Görüş
Kore Yarımadası’nda savaş hazırlıkları: Pyongyang cephesinden 10 günün kronolojisi

Kore Yarımadası’nın batı orta bölgesinde yer alan Gyeonggi Eyaleti’nde, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) sınırına yakın 11 bölge ‘tehlikeli bölge’ ilan edildi ve bu bölgelerden Pyongyang karşıtı propaganda malzemelerinin gönderilmesi yasaklandı.
Eyaletin idari işlerden sorumlu birinci vali yardımcısı Kim Sung-joong’un geçen hafta ilan ettiği kısıtlamalar, Paju ve Gimpo şehirlerinin bazı bölgeleri ile Yeoncheon ilçesini kapsıyor.[1]
Sung-joong, sınır bölgelerinde yaşayan Korelilerin, ‘kötüleşen ilişkiler’ nedeniyle tehlikede olduğunu belirtti.
‘İki Kore arasında’ devam eden propaganda savaşlarının uzun bir geçmişi var ve bu cephede ‘eski silahlar’ yeniden çıkarıldı. Örneğin, Güney Kore, 2018’deki anlaşma sonucunda son verilen hoparlör yayınlarına yeniden başlayacağını açıklamıştı.[2] Ancak son 10 günde yaşananlar, meseleyi propaganda savaşından çıkararak askeri bir boyuta taşıdı.
11 Ekim – ‘İğrenç bir suç’
İki ülke arasında yeniden sıcak savaşın konuşulmasına yol açan son gerilim, 11 Ekim tarihinde Kore Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasıyla açığa çıktı.
Kore Dışişleri Bakanlığı, 11 Ekim’de yayınladığı bir bildiride Seul yönetiminin ‘kışkırtmalarda kırmızı çizgiyi aştığını’, 3 ve 9 Ekim tarihlerinde insansız hava araçlarıyla sızma yaparak başkent Pyongyang’ın orta kesimine çok sayıda ‘karalama bildirisi’ dağıttığını açıkladı.[3]
Bu açıklamayı, bugüne kadar devam eden karşılıklı propaganda savaşından ayıran şey, sızmanın bu sefer sınır bölgesinden balon ya da hoparlörlerle değil, doğrudan insansız hava araçlarıyla yapılmış olması.
Güney’in propaganda bildirilerini ‘iğrenç bir suç’ olarak tanımlayan Kore yönetimi, bu hamleyi ‘ne göz ardı edilebilecek ne de affedilebilecek ciddi bir provokasyon’ olarak nitelendirdi.
Bu ihlal, bildiride “Uluslararası hukuk, bir ülkenin kara hava sahasında yabancı uçakların veya uçan nesnelerin serbestçe uçmasına izin vermediği gibi ‘zararsız uçuşa’ da izin vermez. Dünyada, hava sahasının ihlaline ve başkentinin üzerinde uçan düşman bir ülkenin insansız hava araçlarına tepki göstermeyecek hiçbir ülke yoktur” ifadeleriyle hatırlatıldı.
Bu, yalnızca KDHC için değil, dünyanın her ülkesinde geçerli olan, egemenlik ihlali sayılabilecek bir hava ihlaliydi.
12 Ekim – ‘Korkunç bir felaket yaşanacak’
Bu açıklamadan bir gün sonra, Kim Jong-un’un kız kardeşi, Kore İşçi Partisi Merkez Komitesi başkan yardımcısı Kim Yo-jong, söz konusu ihlalle ilgili uzun bir açıklama yayınladı.[4] Bu açıklama, Kim’in bu 10 günde yapacağı açıklamaların ilkiydi.
Kim’in açıklamasından öne çıkanlar şu şekilde:
“Dışişleri Bakanlığı’nın önemli bir açıklama yapmasının hemen ardından, Güney Kore askeri yetkilileri “Böyle bir şey olmadı. Henüz durumu anlamış değiliz.”, “Ordu, Kuzey Kore’ye insansız hava aracı göndermedi.”, “Bunu sivil bir kuruluşun yapıp yapmadığını kontrol etmemiz gerekiyor.” gibi utanmaz ve çocukça bahanelerle sorumluluktan kaçmaya çalıştılar…”
——————–
“Eğer sivil bir kuruluş tarafından gönderilen insansız hava aracı, sınırı dilediği gibi geçip gidiyorsa ve ordu bunu bile tespit edemiyorsa, bu durum kesinlikle büyük bir sorun teşkil eder.
Güney Kore ordusu, her fırsatta “kusursuz tespit ve takip yetenekleri” olduğunu iddia eden bir ordu değil midir? Uçan bir kuş sürüsünü bile “Kuzey Kore’nin insansız hava aracı” sanarak panikleyen askerler, birdenbire kör mü oldu?..”
——————–
“Karşı ülkenin başkenti üzerinde propaganda broşürleri dağıtmak zaten ciddi bir siyasi provokasyon ve egemenlik ihlali olarak kabul edilecektir. Ancak bunu taşıyan aracın insansız hava aracı olması, bu olayın ciddiyetinin esas noktasını oluşturmaktadır.
Dünyada askeri amaçlarla kullanılan insansız hava araçlarının başka bir ülkenin egemenliğini alenen ihlal etmesine ordu seyirci kaldıysa, bu kasıtlı bir ihmal veya iş birliği anlamına gelir ve bu olayın asıl aktörlerinin ordu yetkilileri olduğunu kanıtlar…”
——————–
“Bizim tüm eylemlerimiz, tamamen karşılık verme ilkesine dayalı zorunlu adımlardır.
Sanki bizim tepkimiz hiç yoktan ortaya çıkmış gibi bir algı yaratmaya çalışmak başarısız olacaktır.
Bu insansız hava aracı provokasyonunun sorumlusu kim olursa olsun, buna hiç önem vermiyoruz. İster askeri yetkililer, ister sınır dışına kaçan sivil gruplar olsun, hepsi aynı şekilde yüzsüz Güney Koreli gruplardır…”
——————–
“Seul ve Güney Kore’nin askeri gücünü yok etmek için bir saldırı başlatma zamanı belirlenmiş değil. Bu zamanın ne olduğunu biz belirlemiyoruz. Ancak Güney Kore insansız hava araçları tekrar hava sahamızda görülürse korkunç bir felaket mutlaka yaşanacaktır.
Kişisel olarak, böyle bir olayın meydana gelmemesini dilerim…”
13 Ekim – Kore’nin tamamına yıkım uyarısı
Kim’in açıklamasından bir gün sonra ise, Genelkurmay Başkanlığı, sınırdaki birliklere ateşe hazır olma emrinin verildiğini açıklayan yeni bir bildiri yayınladı.[5]
Aynı gün, Savunma Bakanlığı Sözcüsü de Güney’in hamlelerini ‘kendi halkının hayatı üzerinde oynadığı bir kumar’ olarak nitelendirdi ve şu ifadelere yer verdi:
“Kararlarımız ve değerlendirmelerimiz doğrultusunda güçlü saldırı araçlarının kullanılabileceği bir noktadayız; böylece Güney Kore’nin tamamı bir yıkım sahasına dönüşebilir.”[6]
‘Çöp, çöp kutusuna atılmalıdır’
Aynı gün, Kim Yo-jong’dan bir açıklama daha geldi. Güney Kore yönetimini çok sert ifadelerle hedef alan Kim, “Bu kadar aptal ve tehlikeli olan bu tür insanların dünyaca tanınması gerekiyor. Ölümlerine kadar böbürlenip ortadan kaybolacaklar. Çöp, çöp kutusuna atılmalıdır” dedi.[7]
14-15 Ekim – ‘Melez köpekler’
Hafta boyunca açıklamalarına devam eden Kim, 14 Ekim’de “Bir nükleer güç olan ülkemizin egemenliği, Amerika’nın beslediği melez köpekler tarafından ihlal edildiyse, bu köpekleri yetiştiren sahipleri sorumlu tutulmalıdır,”[8] 15 Ekim’deyse “Provokatörler ağır bir bedel ödeyecekler”[9] dedi.
16 Ekim – ‘Bütün yolları kapattık’
Bir gün sonra ise, ülke çapında yaklaşık 1,4 milyon genç öğrenci Halk Ordusu’na kaydolmak için dilekçe verdi.[10]
Kardeş Kim’in açıklamaları, kendisi de ‘popüler’ bir kişilik olduğu için dünya gündeminin ilgisini çekti. Her zaman olduğu gibi, Kore haberlerinde meydana gelen bu ‘yarı-magazinel’ anlatıyı, Merkez Askeri Komisyon’un bir gün sonra yayınladığı yol blokajı açıklaması[11] yeni bir evreye taşıdı.
17 Ekim – ‘Güney Kore Düşman Devlet’
Kore Savunma Bakanlığı Sözcüsü, Kore İşçi Partisi Merkez Askeri Komisyonu’nun talimatıyla, ülkenin Güneyinde bulunan iki bölgede yolların patlatılarak Güney Kore arasındaki bağlantı yollarının tamamen kesildiğini açıkladı.[12]
Yolların patlatılmasına ilişkin fotoğrafların da yayınlandığı açıklamada asıl ‘bilgi’, satır aralarında saklıydı. Açıklamada yer alan ifadeler, iki Kore arasındaki köprülerin tamamen atıldığını doğruluyordu:
“Güney Kore’yi tamamen düşman devlet olarak belirleyen Kuzey Kore Anayasası’nın gereklilikleri ve düşman güçlerin ciddi siyasi ve askeri provokasyonları nedeniyle öngörülemez bir savaşın eşiğine sürüklenen ciddi güvenlik ortamından kaynaklanan zorunlu ve yasal bir önlemdir.”
Kore’nin Seul yönetimini artık düşman bir devlet olarak gördüğü, artık yasal olarak da doğrulanmıştı. Aslında bu kararın alınacağı, Kim Jong-un’un ocakta Güney’in ‘baş düşman olarak tanımlanması için’ yaptığı anayasal düzenleme çağrısından bu yana biliniyordu.
Ancak, bu tarihten itibaren, uluslararası kamuoyunun asıl dikkati, Kuzey’in ipleri tamamen koparmasındaydı.
18 Ekim – Kim Jong-un’dan açıklama: ‘Kardeşlik, birleşme gibi anlamsız düşünceler…’
Dünya Kore Yarımadası’ndaki gelişmeleri takip ederken, Kore lideri Kim Jong-un’un herhangi bir açıklama yapıp yapmayacağı da merak konusuydu. Kim ise, sessizliğini 17 Ekim’de, Kore Halk Ordusu 2. Kolordu Komutanlığı’na düzenlediği ziyarette bozdu.
Kim, bu ziyarette yaptığı konuşmada, ordunun Güney Kore’nin yabancı ve açıkça düşman bir ülke olduğu gerçeğini bir kez daha ve iyi bir şekilde kavraması gerektiğini vurguladı.
Kim ayrıca, Güney Kore topraklarına bağlanan yol ve demiryollarının tamamen yıkıldığını hatırlatıp, bunun yalnızca fiziksel bir kapatma değil, aynı zamanda Seul ile süregelen kötü ilişkiyi kesip kardeşlik ve birleşme gibi anlamsız ve gerçekçi olmayan düşüncelerden kurtulmak anlamına geldiğini söyledi.[13]
‘Telif hakkı’
Bütün bunlar yaşanırken, Güney Kore ise ilginç bir şekilde ‘telif haklarına’ odaklandı. Güney Kore Genelkurmay Başkanlığı’nın basın sözcüsü, Kore Merkezi Haber Ajansı’nın yayımladığı üç patlama fotoğrafından birinin, kendilerinin çektiği görüntülerden izinsiz olarak alındığını söyledi.
Güney’in bu adımını “Tuhaf bir millet” ifadeleriyle yorumlayan Kim Yo-jong ise şunları söyledi:
“Sanki yapılan patlatma işleminin ne anlama geldiğini, ne kadar ciddi bir güvenlik tehdidi ile karşı karşıya olduklarını kavrayamıyorlarmış gibi; asıl mesele bir kenara bırakılmış ve “fotoğraf tartışması” gündeme getirilmiş. Bu gerçekten aptallığın sınırlarını zorluyor. Aptalların anlayabileceği şekilde anlatacak olursak, dünya medyasından Amerikan NBC, Fox News ve İngiliz Reuters gibi kuruluşların yayımladığı videolardan bir kareyi fotoğraf olarak kullandık. Öncelikle, o açıdan bizim çekmemiz mümkün değildi ve kompozisyon açısından uygun olup amacımıza uyduğu için kullandık. Bunda ne sorun var? Yan çizip saçma sapan şeyler söyleyerek ne kazanacaklarını merak ediyoruz. Her halükarda, gerçekten tuhaf bir millet.”[14]
Aynı gün, Kore Sosyal Güvenlik Bakanlığı Sözcüsü, Güney’den gönderilen bazı balonların ve ‘atıkların’ (propaganda malzemelerinden bahsediliyor) toplanarak yakıldığını açıkladı. Savunma Bakanlığı ise, Pyongyang hava sahasını işgal eden insansız hava aracıyla ilgili incelemelerin tamamlandığını söyledi.
Uzman ekipler tarafından teknik analizler yapıldığını açıklayan bakanlık, Pyongyang’ın Seopo bölgesinde düşen insansız hava aracının, Güney Kore ordusunun “Drone Operasyon Komutanlığı”nda donatılmış “uzun mesafe keşif amaçlı küçük bir drone” ve ‘Silahlı Kuvvetler Günü’ etkinliklerinde kullanılan insansız hava aracıyla aynı model olduğunu ortaya çıkardı.
Savaş çıkar mı?
Söz konusu Kore Yarımadası olduğunda, bu soruya verilecek yanıt “Her zaman ihtimal dahilinde” olabilir. 1950-1953 yılları arasındaki Kore savaşının ardından ateşkes imzalansa da barış hala imzalanmadı. Bu iki ülke hala savaş halinde ve savaş teknik olarak 74 yıldır devam ediyor.
“Savaş çıkar mı?” sorusu kadar çok sorulan bir diğer soru ise, “Kuzey Kore savaş çıkarır mı?” olsa gerek…
Kore, nükleer anlaşmalar, adanın silahsızlandırılması, barış ve birleşme gibi konulara hep açıktı. Ancak, ABD’nin Güney’deki uzun soluklu varlığı, Güney’deki OPCON’un[15] kaldırılmasının ertelenmesi, ABD desteğinde artan askeri tatbikatlar ve ‘Asya NATO’su’ tartışmaları, Pyongyang için ‘artık umut kalmadığı’ yönünde değerlendirilebilir.
Dolayısıyla, bölgede yaşanacak bir sıcak savaş halinde, uluslararası hukuk açısından Pyongyang yönetiminin –en azından- atılması gereken adımları defalarca attığını söylemek mümkün. Bu pozisyon, Pyongyang yönetiminin yaşadığı ekonomik zorluklardan kaynaklı, ‘dışa açılma zorunluluğundan’ kaynaklanıyor.
Pyongyang yönetimiyle ilgili en çok öne sürülen söylem, ‘rejimin’ ‘her fırsatta silaha sarıldığı’ yönünde.
Ancak ne yazık ki, Kuzey Korelilerin dünyanın geri kalanıyla ticari ilişkiler kurmasının önünde, ağır yaptırımlarla örülü büyük engeller var. Bunun da ötesinde, bölgeyi ilgilendiren önemli gelişmelerde Pyongyang yönetiminin söylemleri, açıklamaları veya Kore medyasında aktarılanlar, ‘sansasyon’ içerdiği düşünülen sert açıklamaların dışında küresel medyanın filtresinden geçemiyor. Kuzey Kore’den yayın yapan herhangi bir medya kuruluşuna girebilmek için bile VPN kullanmak gerekiyor. Aynı zamanda, Kore’nin küresel internet ağına bağlanmasının önünde ABD ve AB kaynaklı çok büyük engeller bulunuyor.[16]
Siyasi ve ekonomik yaptırımlarla örülen bu duvarın hemen dışında, Korelileri namluları kendilerine çevirmiş durumda bekleyen 4 ayrı ABD askeri üssü karşılıyor.[17]
Yaşanan bu 10 günlük kriz süreci, klişe ifadeyle yarımadada hiçbir şeyin -70 yıldır her dönemde olduğu gibi- bir kez daha eskisi gibi olmayacağının göstergesi, ‘kardeşlik’ ve ‘birleşme’ gibi kavramlar ise rafa kaldırılmış durumda. Bu özlemlerin yeniden devreye gireceği günleri, ABD’nin bölgedeki askeri varlığı ve Güney’de ABD’den bağımsızlaşmayı savunan kesimlerin gücü belirleyecek.
[1] https://world.kbs.co.kr/service/news_view.htm?lang=e&Seq_Code=188472
[2] Güney Kore, 1963 yılından beri Kuzey sınırında devasa boyutta hoparlörlerle propaganda yapıyordu.
[3]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ced2c1792418783ff12dd00dc1a5fafe0ac4fae463026ba907a470c6a731c154e4.kcmsf
[4]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed5301190e2f336db98b5e69c75e0da264e037e8d.kcmsf
[5]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed53011905d713cd80640b1921921fd9e8c2b9169.kcmsf
[6]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed530119087aa79ff19c8fadf2558d0ab8bb3e2e5.kcmsf
[7]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed53011901947eb21f9e7ac157555ce320523fca2.kcmsf
[8]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed53011902e42d07d524a7cd9f63fea22ff988679.kcmsf
[9]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed530119010b2e447ad54bc392eadd19f0ee43770.kcmsf
[10]http://www.kcna.kp/kp/media/photo/q/097d7ad157a46241eb943c5f55fccb8ae81fc4e6a7c5fe5fe0ff9eed6af0655d.kcmsf
[11] Açıklama, Kore Merkezî Haber Ajansı (KCNA) tarafından 17 Ekim tarihinde yayınlandı. Daha sonra, haberin iç metnindeki tarih, 16 Ekim olarak değiştirildi.
[12]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ce1ccd519564493a89bd0f812519c6200bac2f542e074fd508786dec650e79896d.kcmsf
[13] http://www.kcna.kp/kp/article/q/59760a5fccb9c7c774623d478afb1839.kcmsf
[14]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ce1ccd519564493a89bd0f812519c6200b18c5c1a47989ceb0dfe5053491dd731c.kcmsf
[15] ‘Operational Control’ (Operasyonel Kontrol): Eğer Güney Kore bir savaşa girerse, askeri operasyonlar, başında ABD’li bir komutanın bulunduğu OPCON eliyle yönetilecek
[16] https://x.com/erknoncn/status/1820418971989860622
[17] https://www.scrolli.co/hikaye/kopruler-atilirken-kuzey-koreliler-guneye-bakinca-ne-goruyor
Görüş
Pahalgam terör saldırısı, Hindistan ve Pakistan yine kavgalı…

İki gün önce, 22 Nisan’da, Başbakan Modi’nin Suudi Arabistan’da bulunduğu sıralarda Jammu ve Keşmir’deki turistik Pahalgam ‘da sivillere (turistlere) yönelik bir terör saldırısı gerçekleşti. 20’den fazla kişinin öldüğü ve çok sayıda kişinin yaralandığı bu saldırı nedeni ile Modi, iki günlük Arabistan ziyaretini yarıda keserek, 23 Nisan sabahı Delhi’ye acil dönüş yaptı. Aslında şimdi Modi’nin bu ziyaretini konuşuyor olabilirdik Ki Hindistan’ın istikrarlı bir şekilde stratejik, ekonomik ve güvenlik ortaklıkları kurduğu bir ülke olan Suudi Arabistan ziyareti önemliydi.
Neyse, saldırıya yönelik ilk değerlendirme şöyle olabilir: Hindistan’ın Başbakanı Suudi topraklarında iken Hindistan’da bir terör saldırısının olması anlamlı ki bu, Delhi’nin Güney Asya’da hala istikrarsızlaştırıcı kaldıraçlara sahip olduğunu, Keşmir sorununun hala yakıcı olduğunu hatırlatma çabası olarak anlamlandırılabilir. Ki bir de Amerika Başkan Yardımcısı Vance’in de saldırı günü Hindistan’da bulunduğunu atlamayalım. Ticaret ve savunmada Hindistan ve Amerika bağlarını derinleştirmeyi amaçlıyor ve bu, son yıllarda Washington’da iki partili ivme kazanan bir yörünge ki Yeni Delhi’nin Batı ile artan uyumu ayrıca hassas nokta…
Pahalgam saldırısı sonrası Hindistan alarmda… Hint yetkililer saldırıdan Pakistan’ı sorumlu tutarak, saldırıyı düzenleyenlerin Pakistan’dan geldiğini iddia etti. Ulusal basında çıkan haberlere göre, kısa süre sonra saldırının sorumluluğunu üstlenen, Leşker-i Tayyibe’nin bir kolu olan Direniş Cephesi isimli bir grup oldu. Hindistan cephesinde tepkisel ilk reaksiyon olarak, Pahalgam saldırısından yalnızca birkaç gün önce Pakistan’ın Kara Kuvvetleri Komutanı Syed Asım Munir’in “iki ulus teorisini açıkça öne süren ve Keşmir’i Pakistan’ın ‘şah damarı’ olarak niteleyen” konuşmasının, “terör vekillerine stratejik bir yeşil ışık gibi okunduğu” öne sürüldü.
Jammu ve Keşmir polisi Pahalgam terör saldırısına karışan terörist çizimlerini yayınladı. Buna göre, Leşker-i Tayyibe silahlı örgüte mensup üç kişinin (saldırıyı dört kişinin yaptığı söyleniyor) yer aldığı çizimlerde 2’sinin Pakistan uyruklu olduğu ifade ediliyor. Ayrıca, onlar hakkında paylaşılabilecek herhangi bir bilgi için ödül verileceğini belirtiyor.
Leşker-i Tayyibe, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pakistan ile birleşmesi için mücadele eden Pakistan merkezli, ancak Pakistan’da yasaklı bir grup. Amerika tarafından terörist grup olarak listeleniyor ki 2019’da Pakistanlı yetkililerce tutuklanan lideri Hafız Said, Amerika’nın terörist listesinde bulunuyordu ve başına 10 milyon dolar ödül konmuştu. Bu kişi ayrıca Hindistan’ın da en çok aranan isimlerinden biriydi. Yeni Delhi, 166 kişinin öldüğü 2008 Mumbai saldırısı başta olmak üzere Keşmir ve Hindistan şehirlerindeki birçok ölümcül saldırıdan bu grubu sorumlu tutuyor.
Pahalgam saldırısı sonrası Delhi hızla vatandaşlarına Pakistan’a seyahat etmekten kaçınmalarını ve şu anda Pakistan’da bulunan vatandaşlarına da en kısa sürede Hindistan’a dönmelerini tavsiye etti. Ve saldırıdan sonraki gün, 23 Nisan, Delhi’de ardı ardına gelişmenin yaşandığı bir gün oldu: Pakistan ile ilişkilerini düşürdü, halk bağlantılarını azalttı, İndus Su Anlaşması’nı dondurdu, diplomatlar sınırdışı edildi, Pakistanlıların Hindistan’a girmesi engellendi (Hindistan vizesi olan ve Wagha Attari sınırından gelen Pakistanlılar bir hafta içinde ülkeyi terk etmek durumunda.) Ayrıca, Delhi’deki Pakistan Yüksek Komisyonu önünde protestolar yaşanırken İslamabad’daki Hindistan Yüksek Komisyonu önünde de misilleme amaçlı protestolar görüldü.
VE YENİ DELHİ HIZLA 5 KARAR ALDI:
- Indus su anlaşması askıya alındı.
- Diplomatik misyon gücü 30’a düşürüldü.
- Pakistanlı askeri diplomatlar istenmeyen kişi ilan edildi (Bu kişiler bir hafta içinde ülkeyi terk etmek durumunda.)
- Pakistan uyruklular için SAARC vizeleri iptal edildi. (Saarc Vizesi sahibi Pakistanlı vatandaşlar 48 saat içinde ülkeyi terk etmek durumunda. Ayrıca, Pakistanlı vatandaşlara yönelik tüm geçerli vizelerin 27 Nisan’dan itibaren iptal edildiğini açıkladı ki bunun bir istisnası, tıbbi vizeler 29 Nisan’da iptal edilecek.)
- Wagha Attari sınır kontrol noktası kapatıldı. (Hindistan’ın Attari sınırını kapattığını duyurmasından bir gün sonra Pakistan da Wagha sınırını Hindistan’dan sınır ötesi geçişlere istisnasız kapattığını duyurdu.)
PEKİ, BU DİPLOMATİK ADIMLAR NE ANLAMA GELİYOR?
INDUS SU ANTLAŞMASI’NIN ASKIDA OLMASI:
Bu, Hindistan’ın Pakistan’a su akışını hemen durdurduğu veya derhal durduracağı anlamına gelmeyebilir, ancak güçlü bir siyasi mesaj gönderiyor. Bu, temelde -anlaşma uyarınca söz konusu olan- hiçbir veri paylaşımının olmayacağı ve suyun paylaşılması zorunluluğunun olmayacağı anlamına geliyor. Pakistan’ın Punjab eyaleti sulama için İndus havzasından gelen suya büyük ölçüde bağımlı. Bu karar aslında gelecekte suyun durdurulabileceği veya azaltılabileceği korkusu ve belirsizliği yaratıyor. Kİ nehir suyu öyle göz açıp kapayıncaya kadar kapatılabilen bir musluk gibi değil, dolayısıyla bu şu an için Pakistan’a psikolojik korku yaratmak amaçlı.
SAARC VİZELERİNİN PAKİSTAN İÇİN İPTALİ:
Yeni Delhi’nin ifade ettiğine göre raporlar, yaklaşık 200 Pakistanlının SAARC vizeleri kullanarak Hindistan’a girdiğini, ancak şu anda hiçbir Hint’in aktif bir SAARC vizesi olmadığını gösteriyor. Bu hareket, tek taraflı bir tavizi sonlandırıyor ve giriş protokollerini sıkılaştırıyor.
DİPLOMATİK MİSYON GÜCÜNÜ 30’A DÜŞÜRME:
Hem Yeni Delhi hem de İslamabad’daki diplomatik varlığın 55’ten 30’a azaltılması kararı, Hindistan’ın bağları tamamen kesmeden angajmanı azalttığını gösteriyor. Gelecekteki görüşmeler için dar bir pencere açık bırakıyor Kİ bu, Hindistan için ancak yalnızca Pakistan’ın terörizme karşı görünür ve katı bir eylemde bulunması durumunda yapıcı iletişim olanağı sunacağı anlamına geliyor.
PAKİSTANLI SAVUNMA DANIŞMANLARININ İSTENMEYEN KİŞİ İLAN EDİLMESİ:
Pakistan’ın Hindistan’da görevlendirilen askeri, deniz ve hava ataşeleri istenmeyen kişi ilan edildi ve ayrılmaları için bir hafta süre tanındı. Bu aslında savunma düzeyindeki diyaloğu düşürmeyi amaçlayan büyük bir diplomatik aşağılama anlamına geliyor.
ATTARİ-WAGAH SINIR KAPISININ KAPATILMASI:
Pahalgam saldırısı sonrası tüm ticaret askıya alındı. Kapanış, ticaret ve sivil hareketliliğin ötesine uzanıyor gibi. Şimdi aklıma şöyle bir soru geldi: Wagah’taki sembolik törenler de askıya alınacak mı?..
Neyse, bu arada, tüm suçlamaları reddeden Pakistan da Hindistan adımlarına karşı aynen misillemede bulundu. VE Yeni Delhi’nin İndus Havzası’nda yasal olarak Pakistan’a ait suyun akışını durdurmaya ya da yönlendirmeye yönelik her türlü girişiminin “savaş nedeni” sayılacağını bildirdi.
INDUS ÖNEMLİ…
İndus Havzası, Asya’daki en büyük nehir havzalarından biri. Aslında dört ülkenin -Çin, Hindistan, Pakistan, Afganistan- paylaştığı İndus sularının kullanımında Hindistan ile Pakistan arasında sorun yaşanıyor. Ki İndus suları sorunsalının temel dayanağı bu ikilinin Keşmir sorunu. Keşmir’in Hindistan kontrolündeki kısmı Jammu ve Keşmir stratejik bir konumda, İndus Nehir Sistemi kollarının çoğu buradan doğar. Kİ bunun doğal anlamı, Keşmir’de egemenliği olan devlet, İndus Sistemi’nin suları üzerinde kontrol sahibi olur.
İndus Havzası’nda geliştirilen sulama sisteminin büyük bir bölümü Punjab’da yer alır ve burası da Doğu Punjab, Hindistan ve Batı Punjab, Pakistan olarak bölünmüş durumda. Ve bu bölünmüşlük Punjab’ın sulama altyapısını da Hindistan sınırlarında nehrin yukarısındaki su akışını kontrol eden yapılar ile Pakistan sınırları içinde kalan ve nehrin aşağısında bulunan bağımlı kanalları da bölmüş durumda. Yani Hindistan “yukarı kıyıdaş ülke” veya memba ülkesi konumunda. Böylelikle “aşağı kıyıdaş ülke” veya mansap ülkesi konumunda kalan Pakistan, sulama sistemleri açısından dezavantajlı bir konumda. Ve Pakistan ekonomisinin yüzde 20’si İndus Nehri çevresindeki faaliyetlere bağımlı. Yeni Delhi’nin hidroelektrik potansiyeli çerçevesinde, Jammu ve Keşmir de dahil Hindistan’ın kuzey bölgesine hizmet veren İndus Havzası, Brahmaputra’dan sonra ikinci sırada. 19 Eylül 1960 tarihinde imzalanan “İndus Suları Anlaşması” uyarınca nehrin doğu kolları -Sutlej, Beas, Ravi- Hindistan’ın, batı kolları -İndus, Jhelum, Çenab- ise Pakistan’ın kullanımında.
ANCAK İkili arasında bu sınıraşan su konusu her Keşmir sorunu patlak verdiğinde bir soruna dönüşüyor. Su sorunu tek başına doğrudan bir sıcak savaşa yol açmaz ama Keşmir sorunu başta olmak üzere beslendiği diğer sorunlar tırmandığı zaman istisnasız bir silaha dönüşüyor… Kİ Bu da ikili arasında her zaman çatışma riski barındırıyor…
Görüş
Dönüşümün gereklilikleri ve ulusal ortaklığın ihtiyaçları arasında Hamas

Hamas, Filistin tarihinde çok önemli bir dönüm noktasında duruyor; bu nokta, Gazze’deki saldırganlığın ve soykırım savaşının yıkımının ötesine geçiyor. Bu dönem, süreklilik, Hamas’ın Filistin ulusal arenasındaki rolü ve bölgesel ile uluslararası çatışma dinamiklerindeki önemli değişimler ışığında ulusal eylemin yeniden tanımlanması gibi varoluşsal soruları gündeme getiriyor.
Aksa Tufanı operasyonu, İsrail bilincinde derin bir şok yarattı. Bu şok, aşırı Siyonist sağ tarafından tüm Filistin halkını hedef alan sıfır toplamlı bir savaşı meşrulaştırmak için kullanıldı. Aynı zamanda, Filistin ulusal projesini tehdit eden derin yapısal ve siyasi zorlukları da gün yüzüne çıkardı. Bunlar arasında, artık elit çevreleri aşan ve Filistin toplumunun çekirdeğine dokunan derinleşen siyasi bölünme yer alıyor. Bu bölünme, Gazze’deki savaşın kapsamlı doğası ve taban hareketleri üzerinde ağırlaşan jeopolitik kısıtlamalar tarafından körükleniyor.
Bu krizi ağırlaştıran bir diğer etken ise, muhtemelen resmi Filistin kurumlarının zayıflamasından bile önce başlayan, Filistinli grupları etkileyen kurumsal bozulmadır. Bu durum, hem siyasi çabaları hem de direnişi bütünleştiren, böylece meşruiyet ile silahlı mücadele arasındaki zararlı ayrımı kapatan birleşik bir ulusal strateji oluşturabilecek kolektif siyasi vizyonun yokluğuna yol açtı.
Mevcut olaylar artık basitçe Hamas’ı kökünden sökme savaşı veya askeri kapasitesini azaltma kampanyası olarak çerçevelenemez. Askeri araçların daha geniş çatışma dinamiklerini değiştirme veya İsrail saldırganlığını dizginleme konusundaki sınırlılıkları açıkça ortaya çıktı. Bu araçların, Filistin halkını ve davasını yok etmekle tehdit eden kesin bir çözümü zorlama yönündeki İsrail çabalarını durdurmada etkisiz olduğu kanıtlandı.
Bugün savaş, giderek artan şekilde düşmanlıkları uzatmak ve Filistin coğrafyasını parçalama, demografik birliği dağıtma ve ulusal kimliği baltalama yönündeki İsrail planlarını uygulamak için bir bahane olarak kullanılıyor. Bu durum, İsrail’in aldatıcı taktiklerini ortaya çıkaran esir takası dosyası etrafındaki müzakerelerin manipülasyonunda özellikle belirgin.
Dahası, bu anı uzun süredir devam eden mücadelenin “basit anlamda bir başka safhası” olarak görmek artık kabul edilemez. Filistin halkının katlandığı muazzam insani ve siyasi maliyetler, savaşın belirgin bir sonunun olmamasıyla birleştiğinde, bunu benzeri görülmemiş ve belirleyici bir an hâline getiriyor. Bu, mevcut tüm strateji ve araçların kapsamlı bir ulusal düzeyde yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor.
Tek başına direnişten kapsamlı ulusal ortaklığa
Deneyimler, direnişin hem meşru hem de gerekli olmasına rağmen, kapsamlı bir ulusal projenin yerini alamayacağını gösterdi. Ne de ulusal ortaklık çerçevesi dışında veya tek taraflı karar alma yoluyla etkili bir şekilde yürütülebilir. Bu ilke, diğer ulusal güçleri dışlayan tek bir grubun hakim olduğu siyasi süreçler için de eşit derecede geçerli.
Gereken şey, çatışmanın kültürel, bölgesel ve uluslararası boyutlardaki karmaşıklığını ele alan birleşik bir yaklaşım. Bu, karar almada tam ulusal ortaklığı, bölgesel gerçeklerin, uluslararası bağlamların dikkatli bir şekilde değerlendirilmesini ve güç ile kaynaklar dengesinin hassas bir şekilde ölçülmesini gerektirir.
Sahadaki önemli etkisi ve halk desteği göz önüne alındığında, Hamas’ın aşağıdakileri içeren çok düzeyli bir stratejik dönüşümü benimsemesi gerekiyor:
1) Kolektif liderliğe geçiş
Hamas, bireysel bir direniş modelinden birleşik bir ulusal çerçeve içinde kolektif liderliğe geçmeli. Bu, Filistin siyasetini entegrasyon ve ortaklık temelinde yeniden kuracaktır. Hamas, ulusal meşruiyete bağlı kalmalı, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile uyumlu olmalı ve ya FKÖ Yürütme Komitesi’ndeki temsiliyeti aracılığıyla ya da Filistin Ulusal Konseyi için demokratik seçimlere giden bir geçiş döneminde uzlaşıya dayalı figürleri destekleyerek politika oluşturmaya doğrudan katkıda bulunmalı.
2) Siyasi ve örgütsel yenilenme
Hamas’ın, yapıcı tarafsızlığa dayalı bölgesel ilişkileri geliştiren dengeli bir dış politika aracılığıyla kendisini siyasi olarak yeniden konumlandırması gerekiyor. Bu, Filistin davasının hizmetinde Arap ulusal güvenliğine bağlılığı ve dış bağımlılığın net bir şekilde reddedilmesini içerir.
3) Uluslararası hukukun benimsenmesi
Uluslararası hukuk, Filistin ulusal çıkarlarını ilerletmek için siyasi referans noktası olarak hizmet etmeli. Bu ilke, Hamas’ın 2017 tarihli siyasi belgesinde açıkça belirtilmişti; belge, Kudüs’ün başkent olduğu ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını içeren 4 Haziran 1967 sınırları boyunca bağımsız bir Filistin devletini onaylıyordu. Bu, Filistinliler arasındaki asgari fikir birliğini temsil etmekte ve barışın önündeki temel engel olarak İsrail işgalini tanımlıyor.
4) Şeffaflık ve hesap verebilirlik
Hamas, daha şeffaf ve katılımcı bir siyasi yaklaşım benimsemeli ve geçmişteki yanlış değerlendirmeler veya kasıtsız ihlaller için sorumluluk almaya hazır olduğunu göstermeli.
Filistin direncini, siyasi ufku olmayan, uzun süreli, amaçsız bir mücadelede tüketmeye devam etmek, Filistin davasını hem bölgesel hem de küresel olarak zayıflatma riski taşıyor. Bu durum, özellikle bölgesel ve uluslararası gerilimin artışı ve yabancı güçlerin Filistin ulusal karar alma mekanizmasını devre dışı bırakarak Gazze’nin geleceğini şekillendirme çabaları devam ederken, gerçek ulusal kazanımlar için fırsatları azaltıyor.
Bu gerçeklik, direniş araçlarının genişletilmesini, Filistin’in bölgesel ve uluslararası arenalardaki etkisinin güçlendirilmesini, kurumsal kapasitenin artırılmasını ve halk, hukuk ve diplomatik stratejileri içerecek şekilde direniş yöntemlerinin çeşitlendirilmesini gerektiriyor. Ayrıca Gazze meselesinin uluslararasılaştırılması ve siyasi ile medya baskısının sürdürülmesi çağrısında bulunuyor.
Aynı zamanda, ivme kazandıran, kayıpları sınırlayan ve bu kritik dönüm noktasında Filistin ulusal projesini yeniden canlandıran kapsamlı bir ulusal yaklaşımla işgale karşı siyasi cepheleşmeyi harekete geçirmek esastır.
Savaştan çıkış seçenekleri ve yolları
Bu zorluklar ışığında, dört birbiriyle bağlantılı yol, Hamas’ın ve daha geniş anlamda Filistin ulusal hareketinin mevcut savaştan çıkıp yenilenmiş bir ulusal ufka doğru ilerlemesine yardımcı olabilir:
1) Kapsayıcı, koşulsuz ulusal diyalog başlatmak
Tüm ulusal ve İslami güçler, hizipsel bölünmeleri aşan bir diyalogda bir araya getirilmeli. Amaç, aşağıdakileri içeren yeni bir ulusal fikir birliği oluşturmak:
— Tek taraflı savaşı sona erdirmek için acil, birleşik bir Filistin planı geliştirmek.
— “Ertesi gün” zorluklarını uyumlu ulusal yanıtlarla ele almak.
— Pekin’in önerdiği acil teknokrat hükümet veya Kahire’de tartışılan toplumsal destek komitesi önerileri gibi girişimleri değerlendirmek.
— Bu adımlardan önce Hamas’ın Gazze’nin idari sorumluluklarından çekildiğini beyan etmesi.
— Filistin ulusal projesinin doğası ve mekanizmaları üzerinde anlaşmak, silahlı direnişin rolünü açıkça destekleyici olarak tanımlamak; bütünleyici bir parça, ancak siyasi bir alternatif değil.
2) Tek müzakere organı olarak FKÖ’yü güçlendirmek
FKÖ, Filistinliler için tek meşru ve kapsamlı siyasi çerçeve olarak yeniden teyit edilmeli. Aşağıdakileri talep eden net bir vizyonla müzakerelere liderlik etmeli:
— Savaşın derhal sona ermesi.
— Gazze üzerindeki ablukanın kaldırılması.
— Kalıcı bir ateşkes.
— Yeniden inşa için uluslararası garantiler.
— Filistin halkının devredilemez ulusal haklarına dayalı gerçek bir siyasi süreç.
3) Bölgesel ve uluslararası çabalara dahil olmak
Hamas ve daha geniş Filistin liderliği, savaşı durdurmayı amaçlayan bölgesel ve uluslararası çabalara katılmalı. Bunlar şunları içeriyor:
— Trump yönetimi altında önerilen yerinden etme planlarının reddedilmesi.
— Mısır-Arap girişimine aktif katılım.
— İki devletli çözümü destekleyen Suudi liderliğindeki uluslararası koalisyonlarla uyum.
— Filistinlilerin birleşik, dengeli ve uluslararası destekli bir müzakere pozisyonuna sahip olmasını sağlamak için Arap-İslam zirvesinin yedi üyeli komitesiyle etkileşim.
Sonuç olarak, bu an tereddüte veya siyasi manevralara yer bırakmıyor. Ya Gazze’nin yaralı kalbinden yeniden inşa edilen Filistin ulusal projesinin anlamlı bir dönüşümü için bir dönüm noktası olacak ya da mevcut çıkmaza yol açan kusurlu yapıları sürdürecektir.
Sahadaki gücü ve siyasi kapasitesi göz önüne alındığında, Hamas şimdi sadece bir direniş grubu olarak değil, aynı zamanda Filistin halkının tarihi ve devredilemez haklarını elde etmeye adanmış kolektif bir ulusal liderliğin hayati bir parçası olarak rolünü yeniden tanımlamak için tarihi bir fırsatla karşı karşıya.
Diplomasi
Çok kutuplu dünyada Bandung Ruhu’nu yeniden değerlendirmek

Fang Xuting, Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi Araştırma Görevlisi
Çin diplomatik söylemini nasıl ifade ediyor?
18-24 Nisan 1955 tarihleri arasında 29 Asya ve Afrika ülkesi ile bölgesinden hükümet heyetleri, tarihi Asya-Afrika Konferansı için Endonezya’nın Bandung kentinde bir araya geldi. Bandung Konferansı’nın 70. yıl dönümünde, “Küresel Güney”in yükselişi ve geleneksel uluslararası güç dinamiklerinin yeniden yapılandığı, hızla dönüşen küresel düzenin arka planında, konferansın anısını ve kalıcı “Bandung Ruhu”nu yeniden ziyaret etmek yeni stratejik önem kazanıyor. Günümüz Çin’i için bu durum, çok taraflı diplomasiyi ilerletme, Güney-Güney işbirliğini derinleştirme ve uluslararası düzenin yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunma açısından taze değer sunuyor.
Bandung Konferansı’nın tarihsel bağlamı
1950’lerde, Soğuk Savaş’ın yoğunlaştığı dönemde, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği liderliğindeki iki ideolojik blok, Üçüncü Dünya’da nüfuz için giderek daha fazla rekabet ediyordu. Asya ve Afrika’da yeni ortaya çıkan devletlerin liderleri kendi kaderlerini tayin hakkını ararken, anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı hareketler ivme kazandı. Sömürge sistemi çözülmeye başladı. Asya ve Afrika’daki bağımsız uluslar, uluslararası ilişkilerde tarafsızlıklarını savunmada daha cesur hale geldi ve 1950’lerin başlarında Birleşmiş Milletler forumlarında giderek daha aktif rol aldı. Örneğin Hindistan, defalarca Asya ve Arap ülkeleri adına konuşarak Kore Savaşı’nda ateşkes ve barışçıl çözüm çağrısında bulundu. Amerikan askeri politikasını açıkça eleştirdi ve güç siyasetinden korkmadığını gösterdi.
1954 sonlarında düzenlenen Bogor Konferansı’nda beş ülke —Hindistan, Endonezya, Burma (şimdiki Myanmar), Seylan (şimdiki Sri Lanka) ve Pakistan— 1955’te ilk Asya-Afrika Konferansı’nı resmen başlatmak üzere ortak bildiri yayınladı. “Bağımsız hükümetler” ilkesine dayanarak, Çin dahil otuz ülke konferansa katılmaya davet edildi.
Çin’in diplomatik geçişi açısından bakıldığında, Bandung Konferansı, yeni kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nin devrimci dış politikadan uzaklaşıp devlet diplomasisine dayalı politikaya yöneldiği önemli anı temsil ediyordu. Bu, ikili Soğuk Savaş hizipleşmesinden barış içinde birlikte yaşamaya dayalı bağımsız dış politikaya geçişi simgeliyordu. Aslında, konferanstan önce bile —özellikle Kore Savaşı’ndan (1950–1953) sonra— Çin, Asyalı ve Afrikalı komşularına daha barışçıl imaj sunmak için dış politikasını yumuşatma eğilimi göstermişti.
Çin’in Kore Savaşı’na katılımı daha geniş çatışmanın sadece parçası olsa da, rolü askeri açıdan belirleyiciydi. Savaşın sonuçları, Asya’daki sosyalist hareketlerin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin seyrini kayda değer ölçüde etkiledi. Hem Asya’da hem de Avrupa’da sosyalist devletlerin ortaya çıkışı, Batılı güçlere karşı jeopolitik denge sağladı. Uzun süre, Doğu ile Batı arasındaki iki kutuplu çatışma stratejik dengeyi korudu, zira Amerika Birleşik Devletleri liderliğindeki Batılı güçler artık sadece Avrupa’daki sosyalist blokla değil, hem Avrupa hem de Asya’daki sosyalist ülkeler ittifakıyla karşı karşıyaydı.
Dahası, savaş, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana Çin ile büyük Batılı güç arasındaki ilk doğrudan askeri çatışmaya işaret ediyordu. Azimli mücadeleyle Çin, Amerika Birleşik Devletleri’ni müzakere masasına dönmeye zorladı, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni krizden kurtardı, kendi ulusal sınırlarını savundu, Çin-Sovyet ittifakını pekiştirdi ve uluslararası konumunu yükseltti. Çin, savaşın haklı gerekçesini —”ABD saldırganlığına direnmek ve Kore’ye yardım etmek; vatanı korumak”— vurguladı ve anlatısını küresel anti-emperyalist mücadelelerle ilişkilendirerek, yeni ortaya çıkan Asya ve Afrika uluslarının sömürgecilik karşıtı özlemleriyle güçlü yankı uyandırdı. Bu retorik ve ideolojik uyumlar, Çin’in Üçüncü Dünya ile dayanışması için sağlam temel oluşturdu.
Son olarak, Çin’in Kore Savaşı sırasındaki Panmunjom müzakereleri de dahil olmak üzere diplomatik ve askeri angajmanı, Batı ile ilişkilerde değerli deneyim sağladı; bu deneyim daha sonra Çu Enlay’ın Bandung Konferansı’ndaki diplomatik başarısında etkili olacaktı.
18 Nisan 1955’te Bandung Konferansı resmen başladı. 24 Nisan akşamına gelindiğinde, son genel kurul oturumu, tarihte 29 Asya ve Afrika ülkesi tarafından topluca yayınlanan ilk ortak bildiri olan Asya-Afrika Konferansı Nihai Bildirisi’ni oybirliğiyle kabul etti. Bildiri, sömürgecilik karşıtlığı ve ulusal bağımsızlıkla ilgili konuları ele alan Bandung’un On İlkesi’ni içeriyor, küresel barış ve işbirliğini teşvik eden kararları benimsiyor ve Asya ve Afrika halklarının saldırganlığa karşı çıkma ve dünya barışını koruma yönündeki ortak özlemini yeniden teyit ediyordu.
Bandung Ruhu’nun tarihsel değeri ve Çin’in katkıları
Bandung Konferansı, zamanının en geniş coğrafi alanı ve nüfusu kapsayan, en büyük ve en temsili kıtalararası zirvesiydi. Asya ve Afrika uluslarının emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı çıkma, ulusal bağımsızlığı koruma ve barış ile kalkınmayı teşvik etme yönündeki kolektif iradesini somutlaştırdı. Bandung Ruhu —farklılıkları koruyarak ortak zemin arama, barış içinde birlikte yaşama, dayanışma, işbirliği ve ortak mücadele— o zamandan beri dünya tarihinde değerli entelektüel miras haline geldi. Gelişmekte olan ülkelerin daha sonra uluslararası ilişkilere yaklaşımını derinden etkiledi. Sadık destekçi ve aktif katılımcı olarak Çin, Çin bilgeliğini ve diplomatik deneyimini sunarak Bandung Ruhu’nun oluşumuna önemli katkıda bulundu.
1) Çin’in barış içinde birlikte yaşamanın beş ilkesinin entegrasyonu
Asya-Afrika Konferansı Nihai Bildirisi’nin sonuç bölümü, Çin’in önerisi üzerine oybirliğiyle kabul edilen dünya barışını ve işbirliğini teşvik etme beyanını içeriyordu. Bu beyan, temel insan haklarına ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine saygı, tüm ulusların egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı, büyük ya da küçük tüm ırkların ve ulusların eşitliğinin tanınması ve diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmeme gibi uluslararası ilişkilerin yürütülmesine yönelik on ilkeyi ana hatlarıyla belirtiyordu. Bandung’un On İlkesi, Çu Enlay’ın Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Beş İlkesi’nin tüm unsurlarını tam olarak içeriyor ve bunları daha da geliştiriyordu.
2) Çin’in tutarlı anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı duruşu
Çin liderliği, 1950’lerin “savaş ve devrim” ile karakterize edilen tarihsel bağlamını yansıtarak, yeni kurulan Halk Cumhuriyeti’ni sömürgeci saldırıya uğramış ve ulusal bağımsızlığını kazanmış sosyalist ulus olarak tanımladı. Bu kimlik, Bandung dönemindeki dış politikasına rehberlik etti. Konferansa giden toplantılarda Çu Enlay, kapitalist blok içindeki ülkelerin tipolojisini ortaya koyarak, Çin’in Amerika Birleşik Devletleri’ni izole etmesi, ara devletleri kazanması ve en çok ezilen uluslarla birleşmesi gerektiğini savundu. Buna göre, Çin’in Bandung Konferansı’na katılmaktaki temel amacı, uluslararası izolasyonunu kırmak ve Asya ile Afrika’daki ulusal kurtuluş için verilen haklı mücadeleyi tam olarak desteklemekti; böylece Bandung Ruhu’nun şekillenmesinde temel rol oynadı.
3) Çin’in “farklılıkları koruyarak ortak zemin arama” diplomatik yaklaşımını tanıtması
Katılımcı ülkelerin farklı ideolojik yönelimleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile müttefiklerinin öncülüğündeki anti-komünist propaganda göz önüne alındığında, pek çok heyet Çin’e karşı temkinliydi. Hatta bazıları hem sömürgeciliğin hem de komünizmin kınanması gerektiğini savundu. Bu zorlukla karşı karşıya kalan Çu Enlay, uzlaşmacı ve kapsayıcı yanıt verdi: “Aramızda anlaşmazlıklar var, ancak bu tür farklılıkları kabul etmek, kendi başına bir anlaşma biçimidir”. Çin, suçlamalara yanıt olarak devrimci veya ideolojik retorikten kaçınarak bilinçli olarak “tartışmasız” yaklaşım benimsedi. Bu, konferansın sorunsuz ilerlemesini sağladı.
Konferans sırasında Çin, farklılıkları koruyarak ortak zemin arama ilkesine bağlı kaldı ve Endonezya ile Çifte Vatandaşlık Anlaşması’nı imzaladı. Endonezya Dışişleri Bakanı Sunario, anlaşmayı “iki Asya ülkesi arasında iyi niyet ve hoşgörü ruhu içinde” varılan anlaşma olarak övdü; ona göre bu ruh, Bandung Konferansı’nın kendisine de rehberlik etmişti.
Bandung Ruhu’nun günümüzdeki önemi ve Çin tarafından miras alınması
Geçtiğimiz 70 yıl içinde küresel manzara derin dönüşümler geçirdi. Sömürge sistemi çöktü, iki kutuplu Soğuk Savaş çatışması geçmişte kaldı ve ekonomik küreselleşme derinleşti. Barış, kalkınma, işbirliği ve karşılıklı fayda, dönemin hakim temaları haline geldi. Fakat, uluslararası toplumdaki temel çelişkiler kökten değişmedi. Adaletsiz ve eşitsiz siyasi ve iktisadi düzen devam ediyor ve medeniyetler, ideolojiler, siyasi sistemler ve kalkınma modelleri arasındaki gerilimler varlığını sürdürüyor.
Şu anda küresel manzarayı üç temel özellik tanımlamaktadır. Birincisi, güvenlik alanında, büyük güç rekabeti, blok çatışması, bölgesel çatışmalar ve iç karışıklıklar birbirini etkileyip güçlendirerek uluslararası güvenlik düzenini şekillendiriyor. 2022’de Ukrayna krizinin patlak vermesi, Soğuk Savaş sonrası dönemin sonunu ve akademisyenlerin artan küresel istikrarsızlıkla işaretlenen “Soğuk Savaş sonrası sonrası dönem” olarak adlandırdığı dönemin başlangıcını işaret ediyor olabilir.
İkincisi, ideolojik alanda, Batı’nın “demokrasi otoriterliğe karşı” anlatısı, Küresel Güney’in “çoklu moderniteler” savunusuyla çatışıyor. Amerika Birleşik Devletleri değer temelli diplomasiyi ve Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi gibi dışlayıcı ittifakları teşvik ederken, Küresel Güney ülkeleri kalkınma haklarına ve egemen eşitliğe öncelik vererek ikili hizalanma mantığını reddediyor. Bu arada, sosyal medyadaki algoritmik güçlendirme enformasyon savaşını yoğunlaştırdı ve küresel kamuoyunu büyük güçlerin yumuşak güç rekabetinin yeni arenasına dönüştürdü.
Üçüncüsü, iktisadi alanda, Küresel Güney’in yükselişi ve yeni Güney-Güney işbirliği biçimlerinin ortaya çıkışı, küresel kalkınma manzarasını yeniden şekillendirdi. Geçmişle karşılaştırıldığında, güney ülkeleri artık daha fazla maddi kapasiteye, kalkınma deneyimine ve kurumsal platformlara sahip. Yapısal güçleri ciddi ölçüde arttı ve günümüzün küresel dönüşümlerinde giderek daha etkili roller oynamalarına olanak tanıdı.
Bandung Konferansı’na katılan ve Küresel Güney’in kilit liderlerinden biri olan Çin, giderek çok kutuplu hale gelen dünyada kendi diplomatik söylemini etkili şekilde ifade edebilmek için Bandung Ruhu’nu miras almalı ve yeni dönemin özellikleriyle uyumlu hale getirerek ilerletmeli.
1) Blok öatışmasını azaltmak için “barış içinde birlikte yaşama”yı kullanmak
Çin, Soğuk Savaş zihniyetine karşı çıkmaya ve güvenliğe yönelik “kapsamlı, işbirlikçi ve sürdürülebilir” yaklaşımı teşvik etmeye devam etmeli. Kavramsal düzeyde, Çin’in önerdiği Küresel Güvenlik Girişimi, Küresel Güney’in endişelerinin çoğuyla uyumlu. Bu nedenle, Küresel Güney Güvenlik Perspektifi oluşturmak için yol gösterici çerçeve işlevi görebilir. Pratikte Çin, Küresel Güney ülkeleri arasında hem ikili hem de çok taraflı diplomasiyi güçlendirmeli. İki tipik çok taraflılık biçimi ortaya çıktı:
Birincisi, BRICS’in tipik örnek olduğu büyük Küresel Güney güçleri arasında çok taraflı işbirliği. Yoğunlaşan büyük güç rekabeti bağlamında, BRICS’in genişlemesi —özellikle Orta Doğu devletlerinin dahil edilmesi— mekanizmanın güvenlik yönetişiminde daha büyük rol oynayabileceğinin sinyalini veriyor. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS gibi platformlar, güvenlik çıkarlarını koordine etmek ve Hint-Pasifik stratejilerinin dışlayıcılığına karşı koymak için kullanılmalı.
İkincisi, Küresel Güney güçleri ile tüm bölgesel gruplar arasındaki işbirliği. Örnekler arasında Çin’in Afrika, Arap devletleri ve Pasifik ada ülkeleriyle angajmanı yer alıyor. Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) ve Çin-Arap Devletleri İşbirliği Forumu gibi forumlar, bölgesel sıcak noktaların gerilimini düşürmek ve blok temelli çatışmayı reddetmek için platformlar sağlıyor.
2) Değer temelli diplomasiyi “farklılıkları koruyarak ortak zemin arama” ilkesiyle dengelemek
İlk olarak Çu Enlay tarafından Bandung’da önerilen farklılıkları koruyarak ortak zemin arama kavramı, pragmatik işbirliği lehine ideolojik dogmatizme direnmeyi vurguladı. Bugün Çin, egemen eşitlik ilkesini ve tüm ulusların kendi kalkınma yollarını seçme hakkını vurgulayarak “demokrasi otoriterliğe karşı” anlatısına meydan okumalı. Karşılıklı saygı ve kapsayıcılık ilkesi, medeniyetler arası diyaloğu ve sistemler arası karşılıklı öğrenmeyi vurgulayan modeli destekleyerek uluslararası ilişkilere rehberlik etmeli.
Çin, tek taraflılığa, sıfır toplamlı düşünceye ve hegemonik uygulamalara karşı çıkmalı, karşılıklı saygı, adalet, hakkaniyet ve kazan-kazan işbirliğine dayalı yeni tip uluslararası ilişkileri teşvik etmeli. Ayrıca kalkınma haklarına öncelik veren Küresel Güney söylem sisteminin inşasını hızlandırmalı. BM İnsan Hakları Konseyi gibi uluslararası platformlarda Çin, Batılı güçler tarafından insan haklarının siyasallaştırılmasına direnmeli. Dahası, CGTN ve TikTok gibi platformlar aracılığıyla uluslararası iletişim güçlendirilmeli, algı savaşına karşı koymak için etkili Kuşak ve Yol işbirliği vakaları kullanılmalı.
3) Güney-Güney işbirliği yoluyla kalkınma paradigması dönüşümünü yönlendirmek
Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Beş İlkesi’nden Bandung Ruhu’na ve yeni Güney-Güney işbirliğinin ortaya çıkışına kadar, öz her zaman kalkınma yollarının çeşitliliğine saygı ve eşitlik, dayanışma ve karşılıklı faydaya dayalı ortaklıklar oldu. Amaç, yoksulluğu ve az gelişmişliği aşmak, adil küresel düzen inşa etmek ve çeşitlilik içinde birliği gerçekleştirmek.
Çin, özellikle Asya ve Afrika’da altyapı ve kapasite işbirliğine odaklanarak Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) yüksek kaliteli gelişimini derinleştirmelidir. Gelecek On Yıl İçin Kuşak ve Yol Girişimi’nin Yüksek Kaliteli Gelişimine Bakış‘a göre, Çin “küçük ama güzel” geçim projelerine öncelik vermeli, böylece Bandung’un ekonomik karşılıklı yardım idealini yerine getirmeli.
Çin, Güney-Güney işbirliği modellerinde yenilik yapmalı. Büyük ölçüde gelişmiş Batı ülkelerinin modernleşme deneyimleriyle şekillenen geleneksel uluslararası kalkınma paradigmaları, tek yönlü akma eğilimindedir ve alıcı ülkeleri kurumsal olarak Batı normlarına uymaya zorlar. Buna karşılık Çin, Afrika ile sürdürdüğü ortak modernleşme modelini teşvik etmeye devam etmeli. Bu yaklaşım, karşılıklı etkileşimi ve paylaşılan iradeyi vurgular, aşağıdan yukarıya istişare, ortak inşa ve ortak paylaşım yoluyla yerli inisiyatifi teşvik eder ve böylece daha eşit ve sürdürülebilir kalkınma ortaklıklarını besler.
Çin, modernleşme modeli olarak hizmet etmeli. Çin tarzı modernleşmenin yeni uygulamaları, yalnızca Çin’in Küresel Güney kalkınmasındaki liderliği için sağlam temel sağlamakla kalmaz, aynı zamanda diğer Küresel Güney ülkelerine alternatif kalkınma yolları sunar. Çin-Afrika ortak modernleşmesi kilit stratejik odak noktası olarak, Çin yeni uluslararası modernleşme işbirliği paradigmasına öncülük etmeye yardımcı olabilir.
1955’te Bandung Konferansı’nın sunduğu fırsatı değerlendirerek, Çin Halk Cumhuriyeti Batı’nın izolasyonunu ve ablukasını başarıyla kırdı ve kendisini Üçüncü Dünya için güvenilir ortak olarak sundu. Yetmiş yıl sonra Çin, Bandung deneyiminden tekrar yararlanmalı, Bandung Ruhu’nu yeni dönemde Çin karakteristiği taşıyan diplomasi pratiğiyle bütünleştirmeli. Bunu yaparken Çin, daha adil ve makul uluslararası düzenin inşasına yardımcı olacak ve dünya barışı ile kalkınmasına katkıda bulunacaktır. Bu sadece tarihe saygı duruşu değil, aynı zamanda mevcut zorluklara yanıt ve geleceğin keşfidir.
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Ortadoğu2 hafta önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trump’ın anti-sosyal devleti
-
Dünya Basını2 hafta önce
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
-
Avrupa5 gün önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Görüş2 hafta önce
ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi
-
Dünya Basını6 gün önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Amerika6 gün önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor