Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

John Mearsheimer ile mülakat: İsrail lobisi her zamanki gibi güçlü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim’den bu yana İsrail’in Gazze’de işlediği savaş suçları korkunç boyutlarda oldu. İşgal rejiminin soykırım suçu işlediğine dair bariz kanıtlar olsa da durum Batılı kurumlar nezdinde, evvel zamanda olduğu gibi sükunetle karşılanıyor, lobi faaliyetleriyle çatlak sesler tüm kamusal alandan siliniyor.

Aşağıda tercümesi verilen mülakatta, Ukrayna’da eninde sonunda savaş başlayacağı yönündeki tahmini doğru çıkan ve Washington yönetiminin dış politika tercihlerine son derece eleştirel bakan, “saldırgan realizm” teorisinin sahibi Chicago Üniversitesi Profesörü John Mearsheimer, Gazze ve Ukrayna savaşlarına dair bir dizi değerlendirmede bulunuyor. Mearsheimer, Orta Doğu’daki gerilimin bölgesel bir savaş tehdidi barındırdığını kabul etse de Rusya’nın Doğu ve Batı Avrupa’yı “fethetmeye” çalıştığı iddialarının mantıksız olduğunu ve İran’a dair koparılan yaygaranın da aynı derecede gerçeklikten uzak olduğunu belirtiyor.


John Mearsheimer: İsrail lobisi her zamanki gibi güçlü

Amerikalı uluslararası ilişkiler uzmanı ile Gazze ve Ukrayna’daki savaşlar ve Orta Doğu’daki güç rekabeti üzerine

Gavin Jacobson

New Statesman

10 Şubat 2024

Gavin Jacobson: Ukrayna ile başlayalım. Avrupa Birliği’nin Kiev’e sunduğu 50 milyar avroluk yardım paketi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu Rusya’ya karşı savaşta kayda değer bir fark yaratacak mı?

John Mearsheimer: Hayır, bence bu yardım aslında Ukrayna hükümetini ayakta tutmak için tasarlandı. Ukraynalıların ihtiyacı olan şey silah ve AB’den gelen bu para silah almalarına yardımcı olmak üzere tasarlanmadı. Savaş alanında olup bitenler açısından asıl mesele para değil. Ukraynalıların ihtiyacı olan şey çok sayıda silah —toplar, tanklar, mermiler— ve Batı’nın Ukraynalılara Rusların inşa ettiği ve birliklerine tedarik ettiği tüm malzemelere ayak uydurmalarını sağlayacak kadar silahı yok. Ukrayna ile Rusya arasında her zaman bir silah dengesizliği vardı, özellikle de yıpratma savaşlarında büyük önem taşıyan topçu dengesizliği. Fakat bu dengesizlik zaman geçtikçe daha da artıyor. Sorunun kaynağı para değil, Batı’nın şu anda ya da kısa vadede veya önümüzdeki yıllarda Ukraynalılara verecek silahı olmaması.

GJ: Ukrayna hükümetinin komuta kademesindeki çatlaklar hakkında yorum yapabilir misiniz? Uzaktan bakıldığında, Vladimir Zelenskiy’in işlerin altından kalkabileceğini düşünüyor musunuz?

JM: Zelenskiy’in fena halde zayıfladığına şüphe yok. Mücadeleyi ön saflarda sürdürmek adına siyasi lider ile başkomutan Valeriy Zalujnıy arasında büyük bir mücadele yaşanıyor. Bunun nasıl çözüleceğini öngörmek zor. Zelenskiy’in ağır zayiat aldığını ve Zalujnıy’ın da bu çatışmadan zarar gördüğünü düşünüyorum. Ancak bu, Batı’da Ukrayna’nın ayakta kalabileceğine dair güven yaratmak ve Ukrayna’ya yardıma devam etmemiz için iyi bir gerekçe sağlamak amacıyla kesinlikle iyiye işaret değil. Cephedeki askerlere de yardımcı olmuyor. Kiev’deki siyasi-askeri liderliğin birlik içinde olduğuna ve savaş alanında zaferi kolaylaştırmak için elinden geleni yaptığına inanmak istiyorlar. Fakat Zelenskiy ve Zalujnıy, Rusya’ya karşı savaşı kazanmaktan çok birbirlerine karşı savaşı kazanmakla ilgileniyor gibi görünüyorlar.

GJ: Ukrayna hükümetinin devlet başkanlığı seçimlerini ertelemesine ne diyorsunuz?

JM: Bu özel durumda seçim yapmamak mantıklı. Mümkün olan en iyi durum Zelenskiy ve Zalujnıy’ın anlaştığı, Zelenskiy’in iktidarda kaldığı ve Ukraynalı siyasi ve askeri liderlerin Rusları savaş alanında uzak tutma ihtimalini en üst düzeye çıkarmak için birlikte çalıştığı bir durum olacaktır. Eğer çekişmeli geçecek bir seçim olursa, Zelenskiy ile rakibi kim olursa olsun arasında büyük bir kavga olacaktır; Zelenskiy ile Zalujnıy ya da Ukrayna’nın eski devlet başkanı Pyotr Poroşenko gibi Zalujnıy ile ilişkili biri arasında bir yarış tahayyül edebiliyor musunuz? Bu seçimi çevreleyecek toksik atmosfer, savaş alanındaki gidişata zarar verecektir. Her şey hesaba katıldığında, Ukrayna’da seçim yapılmaması en iyisi olacaktır. Buna ABD’de hem birinci hem de ikinci dünya savaşlarında şahit oldunuz; demokratik ilkeler büyük savaşlarda ezilme eğilimindedir, zira hükümet olağanüstü bir acil durumda faaliyet gösterir ve gerçek bir olağanüstü halde demokrasiye aykırı adımlar atarsınız. Bu üzücüdür ama çoğu durumda savaşı kazanmak için gereklidir. Ukrayna açısından en iyisi seçime gitmemek olacaktır.

GJ: Rusya’nın geçen yıl tüm G7 ekonomilerinden daha hızlı büyüdüğü ve Uluslararası Para Fonu’nun 2024’te de bunu yapacağını tahmin ettiği gerçeğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durum Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımların tamamen etkisiz olduğunu göstermiyor mu?

JM: Yaptırımların bu kadar etkisiz olmasına şaşırıyorum. Savaş patlak verdiğinde yaptırımların Rusya ekonomisi üzerinde ciddi bir olumsuz etkisi olacağını düşünmüştüm. Batı’da neredeyse herkes buna inanıyordu. Bu yüzden Batılı liderler Ukrayna’nın Rusya’yı yenebileceğini düşünüyordu. Ukraynalılar 2022’de savaş alanında başarılı oldular ve Batılı liderlerin çoğu bunun Rusya ekonomisi üzerindeki yıkıcı yaptırımlarla birleştiğinde Ukrayna’nın zaferiyle sonuçlanacağını düşünüyordu. Fakat yaptırımlar ters tepti ve Avrupa ekonomilerine Rusya ekonomisinden daha fazla zarar verdi. Rus seçkinlerinin bile yaptırımlar uygulandıktan sonra bu kadar iyi bir konuma geleceklerini düşündüklerini sanmıyorum. Yaptırımların etkisizliğinin yanı sıra 2022’den bu yana savaş alanında güç dengesinin değişmiş olması, Rusların neden galip geldiğini ve neden çirkin bir zafer kazanacak gibi göründüğünü açıklıyor.

GJ: Orta Doğu’ya dönecek olursak, Kızıldeniz’de Amerikan kuvvetlerinin Husilere ve diğer İran vekillerine karşı kullanılmasını nasıl yorumluyorsunuz?

JM: Nafile. Husiler, İran destekli milisler ve Hizbullah, Hamas’ı desteklemek için ABD ve İsrail hedeflerine saldırıyor. ABD, Hizbullah’a karşı olmasa da askeri güç kullanarak karşılık verdi, zira bunu İsraillilere bırakacak. Asıl soru şu; kim kazanacak? ABD değil. Neredeyse herkes başından beri Husilere karşı askeri güç kullanmanın onları Kızıldeniz’deki gemilere saldırmaktan alıkoymayacağını söyledi ve onlar da durmadılar, hatta kritik öneme sahip deniz kablolarını kesmekle tehdit ediyorlar. ABD’nin çetin ceviz bir savaş gücü olduğunu ispat edecek olan Husilere karşı kullanacağı gücün yapabileceklerinin gerçek sınırları var. ABD’nin ham askeri güç açısından müthiş bir avantaja sahip olduğuna şüphe yok. Fakat Vietnam ve Afganistan gibi bölgelerde öğrendiğimiz üzere, bu askeri üstünlük her zaman zaferi garanti etmiyor. Bu hadisede de zaferi garanti etmeyeceği kesin. Dolayısıyla Amerika’nın Kızıldeniz’deki eylemleri beyhude bir çaba anlamına geliyor.

GJ: ABD neden ezici gücün kendi iradesini dünyaya dayatmanın etkili bir yolu olduğu fikrinden vazgeçemiyor? Ve neden Orta Doğu’dan kendini kurtaramıyor, neden kendini sürekli olarak bölgeye geri çekilmiş buluyor?

JM: Amerikalı liderlerin askeri güçle yapabileceklerinizin sınırlarını neden kavrayamadıklarına dair bir açıklamam yok. İyi bir realist olarak, bir devletin gezegendeki en güçlü askeri güce sahip olmak istemesini anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu askeri güçle yapabileceklerinizin gerçek sınırları olduğunu bilmek de önemlidir. ABD’nin Irak ordusunu çölün düzlüklerinde kolayca bozguna uğrattığı 1991’deki ilk Körfez Savaşı gibi, üstün orduların hızlı ve mutlak zaferler elde edebildiği durumlar vardır. Fakat Amerikan ordusunu Taliban’la mücadele etmesi için Afganistan gibi bir yere gönderirseniz, elinizdeki onca silahla bile zaman içinde başarısız olursunuz. Benzer şekilde Husilerle savaştığınızda ya da Irak ve Suriye’de bu milislerle karşı karşıya geldiğinizde, ABD onları yenmek ve savaşa son vermek için müthiş askeri gücünü kullanamayacaktır. Düşman bir gün daha savaşmak için yaşayacaktır. Ve siz onlara her vurduğunuzda, onlar da size karşılık verecektir. İsrail Gazze’de benzer bir durumda. İsrail Savunma Kuvvetleri, askeri denge açısından Hamas’tan çok daha güçlü. Fakat Hamas’ı ve terör sorununu tamamen ortadan kaldıracağı fikri bir hayal. Vietnam Savaşı sırasında Amerikan ordusundaydım ve ordunun Kuzey Vietnam ordusundan ve Viet Kong’dan çok daha güçlü olduğuna şüphe yoktu ama yine de kaybettik. Bazen güçlü devletler çok daha az güçlü düşmanlara karşı savaş kaybederler. Amerikan dış politika kurumunun bunu neden anlamadığını izah etmek çok zor.

Orta Doğu’ya bu kadar müdahil olmamızın nedeni ABD ve İsrail’in etle tırnak gibi olmaları. ABD’nin İsrail’i koruma konusunda resmi bir askeri taahhüdü yok. Fakat buradaki iç politika nedeniyle Washington’un dünyanın bu bölgesine derinlemesine müdahil olmaması mümkün değil. İkinci bir neden de Sovyetler ve Amerikalıların nüfuz mücadelesi yürüttüğü, her ikisinin de orada asker bulundurduğu ve hatta vekalet savaşları yaptığı Soğuk Savaş döneminde Orta Doğu’yu bu kadar önemli kılan petrolün bolluğu. Ancak Soğuk Savaş sona erdiğinde biz kaldık ve kalmamızın nedeni de İsrail’di.

Çin ve Rusya’nın şu anda Orta Doğu’ya derinlemesine müdahil olduklarını anlamak son derece önemli. Elbette Rusya’nın Suriye’de halihazırda bir varlığı var, Çin ise bölgeye güç yansıtmak için bir mavi su donanması inşa ediyor. Orta Doğu’da bir tarafta Çinliler ve Ruslar, diğer tarafta Amerikalıların yer aldığı bir güvenlik rekabetine şahit olacağız. ABD, yalnızca İsrail’e olan bağlılığından ötürü değil, aynı zamanda büyük güç politikalarının dünyanın bu bölgesinde oynanacak olmasından ötürü de Orta Doğu’ya giderek daha fazla ilgi duyacaktır. Ruslar, Çinliler ve İranlılar mart ayında Orta Doğu’da büyük bir deniz tatbikatı gerçekleştirecekler.

İsrail ve Gazze ile ilgili olarak kâbus senaryosu, Tahran’ın Pekin ve Moskova tarafından desteklendiği İran ile bir savaşa dönüşmesi. Bence bundan oldukça uzaktayız. Ancak Çinliler ve Ruslar Orta Doğu’ya daha fazla müdahil oldukça ve onlarla İran arasında bu yakın ilişki geliştikçe, tırmanma riskiyle karşı karşıya kalırsınız. Bu felaket olur.

GJ: 2007 yılında Stephen Walt ile birlikte İsrail Lobisi’ni yazdınız. İsrail lobisi ile ABD dış politikası arasındaki ilişkiye dair o çalışmanızda savunduğunuz değerlendirmenizde herhangi bir değişiklik oldu mu?

JM: Hayır, bence meseleyi doğru anladık. Lobi her zamanki gibi güçlü. Kitabı yazdığımız zaman ile şimdiki zaman arasındaki en büyük fark, lobinin faaliyetlerinin bugün 2007’de olmadığı biçimde açıkta olması. Sanırım o dönem lobi hakkında bilgisi fazla olan çok az insan vardı. Ve lobinin Amerikan dış politikası, özellikle de Orta Doğu üzerindeki etkisi hakkında bilgisi fazla olan da çok az insan vardı. Bence bunu ortaya çıkarmaya yardımcı olduk ve şimdi daha fazla insan neler olup bittiğini anlıyor. Lobi artık çok daha açık bir şekilde faaliyet göstermek zorunda. Herhangi bir lobinin bakış açısına göre, kapalı kapılar ardında faaliyet göstermesi ve halkın görmediği önemli bir etkiye sahip olması en iyisidir. Fakat İsrail lobisi artık bu şekilde çalışamıyor. 7 Ekim’den bu yana, lobinin İsrail’i eleştiren politikacılara ve kamuya mal olmuş şahsiyetlere karşı sert davrandığına dair çok sayıda kanıt var; bunu lobicilerin İsrail’i eleştirmeye cüret eden herkesi disipline etmek ve cezalandırmak için büyük çaba sarf ettiği üniversite kampüslerinde de görebilirsiniz.

GJ: İran ne kadar tehlikeli?

JM: Kendi başına hiç de tehlikeli değil. Bugün yaşananlara bakarsanız, Amerikalılar Irak ve Suriye’de Husiler ve diğer İran destekli milislerle karşı karşıya. İsrailliler Hizbullah ve Hamas’la karşı karşıya. İran bu hikâyenin neresinde? Kenarda oturuyor. ABD, İran’a saldırma niyetinde olmadığını açıkça ortaya koydu ki bu da İsrail’i mutsuz ediyor. Ancak Joe Biden’ın yapmak istediği son şey İran’a saldırmak. İran ve İranlılar ABD ile bir çatışmaya girmek istemediklerini açıkça belirttiler. Dolayısıyla İranlılar Amerikalıların yeni bir bataklığa saplanmasını izliyor. Tahran çok sevinmiş olmalı. ABD’nin diplomatik ya da askeri olarak makul bir çıkış stratejisi yok gibi görünürken İran’ın 7 Ekim’den bu yana bu çatışmadan hiç zarar görmemiş olduğu bir gerçek.

GJ: Britanya’nın Kızıldeniz’de ABD ile birlikte oynadığı rol hakkında ne düşünüyorsunuz?

JM: İngilizler Amerikalıların yapmalarını istedikleri neredeyse her şeyi yaparlar. Amerikalılar genelde müttefiklerinin her zaman onların çeşitli planlarına uymak istemediklerini görürler. Ama bunun bir istisnası var, o da Britanya. Eskiden durum böyle değildi. Amerikalılar, İngilizlerin Vietnam’daki savaşa katılmasını umutsuzca istediler ve İngilizler bunu reddetti. Ama bence bugün bir Vietnam Savaşı yaşasaydık ve Amerikan hükümeti İngilizlerden savaşa katılmalarını isteseydi, İngilizler büyük bir hevesle savaşa katılırlardı. Böyle bir sadakat stratejik açıdan mantıklı değil. Özellikle de İngiliz ordusunun eriyip gittiğini düşündüğünüzde. İngiliz askeri gücü artmıyor; tam tersi bir yöne doğru gidiyor gibi görünüyor. Bu durumda İngilizlerin, Amerikalıların kendilerini dahil ettiği bu çeşitli maceralara olan bağlılıklarını azaltmalarını beklersiniz. Ama böyle bir şey olmuyor. Tam aksi söz konusu.

GJ: Eğer varsa, Trump’ın başkanlığı ABD’nin Orta Doğu’daki dış politikasını ne şekilde değiştirir?

JM: Trump’ın Orta Doğu’ya yaklaşımının Biden’ın yaklaşımından farklı olacağına inanmakta zorlanıyorum, özellikle de ABD-İsrail ilişkileri konusunda. Trump İran konusunda söylemsel olarak Biden’dan daha sert ama o kadar da değil ve Trump, İran’a karşı bir savaş başlatacak kadar aptal değil. Trump bir savaş çığırtkanı değil. Trump son zamanlarda kendi gözetiminde savaş başlatmayan tek başkan olmakla övünüyor ve bu doğru. Bence Amerikan dış politikasında önemli değişikliklerin olabileceği tek yer Avrupa. Bence Trump Avrupa’dan çekilmek istiyor, NATO’ya son vermek istiyor. Ukrayna savaşını sona erdirmek için Putin ile daha yakın çalışmak istediği de kesin. 2017-2021 yılları arasındaki ilk döneminde ABD’nin bölgedeki politikasını değiştirmek istemişti. Sanırım kendisine kalsa Avrupa’dan çekilir ve NATO’ya dahil olurdu. Ancak “blob”* olarak adlandırılan dış politika kurumu onu geri püskürttü.

Eğer tekrar kazanırsa, Trump bu kez blob’un üstesinden gelmeye kararlı olacaktır. Artık, ilk seferinde imkânsız olan hedeflerine ulaşmasına yardımcı olacak bir dış politika ekibine sahip olduğuna inanıyor.

Doğu Asya konusunda Biden’dan önemli bir değişiklik göreceğinizi sanmıyorum. Biden 2021’de göreve geldiğinde Asya konusunda Trump’ın ayak izlerini takip etmişti. Trump, ABD’nin Doğu Asya politikasını temelden değiştirmiş, Çin ile angajmanı terk etmiş ve bir çevreleme politikası izlemişti. Biden bu politikayı sertleştirdi ve bazı açılardan Çin’e karşı Trump’ın yönetiminin ilk dönemlerinde olduğundan daha sertti. Biden yönetiminin Pekin ile Washington arasındaki gerilimi azaltmaya çalışması ve böylece ABD’nin Ukrayna ve Orta Doğu’da sıkışmışken Doğu Asya’da bir savaşa girmemesini sağlamaya çalışmasıyla bu durum değişti.

GJ: Joe Biden’ın hafızası konusunda ne kadar endişelisiniz?

JM: Joe Biden’ın şu anda dünyanın en zorlu ve en önemli işi için gereken zihinsel yetilere sahip olup olmadığını sorgulamak için elbette iyi nedenler var. Ben 76 yaşındayım ve bu konuyu her zaman düşünüyorum, zira 70’li yaşların sonuna geldiğinizde bir miktar elden ayaktan düşmemeniz mümkün değil. Eskiden harika olan hafızam bir ölçüde aşındı ve artık eskisi kadar keskin değilim. Esasında benden bir yaş büyük olan Donald Trump’ın biraz güçten düştüğünü düşünüyorum, ancak Biden’a kıyasla esasen kapasiteli çalışıyor. Burada asıl bahsettiğimiz Joe Biden’ın önümüzdeki beş yıl boyunca sağlığı, zira asım ayındaki seçimi kazanırsa —ki bence seçim başa baş geçecek— ikinci dönemi Ocak 2025’te başlayacak, 2029’da sona erecek ve bu kadar uzun süre bu işi yapabileceğini düşünmek çok zor. Sorun şu ki, Demokratların adayı o olacak ve hiçbir şeyin bunu değiştireceğini sanmıyorum.

GJ: Britanya Savunma Bakanı Grant Shapps’ın “savaş sonrası dünyadan savaş öncesi dünyaya doğru ilerlediğimiz” görüşüne katılıyor musunuz? Geniş ölçekli bir savaş ihtimali nedir?

JM: Bu yorumların Rusya ile Batı arasındaki muhtemel savaş bağlamında yapıldığına inanıyorum ve bu argümanın altında yatan temel varsayım, Putin’in yürüyüşe geçip tüm Ukrayna’yı ele geçireceği, ardından Doğu Avrupa’daki ülkelere saldıracağı ve nihayetinde Batı Avrupa’yı tehdit ederek bizi bir Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyeceğidir. Mesele şu ki, Ukrayna’yı şimdi sonuna kadar desteklemek ve Putin’in Ukrayna’da kazanmasını engellemek daha iyidir, zira sonunda bu onun Avrupa’yı fethetmesini engelleyecektir.

Bu gülünç bir argüman. Putin Ukrayna’nın tamamını fethetme niyetinde olmadığını açıkça ortaya koydu ve bırakın Batı Avrupa’yı, Doğu Avrupa’daki herhangi bir ülkeyi fethetmekle ilgilendiğini hiçbir zaman belirtmedi. Ayrıca Doğu Avrupa’yı fethedecek askeri kabiliyete de sahip değil; Rusya ordusu Wehrmacht’ın ikinci formu değil. Ukrayna’da güç dengesi 2022’den bu yana Rusya’nın lehine değişmiş olsa da Ruslar Ukraynalıları geri püskürtmekte zorlanıyor. Rusya’nın daha fazla toprak fethedeceği fikri hiçbir anlam ifade etmiyor.

Shapps ve diğerlerinin bu argümanı öne sürmelerinin, Üçüncü Dünya Savaşı senaryosunu yansıtmalarının nedeni Ukrayna’ya desteğin devam etmesini istemeleri. Bu, ABD ve Britanya’nın tarihsel olarak çok iyi becerdiği demode bir tehdit şişirme yöntemidir. Rusya tehdidini şişirerek Batı’daki çeşitli kurumsal politikaları Ukraynalıları sonuna kadar yardım etmeye teşvik edebilirsiniz.


(*) Eski ABD başkanlarından Barack Obama’nın dış politika danışmanı Ben Rhodes’in Amerikan dış politika kurumunu tanılamak için kullandığı kelime. Mevcut ve eski hükümet yetkilileri, düşünce kuruluşları, çıkar grupları ve medya mensuplarından oluşan “blob”, hem yeni muhafazakârları hem de liberal enternasyonalistleri içeriyor. Söz konusu kurum, her uluslararası sorunu, ABD’nin müdahale etmesi ve güç kullanması için bir fırsat olarak görme eğilimini taşıyor. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna

Yayınlanma

Editörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.


Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı

Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)

“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.

Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?

Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.

Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…

Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.

Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…

Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.

Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…

Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.

Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.

Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.

Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…

Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.

Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.

Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?

Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.

Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?

Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.

Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?

Dmitriy Peskov:

Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English