dan Orta Asya’ya küresel rolünü geri kazanmaya çalışmasıyla birlikte nüfuz mücadelesini yoğunlaştırdı. Bu arada, Çin kendi ekonomik ve jeopolitik hakimiyetini kurmaya çalışırken ABD liderliğindeki uluslararası “kurallara dayalı düzen” baskı altında.

Filistin davasının yeniden canlandırılması

Filistinli direniş güçlerinin 7 Ekim 2023’te El Aksa Tufanı’nı başlatma kararı bu küresel akımlardan bağımsız olarak alınmadı.

Hamas ve diğer Filistinli gruplar stratejik anın farkındaydı: ABD, Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne göre Çin ve Rusya’ya karşı çatışmalarla meşgulken, Washington İran’ı kontrol altına almaya çalışıyordu.

Gazze’deki Hamas’ın Ukrayna çatışmasının patlak vermesinin ardından kaleme aldığı gizli bir değerlendirme, İsrail’in kendi içindeki bölünmeler de dahil olmak üzere önceliklerde ve kırılganlıklarda küresel bir değişime dikkat çekiyordu: Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’teki Filistinlilere yönelik kuşatmanın sıkılaştırılması ve kaçınma döngüsünün kırılması için aşırı sağcı bir hükümetin programında ve başkanı ile bakanlarının fikirlerinde açıkladığı, Yer Değiştirme Yerleşimleri Bakanı’nın artırılması ve Filistin davasının mülteciler meselesi, devlet, bağımsızlık, başkent olarak Kudüs ve Filistin hakkının şahidi olan toprak gibi hayati başlıklarını ortadan kaldırmak için Filistin davasını sona erdirmek için çalışma fikrine dayanan pozisyonu değiştirme ve kırma olasılığı.

Değerlendirmede, İsrail’in iç siyasi çekişmelerinin yanı sıra küresel iklimin de kararlı bir saldırı için nadir bir fırsat sunduğu sonucuna varıldı. Benjamin Netanyahu ve aşırılık yanlısı ortakları tarafından yönetilen İsrail’in aşırı sağcı hükümeti açıkça işgali derinleştirmeyi, yerleşimleri genişletmeyi ve Filistinlilerin haklarını marjinalleştirmeyi amaçlayan politikalar izlemiştir. Tel Aviv’in iç bölünmeleri ve Batı’nın Ukrayna’daki dikkat dağınıklığı göz önüne alındığında, bu tehditlere meydan okuyacak cesur bir hamle için zamanın geldiği anlaşılıyordu.

Bölgesel olarak ABD, İsrail ile Suudi Arabistan arasında bir normalleşme anlaşmasına aracılık etmek amacıyla Abraham Anlaşmalarını ilerletmeye çalışıyordu. Bu çaba, ABD’nin Batı Asya’daki çıkarlarını, özellikle de İsrail’in güvenliğini korumaya yardımcı olabilecek bir Arap-İsrail bloğu oluşturmak için çok önemli olarak görülüyordu.

Ancak Filistinliler bu normalleşme çabalarını ulusal istekleri için ciddi bir tehlike olarak gördüler. Suudi Arabistan’ın Filistin davası için önemli tavizler elde etmeden sürece dahil olmasının İsrail’e “nihai çözüm” için yeşil ışık yakacağından korkuyorlardı – yasadışı Yahudi yerleşimlerini artırmak, Gazze üzerindeki kuşatmayı sıkılaştırmak ve Kudüs’ü Yahudileştirirken Filistin devleti için her türlü şansı silmek.

Direniş, Suudi Arabistan’ın normalleşme yolunda devam etmesi halinde diğer Arap ve Müslüman çoğunluklu ülkelerin de onu izleyerek Filistin davasını daha da yalnızlaştıracağına inanıyordu. Filistin ile Arap ve İslam dayanışmasının aşınacağı potansiyel bir jeopolitik gerçeklikle karşı karşıya kalan direniş, El Aksa Tufanı Operasyonu’nu gidişatı değiştirmek için son bir çaba olarak gördü.

Tufandan Sonra

İsrail’in El Aksa Tufanı’na verdiği yanıt orantılı olmaktan çok uzaktı. Filistin direniş operasyonuna tepki olarak başlayan süreç hızla soykırıma benzetilen bir etnik temizlik kampanyasına ve Gazze, Batı Şeria, Lübnan, Suriye ve Yemen’e yönelik yıkıcı saldırılarla daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa dönüştü.

Ancak İsrail’in acımasız askeri saldırıları Tel Aviv’in acil hedeflerinden daha fazlasına hizmet ediyor gibi görünüyor. ABD’nin Çin, Rusya ve İran gibi güçlerin artan etkisine karşı koyarken bölgesel çıkarlarını güvence altına almaya yönelik daha geniş stratejisine uyuyor.

İsrail’in Filistin direnişini yok etme ve Gazze halkını yerinden etme amacı, Washington’un eylül ayında Lübnanlı direniş liderlerine yönelik suikast saldırısının ardından ortaya çıkan daha büyük jeopolitik hedefleriyle iç içe geçmiş durumda: Batı Asya’nın yeniden şekillendirilmesi.

Tel Aviv’in bu planı, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun BM Genel Kurulu kürsüsüne çıkıp Suudi-İsrail normalleşmesinin Washington tarafından güvence altına alınmasının ardından hayata geçirilebileceğini öngördüğü “yeni Orta Doğu” haritasını havaya kaldırdığı 7 Ekim 2023 tarihinden çok önce harekete geçirilmişti.

ABD, Tel Aviv’deki vekili aracılığıyla, Çin ve Rusya’nın nüfuzuna karşı koymaya yönelik daha geniş bir stratejinin parçası olarak bölgenin kaynakları, ticaret yolları ve ittifakları üzerindeki kontrolünü sürdürmeye çalışıyor. Bu çatışma, Ukrayna’dan Kızıldeniz’e uzanan daha büyük bir küresel hakimiyet mücadelesinin bir parçasıdır.

Gazze’nin çektiği acılara verilen küresel tepki keskin bir çelişkinin altını çiziyor. ABD ve müttefikleri liberal değerleri, insan haklarını ve demokrasiyi savunduklarını iddia ederken, eylemleri genellikle farklı bir hikaye anlatmaktadır. Ukrayna çatışması ve Gazze’deki soykırım sırasında Batılı devletler uzun süredir savundukları pek çok ideali soğuk ve sert jeopolitik çıkarlar uğruna terk ettiler.

El Aksa’nın ötesinde bir savaş

İsrail’in Gazze’ye ve şimdi de Lübnan’a karşı sürdürdüğü savaş, sadece El Aksa Tufanı direniş operasyonunun acil sonuçlarıyla ilgili değildir. Sözde “Yüzyılın Anlaşması”nı anımsatan, ABD’nin bölgeye yönelik daha geniş bir projesinin parçasıdır.

Bu, Gazze ve diğer parlama noktalarının ötesine uzanan saldırganlığın ölçeğinde açıkça görülmektedir. Nihai hedef, bölgenin jeopolitik düzeninde radikal bir dönüşüm gibi görünüyor – kaynaklar, limanlar ve ticaret yolları üzerindeki kontrolü güvence altına alırken, Batı hakimiyetini sağlamak için halklara boyun eğdiren bir düzen.

Bu savaş sadece sınırlar ya da topraklarla ilgili değil; küresel ekonomik coğrafya üzerinde kontrol ve eski düzenin tartışıldığı bir dünyada nüfuzla ilgili. Bu büyük nüfuz mücadelesinde, ister Ukrayna’da, ister Gazze’de ya da başka bir yerde olsun, bedeli genellikle sahadaki insanlar ödüyor.

Varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olan Filistinliler, tarihin akışını değiştirmek amacıyla El Aksa Tufanı’nı başlattı. Ancak savaş uzadıkça, bu çatışmanın çok daha büyük bir küresel güç oyununun parçası olduğu ve sonuçlarının bölgenin çok ötesine yayılacağı anlaşıldı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English