Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Kazan’daki BRICS zirvesi: Yeni bir küresel gündem mi?

Yayınlanma

Editörün notu: Johannesburg Üniversitesi ve Pan-Afrika Düşünce ve Söyleşi Enstitüsü’nden Güney Afrikalı araştırmacı Mikatekiso Kubayi, Valday Tartışma Kulübü’nde yayımlanan makalesinde BRICS ittifakının küresel yönetişimde reform ve kalkınma hedeflerine ulaşmak için daha derin bir iş birliği arayışında olduğuna dikkat çekiyor. BRICS’in 2009’dan beri vurguladığı reform ve kalkınma gündemi, daha adil bir küresel düzen talep ediyor. Kubayi, bu yeni küresel gündemin, çok kutupluluğa geçiş ve mevcut uluslararası sistemin yetersizliğine karşı bir tepki olduğunu vurguluyor.


Kazan’daki BRICS zirvesi: Yeni bir küresel gündem mi?

Mikatekiso Kubayi

Valday Tartışma Kulübü

16 Ekim 2024

Dünya, önemli jeopolitik değişimlerle karşı karşıya. Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından da doğrulandığı üzere, bu değişimler finans akışlarının jeopolitik ittifakları yansıtacak şekilde şekillenmesine yol açıyor. Küresel yönetişim yapısındaki kusurları gidermek için hangi reformların gerekli olduğu konusunda pek çok tartışma yürütüldü. Yapılan kapsamlı araştırmalar, çok taraflılığın sadece Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın amaçlarına ulaşmakta değil, aynı zamanda onun yükümlülüklerini yerine getirmekte de başarısız olduğunu ortaya koydu. Bu tartışma, reform ve kalkınmaya yönelik söylemi ve ivmeyi BRICS ittifakı ve diğerlerinin çabalarıyla nasıl uyumlu hale getirebileceğimizi ele alıyor. Aynı zamanda, ittifakın hedeflerine ulaşma çabası içinde olduğu küresel bağlamı da gözler önüne seriyor ve BRICS’in gerçekten yeni bir küresel gündem belirleyip belirlemediğini değerlendiriyor.

BRICS ve günümüzün küresel zorlukları

22-24 Ekim 2024 tarihlerinde, BRICS bir sonraki devlet ve hükümet başkanları zirvesini gerçekleştirecek. Bu zirve, çok taraflılığın ve kurumlarının reformu yönündeki hızla artan ivme içinde düzenleniyor. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun (BMGK) Gelecek Paktı’nı (PFTF) kabul etmesi, küresel reform ve kalkınma gündeminin doğruluğunun teyidi niteliğinde. Fakat, bu pakt reformların tam olarak ne zaman, nasıl ya da hangi boyutta gerçekleşmesi gerektiğini belirtmiyor; özellikle BM reformlarına dair net bir yol haritası sunmuyor. Yine de G20’nin önemli bir parçası olan BRICS ittifakı, tartışma ve uzlaşmaya dayalı iş birliği platformu olarak reformları müzakere etme ve gereken değişiklikleri ileri taşıma sorumluluğunu ve fırsatını da elinde bulunduruyor. BRICS, 2009 yılında G20 hakkında şöyle demişti: “Mali krizi ele alma konusunda G20 Zirveleri’nin oynadığı merkezi rolü vurguluyoruz. Bu zirveler, uluslararası ekonomik ve finansal konularda iş birliğini, politika koordinasyonunu ve siyasi diyaloğu teşvik etmiştir” (Bkz. BRICS Zirvesi Bildirisi, 2009).

Mali krizin etkisi hala hissediliyor olabilir; dünya bu krizin sonuçlarını atlatmaya çalışıyor. Bunun yanı sıra, Kovid-19 pandemisi de sona erdi, ancak özellikle gelişmekte olan ekonomiler üzerinde sert etkiler bıraktı. Kovid-19’un ekonomik etkileri sürecek mi? (Bkz. 21. yüzyıl pandemilerinden alınan öngörüler. Uluslararası Para Fonu). Güney Afrika ve dünyanın diğer bölgelerindeki iklim değişikliğinin sert etkileri, rahatsız edici bir eğilim göstermeye devam ediyor. Dünya, küresel sorunları çözmek için gereken dayanışmayı sürdürebilmekte zorlanıyor. Ülkelerin eşitsizlik gibi sorunları çözmedeki (yetersizlikleri) giderek vatandaşların güvenini kaybetmesine neden oluyor. ‘Polikriz’ kavramı, küresel söylemde sıkça yer alan bir terim haline gelmiş durumda. Değişen jeopolitik manzara içinde yaşanan gerilimler, çok taraflılık ve bugünün dünyasının karmaşıklığını daha da artırıyor. IMF, finansal akışların jeopolitik ittifaklara göre nasıl şekil değiştirdiğini doğrulayarak bu tabloya katkıda bulunuyor.

BRICS ve çok taraflılık

Rusya, Kazan’da düzenlenecek BRICS Zirvesi’ne ev sahipliği yaparken, çok kutupluluk uluslararası ilişkiler söyleminde kalıcı bir özellik ve yeni bir küresel gerçeklik haline gelecek. BRICS ittifakının reform ve kalkınma gündemi, BRICS+ genişlemesiyle birlikte giderek daha fazla ilgi görüyor. 40’a yakın potansiyel yeni üye, ittifaka katılma isteğini dile getirdi; bunlardan 23’ü resmen başvuruda bulundu. İttifaka ve Yeni Kalkınma Bankası’na katılım için gereken şartlardan biri üyelik: “Üyelik, Birleşmiş Milletler’in üyesi olan ülkelere, Yeni Kalkınma Bankası Anlaşma Maddeleri hükümleri uyarınca açıktır. Bankaya hem borç veren hem de borç almayan ülkeler üye olabilir” (Bkz. Yeni Kalkınma Bankası Anlaşması, Madde 2).

BRICS ittifakı, çok taraflılık çerçevesinde Birleşmiş Milletler’in merkezi rolünü temel bir ilke olarak görüyor. Küresel iş birliği için öncü kurumları ve araçları belirleyen BRICS, bu kurumların karşılaştığı zorlukların farkında olmasına rağmen, insanlığın yararına büyük bir dayanışma potansiyeli taşıdığına da inanıyor. 2009’da Yekaterinburg Zirvesi’nde liderlerin yayımladığı ortak bildiride BM ile ilgili şu ifadeler yer aldı:

“Birleşmiş Milletler’in küresel zorluklar ve tehditlerle başa çıkmada merkezi rol oynadığı çok taraflı diplomasiye olan güçlü bağlılığımızı ifade ediyoruz. Bu bağlamda, BM’nin bugünün küresel zorluklarıyla daha etkili bir şekilde başa çıkabilmesi için kapsamlı bir reform ihtiyacını yeniden teyit ediyoruz. Hindistan ve Brezilya’nın uluslararası ilişkilerdeki statüsüne verdiğimiz önemi yineliyor ve Birleşmiş Milletler’de daha büyük bir rol oynamaları yönündeki isteklerini anlıyor ve destekliyoruz” (Bkz. BRICS Zirvesi Ortak Bildirisi, 2009).

2023 BRICS Zirvesi bildirisinde, Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika, BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) daimî üyeliği için desteklenen ülkeler olarak açıkça ifade edilmişti. BRICS ittifakı, 16 yıllık varlığı boyunca çok taraflılıkta BM’nin merkezi rolünü defalarca teyit etmiş ve üyelik şartlarında da bu rolü vurgulamıştı. Fakat aynı zamanda BM sistemini reform ve kalkınma gündemine dahil ederek, bugünün ve geleceğin çok taraflılık ihtiyaçlarına uygun, yeniden yapılandırılmış bir BM arzusunu dile getiriyor.

BRICS nedir ve kimleri kapsar?

BRICS ve ekonomik iş birliği

2023 yılında Etkili Çok Taraflılık için Yüksek Düzeyli Danışma Kurulu (HLAB), BRICS ittifakının 2009’daki kurucu motivasyonuyla yakından örtüşen pek çok öneri sundu.

Kurul, küresel iktisadi kalkınmanın karşı karşıya olduğu zorlukları ayrıntılı bir şekilde ele aldı (HLAB, 2023). Bunlar arasında en dikkat çekici olanlardan biri, küresel finansal yapıda yaşanacak değişim. BRICS ittifakı, 2009 yılında reform, kalkınma, küresel yönetişimde demokratikleşme, temsiliyet ve eşitliği sağlama hedefleriyle yola çıktı. Bu amaç doğrultusunda, diğer küresel çabalarla birlikte çok sayıda ivme kazanıldı ve acilen ihtiyaç duyulan reformların hayata geçirilmesi için baskılar arttı. 2023’te gerçekleştirilen 15. Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde, BRICS ittifakı maliye bakanları ve merkez bankası başkanlarına, alternatif bir ödeme sistemi kurma ihtimalini araştırma talimatı verdi (Bkz. BRICS Johannesburg 2 Bildirisi, 2023).

Bu bağlamda, 2024 Zirvesi’nden büyük beklentiler var; özellikle yeni bir ödeme sisteminin duyurulması, bu sistemin ölçeği ve faaliyete geçiş tarihi merakla bekleniyor. Bu beklentiler, dolarsızlaşma (dolar dışı ödeme sistemlerine geçiş), BRICS içi ticaretin artması ve BRICS+ genişlemesinin avantajları üzerine yürütülen tartışmalar göz önüne alındığında daha da önem kazanıyor. Bazıları, BRICS ittifakının temel olarak 2008 küresel finansal krizinin ardından ortaya çıkan çok taraflı sorunlar üzerinde iş birliği yaptığını öne sürüyor. Diğerleri ise, Prado ve Hoffman gibi araştırmacılar (Bkz. Prado, M. M., & Hoffman, S. J. (2019). Uluslararası kurumsal yolların atlanmasının vaatleri ve tehlikeleri: yeni bir kavramın tanımlanması ve küresel yönetişim için politika sonuçları, Transnational Legal Theory, 10(3-4), 275-294), BRICS gibi ittifakların ortaya çıkmasına neden olan zorluklara yanıt olarak Uluslararası Kurumsal Atlamalar’ın (International Institutional Bypass) kullanıldığını inceliyor. Kubayi ise, Marksist/Gramsciyen bir bakış açısıyla, küresel yönetişim yapısında reform yapmak ve bunu kolektif olarak sahiplenmek için bir mevzi savaşı (war of position) verildiğini ve bunun bir pasif devrimle sonuçlanacağını ileri sürüyor. Hangi perspektiften bakılırsa bakılsın, BRICS ittifakı, 16 yıl sonra, Yeni Kalkınma Bankası (NDB) şeklinde bir çok taraflı kalkınma bankası (MDB) kurmayı başardı ve resmen yeni bir küresel ödeme sistemi geliştirmeye başladı.

Bu iki finansal düzenleme, BRICS’in en görünür müdahaleleri arasında yer alıyor. Ancak 2017’de yayımlanan BRICS uzun vadeli hedefler: Yol haritaları ve stratejiler raporunda önerilen uzun vadeli adımlar ve planlar doğrultusunda kaydedilecek ilerleme açısından hala izlenecek yol var. Bununla birlikte, ittifakın çabaları, G20, BM ve daha geniş çaplı reform ve kalkınma söylemleri çerçevesinde yaptığı faaliyetler dikkate alındığında, bundan çok daha öteye gidiyor. BRICS’in, özellikle Küresel Güney’deki gelişmekte olan ekonomilere karşı sorumluluğu da sürekli izleniyor. Kalkınma, yoksullukla mücadele, eşitsizliklerin azaltılması ve diğer toplumsal sıkıntılara çözüm getirme konusundaki acil ihtiyaçlar göz önüne alındığında, bu sorumluluk büyük bir dikkatle takip ediliyor.

BRICS ittifakı yeni bir küresel gündem peşinde mi?

Zondi ve diğerlerine göre, BRICS’in hedeflerine ulaşmak için, ittifakın kolektif avantajlarını ve güçlü yönlerini daha etkin kullanması amacıyla BRICS içi iş birliğinin derinleştirilmesi gerekiyor. Zhongxiu ve Qingx de benzer bir görüşü savunuyor; özellikle BRICS’in nüfusu ve ekonomik büyümesinden faydalanılmasının önemine dikkat çekiyorlar. Bu metinler, BRICS’in gücünden yararlanılmasının, özellikle gelişmekte olan ekonomiler için çok taraflılıkta büyük bir değer taşıyabileceğini öne sürüyor (Bkz. Stuekel, 2013). Küresel durum zaten iyi biliniyor ve bu durum, kapsamlı ve yoğun bir şekilde belgelendiriliyor. Küresel sorunlara verilen yanıtlar, giderek daha fazla ilgi çekmeye başladı. Bu, Gelecek Zirvesi’ne yönelik ivmede ve Gelecek Paktı’nın (PFTF) kabul edilmesinden sonra açıkça görülüyor.

Küresel reform ve kalkınma gündemi aslında eskiye dayanıyor ve farklı zamanlarda, farklı şekillerde ortaya çıkmış durumda. Bu çabaların örneklerinden biri, 1 Mayıs 1974’te BM tarafından kabul edilen Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen (New International Economic Order) deklarasyonu (bkz. www.unctad.org). Fakat, bu girişimlerin çoğu gibi, bu çaba da hızla zayıfladı ve gözden düştü. 1970’lerde BRICS ülkelerinin ekonomileri, bugün olduğu kadar gelişmiş değildi ve Soğuk Savaş döneminde, hatta sonrasındaki yıllarda bile, bugünkü seviyede bir etkiye sahip değillerdi. Bugün, pek çok kişi Jim O’Neill’ın 2001’de yazdığı “Daha İyi Ekonomik BRIC’ler İnşa Etmek” başlıklı makalesinden (bazı kaynaklarda, sanki ittifakın varlığından tamamen sorumluymuş gibi) bahsediyor. Diğer yandan, Küresel Güney’in yükselişi üzerine yapılan tartışmalar da dikkat çekiyor. BRICS ülkeleri dahil olmak üzere pek çok insan, bu yeni küresel gerçekliğin, reforme edilmiş ve amacına uygun bir küresel yönetişim yapısında yansıtılması gerektiğini savunuyor.

Daha önce tartışılanların ötesinde yeni bir küresel gündemi tanımlamak gerekebilir. Ancak kesin olan şu ki, mevcut uluslararası sistemin yetersizliğine, kalkınamamışlık, eşitsizlikler ve dünyanın büyük çoğunluğunun maruz kaldığı diğer sıkıntılar tarihine dayanan çok kutupluluğa doğru bir kayma var. Belki de bu çok kutupluluğa geçiş ve daha adil bir küresel yönetişim sistemi, BRICS’in 2009’dan beri savunduğu Yeni Küresel Gündem’dir. Yeni bir ödeme sisteminin benimsenmesi, Yeni Kalkınma Bankası’nın genişletilmesi ve diğer BRICS girişimlerinin sonuçları, yeni küresel gündemin ne olduğu ya da en azından BRICS Reform ve Kalkınma Gündemi’nin ne olduğu konusunda en net ipuçlarını verecek.

Kazan’daki BRICS zirvesine kimler katılacak?

DÜNYA BASINI

FT: İsraillilerin hedefi Lübnan halkını, Şii topluluğa karşı kışkırtmak

Yayınlanma

Yazar

Beyrut, İsrail’in hava saldırıları ve Hizbullah’la yaşanan çatışmaların ortasında yeniden mezhepsel gerilimlerle yüzleşiyor. Şii ailelerin evlerinden sürülerek Hıristiyan ve Sünni bölgelere gelmesi, Lübnan’daki topluluklar arasında gerginlikleri artırıyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber İsrail’in tam da bunu hedeflediğine, Lübnan halkını Şii topluluğa karşı kışkırtmaya çalıştığına dikkat çekiyor. Habere göre İsrail şimdiye kadar başarılı olamadı ancak Şii mültecilerin sığındığı Hıristiyan bir köyün vurulması dengeleri değiştirmeye başladı:

***

Beyrut bölündü: İsrail saldırıları Lübnan’daki mezhepsel gerilimi körüklüyor

Ülkenin güney bölgelerinden yerinden edilmiş insanların gelişi paranoyanın artmasına ve toplumlar arası şiddet korkularının yükselmesine neden oluyor.

Chloe Cornish ve Raya Jalabi 

Müslüman çoğunluğun yaşadığı Beyrut’un batısı ile çoğunlukla Hıristiyanların yaşadığı Beyrut’un doğusunun kesiştiği noktada, St. Elias Maronite Kilisesi’nde bulunan Rahip Antoine Assaf, endişeli cemaatine komşularına karşı nazik olmalarını öğütlüyor. Bu mesajın her zamankinden daha önemli olduğunu biliyor.

Sessiz kilisesinin ötesinde gürültülü, karmakarışık bir felaket yaşanıyor: 1 milyondan fazla insan İsrail ile Lübnanlı Şii militan grup Hizbullah arasındaki savaş nedeniyle evlerini terk ederken İsrail’in bombaları Lübnan’ın üç ana dini grubu arasındaki hassas dengeyi tehdit ediyor.

60 yaşındaki Maruni rahip Assaf, Lübnan’ın daha önce mezhep kavgaları neredeyse yok olmanın eşiğine geldiğini görmüş biri. 1990’da sona eren 15 yıllık iç savaş, ülkeyi ve başkentini dini hatlar üzerinden bölmüştü. Savaş ağalarının siyasi liderlere dönüştüğü sonraki on yıllarda, topluluklar birbirine karşı daha da sertleşti.

Şimdi ise İsrail’in askerî harekâtı Şii aileleri evlerinden çıkarıp Hıristiyan ve Sünnilerin çoğunlukta olduğu bölgelere sürüyor ve bu durum silahlarla dolu bu küçük ülkede eski kırılganlıkları derinleştirip toplumlar arası şiddet korkularını artırıyor.

Rahip, “Her Pazar, insanları birbirlerine yardım etmeye ve misafirperver olmaya teşvik ediyorum” diyor. Ancak İsrail bombalarının merkez Beyrut’a ve Hıristiyan ve Sünni bölgelerine kadar ulaşmasıyla, Assaf cemaatini tetikte olmaları konusunda da uyarıyor.

“Yardım etmeleri gerekiyor ama dikkatli olmak gerektiğini de unutmadan” diye ekliyor: “Eğer yakınlarımızda yabancı biri yaşıyorsa, onun durumunun farkında olmalıyız; Hizbullah’ta resmi bir görevde olup olmadığını bilmeliyiz.”

İsrail’in Lübnan’da ateşkes için öne sürdüğü şartlar BMGK kararlarına aykırı

Assaf, kaçan Şii aileleri suçlamıyor; birçok Lübnanlı gibi o da genişleyen İsrail hava saldırılarını, halkı birbirine karşı kışkırtmayı amaçlayan kasıtlı bir politika olarak görüyor. Beyrut merkezli düşünce kuruluşu The Policy Initiative’in direktörü Sami Atallah ise şunları söylüyor: “İsrailliler, Lübnan halkını Şii topluluğa karşı kışkırtmaya çalışıyor. Şii toplumu kendini gerçekten izole olmuş hissediyor. Onları Hıristiyan bölgelerinde vurmak iç çatışmaya davetiye çıkarmaktır.”

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu bu ay bu şüpheleri güçlendirerek Lübnanlılara Hizbullah’a karşı ayaklanmalarını yoksa “Gazze’de gördüğümüz gibi yıkım ve acıya yol açacak uzun bir savaşla” karşı karşıya kalacaklarını söyledi.

Çoğu Lübnanlı, Netanyahu’nun çağrısını alayla karşıladı. Kuaför Anne-Marie (36) “Bizim ne derse yapacağımızı düşünecek kadar ucuz olduğumuzu sanıyor” diyor.

Şii militan gruptan hoşlanmıyor. Ama “Hizbullah’ı sevmemem İsrail’i sevdiğim anlamına gelmez. Bu, Lübnanlı dostlarıma karşı düşmanımın yanında yer alacağım anlamına da gelmez” ifadelerini kullanıyor.

İsrail ve İran destekli Hizbullah arasında bir yıl süren savaşın ardından, İsrail’in bu ay başlattığı şiddetli hava saldırıları ve kara işgali bir milyondan fazla insanı evlerinden etti. Binlerce insan Beyrut’un güney banliyölerinden, Lübnan’ın güneyinden ve Hizbullah’ın hakim olduğu Şii çoğunluklu Bekaa Vadisi’nin doğusundan kaçtı.

Kaçan Şii aileler, Hizbullah’tan haz etmeyen Sünni çoğunluğun yaşadığı Beyrut’un batısına akın etti. Batı sakinleri, sevilen Sünni lider ve eski Başbakan Refik Hariri’nin 2005’teki suikastından Hizbullah’ı sorumlu tutuyor ve Hizbullah militanlarının 2008’de Beyrut’un batısını ele geçirdiğini hatırlıyor.

İsrail ordusunun Lübnan’ın güneyindeki işgali ve yıkımı belgelendi

Hükümet barınaklarının çoğu dolu olduğu için insanlar Beyrut’un şahane deniz kıyısı boyunca yırtık pırtık şilteler üzerinde uyuyor. Bazıları gece kulüplerinden dönüştürülmüş alanlarda yaşıyor; diğerleri ise apartman dairelerine sıkışmış durumda. Araç akınına yer kalmadığı için çift yönlü park eden arabalar bitmek bilmeyen bir sıkışıklığa neden oluyor.

Önemli bir ticaret merkezi olan Hamra’da yaşayanlar yeni gelenlerden bunaldıklarını söylüyor.

Dükkân sahibi 56 yaşındaki Haşim, “Onlar için üzülüyorum, gerçekten. Ama artık bu sokakta kendimi güvende hissetmiyorum, artık bütün gün ve bütün gece etrafta dolaşan [nargile içen] erkek grupları var. Kim olduklarını bilmiyoruz ve müşterilerimi korkutup kaçırıyorlar” diyor.

Diğerleri gibi o da kanun ve düzenin bozulmasından korkuyor. Çaresiz kalan yerinden edilmiş insanlar birkaç boş binaya girip kamp kurmuş ve bu durum ev sahiplerini güvenlik görevlileri tutmaya itmiş. Diğer ev sahipleri dikenli teller çekmiş, hatta binaları toptan yıkma yoluna gitmiş.

Haşim, “Devletin olmadığını biliyoruz ama polis de yok, etrafta yeterince asker de yok, bu yüzden insanlar kendi yasalarını kendileri uygulayacaklar. Beyrut düzensizliği hissediyor” diyor.

Geçen hafta Beyrut’un güneyinde Şiilerin çoğunlukta olduğu Ghobeiry’de boş evlere giren hırsızlar yakalandı. Şüpheliler bölge sakinleri tarafından dövüldü, gözleri bağlandı ve boyunlarına “hırsız” yazılı tabelalar asılarak direklere bağlandı.

Şehir, İsrail insansız hava araçlarının sürekli vızıldayan sesi, ses duvarını aşan savaş uçakları ve yankılanan hava saldırılarıyla birleşen gerginlik nedeniyle diken üstünde.

WSJ: ABD, İsrail’in Lübnan işgalini fırsata çevirmeye çalışıyor

Ancak Beyrut, iç mültecilerin çoğunluğu Hıristiyan olan doğudan uzak durması nedeniyle eski iç savaş hatları boyunca bölünmüş durumda. Beyrut’un batısının aksine doğusu normalden daha sessiz. Daha varlıklı ailelerin birçoğu dağlara gitmiş ya da Lübnan’dan ayrılmış durumda, çünkü çoğu insan, kendilerinin bir parçası olmadığını düşündükleri ve Hizbullah ile onun destekçilerini savunmakla suçladıkları bir savaşa dahil olmak istemiyor.

Analistlerin söylediğine göre, mültecilerin Beyrut’un doğusundan uzak durmalarının bir diğer nedeni ise yüksek kira ücretleri ve toplumsal bağların eksikliği. Üç hafta önce güneydeki Sur şehrinden kaçan yoga eğitmeni İmane Jaffal, Beyrut’un doğusunda oğlunun yanında kalıyor ve kendini iyi hissettiğini söylüyor. “Herkes biraz tetikte olmaya hakkı var. Çünkü İsrail her yeri vurabiliyor” diyor.

Ancak sağcı Hıristiyan partilerinin görünür varlığı, yerinden edilmiş insanları caydırıyor. Şehrin doğusundaki Sassine kavşağında, sağcı Lübnan Kuvvetleri*’nin amblemini taşıyan yeni bayraklar dalgalanıyor.

Bir bölge sakini, Beyrut’un doğusundaki Hıristiyanların “bir istiladan korktuğunu” söyledi: “Bayraklar herkese burada olduğumuzu hatırlatmak için.”

İkiye bölünmüş Beyrut’un ötesinde tablo daha karmaşık. Ülkenin kuzeyindeki Hıristiyan ve Sünni topluluklar yeni evsizleri temkinli bir şekilde karşılıyor, -bazen fahiş fiyatlarla- ev ve daire kiralıyor ve yardım ediyor.

Ancak İsrail’in geçen hafta Hıristiyan köyü Aitou’da bir eve düzenlediği ve çoğu yerinden edilmiş kadın ve çocuklardan oluşan 23 kişinin ölümüne neden olan hava saldırısıyla birlikte hava değişti. Yerel bir yetkili İsrail’in hedefinin yerinden edilenlere aylık maaş dağıtan bir Hizbullah yetkilisi olduğunu söyledi.

The Policy Initiative’den Atallah şunları söyledi: “[İsrail ordusunun] Hizbullah yetkilisini arabasında değil de evinde vurması bir mesaj gönderiyor: Yerinden edilenlere ev sahipliği yaparsanız ödeyeceğiniz bedel budur.”

Beity Derneği Başkanı Josephine Zgheib, dağlık Kfardebian bölgesinde yerinden edilmiş yaklaşık 700 kişiye barınak bulunmasına yardımcı olduğunu söyledi.

Ancak Aitou saldırısından sonra komşuları Zgheib’e “Onları tanıyor musun, kimlikleri var mı, Hizbullah’tan olmadıklarından emin misin?” diye soruyor.

Zgheib gelen iki Hizbullah üyesini görmüş. Adamların gözleri kör olmuştu, “bu yüzden patlayan çağrı cihazlarının onlarda olduğunu anlamıştık” dedi. İsrail’in Hizbullah teçhizatına yönelik sabotajı bir ay önce çağrı cihazlarının ve telsizlerin patlamasına neden olmuş, Hizbullah üyeleri ve aralarında çocukların da bulunduğu yüzlerce kişi yaralanmıştı.

Ayrılmaları istenen yaralılar bir hafta sonra ortadan kayboldu.

İsrail “karada” ilerleyemiyor

Ancak çoğunlukla kimin Hizbullah üyesi olup olmadığını bilmek mümkün değil. Geniş bir alana yayılan örgüt, ilaç dağıtımından mikro kredi vermeye ve füze fırlatmaya kadar geniş bir alanda faaliyet yürütüyor. Hizbullah’ın sivil üyeleri önceden tehlikeli görünmeyebilirdi ancak İsrail Hizbullah ile bağlantılı sağlık tesisleri gibi askeri olmayan kuruluşları artık daha fazla hedef alıyor.

Ne yapacağını bilemeyen Zgheib, sığınacak yer arayan insanların isimlerini kontrol etmesi için Lübnan ordu istihbaratına gönderiyor.

Artan paranoyaya rağmen, Lübnan halkı, zayıf devletin sunduğu yetersiz yardımları ev yapımı yemeklerden hijyen kitlerine kadar her şeyle desteklemek için harekete geçiyor.

Beyrut’un batı sınırında yaşayan Assaf, bu ihtiyaç anının topluluklar arasında yeni bağlar kurmaya yardımcı olabileceğini umuyor. “Bu yüzden bu bölgede papazım. Topluluklar arasında köprüler inşa etmekle meşgulüm… şu an bir fırsat var.” Ama kabul ediyor, “bu çok zor.”

***

*Lübnan Kuvvetleri,1976 yılında Lübnan İç Savaşı’nda Hıristiyan bir milis güç olarak kurulan ve FKÖ ile Suriye Ordusu’na karşı savaşan siyasi parti.

“Şok ve dehşet” zafer demek değil

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Küresel kamu borcu saatli bomba gibi

Yayınlanma

2024’te küresel kamu borcunun 100 trilyon dolara ulaşması bekleniyor, bu da küresel ekonomide büyük bir şok yaratabilir. IMF Direktörü Kristalina Georgieva, hükümetlerin borçlarını azaltması gerektiğini belirtirken, faiz oranlarında artış beklentisi Rusya, Kanada ve Çin gibi ülkelerde dikkat çekiyor.

2024 yılında dünya genelindeki kamu borcunun 100 trilyon dolara ulaşması bekleniyor ve bu durum küresel ekonomide ciddi bir şoka neden olabilir.

Bloomberg, bu kritik konuyu “100 Trilyon Dolarlık Küresel Mali Saatli Bomba Tıklamaya Devam Ediyor” başlıklı makalesinde ele aldı.

Uluslararası Para Fonu (IMF) Direktörü Kristalina Georgieva, düşük büyüme ile yüksek borç seviyelerinin tehlikeli bir kombinasyon oluşturduğuna dikkat çekti.

Georgieva, “Hükümetlerin bir sonraki şoka hazırlık için borçlarını azaltmaları ve rezervlerini güçlendirmeleri gerekiyor. Bu şok kaçınılmaz ve beklediğimizden daha erken gerçekleşebilir,” ifadelerini kullandı.

IMF Başkanı: Küresel ekonomik büyüme, pandemi öncesi seviyelere ulaşamayacak

Bloomberg, makaleyi IMF’nin yıllık toplantısı öncesinde yayımladı. IMF’ye göre, küresel borç yükü 2024 yılı sonunda dünya genelinde yüzde 94,8’e çıkacak.

Bu oran, ABD’de yüzde 97,4, G7 ülkelerinde yüzde 125,9, Çin’de yüzde 62,1, Japonya’da yüzde 254, İngiltere’de yüzde 103,2 ve Fransa’da yüzde 111,3 seviyesinde olacak.

IMF ekonomistleri, artan borç seviyeleri nedeniyle Rusya Merkez Bankası’nın politika faiz oranını artırabileceğini öngörüyor.

Aynı zamanda Kanada ve Çin merkez bankalarının ise faiz oranlarında kısmi bir indirime gitmeleri bekleniyor.

Eylül ayında, Rusya Merkez Bankası Yönetim Kurulu, faiz oranını yıllık yüzde 19’a yükseltmişti.

Ekim ayında, Banka Başkan Yardımcısı Aleksey Zabotkin, bir sonraki toplantıda faiz oranlarının tekrar artırılmasının gündemde olduğunu belirtmişti.

Zabotkin, eylül ayından bu yana enflasyonun istikrarlı bir şekilde yükseldiğini ve bu eğilimi değiştirecek kayda değer bir gelişme yaşanmadığını vurgulamıştı.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti 75 yaşında: Geriye ne kaldı?

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz konuşma, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) son lideri olarak bilinen Egon Krenz tarafından DDR’nin kuruluşunun 75. yıl etkinliğinde yapıldı. Krenz’in DDR’ye, barışsever bir Almanya’ya ve Avrupa’nın göbeğinde inşa edilmiş sosyalist devlete büyük bir şevkle sahip çıkması, kazanımlarının nesnel bir değerlendirmeye tabi tutulmasını istemesi ve yer yer de kendi hatalarına değinmesi takdire şayan. 20. yüzyılın başında proleter devrimin dört gözle beklendiği bu büyük ülke, en değerli öncülerini 1918-1923 arasında burjuvaziye kaybettikten sonra, uzun süren bir krizin ardından nazizmin pençesine düşmüştü. Dört gözle beklenen devrim, 20 küsür yıllık gecikmenin ardından, ülkenin doğu kısmında, antifaşist kurtuluş savaşı yürüten Kızıl Ordu’nun marifetiyle ve biraz da zoraki bir biçimde vücuda geliyordu. Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği ve Alman komünistler, şimdi burada giremeyeceğimiz nedenlerden ötürü, Almanya’da sosyalist inşaya emperyalizme zorunlu bir cevap olarak girişmişlerdi.

İşte DDR, tarihi kan ve savaşla dolu Almanya’nın “barışsever” bir ülke olarak da inşa edilebileceğinin kanıtı olmuştu. Sosyalizmin Avrupa’da cephe hattı bu ülke, yine “dışarıdan” bir itkiyle, Mihail Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikaları ile çöktü. Krenz’in bu süreçteki biraz meşum rolü hakkındaki hükmümüzü, bu konuşmanın üzerine biraz yumuşatabiliriz, ama hatırlatmak zorundayız: Krenz, selefinin yerini almadan önce, Gorbaçov reformlarına sert itirazlarıyla bilinen komünist Erich Honecker’i istifa ettiren Sosyalist Birlik Partisi (SED) Siyasi Bürosu üyeleri arasındaydı. Honecker’in devrilmesi, Krenz’in de aralarında bulunduğu bir grup yönetici ve Stasi unsuru ile birlikte ve Gorbaçov’un yardımlarıyla mümkün olmuştu. İlgili Siyasi Büro toplantısında Honecker’in devrilmesi oy birliği ile gerçekleşmişti; DDR’nin “son komünisti” de devrilmesi lehinde oy kullanmıştı. “Duvar” yıkıldıktan sonra “rehabilitasyon” peşindeki SED, Honecker’i ihraç bile etti. Honecker’in “gizli kapaklı işleri” o dönem de dile getiriliyordu; rüşvet, görevi kötüye kullanma, banka kasalarında para istifleme gibi… Bunlara dair her suçlamadan beraat etti, ama “kırmızı valizi” hâlâ üçüncü sınıf Alman casus dizilerine (mesela Netflix yapımı Kleo) konu oluyor.

Krenz elbette basitçe Almanya’da sosyalizme “ihanet” etmiş filan değildi, zaten okuyacağınız konuşması ve 90’lı yıllarda Federal Almanya tarafından Soğuk Savaş döneminde işlediği “suçlardan” dolayı tutsak edilmesi de bunun kanıtı. Ama Honecker Gorbaçov’a direnirken, Krenz “suyuna giderek” sosyalizmi kurtarabileceğini sanıyordu belki de. Sosyalizmin kuruluşunda hayati önemdeki Sovyet desteği, sosyalizmin çözülüşünde de hayati olduğunu kanıtlıyordu.


Alman Demokratik Cumhuriyeti 75 yaşında: Geriye ne kaldı?

International Action Center
10 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

International Action Center’ın [Uluslararası Eylem Merkezi] yayımladığı bu konuşma, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (sosyalist Doğu Almanya) kalan son liderlerinden biri ve 1989’da Sosyalist Birlik Partisi (SED) Genel Sekreterliği görevi yürüten Egon Krenz’e ait. Konuşma, Junge Welt gazetesinin (jungewelt.de) organizatörlüğünde, Ekim 1949’da kurulan devletin 75. kuruluş yıldönümünü anma etkinlikleri kapsamında 5 Ekim’de, Berlin’deki Babylon sinemasında yapıldı.

Değerli katılımcılar,

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) kuruluşunu anmaya gelen tüm dostları, yoldaşları ve destekçileri selamlamak istiyorum. Buchenwald’de(1) edilen yemin, “Savaş, bir daha asla, faşizm, bir daha asla”, işte 7 Ekim 1949’da DDR’nin üzerine kurulduğu temeldi.

Tüm yaş gruplarından temsilcileri, fakat özellikle de benim gibi Doğu Almanya’yı başından sonuna kadar yaşamış olanları selamlıyorum. DDR’ye güç vererek, Almanya’nın iyiliğine hizmet ettiğiniz inancıyla yaşamının büyük bir kısmını bu davaya adamış olan sizleri yürekten selamlıyorum.

DDR’ye dönük tüm itibarsızlaştırma çabalarına rağmen halen DDR’ye olan inançlarını dile getiren o kadar çok kişi var ki, bize karşı pek de dostane olmayan sözde araştırma grubu ‘SED State’in başkanı bile, “DDR’yi insanların kalbinden çıkarma”nın henüz mümkün olmadığını itiraf etmek zorunda kaldı. Bilhassa eski kuşaklar, Doğu Almanya’nın “bizim vatanımız” olduğunu defalarca dile getirdiler.

Sayısız iftiralara ve okul kitaplarında yer alan sayısız tarih tahrifatına rağmen Alman Demokratik Cumhuriyeti’ne ve politikalarına ilgi besleyen siz sonraki kuşakları yine en içten duygularımla selamlıyorum. Bu toplumda, artık var olmayan devletimiz hakkında pek çok gerçek dışı bilgiyle karşı karşıyasınız. Ama sizi temin ederim ki, bu davaya gönül vermiş bizler dünyayı değiştirmek ve daha iyi bir Almanya yaratmak istedik. Böylece bir daha asla bir anne oğlu için göz yaşı dökmeyecekti. Ne yazık ki, kendi hatalarımız da dahil olmak üzere birçok nedenden ötürü henüz başarılı olamadık. Fakat hâlâ yapılması gereken çok şey var.

Yine de şunu düşünüyorum: Biz temelini attık, tohumlarını ektik. Hasadı görecek kadar yaşayamayacağımız kesin. Ama umarım siz ve akranlarınız, çocuklarınız ve çocuklarınızın çocukları, Almanya’nın doğusunda 40 yıl boyunca iki dünya savaşından dersler çıkarmış, kapitalizme ve savaşa gerçek bir alternatif olan antifaşist bir devletin var olduğunu unutmazsınız.

Bu nedenle, benim, naçizane dileğim şudur: Doğu Almanya mirasından geriye kalanları koruyun. Gizli hesaplarda saklanmış zenginlikler falan yok. Geriye kalanlar sadece saygı, empati ve adalet gibi bir toplumu toplum yapan ve bir arada tutan toplumsal değerlerdir, bu değerler ki bir kişinin diğerini yiyen bir kurt olmaya cesaret edemediği bir toplumu mümkün kılar. Bizim yapamadığımızı siz yapabilirsiniz. Ama bizim kuşağın zayıflıklarından bahsederken de lütfen Brecht’in “Bizden Sonra Doğanlara” şiirini hatırlayın:

“Sizler fakat, geldiğinde vakit

İnsan insanın yardımcısı olduğu

Zaman.

Hatırlayın

Hoşgörüyle bizi.”

Keskin zıtlıklar

Değerli katılımcılar, Doğu Almanya’yı sevmek için pek çok neden var. Aynı şekilde eksikliklerini sert şekilde eleştirmek için de. Ancak yine de “barış” kelimesi her şeyin üstünde duruyor. Doğu Almanya hiçbir zaman savaşmadı. O, Almanya’nın barış devletiydi. Bu bağlamda, DDR’nin kuruluşuna ilişkin Moskova’dan, Cumhurbaşkanı Wilhelm Pieck ve Başbakan Otto Grotewohl’a hitaben gönderilen telgrafı hatırlatmak isterim. Bu telgrafı alıntılıyorum, çünkü DDR’nin tarihi misyonunun özlü bir ifadesini sunuyor:

“Barışsever Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kuruluşu Avrupa tarihinde bir dönüm noktasıdır. Hiç şüphe yok ki barışsever Sovyetler Birliği’nin yanında barışsever demokratik bir Almanya’nın varlığı Avrupa’da yeni savaşların çıkma olasılığını ortadan kaldırmaktadır.” Ne kadar doğru ne kadar net ne kadar da yerinde!

Yugoslavya’nın bombalanması

Almanya’nın faşizmden kurtuluşunu en çok ona borçlu olduğumuz Sovyetler Birliği ve tabii yanında Doğu Almanya var olduğu müddetçe Avrupa’da barış on yıllar boyunca hüküm sürmüş oldu. Ne büyük bir tezat! Sovyetler’in çöküşünden kısa bir süre sonra, 24 Mart 1999’da NATO, BM yetkisi olmaksızın ve Federal Almanya Cumhuriyeti’nin de dahliyle, yarım yüzyıldan biraz daha uzun bir süre önce faşist Alman silahlı kuvvetleri tarafından işgal edilmiş olan Yugoslavya’yı bombaladı.

“Yeşil” Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, uluslararası hukuka aykırı olan bu saldırıyı, ikinci bir “Auschwitz”i önleyeceği bahanesiyle örtbas etmekten çekinmedi. Bugün dahi, sözde “insani dış politika” yalanı, onların “yeşil” halefleri tarafından, Ukrayna’ya eşi benzeri görülmemiş ölçekte yapılan silah sevkiyatlarını haklılaştırmak için kullanılıyor.

Alman hükümetinin mevcut politikasının ikiyüzlülüğü ve tek taraflılığı geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda da ortaya serildi. Gazze Şeridi’ndeki insani durumun iyileştirilmesi ve acil ateşkes çağrısında bulunulmasını öngören karar 120 devletin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilirken, Federal Almanya Cumhuriyeti çekimser kalan 45 devletten biri oldu.

“Savaş ve barış” söz konusu olduğunda, Doğu Almanya’da tarafsızlık hiçbir zaman bir seçenek olmadı. DDR’de savaş propagandası ve Rus düşmanlığı da dahil olmak üzere ırkçı nefret yasaktı. Devlet doktrinimiz şuydu: “Hiçbir savaş bir daha asla Alman topraklarından doğmamalı.” [Ya da] DDR milli marşının ikinci kıtasına hep sadık kalınmıştı: “Barışın aydınlığını getirelim ki, bir daha hiçbir anne oğlu için ağlamasın.”(2)

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde halka kendilerini “savaşa hazır” hale getirmeleri çağrısında bulunmak düşünülemezdi (Alman politikacılar şimdi bunu yapıyor!). Özellikle gençlerin barış için eğitilmesine hep öncelik verildi.

Bunlar sadece sloganlar ya da içi boş retorikler değildi, Doğu Almanya, 1989 sonbaharındaki olayların şiddetsiz geçmesini sağlarken bunu pekâlâ kanıtlamış oldu. SSCB silahlı kuvvetlerine yapılan “Kışlada kalın” çağrısı Mihail Gorbaçov’dan falan gelmedi; bu, tarihi tahrif edenlerin iddiasının aksine, Doğu Almanya’nın egemen bir kararıydı. Ancak o vakitler, Alman hükümetinin sonraları Rusya ile ilişkileri İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana en düşük seviyeye getireceğini ve 1945’in galibini bugünün mağlubu ilan edeceğini öngörememiştik.

Güvenin mahvı

Pek çok Doğu Alman’ın son eyalet seçimlerinde oylarını kullanmadan önce kafalarından benzer düşüncelerin geçtiğine eminim. Onların bu oy tercihi, kimi yorumcuların iddia ettiği gibi, Doğu Almanya’nın artık “kahverengi” [faşizm yanlısı] olduğu anlamına gelmiyor. Aksine bu, tüm düzen partilerine bir işarettir: Bizi dinleyin! Ukrayna ve İsrail’e yeni silah sevkiyatları istemiyoruz. Yeni füzelere ihtiyacımız yok! Biz barış istiyoruz!

Ancak bu şekilde, oy toplamak için bu meseleyi hevesle istismar eden AfD’yi ciddi şekilde zayıflatabiliriz.

Tarihsel olarak epey kısa bir zaman içinde, Batı Alman hükümetleri, Sovyet işgal bölgesinde ve daha sonra Doğu Almanya’da Almanlar ve Sovyetler Birliği halkları arasında inşa edilen güvene dair ne varsa yok etti. Şimdi ise Alman politikacılar ve Alman medyası, benim en son İkinci Dünya Savaşı’nın son döneminde, yani sekiz yaşında bir çocuk olarak deneyimlediğim Ruslara karşı nefreti yeniden körüklüyorlar. Eski düşman stereotipi –her şeyin suçlusu “Ruslar” ve tehlikeli Rusya miti– yeniden canlandırılıyor. Sanki Rus birlikleri pusuda bekliyormuş gibi Rusya’ya karşı korku yaratılıyor.

Makul bir eğitim almış her Alman, Almanya’nın iki dünya savaşında Rusya ya da Sovyetler Birliği’ne karşı savaştığını; ancak Almanya’nın hiçbir zaman Rusya tarafından işgal edilmediğini bilir. Modern tarihte sadece iki kez; önce Ruslar, sonra da Kızıl Ordu Almanya’ya girdi; ilkinde Napolyon’a, diğerinde ise Hitler’e karşı. Bunun nasıl neticelendiği ise gayet iyi biliniyor olsa gerek.

Eminim ki Federal Almanya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı 1980’lerde bugün görevdeki zatın yaptığı gibi açıklamalar yapsaydı, yani “Rusya’ya karşı bir savaş” yürütüldüğünü ve amacın “Rusya’yı mahvetmek” olduğunu söyleseydi, Helmut Schmidt gibi bir Şansölye tarafından anında görevden alınırdı.

[Federal Almanya siyasi liderleri] Willy Brandt ve Helmut Schmidt, Egon Bahr ve Herbert Wehner, yumuşama politikaları nedeniyle haklı olarak övülüyorlar. Ancak bu, hikâyenin sadece bir yarısıdır. Bu şahsiyetler yumuşama politikasını tek başlarına yürütmediler. Ortaklara ihtiyaçları vardı ve bu ortaklar arasında Sovyetler Birliği’nin yanı sıra Doğu Almanya da bulunuyordu.

Diğer bir deyişle, Doğu Almanya’nın barışçıl dış politikası olmasaydı, Willy Brandt ve diğerleri tarafından yürütülen yumuşama politikası da asla olamazdı. Çünkü onlarla aynı fikirdeydik: Erich Honecker’in defalarca belirttiği gibi, birbirimize bir kez ateş etmektense yüz kez müzakere etmek daha iyidir.

1990’ların başında Batı Alman yargısının Doğu Almanya vatandaşlarına 100 binden fazla siyasi soruşturma başlattığını bildirmek için Mihail Gorbaçov ile görüştüğümde bana Şansölye Helmut Kohl ile yaptığı bir konuşmadan bahsetti. Kohl ona şöyle demişti: “Mihail Sergeyeviç [Gorbaçov], Doğu’da yabancı bir halkla karşılaştık. Onlar bizden çok farklılar.”

Eski Batı Alman siyasi elitinin ve onların mirasçılarının dünya görüşü işte buydu ve bugün de Doğu Almanya’nın tarihsel olarak doğru bir şekilde yorumlanmasına izin vermiyorlar. Onlar için kendi kapitalizmleri, hayal edebilecekleri tek gerçek ve en iyi şey. Doğu’da kapitalizm olmadan yaşamayı daha iyi bulan insanların var olduğu gerçeği ve insan ilişkilerinin birbirlerini itip kakmayla değil, toplumsal olarak birlikte yaşamakla şekillendiği bir hayat, siyaset ve medyadaki ana akımı belirleyen Doğu Almanya’dan tiksinti duyanların kesinlikle kabul etmediği ve muhtemel ki kabul etmek istemeyeceği bir şeydir.

Yaşayan hafıza

Doğu Alman Cumhuriyeti’nin yaklaşık 16 milyonluk bir nüfusu vardı. Aradan geçen zaman içinde bu sayı daha da azaldı. Bu da bugün Doğu Almanya’ya ilişkin milyonlarca bireysel görüş olduğu anlamına geliyor. Ancak, kişisel deneyimlere dayanarak yorum yapma hakkı sadece bu vatandaşların kendilerine bırakılmalıdır, bir medya “yeniden işleme endüstrisine” ya da 12 yıllık Nazi barbarlığını Doğu Almanya’daki 45 yıllık savaş sonrası dönemle eş tutan papaz [Joachim] Gauck’a değil.(3)

Bu insanların istediği olsaydı şayet, Doğu Almanya insanların hafızasında sadece “çökmekte olan bir ekonomi” ile bir duvarın arkasına kilitlenmiş, “pis koku ve küf ve devlet güvenliği” ile çevrili “himaye edilen yaratıklardan oluşan küçücük bir ulus” olarak kalacaktı. Ama hayır! Doğu Almanya böyle bir yer değildi!

Doğu Almanların hangi köklere sahip olduğunu, eski Doğu Almanya vatandaşlarının çoğunun kendilerini Batı’nın ağzından dinlemek istemediklerini veyahut tarihin yanlış tarafında olduklarını kabul etmediklerini anlamadıkça ve yaşam öykülerini küçümsemeye devam ettikçe, iktidardakiler, düzen partileri ve onların ideolojik yardakçıları birçok Doğu Alman’ın oy verme refleksini asla anlayamayacaklar.

Miras

Her şeye rağmen Alman Demokratik Cumhuriyeti, kapitalistlerin olmadığı bir yaşamın, ileri derecede sanayileşmiş Almanya’da dahi mümkün olduğunu kanıtladı. Politikamızın yapı taşları arasında, yüz binlerce mülteci ve yerinden edilmiş insanı toprak sahibi yapan “toprak reformu” gibi kavramlar da yer alıyordu. Doğu Almanya’nın mirası, Nazilerin ve savaş suçlularının mallarına el konmasını ve üretim araçlarının birer kamu mülküne dönüştürülmesini içermekteydi – bu malların ekseriyeti “dönüş” [ilhak] sonrasında Treuhand tarafından yok pahasına satılsa da…

Geride bıraktıklarımız arasında, bazen hala tartışmalı imlalar kullanan yeni bir öğretmen kuşağı ile benzer mütevazı geçmişlerden gelen yeni avukatlar; eşit koşullarda yaşayabilen ve çalışabilen ve bir mesleği sürdürmek veya bir banka hesabı açmak için önce kocalarından izin almak zorunda kalmayan kadınlar kuşağı var.

Sınıf ve eğitime ilişkin ayrıcalıkların kırılması sayesinde kariyer yapma imkanına kavuşan ve işçi ve köylü üniversitelerinde henüz lise mezuniyet sınavlarını geçmeden lisans eğitimlerini tamamlayabilen birçok akademisyen hatırlıyorum.

Yine geride binlerce sosyal konut bıraktık; bunlar yaşam alanlarının ve toprağın, spekülatörlerin cebini doldurmak için var olmadığı ve “başını sokacak bir eve” sahip olmanın bir lütuf değil, insan hakkı olduğu yönündeki tarihsel deneyimin izlerini taşıyor.

Bir de unutmamızın pek mümkün olmadığı şeyler var, bugün birçok kişinin şikâyet ettikleri: Doğu Almanya’da işsiz kimse yoktu; herkes, hatta daha az çalışkan olanlar bile, bir mesleki yeterlilik kazanmaları için destekleniyorlardı. Gençler gençlik kulüplerinde buluşurdu; benzin istasyonlarında ya da tren istasyonlarında buluşmak ise çok nadir rastlanan bir durumdu.

Gelecek nesillere milyarderler bırakmadık ama dilenciler de… Ve son olarak, neo-Naziler muhtemel ki saklanarak var oldular. Fakat onlar emperyal savaş bayraklarını Batı’dan alana kadar hiç yükseltmediler ve yeni devlet onlara sanki güçsüzmüş gibi baktı ve o zamana kadar onlardan esirgenen “özgürlüklerini” onlara verdi.

Doğu Almanya, sistemler arasındaki savaşta paramparça oldu. Sosyalizmi geliştirme hayalimiz de kendi zayıflıklarımız nedeniyle suya düştü. Yetersiz enformasyon politikaları, anayasal güvence altındaki demokratik hakların yeterince kullanılmaması, arzdaki boşluklar, bürokrasi  ve çoğu zaman da dar görüşlülük… Gerçeklik ideallerden hızla uzaklaşmıştı. 1989-90’a geldiğimizde ise toplumun geniş kesimleri artık bunları kabul etmek noktasında eskisi kadar istekli değildi.

Geriye dönüp baktığımızda, Doğu Almanya’nın toplumsal bir dengeleyici olarak işlevini yitirmesinden bu yana toplumsal yabancılaşmanın da arttığını görüyoruz. Zengin ve yoksul arasında zaten var olan uçurum daha da büyüyor ve çok aleni biçimde sergileniyor. Kayırmacılığa dayalı siyasal partiler kamu yararına yönelik fonları zimmetlerine geçiriyor. Ancak buna karşı direniş de giderek büyüyor.

Toplumun neredeyse tüm kesimlerinden gelen toplumsal ilgi, burjuva partileri en kötü aşırılıkları tartışmaya zorluyor. Keşke bu tartışmaları, Doğu Almanların kişisel tarihlerini sistematik şekilde küçümsedikleri ve DDR güvenlik güçlerine yönelik toptan cadı avına giriştikleri gibi enerjik bir şekilde yapmış olsalardı. Oysa tüm bunları, kendi ülkelerinin asıl sorunlarından dikkatleri kaçırmak için yaptılar. Ama DDR, Alman tarihinin “külkedisi” olmayacak.

DDR’nin ne olduğu, neden kurulduğu, hangi tarihsel başarılara sahip olduğu, uluslararası alanda nasıl bir konuma sahip olduğu, soğuk bir iç savaşta her iki Alman devletinin nasıl her zaman olası bir nükleer savaşın eşiğinde olduğu, DDR’nin yenilgisinin nedenlerinin ne olduğu ve ondan geriye ne kalacağı… İşte bunlar savaş sonrası Alman tarihinin, hatta Avrupa ve dünya tarihinin temel sorularıdır ve bir “tarih dipnotundan” ve “yeşil ok”tan(4) çok ama çok daha fazlasıdır.

Nesnel bir değerlendirme

Belki Doğu Almanya’yı idealize etmekle suçlanabilirim. Olabilir. Ancak gerçekte savunduğum şey, zaten apaçık olması gereken bir gerçeğin savunulmasıdır: Federal Cumhuriyet’te yaşamış olan akademisyenler, politikacılar ve medya profesyonelleri DDR’nin nesnel ve tarihsel olarak adil bir değerlendirmesi için çaba göstermeliler.

Bizler, o dönemi yaşamış çağdaş tanıklar, hâlâ hayattayız. Ve biz artık burada olmadığımızda, deneyimlerimiz ve anılarımız Doğu Almanya’da doğan çocuklarımızın hafızasında yaşamaya devam edecek. Üstelik o çocuklardan bir hayli çok vardı, çünkü DDR aynı zamanda çocuk dostu bir ülkeydi. Fakat bu savaş ve sömürü dünyasının bugünkünden farklı olacağına ve DDR marşında söylendiği gibi “güneşin en güzel haliyle Almanya’da parlayacağına” olan inancımdan vazgeçemem ve vazgeçmeyi tüm kalbimle reddediyorum.


(1) Nazilerin Almanya sınırları içerisinde kurduğu ilk ve en büyük toplama kamplarından biri. (ç.n)
(2) Bu dizelerin hemen öncesinde de barışa vurgu yapılıyordu: “Barış tüm dünyanın arzusudur/Halklara elinizi uzatın/Kardeşlik içinde birleşin/Halkın düşmanlarını ezeceğiz/Tüm yollar barışla aydınlansın.” (editörün notu)
(3) Gauck Doğu Almanya’da antikomünist bir muhalefet lideriydi ve 2012-17 yılları arasında Federal Almanya’da cumhurbaşkanlığı yaptı. (İngilizce yayına hazırlayanın notu)
(4) Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde bazı trafik lambalarında bulunan yeşil oka gönderme; bir başka DDR simgesi “Ampelmann” gibi. Bu okun olduğu lambalarda sürücüler kırmızı ışık yansa bile sağa dönebiliyorlardı. 2022 yılında Leipzig’deki trafik lambalarında hâlâ bulunan 24 yeşil okun kaldırılmak istenmesi tartışma yaratmıştı. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English