Bizi Takip Edin

Dünya Basını

John Mearsheimer ile mülakat: İsrail lobisi her zamanki gibi güçlü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim’den bu yana İsrail’in Gazze’de işlediği savaş suçları korkunç boyutlarda oldu. İşgal rejiminin soykırım suçu işlediğine dair bariz kanıtlar olsa da durum Batılı kurumlar nezdinde, evvel zamanda olduğu gibi sükunetle karşılanıyor, lobi faaliyetleriyle çatlak sesler tüm kamusal alandan siliniyor.

Aşağıda tercümesi verilen mülakatta, Ukrayna’da eninde sonunda savaş başlayacağı yönündeki tahmini doğru çıkan ve Washington yönetiminin dış politika tercihlerine son derece eleştirel bakan, “saldırgan realizm” teorisinin sahibi Chicago Üniversitesi Profesörü John Mearsheimer, Gazze ve Ukrayna savaşlarına dair bir dizi değerlendirmede bulunuyor. Mearsheimer, Orta Doğu’daki gerilimin bölgesel bir savaş tehdidi barındırdığını kabul etse de Rusya’nın Doğu ve Batı Avrupa’yı “fethetmeye” çalıştığı iddialarının mantıksız olduğunu ve İran’a dair koparılan yaygaranın da aynı derecede gerçeklikten uzak olduğunu belirtiyor.


John Mearsheimer: İsrail lobisi her zamanki gibi güçlü

Amerikalı uluslararası ilişkiler uzmanı ile Gazze ve Ukrayna’daki savaşlar ve Orta Doğu’daki güç rekabeti üzerine

Gavin Jacobson

New Statesman

10 Şubat 2024

Gavin Jacobson: Ukrayna ile başlayalım. Avrupa Birliği’nin Kiev’e sunduğu 50 milyar avroluk yardım paketi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu Rusya’ya karşı savaşta kayda değer bir fark yaratacak mı?

John Mearsheimer: Hayır, bence bu yardım aslında Ukrayna hükümetini ayakta tutmak için tasarlandı. Ukraynalıların ihtiyacı olan şey silah ve AB’den gelen bu para silah almalarına yardımcı olmak üzere tasarlanmadı. Savaş alanında olup bitenler açısından asıl mesele para değil. Ukraynalıların ihtiyacı olan şey çok sayıda silah —toplar, tanklar, mermiler— ve Batı’nın Ukraynalılara Rusların inşa ettiği ve birliklerine tedarik ettiği tüm malzemelere ayak uydurmalarını sağlayacak kadar silahı yok. Ukrayna ile Rusya arasında her zaman bir silah dengesizliği vardı, özellikle de yıpratma savaşlarında büyük önem taşıyan topçu dengesizliği. Fakat bu dengesizlik zaman geçtikçe daha da artıyor. Sorunun kaynağı para değil, Batı’nın şu anda ya da kısa vadede veya önümüzdeki yıllarda Ukraynalılara verecek silahı olmaması.

GJ: Ukrayna hükümetinin komuta kademesindeki çatlaklar hakkında yorum yapabilir misiniz? Uzaktan bakıldığında, Vladimir Zelenskiy’in işlerin altından kalkabileceğini düşünüyor musunuz?

JM: Zelenskiy’in fena halde zayıfladığına şüphe yok. Mücadeleyi ön saflarda sürdürmek adına siyasi lider ile başkomutan Valeriy Zalujnıy arasında büyük bir mücadele yaşanıyor. Bunun nasıl çözüleceğini öngörmek zor. Zelenskiy’in ağır zayiat aldığını ve Zalujnıy’ın da bu çatışmadan zarar gördüğünü düşünüyorum. Ancak bu, Batı’da Ukrayna’nın ayakta kalabileceğine dair güven yaratmak ve Ukrayna’ya yardıma devam etmemiz için iyi bir gerekçe sağlamak amacıyla kesinlikle iyiye işaret değil. Cephedeki askerlere de yardımcı olmuyor. Kiev’deki siyasi-askeri liderliğin birlik içinde olduğuna ve savaş alanında zaferi kolaylaştırmak için elinden geleni yaptığına inanmak istiyorlar. Fakat Zelenskiy ve Zalujnıy, Rusya’ya karşı savaşı kazanmaktan çok birbirlerine karşı savaşı kazanmakla ilgileniyor gibi görünüyorlar.

GJ: Ukrayna hükümetinin devlet başkanlığı seçimlerini ertelemesine ne diyorsunuz?

JM: Bu özel durumda seçim yapmamak mantıklı. Mümkün olan en iyi durum Zelenskiy ve Zalujnıy’ın anlaştığı, Zelenskiy’in iktidarda kaldığı ve Ukraynalı siyasi ve askeri liderlerin Rusları savaş alanında uzak tutma ihtimalini en üst düzeye çıkarmak için birlikte çalıştığı bir durum olacaktır. Eğer çekişmeli geçecek bir seçim olursa, Zelenskiy ile rakibi kim olursa olsun arasında büyük bir kavga olacaktır; Zelenskiy ile Zalujnıy ya da Ukrayna’nın eski devlet başkanı Pyotr Poroşenko gibi Zalujnıy ile ilişkili biri arasında bir yarış tahayyül edebiliyor musunuz? Bu seçimi çevreleyecek toksik atmosfer, savaş alanındaki gidişata zarar verecektir. Her şey hesaba katıldığında, Ukrayna’da seçim yapılmaması en iyisi olacaktır. Buna ABD’de hem birinci hem de ikinci dünya savaşlarında şahit oldunuz; demokratik ilkeler büyük savaşlarda ezilme eğilimindedir, zira hükümet olağanüstü bir acil durumda faaliyet gösterir ve gerçek bir olağanüstü halde demokrasiye aykırı adımlar atarsınız. Bu üzücüdür ama çoğu durumda savaşı kazanmak için gereklidir. Ukrayna açısından en iyisi seçime gitmemek olacaktır.

GJ: Rusya’nın geçen yıl tüm G7 ekonomilerinden daha hızlı büyüdüğü ve Uluslararası Para Fonu’nun 2024’te de bunu yapacağını tahmin ettiği gerçeğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durum Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımların tamamen etkisiz olduğunu göstermiyor mu?

JM: Yaptırımların bu kadar etkisiz olmasına şaşırıyorum. Savaş patlak verdiğinde yaptırımların Rusya ekonomisi üzerinde ciddi bir olumsuz etkisi olacağını düşünmüştüm. Batı’da neredeyse herkes buna inanıyordu. Bu yüzden Batılı liderler Ukrayna’nın Rusya’yı yenebileceğini düşünüyordu. Ukraynalılar 2022’de savaş alanında başarılı oldular ve Batılı liderlerin çoğu bunun Rusya ekonomisi üzerindeki yıkıcı yaptırımlarla birleştiğinde Ukrayna’nın zaferiyle sonuçlanacağını düşünüyordu. Fakat yaptırımlar ters tepti ve Avrupa ekonomilerine Rusya ekonomisinden daha fazla zarar verdi. Rus seçkinlerinin bile yaptırımlar uygulandıktan sonra bu kadar iyi bir konuma geleceklerini düşündüklerini sanmıyorum. Yaptırımların etkisizliğinin yanı sıra 2022’den bu yana savaş alanında güç dengesinin değişmiş olması, Rusların neden galip geldiğini ve neden çirkin bir zafer kazanacak gibi göründüğünü açıklıyor.

GJ: Orta Doğu’ya dönecek olursak, Kızıldeniz’de Amerikan kuvvetlerinin Husilere ve diğer İran vekillerine karşı kullanılmasını nasıl yorumluyorsunuz?

JM: Nafile. Husiler, İran destekli milisler ve Hizbullah, Hamas’ı desteklemek için ABD ve İsrail hedeflerine saldırıyor. ABD, Hizbullah’a karşı olmasa da askeri güç kullanarak karşılık verdi, zira bunu İsraillilere bırakacak. Asıl soru şu; kim kazanacak? ABD değil. Neredeyse herkes başından beri Husilere karşı askeri güç kullanmanın onları Kızıldeniz’deki gemilere saldırmaktan alıkoymayacağını söyledi ve onlar da durmadılar, hatta kritik öneme sahip deniz kablolarını kesmekle tehdit ediyorlar. ABD’nin çetin ceviz bir savaş gücü olduğunu ispat edecek olan Husilere karşı kullanacağı gücün yapabileceklerinin gerçek sınırları var. ABD’nin ham askeri güç açısından müthiş bir avantaja sahip olduğuna şüphe yok. Fakat Vietnam ve Afganistan gibi bölgelerde öğrendiğimiz üzere, bu askeri üstünlük her zaman zaferi garanti etmiyor. Bu hadisede de zaferi garanti etmeyeceği kesin. Dolayısıyla Amerika’nın Kızıldeniz’deki eylemleri beyhude bir çaba anlamına geliyor.

GJ: ABD neden ezici gücün kendi iradesini dünyaya dayatmanın etkili bir yolu olduğu fikrinden vazgeçemiyor? Ve neden Orta Doğu’dan kendini kurtaramıyor, neden kendini sürekli olarak bölgeye geri çekilmiş buluyor?

JM: Amerikalı liderlerin askeri güçle yapabileceklerinizin sınırlarını neden kavrayamadıklarına dair bir açıklamam yok. İyi bir realist olarak, bir devletin gezegendeki en güçlü askeri güce sahip olmak istemesini anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu askeri güçle yapabileceklerinizin gerçek sınırları olduğunu bilmek de önemlidir. ABD’nin Irak ordusunu çölün düzlüklerinde kolayca bozguna uğrattığı 1991’deki ilk Körfez Savaşı gibi, üstün orduların hızlı ve mutlak zaferler elde edebildiği durumlar vardır. Fakat Amerikan ordusunu Taliban’la mücadele etmesi için Afganistan gibi bir yere gönderirseniz, elinizdeki onca silahla bile zaman içinde başarısız olursunuz. Benzer şekilde Husilerle savaştığınızda ya da Irak ve Suriye’de bu milislerle karşı karşıya geldiğinizde, ABD onları yenmek ve savaşa son vermek için müthiş askeri gücünü kullanamayacaktır. Düşman bir gün daha savaşmak için yaşayacaktır. Ve siz onlara her vurduğunuzda, onlar da size karşılık verecektir. İsrail Gazze’de benzer bir durumda. İsrail Savunma Kuvvetleri, askeri denge açısından Hamas’tan çok daha güçlü. Fakat Hamas’ı ve terör sorununu tamamen ortadan kaldıracağı fikri bir hayal. Vietnam Savaşı sırasında Amerikan ordusundaydım ve ordunun Kuzey Vietnam ordusundan ve Viet Kong’dan çok daha güçlü olduğuna şüphe yoktu ama yine de kaybettik. Bazen güçlü devletler çok daha az güçlü düşmanlara karşı savaş kaybederler. Amerikan dış politika kurumunun bunu neden anlamadığını izah etmek çok zor.

Orta Doğu’ya bu kadar müdahil olmamızın nedeni ABD ve İsrail’in etle tırnak gibi olmaları. ABD’nin İsrail’i koruma konusunda resmi bir askeri taahhüdü yok. Fakat buradaki iç politika nedeniyle Washington’un dünyanın bu bölgesine derinlemesine müdahil olmaması mümkün değil. İkinci bir neden de Sovyetler ve Amerikalıların nüfuz mücadelesi yürüttüğü, her ikisinin de orada asker bulundurduğu ve hatta vekalet savaşları yaptığı Soğuk Savaş döneminde Orta Doğu’yu bu kadar önemli kılan petrolün bolluğu. Ancak Soğuk Savaş sona erdiğinde biz kaldık ve kalmamızın nedeni de İsrail’di.

Çin ve Rusya’nın şu anda Orta Doğu’ya derinlemesine müdahil olduklarını anlamak son derece önemli. Elbette Rusya’nın Suriye’de halihazırda bir varlığı var, Çin ise bölgeye güç yansıtmak için bir mavi su donanması inşa ediyor. Orta Doğu’da bir tarafta Çinliler ve Ruslar, diğer tarafta Amerikalıların yer aldığı bir güvenlik rekabetine şahit olacağız. ABD, yalnızca İsrail’e olan bağlılığından ötürü değil, aynı zamanda büyük güç politikalarının dünyanın bu bölgesinde oynanacak olmasından ötürü de Orta Doğu’ya giderek daha fazla ilgi duyacaktır. Ruslar, Çinliler ve İranlılar mart ayında Orta Doğu’da büyük bir deniz tatbikatı gerçekleştirecekler.

İsrail ve Gazze ile ilgili olarak kâbus senaryosu, Tahran’ın Pekin ve Moskova tarafından desteklendiği İran ile bir savaşa dönüşmesi. Bence bundan oldukça uzaktayız. Ancak Çinliler ve Ruslar Orta Doğu’ya daha fazla müdahil oldukça ve onlarla İran arasında bu yakın ilişki geliştikçe, tırmanma riskiyle karşı karşıya kalırsınız. Bu felaket olur.

GJ: 2007 yılında Stephen Walt ile birlikte İsrail Lobisi’ni yazdınız. İsrail lobisi ile ABD dış politikası arasındaki ilişkiye dair o çalışmanızda savunduğunuz değerlendirmenizde herhangi bir değişiklik oldu mu?

JM: Hayır, bence meseleyi doğru anladık. Lobi her zamanki gibi güçlü. Kitabı yazdığımız zaman ile şimdiki zaman arasındaki en büyük fark, lobinin faaliyetlerinin bugün 2007’de olmadığı biçimde açıkta olması. Sanırım o dönem lobi hakkında bilgisi fazla olan çok az insan vardı. Ve lobinin Amerikan dış politikası, özellikle de Orta Doğu üzerindeki etkisi hakkında bilgisi fazla olan da çok az insan vardı. Bence bunu ortaya çıkarmaya yardımcı olduk ve şimdi daha fazla insan neler olup bittiğini anlıyor. Lobi artık çok daha açık bir şekilde faaliyet göstermek zorunda. Herhangi bir lobinin bakış açısına göre, kapalı kapılar ardında faaliyet göstermesi ve halkın görmediği önemli bir etkiye sahip olması en iyisidir. Fakat İsrail lobisi artık bu şekilde çalışamıyor. 7 Ekim’den bu yana, lobinin İsrail’i eleştiren politikacılara ve kamuya mal olmuş şahsiyetlere karşı sert davrandığına dair çok sayıda kanıt var; bunu lobicilerin İsrail’i eleştirmeye cüret eden herkesi disipline etmek ve cezalandırmak için büyük çaba sarf ettiği üniversite kampüslerinde de görebilirsiniz.

GJ: İran ne kadar tehlikeli?

JM: Kendi başına hiç de tehlikeli değil. Bugün yaşananlara bakarsanız, Amerikalılar Irak ve Suriye’de Husiler ve diğer İran destekli milislerle karşı karşıya. İsrailliler Hizbullah ve Hamas’la karşı karşıya. İran bu hikâyenin neresinde? Kenarda oturuyor. ABD, İran’a saldırma niyetinde olmadığını açıkça ortaya koydu ki bu da İsrail’i mutsuz ediyor. Ancak Joe Biden’ın yapmak istediği son şey İran’a saldırmak. İran ve İranlılar ABD ile bir çatışmaya girmek istemediklerini açıkça belirttiler. Dolayısıyla İranlılar Amerikalıların yeni bir bataklığa saplanmasını izliyor. Tahran çok sevinmiş olmalı. ABD’nin diplomatik ya da askeri olarak makul bir çıkış stratejisi yok gibi görünürken İran’ın 7 Ekim’den bu yana bu çatışmadan hiç zarar görmemiş olduğu bir gerçek.

GJ: Britanya’nın Kızıldeniz’de ABD ile birlikte oynadığı rol hakkında ne düşünüyorsunuz?

JM: İngilizler Amerikalıların yapmalarını istedikleri neredeyse her şeyi yaparlar. Amerikalılar genelde müttefiklerinin her zaman onların çeşitli planlarına uymak istemediklerini görürler. Ama bunun bir istisnası var, o da Britanya. Eskiden durum böyle değildi. Amerikalılar, İngilizlerin Vietnam’daki savaşa katılmasını umutsuzca istediler ve İngilizler bunu reddetti. Ama bence bugün bir Vietnam Savaşı yaşasaydık ve Amerikan hükümeti İngilizlerden savaşa katılmalarını isteseydi, İngilizler büyük bir hevesle savaşa katılırlardı. Böyle bir sadakat stratejik açıdan mantıklı değil. Özellikle de İngiliz ordusunun eriyip gittiğini düşündüğünüzde. İngiliz askeri gücü artmıyor; tam tersi bir yöne doğru gidiyor gibi görünüyor. Bu durumda İngilizlerin, Amerikalıların kendilerini dahil ettiği bu çeşitli maceralara olan bağlılıklarını azaltmalarını beklersiniz. Ama böyle bir şey olmuyor. Tam aksi söz konusu.

GJ: Eğer varsa, Trump’ın başkanlığı ABD’nin Orta Doğu’daki dış politikasını ne şekilde değiştirir?

JM: Trump’ın Orta Doğu’ya yaklaşımının Biden’ın yaklaşımından farklı olacağına inanmakta zorlanıyorum, özellikle de ABD-İsrail ilişkileri konusunda. Trump İran konusunda söylemsel olarak Biden’dan daha sert ama o kadar da değil ve Trump, İran’a karşı bir savaş başlatacak kadar aptal değil. Trump bir savaş çığırtkanı değil. Trump son zamanlarda kendi gözetiminde savaş başlatmayan tek başkan olmakla övünüyor ve bu doğru. Bence Amerikan dış politikasında önemli değişikliklerin olabileceği tek yer Avrupa. Bence Trump Avrupa’dan çekilmek istiyor, NATO’ya son vermek istiyor. Ukrayna savaşını sona erdirmek için Putin ile daha yakın çalışmak istediği de kesin. 2017-2021 yılları arasındaki ilk döneminde ABD’nin bölgedeki politikasını değiştirmek istemişti. Sanırım kendisine kalsa Avrupa’dan çekilir ve NATO’ya dahil olurdu. Ancak “blob”* olarak adlandırılan dış politika kurumu onu geri püskürttü.

Eğer tekrar kazanırsa, Trump bu kez blob’un üstesinden gelmeye kararlı olacaktır. Artık, ilk seferinde imkânsız olan hedeflerine ulaşmasına yardımcı olacak bir dış politika ekibine sahip olduğuna inanıyor.

Doğu Asya konusunda Biden’dan önemli bir değişiklik göreceğinizi sanmıyorum. Biden 2021’de göreve geldiğinde Asya konusunda Trump’ın ayak izlerini takip etmişti. Trump, ABD’nin Doğu Asya politikasını temelden değiştirmiş, Çin ile angajmanı terk etmiş ve bir çevreleme politikası izlemişti. Biden bu politikayı sertleştirdi ve bazı açılardan Çin’e karşı Trump’ın yönetiminin ilk dönemlerinde olduğundan daha sertti. Biden yönetiminin Pekin ile Washington arasındaki gerilimi azaltmaya çalışması ve böylece ABD’nin Ukrayna ve Orta Doğu’da sıkışmışken Doğu Asya’da bir savaşa girmemesini sağlamaya çalışmasıyla bu durum değişti.

GJ: Joe Biden’ın hafızası konusunda ne kadar endişelisiniz?

JM: Joe Biden’ın şu anda dünyanın en zorlu ve en önemli işi için gereken zihinsel yetilere sahip olup olmadığını sorgulamak için elbette iyi nedenler var. Ben 76 yaşındayım ve bu konuyu her zaman düşünüyorum, zira 70’li yaşların sonuna geldiğinizde bir miktar elden ayaktan düşmemeniz mümkün değil. Eskiden harika olan hafızam bir ölçüde aşındı ve artık eskisi kadar keskin değilim. Esasında benden bir yaş büyük olan Donald Trump’ın biraz güçten düştüğünü düşünüyorum, ancak Biden’a kıyasla esasen kapasiteli çalışıyor. Burada asıl bahsettiğimiz Joe Biden’ın önümüzdeki beş yıl boyunca sağlığı, zira asım ayındaki seçimi kazanırsa —ki bence seçim başa baş geçecek— ikinci dönemi Ocak 2025’te başlayacak, 2029’da sona erecek ve bu kadar uzun süre bu işi yapabileceğini düşünmek çok zor. Sorun şu ki, Demokratların adayı o olacak ve hiçbir şeyin bunu değiştireceğini sanmıyorum.

GJ: Britanya Savunma Bakanı Grant Shapps’ın “savaş sonrası dünyadan savaş öncesi dünyaya doğru ilerlediğimiz” görüşüne katılıyor musunuz? Geniş ölçekli bir savaş ihtimali nedir?

JM: Bu yorumların Rusya ile Batı arasındaki muhtemel savaş bağlamında yapıldığına inanıyorum ve bu argümanın altında yatan temel varsayım, Putin’in yürüyüşe geçip tüm Ukrayna’yı ele geçireceği, ardından Doğu Avrupa’daki ülkelere saldıracağı ve nihayetinde Batı Avrupa’yı tehdit ederek bizi bir Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyeceğidir. Mesele şu ki, Ukrayna’yı şimdi sonuna kadar desteklemek ve Putin’in Ukrayna’da kazanmasını engellemek daha iyidir, zira sonunda bu onun Avrupa’yı fethetmesini engelleyecektir.

Bu gülünç bir argüman. Putin Ukrayna’nın tamamını fethetme niyetinde olmadığını açıkça ortaya koydu ve bırakın Batı Avrupa’yı, Doğu Avrupa’daki herhangi bir ülkeyi fethetmekle ilgilendiğini hiçbir zaman belirtmedi. Ayrıca Doğu Avrupa’yı fethedecek askeri kabiliyete de sahip değil; Rusya ordusu Wehrmacht’ın ikinci formu değil. Ukrayna’da güç dengesi 2022’den bu yana Rusya’nın lehine değişmiş olsa da Ruslar Ukraynalıları geri püskürtmekte zorlanıyor. Rusya’nın daha fazla toprak fethedeceği fikri hiçbir anlam ifade etmiyor.

Shapps ve diğerlerinin bu argümanı öne sürmelerinin, Üçüncü Dünya Savaşı senaryosunu yansıtmalarının nedeni Ukrayna’ya desteğin devam etmesini istemeleri. Bu, ABD ve Britanya’nın tarihsel olarak çok iyi becerdiği demode bir tehdit şişirme yöntemidir. Rusya tehdidini şişirerek Batı’daki çeşitli kurumsal politikaları Ukraynalıları sonuna kadar yardım etmeye teşvik edebilirsiniz.


(*) Eski ABD başkanlarından Barack Obama’nın dış politika danışmanı Ben Rhodes’in Amerikan dış politika kurumunu tanılamak için kullandığı kelime. Mevcut ve eski hükümet yetkilileri, düşünce kuruluşları, çıkar grupları ve medya mensuplarından oluşan “blob”, hem yeni muhafazakârları hem de liberal enternasyonalistleri içeriyor. Söz konusu kurum, her uluslararası sorunu, ABD’nin müdahale etmesi ve güç kullanması için bir fırsat olarak görme eğilimini taşıyor. (ç.n.)

Dünya Basını

ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Yayınlanma

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.


ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?

Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.

12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.

Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.

UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.

İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.

Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.

Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.

Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.

UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.

UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.

Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.

İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.

Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.

İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.

UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.

Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.

İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.

2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.

CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.

Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.

2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.

El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.

Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.

Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.

Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.

UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.

2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.

Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.

Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”

Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.

Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.


Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir

Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.

Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.

Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.

Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.

Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.

Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.

Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English