Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Kosova gerginliği savaşa yol açar mı?

Yayınlanma

Kosova’da gerginlik eksik olmaz. Ortasından geçen İbar nehrinin ikiye böldüğü Mitrovitsa şehrinin kuzey yakasından başlayarak Sırbistan’a doğru uzanan topraklarda yaşayan ve çoğunluk oluşturan Sırp nüfusun Kosova devleti ve hükümetinin yönetimi altına girmekten kaçınması sorunun kaynağını oluşturuyor. NATO’nun 1999 yılında Sırbistan’a yönelik hava harekâtının ardından haziran ayında Sırp yönetiminin çekilmesi sırasında Kosova’da yaşayan Sırpların bir kısmı Mitrovitsa’nın kuzey yakasına kaçarak yerleştiler. O bölgede zaten Sırp yoğunluklu bir nüfus söz konusuydu. Diğer bölgelerden kaçan Sırp nüfusun bir kısmı daha önce Arnavutlara karşı yürütülen baskı ve katliam politikalarından dolayı bu defa da sıranın kendilerine gelmiş olabileceğinden korkuyorlardı. Bazıları da sırf Sırp oldukları için saldırıya uğramaktan korkarak kaçmışlardı. Kosova’da BM Güvenlik Konseyi kararıyla kurulan yönetim (UNMIK) ve ABD de dahil olmak üzere NATO kuvvetlerinden oluşan KFOR zamanında etkili girişimler yaparak bölgenin kendi başına buyruk hale gelmesine engel olmadılar.

Kuzey Kosova’nın madenler açısından en zengin yataklarına sahip olan Mitrovitsa’nın İbar nehri sınır gibi kabul edilerek adeta ikiye bölünmesi ve kuzeye yani Sırbistan’a doğru uzanan bölgenin zaman içinde ve ağırlıklı olarak Arnavutlardan oluşan Kosova yönetiminin kontrolüne alınması için yürütülen sivil toplum faaliyetleri fazla bir sonuç vermedi. Orada Sırbistan’ın desteğiyle bir tür ‘paralel’ yönetim kurmak isteyen Sırplar ile bölgeyi Kosova’nın egemenliği altına almaya çalışan yönetim güçleri arasında sıklıkla gerginlik yaşanıyor. Bu defaki olaylar bölgedeki Sırpların Kosova’da yapılan genel yerel seçimleri boykot etmesiyle başladı. Boykot ettiler; çünkü oraları Kosova’nın parçası saymıyorlar. Hatta Kosova’nın tümünün kendilerinden zorla koparılan ve Sırbistan’a ait olması gereken bir eyalet/vilayet olduğunu düşünüyorlar. Öte yandan bu bölgede bir ‘paralel’ yönetim oluşmaması Kosova hükümeti açısından son derece önemli. Sırbistan’ın 1990’larda Yugoslavya anayasasının ruhuna aykırı bir şekilde Kosova’nın otonomisini ortadan kaldırıp bölgeyi doğrudan Belgrad’a bağladıktan sonra nüfusun yüzde doksanını oluşturan Arnavutlar kurdukları ‘paralel yönetim’ ile zorluklara rağmen kendi işlerini görmeye başlamışlar ve özellikle Sırbistan’da yapılan hiçbir seçime Kosova’nın Sırbistan olmadığı gerekçesiyle katılmayarak boykot etmişlerdi.

ESKİ YUGOSLAVYA: ALTI KURUCU CUMHURİYET VE İKİ TAM ÖZERK BÖLGE

Batılı medyada ve zaman zaman Türkiye’de de dile getirildiği gibi Kosova Sırbistan’ın sıradan bir eyaleti/vilayeti değildi. Tito 1944 yılında Nazi Alman birliklerinin ülkeden çekilmesinin/çıkarılmasının ardından Kraliyet Yugoslavya’sı tecrübesinden de ders alarak altı kurucu cumhuriyet (Sırbistan, Makedonya, Karadağ, Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Slovenya) ve beş millet (Sırplar, Makedonlar, Karadağlılar, Hırvatlar ve Slovenler) temeline dayanan sosyalist bir federasyon kurmuştu. Böylece etnik sorunları çözmüş olduğunu düşünüyordu; ancak 1950’li yıllarda Kosova’da Sırbistan içişleri bakanının izlediği politikalar nedeniyle patlak veren gerginlikler ve Boşnakların kendi kimliklerinin tanınmamasından kaynaklanan sebeplerle ortaya çıkan sorunlar bu meselenin henüz çözülmediğini ortaya koymaktaydı.

Sonuçta Tito 1974 yılında Yugoslavya anayasasını adeta yeniden yazılırcasına tadil etti. Altı kurucu cumhuriyete ilaveten Arnavutların yüzde doksanlarda olduğu Kosova ile kuzeyde Macarların çoğunluk olmasa da güçlü bir azınlık (%46 civarı) oluşturduğu Voyvodina bölgeleri tam otonom bölgeler haline getirildi ve Boşnak milli kimliği tanındı. Tam otonom bölgeler ile cumhuriyetler açısından anayasal ve idari açılardan pek fark yoktu. Örneğin bu iki bölge de kendi anayasaları, kendi parlamentoları, kendi hükümetleri ve bütünüyle kendilerine ait iç yönetimlere (polis ve yargı da dahil) sahiptiler. Ayrıca anayasal olarak başka devletlerle ekonomik, ticari, eğitim-öğretim ve değişim anlaşmaları yaparak uygulama hakları bulunuyordu ve örneğin Kosova yönetimi 1975 ve 1976 yıllarında bu hakkını Dünya Bankası ve eski Doğu Almanya Cumhuriyeti ile yaptığı anlaşmalarla uygulamaya da koymuştu.

Öte yandan Yugoslavya anayasası altı cumhuriyet ve iki tam otonom bölgeden bahsederken bunları ‘Yugoslavya’yı oluşturan altı anayasal ünite’ olarak sayıyordu ve aralarında hiyerarşik farklar olmadığını ortaya koyuyor ve zaten Yugoslavya’nın temel anayasal kurumlarında (örneğin Yugoslavya anayasa mahkemesi, Tito’nun ölümünden sonra önemi artan Yugoslavya Başkanlık Konseyi) kurucu cumhuriyetler ile tam otonom bölgeleri eşit konumda tutuyordu; ancak yine de teorik olarak cumhuriyetlerin bağımsızlık ilan etme hakları varken tam otonom bölgelere söz konusu hakkın verilmediği gibi garip bir anayasal sorun vardı. Nitekim Tito’nun ölümünden sonra Kosova’da patlak veren olaylarda Kosova halkı başlangıçta kurucu cumhuriyet olmak için mücadele etmiş; bütün Yugoslavya’da tırmanan gerginlik ve giderek çatışmaların ardından sorun çetrefil hale gelmiş; 1989-1990 yıllarında Miloşeviç ve ekibi tarafından Yugoslavya anayasasına aykırı bir şekilde Kosova’nın otonom statüsü ortadan kaldırılmış; artan gerilim ve Kosova Parlamentosu’nun zorla kapatılmasının ardından milletvekilleri Kosova Cumhuriyeti adıyla bağımsız devlet ilan etmek zorunda kalmışlardı. Başlangıçta çok zor görünen bağımsız devlet olma süreci Yugoslavya’nın kanlı çatışmalar ile dağılması ve Miloşeviç ile Bosna’daki hempaları Karaciç/Miladiç ikilisinin başını çektiği katliamlar ve soykırımların ardından gelen Dayton Antlaşmaları’na rağmen Sırbistan’ın, Kosova’da tansiyonu düşürecek adımlar atmaması, örneğin Sırbistan, Karadağ Cumhuriyeti’ni üçlü hale dönüştürerek yeni ve küçük bir Yugoslavya kurmamakta direnmesi (Sırbistan, Kosova ve Karadağ), Kosova’da adeta ırkçı bir yönetim oluşturmakta ısrar etmesi işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirdi ve NATO’nun müdahalesine giden olaylar zincirinin önünü açtı. Bu arada Yugoslavya’nın dağılması Voyvodina hariç büyük ölçüde eski Yugoslavya anayasasına göre gerçekleşmiş oldu. Altı cumhuriyet bağımsız olurken Kosova da Sırbistan’ın bölgeden çekilmeye zorlanmasının ardından adım adım ilerleyerek 2008 yılında bağımsız oldu ve yüzden fazla devlet tarafından tanındı; fakat Rusya’nın vetosundan dolayı BM’ye (henüz) üye olamadı.

YENİ BİR BALKAN SAVAŞI KAPIDA MI?

Arnavutlar bu sebeplerden dolayı Mitrovitsa’nın kuzeyinde bir ‘paralel’ yönetim oluşmasına izin vermek istemiyorlar. Buna karşılık Sırbistan’da zaman zaman yönetimler şimdiki Vuçiç örneğinde olduğu gibi bu sorunu sanki Kosova’yı geri alabilirlermişçesine gündeme getirip sonra da geri adımlar atıyorlar. Vuçiç’in bizzat kendisi de bir önceki araba plakaları krizinin ardından aynısını yapmıştı ve muhtemelen belediye krizinin yatışması sonrasında da geri adımlar atacaktır. İşin doğrusu şudur ki, nüfusunun yüzde doksandan fazlası Arnavutlardan oluşan Kosova’nın Sırbistan egemenliğine dönmesi/döndürülmesi Balkanlarda şimdilerde mevcut olan statükoyu adeta tektonik bir deprem gibi altüst eder; ancak böyle bir ihtimal neredeyse yok gibidir.

Çok kutuplu dünyada Sırbistan’ın çoğu zaman iç politikaya yönelik çıkışlarını bir tarafta Rusya ve diğer tarafta da Batı/NATO olarak algılayan medya Rus yetkililerin Balkanlar’da önceki yıllarda NATO’nun yaptıklarına yönelik eleştirilerden hareketle Moskova’nın Belgrad yönetimlerini kışkırttığını düşünüyor olabilir; ama bu tür eleştiriler açıktan silah ve mühimmat yardımı anlamına gelmediği gibi Rusya’nın Sırbistan’ı bir savaş çıkarmaya teşvik ettiği şeklinde de yorumlanamaz. Sonuçta Rusya bugünlerde istese bile Sırbistan’a askeri yardım yapamaz; çünkü bu ülkeyi çevreleyen devletler bırakın yardım geçişine izin vermeyi geçen yıl Lavrov’un Sırbistan’a yapmak istediği resmi ziyarete dahi hava sahalarını Rusya Dışişleri Bakanını taşıyan uçağa kapatarak engel olmuşlardı. Araç plakalarından kaynaklı o krizin atlatılmasının ardından Vuçiç Rusya ile birlikte adım atmayı düşünmediklerine dair açıklamalarda bulunmuştu.

Peki NATO Arnavutları Sırbistan’ın üzerine sürer mi? Bu da çok zayıf bir ihtimal; çünkü, o zaman her halükârda Bosna-Hersek’i oluşturan Sırp Cumhuriyeti (Republica Sırpska) ayrılmaya kalkabilir; Hırvat güçler ve Hırvatistan ile Boşnaklar, Sırplarla karşı harekete geçebilir ve Bosna-Hersek’teki parçalı yapı kırılabilir. Öte yandan Arnavutların çok güçlenmesi Yunanistan’ı ve hatta Makedonya’yı bile rahatsız edebilir; çünkü Sırpların tabi müttefiki gibi hareket eden Yunanistan Türkiye’nin tabi müttefiki durumundaki Arnavutların güçlenmesini istemez. Kendi nüfusunun üçte birinden fazlasını oluşturan Arnavutların güç ve zemin kazanması Makedonya’yı da kırılgan hale getirir. Kısacası NATO’nun Sırbistan’ı Arnavutlara dövdürmesi senaryosu imkânsız olmasa da pek akla yakın değil. Ayrıca Amerika ve AB’nin Sırbistan’ı dışlamak yerine NATO’ya ve AB’ye entegre etmek istediklerini de sürekli aklımızda tutmak gerekir. Kısacası Sırbistan Kosova’yı mevcut sınırları içinde tanıyıncaya kadar artan ve azalan oranlarda bu bölgeden gerginlik ve sokak hareketliliği haberleri gelmeye devam edecektir; ancak bunu Rusya ile Batı arasındaki bir satranç tahtasına döndürecek dinamikler en azından şimdilik kaydıyla mevcut değil. Türkiye’nin krizleri yatıştırmaya yönelik girişimleri her zaman yerinde olur; ancak buradan kesin sonuç alınamayacağını bilerek hareket etmekte fayda vardır. Ayrıca kısmi sonuç alabilmek için bile alternatif çözümler üzerinde yoğun çalışmalar yapılmasında mutlaka faydalar vardır.

GÖRÜŞ

İranlı terörizm uzmanı yazdı: Devrim sonrası terörle mücadele

Yayınlanma

Seyyid Mohammed Javad Hasheminejad, terörizm analisti
İran Habilian Derneği Genel Sekreteri

İslam Devrimi’nin başlangıcından bu yana İran’da terör eylemleri sık sık meydana gelmiş, halkını derinden etkilemiş ve ülkenin kolektif deneyiminin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. İran’ın siyasi söyleminde sıklıkla atıfta bulunulan ve devlet yetkilileri tarafından yinelenen istatistikler, 2010’ların başında 17.000’den fazla İranlının terör saldırılarına kurban gittiğini göstermektedir. Bu kurbanlar 30’dan fazla farklı terörist grup tarafından hedef alındı ve bu saldırıların çoğu çalkantılı 1980’li yıllarda meydana geldi. Bu grupların en kötü şöhretlileri arasında Mücahid-i Halq Örgütü (MEK), İran Kürdistanı Komala Partisi, İran Kürt Demokrat Partisi (KDPI), Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK) ve toplumun her kesiminden İranlıların öldürülmesinden sorumlu Cundullah, Ceyş ül Adl, El Kaide ve IŞİD gibi tekfiri gruplar yer almaktadır. Bu terör eylemleri, ayrım gözetmeksizin ateş açma, bombalama, işkence, mayın döşeme, intihar saldırısı ve diğer iğrenç yöntemler de dahil olmak üzere çeşitli acımasız yöntemlerle gerçekleştirilmiştir.

İslam Devrimi’nin başlangıcından bu yana, İran’daki terör eylemlerinin genel sıklığı ve ölçeği, büyük ölçüde İran İslam Cumhuriyeti tarafından alınan çeşitli önlemlere ve uluslararası çabalara atfedilebilecek genel bir düşüş eğilimi göstermiştir. Gelişmiş diplomasi, iyileştirilmiş ve daha etkili güvenlik önlemleri ve İran hükümetinin kararlı eylemleri bu azalmada kritik bir rol oynamıştır. Örneğin son yıllarda İran, ülkenin kuzeybatısındaki ayrılıkçı terörist grupların karargâhlarını bombaladı. Ayrıca Tahran ve Bağdat arasında imzalanan anlaşmalar bu grupların sınır bölgelerinden taşınmasına yol açarak bölgedeki terör faaliyetlerini önemli ölçüde azalttı.

Ancak bu düşüş eğilimi on yıllar boyunca değişiklik göstermiştir. 1980’ler ülkeye yönelik terör faaliyetlerinin zirve yaptığı yıllar olmuştur. 1990’larda ve 2000’lerin başında ise bu tür eylemlerde kayda değer bir düşüş yaşanmış ve terör kurbanlarının sayısında da azalma görülmüştür. Bu azalma kısmen hükümetin o dönemde izlediği, güven artırmaya ve Batılı ülkelerle ilişkileri güçlendirmeye öncelik veren dış politikaya bağlanabilir. Yönetimin benimsediği kültürel söylem ve gerilimi azaltma politikası terörist faaliyetlerin azalmasında kilit rol oynamıştır. Ancak 2000’li yılların başları İran’ın güneydoğusunda Cundullah terör örgütünün ortaya çıkışına tanık olundu. Bu grubun operasyonları, söz konusu on yıl boyunca Sistan ve Belucistan eyaletinde hem askeri personeli hem de sıradan vatandaşları hedef alan terör faaliyetlerinin ölçeğini önemli ölçüde artırdı. 2010’lara gelindiğinde durum bir kez daha değişmeye başladı ve İran’daki terörizm dinamikleri farklı koşullar altında evrildi.

Daha önce de belirtildiği üzere, 2010’ların başında İran’da 17.000’den fazla terör kurbanı kaydedilmişti. Terör olaylarının ölçeği ve sıklığı artık 1980’lerdeki yoğun saldırı dalgasıyla karşılaştırılamaz olsa da, önemli bir soru ortaya çıkıyor: 2010’ların başı ile 2024 arasındaki dönem ne olacak? Bu 14 yıllık süre zarfında hangi terör eylemleri meydana geldi ve bu zaman diliminin daha kapsamlı bir incelemesine ihtiyacımız yok mu? İran’ın terörizm tarihine ilişkin tartışmalarda genellikle göz ardı edilen bu aralık, tüm olayların ve kurbanların daha geniş anlatıda hesaba katılmasını sağlamak için daha yakından incelenmeyi gerektiriyor.

2010’lu yıllar, terörizm manzarasını yeniden şekillendiren ve tekfirci terörist grupların ortaya çıkmasına ve faaliyet göstermesine yol açan önemli bölgesel gelişmelerin damgasını vurduğu yıllar oldu. Bu on yıl boyunca İran uluslararası sahnede, özellikle de IŞİD başta olmak üzere tekfirci ve terörist gruplara karşı aktif bir şekilde mücadele ettiği Suriye ve Irak’ta önemli bir rol oynadı. Bu savaşlarda İran bu gruplara önemli darbeler indirirken çok sayıda askeri personel ve danışmanının ölümü de dâhil olmak üzere önemli kayıplar verdi. Misilleme çabalarının bir parçası olarak, 3 Ocak’ta Kerman’daki Şehitler Mezarlığı’na IŞİD tarafından düzenlenen trajik intihar saldırısında yaklaşık 100 İranlı hayatını kaybetmiş, birkaç yüz kişi de yaralanmış ve İran’ın çağdaş tarihindeki en ölümcül terör saldırılarından biri gerçekleşmiştir.

2010’lu yıllarda İran vatandaşlarını etkileyen diğer önemli olaylar arasında IŞİD’in İran Parlamentosu’na saldırısı, Şiraz’daki Şah Çerağ Türbesi’ne IŞİD tarafından düzenlenen iki ayrı saldırı, Ahvaz’ın Kurtuluşu için Arap Mücadele Hareketi (ASMLA) tarafından Ahvaz’daki askeri geçit törenine düzenlenen saldırı sayılabilir, İsrail rejiminin nükleer bilim adamlarına yönelik suikastları ve İran’ın güneydoğusunda Ceyş ül Adl ve diğer tekfiri terörist gruplar tarafından özellikle Sistan ve Belucistan eyaletinde gerçekleştirilen çok sayıda terör operasyonu vb.

2020’li yıllar İran’da terörizmin değişen doğasına yeni boyutlar getirmiştir. Terör olaylarına ilişkin son raporların analizi bu değişikliklere ışık tutuyor. En son rapor olan İran’ın 2023-2024 yıllık terörizm raporu birkaç önemli bulgu içeriyor. İlk olarak, ülke genelindeki şehirlerde Mücahid-i Halq Örgütü’ne (MEK) atfedilen düzinelerce terör eylemi kaydedilmiştir. Bu eylemlerin başlıcaları kamuya ait afiş ve posterlerin ateşe verilmesinin yanı sıra dini mekanlar ve idari binalar da dahil olmak üzere çeşitli yerlere molotof kokteyli atılmasıdır. MEK bu eylemlerin sorumluluğunu alenen üstlenmiş ve resmi internet sitelerinde her bir olayın fotoğraflı kanıtlarını sunmuştur. Buna ek olarak, faillerin resmi olarak sorumluluk üstlendiği iki siber saldırı vakası yaşandı; biri İsrail rejimi ile bağlantılı Predatory Sparrow adlı bir hacktivist grup tarafından İran benzin istasyonlarına, diğeri ise MEK tarafından İran Parlamentosu’nun web sitesine ve Khaneh Mellat Haber Ajansı’na yönelikti. Bu eylemler can kaybına yol açmamış olsa da, siber saldırılar ve kritik altyapıyı hedef alan sabotaj eylemleri de dahil olmak üzere terörist gruplar tarafından kullanılan yöntemlerde bir güncellemeyi temsil etmekte ve modern çağda terörizmin değişen dinamiklerini vurgulamaktadır.

İkinci önemli bulgu ise terörist faaliyetlerin değişen coğrafi dağılımıdır. Son yıllarda ülkenin batı ve kuzeybatı bölgelerinde bu tür olaylarda önemli bir azalma görülürken, İran’ın güneydoğusu, özellikle de Sistan ve Belucistan eyaleti, terör operasyonları için yeni bir sıcak nokta olarak ortaya çıkmıştır. 2023’te ülke çapında kaydedilen 50 terör saldırısının neredeyse yarısı -22 olay- Sistan ve Belucistan eyaletinde meydana gelmiş ve bu şiddet eylemlerinin değişen odağının altını çizmiştir.

Bu olaylar, 2010’ların başından bu yana kurban sayısını önemli ölçüde artırmış ve İran’ın şu anda 17.000 olan resmi terör kurbanı sayısının güncellenmesi ihtiyacını vurgulamıştır. Bu aciliyet, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü tarafından kısa bir süre önce düzenlenen basın brifinginde vurgulanmış ve ülkenin terör kurbanları listesinin gözden geçirilmesi gerekliliği açıkça ifade edilmiştir. Ayrıca yakın bir gelecekte yeni güncellenmiş bir terör kurbanları listesinin açıklanacağı duyuruldu. İranlı terör mağdurlarını temsil eden bir insan hakları STK’sı olan Habilian ve İran Dışişleri Bakanlığı, güncellenmiş terör mağdurları listesinin açıklanması için ortaklaşa bir tören düzenleyecek.

Halihazırda İran’da bazı terörist grupların liderleri yakalanmış ve adalete teslim edilmiştir. Örneğin, Huzistan eyaletindeki çok sayıda bombalı saldırıdan sorumlu Ahvaz’ın Kurtuluşu için Arap Mücadele Hareketi (ASMLA) ve Şiraz’daki büyük bir dini toplantıdaki ölümcül patlamaların arkasındaki İran Krallık Meclisi (Tondar) liderleri yasal işlemlerle karşı karşıya kaldı. Benzer şekilde, silahlı soygun, bombalama eylemleri ve İran polisi ile sivillere yönelik silahlı saldırılara karışan Cundullah lideri de yargılanmıştır. Ancak diğer pek çok grup, özellikle Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere Batı ülkelerinde cezasızlıkla faaliyet göstermeye devam etmektedir. Mücahid-i Halq Örgütü (MEK) gibi gruplar bu ülkelerin koruması altında İran’a karşı açıkça ofisler açmakta ve operasyonlar planlamaktadır. İran, MEK’in terörist faaliyetlerini ülke içinde ele almak için mahkeme oturumları düzenlemiş olsa da, bu çabalar yeterli olmaktan uzaktır. Bu grupları adalete teslim etmek ve küresel ölçekte hesap verebilirliği sağlamak için acilen koordineli uluslararası eyleme ihtiyaç vardır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan ‘sessizce’ Kuzey Kore’de

Yayınlanma

Küresel dikkat, Orta Doğu’ya ve Batı’nın Orta Doğu ve Avrupa’daki savaşlara yönelik eylemlerine odaklanmışken Hindistan Güneydoğu Asya ve Kore Yarımadası ile ilişkisine odaklanarak Doğuya Hareket politikasını güçlendirmeye devam ediyor. Şu sıralar dünya özellikle Orta Doğu ile fazlasıyla meşgulken Yeni Delhi bu yolda “sessizce” bir adım attı ve 3,5 yıldan uzun bir aradan sonra Kuzey Kore başkenti Pyongyang’daki büyükelçiliğini yeniden açtı. Bu “sessiz” adımın en önemli itici gücü, Kuzey Kore’nin Rusya, Çin ve İran ile bağlarını güçlendirirken nükleer ve füze yeteneklerini genişletmesi ile stratejik önem kazanması ve daha da önemlisi, Pyongyang’ın Pakistan’a uzanmaması.

Kuzey Kore büyük bir belirsizlik içinde hareket ediyor ve Pyongyang yönetiminin bu opak doğası da Yeni Delhi’nin Pyongyang ile diplomatik ilişkilerini dünyanın geri kalanından habersiz ve sessiz bir şekilde, gölgede sürdürmesine yol açıyor. Temmuz 2021’de de Hindistan, Pyongyang’daki büyükelçiliğini “sessizce” kapatmış ve Büyükelçisi Atul Malhari Gotsurve tüm personeli ile birlikte Moskova üzerinden Yeni Delhi’ye dönmüştü. Ancak Hindistan Dışişleri Bakanlığı, Kuzey Kore ile ilgili çoğu şey gibi, büyükelçiliğin resmi olarak “kapalı” olduğunu ilan etmekten kaçınmış ve gazeteciler tarafından tüm personelin neden geri çağrıldığı sorulduğunda, bu adımın COVID-19 nedeni ile atıldığını söylemişti.

O zamandan beri misyon inaktif kaldı. Yıllar geçti, Pyongyang’daki diplomatik Misyon ile ilgili hiçbir gelişme olmadı ve Eylül 2023’te Atul Malhari Gotsurve’ye Moğolistan Büyükelçisi olarak yeni bir görev verildi. Bir yıl daha geçti ve sonra aniden, bu ayın başlarında, Hindistan Kuzey Kore’deki diplomatik varlığını yeniden etkinleştirmeye karar verdi ve birkaç gün içinde de teknik personel ve diplomatik personelden oluşan bir ekip Pyongyang’a gönderildi. Ancak Kuzey Kore’nin kötü şöhretli ve şeffaf olmayan bürokrasisinden beklenen gecikmeler, yeni bir büyükelçi ve ekibin geri kalanının gönderilen ilk personele katılmasının birkaç ay sürebileceği anlamına geliyor. Elçiliği faaliyete geçirmek için hata ayıklamak ve güvenlik ve casusluk tehlikelerinden temizlemek üzere kapsamlı kontrollerin yapılması gerekiyor ki Kuzey Kore’nin yabancılara karşı kullandığı şüpheli istihbarat yöntemleri ve ev sahipliği yapmayı kabul ettiği elçilikler ile ilişkilerinde kötü niyetli olması ile ünlü olduğu göz önüne alınırsa, bu bir önlem adımı.

Öngörülemez nükleer programının büyük Birleşmiş Milletler yaptırımlarına yol açması ile Kuzey Kore izole edilmiş nükleer silahlı bir ülke. Ancak onlarca yıldır Hindistan’a güvenen bir dost. Kuzey Kore’nin dünyanın en izole ülkelerinden biri olmasına karşın Delhi onlarca yıldır Pyongyang ile yakın ilişki içinde.

Peki, Kuzey Kore Hindistan’a neden güveniyor dersiniz? Bunu anlamak için kısa bir tarih yolculuğuna çıkalım:

1950’de Kore Savaşı çıktı. Çin ve Sovyetler tarafından desteklenen Komünist Kuzey Kore, Amerika tarafından desteklenen Güney Kore’ye karşı savaştı. Çatışma çıkmaza girince Hindistan barışa arabuluculuk etmeye davet edildi. Delhi yönetimi dengeli bir pozisyon aldı ve anti-Komünist bir çizgi benimsemeyi kabul etmedi. Bu, Hindistan’ın denge politikasını ve hem Güney hem de Kuzey Kore ile ilişkileri sürdürmesini sağladı. Yeni Delhi 1970’lerde Kuzey Kore ile resmen bağ kurdu ve Pyongyang büyük bir nükleer silah geliştirme programına giriştiğinde dahi bu ilişkileri sürdürdü. Kuzey Kore’nin nükleer denemeleri ve füze fırlatmaları Asya’nın güvenliğini tehdit ediyor ve bu testler aynı zamanda diplomatik izolasyona da yol açıyor olsa da Yeni Delhi Pyongyang ile teması kesmeyi reddetti.

Pyongyang’da büyükelçiliği bulunan az sayıdaki ülkeden biri olan Hindistan uzun bir süre Kuzey Kore’nin ikinci veya üçüncü büyük ticaret ortağıydı. Kuzey Kore Dışişleri Bakanı 2015 yılında Hindistan’ı ziyaret ederken Hindistan Dışişleri Devlet Bakanı (Hindistan’da Dışişleri Bakanı’na Dışişleri Devlet Bakanı veya daha düşük rütbeli Dışişleri Bakan Yardımcısı yardımcı olur.) General Vijay Kumar Singh de 2018’de Kuzey Kore’ye gitti. Böyle bir olayın ne kadar nadir olduğu dikkate alınınca, VK Singh’in ziyareti özellikle uluslararası ilgi gördü. Oysa Amerika 2017’de Delhi’den Kuzey Kore ile diplomatik temaslarını azaltmasını istemişti ama Hindistan Dışişleri Bakanı Sushma Swaraj bunu reddederek Delhi’nin iletişimi açık tutabileceğini belirtmişti.

Hindistan ayrıca Kuzey Koreli diplomatları eğitmeye de devam etti. Dahası, 2016 yılında Birleşmiş Milletler, Dehradun’daki bir enstitünün yıllardır Kuzey Koreli nükleer bilim adamlarına eğitim verdiğini ortaya çıkardı. Yeni Delhi’nin aynı zamanda başka kritik yardımları da oldu: 2022’de Kuzey Kore sel felaketinin mahsulünü mahvetmesinin ardından Hindistan’dan pirinç istemişti.

Peki, Hindistan neden dünyanın en opak doğaya sahip en izole ülkelerinden biri ile ilişki kuruyor? Bunun yanıtı şaşırtıcı değil:

Yeni Delhi’nin ilgisi, Kuzey Kore’nin nükleer programı ve Pakistan ile olan bağlantılarıdır. Pakistan nükleer teknolojisi yıllarca Kuzey Kore’nin kendi nükleer silahlarını geliştirmesine yardımcı oldu. Ayrıca Kuzey Kore Pakistan’ın füze geliştirmesine yardım etti. Hindistan, Pakistan ile Kuzey Kore arasındaki bu bağlantılar hakkında uluslararası topluma sürekli bilgi verdi. Ve doğrusu kendi güvenlik çıkarlarına Kuzey Kore’nin saygı duymasını sağlamak için Pyongyang ile birlikte çalışıyor. VK Singh’in 2018 ziyareti sırasında Pyongyang, Delhi’nin güvenliğini tehlikeye atmayacağına dair açıkça söz verdi. Kuzey Kore Çin’e son derece yakın olsa da Pekin ile ilişkilerinde gergin bir dinamik var. Dolayısıyla Delhi ayrıca ona Çin dışında bazı seçenekler sunmak için de Pyongyang rejimi ile temasa geçiyor. Ancak Hindistan ve Kuzey Kore ilişkisi de sınırlı; Yeni Delhi, Kuzey Kore’den çok Amerika ve Güney Kore’ye yakın. Ayrıca Kuzey Kore’nin pervasız nükleer ve füze denemelerini de rutin olarak kınadı. İkili arasında son 5 yılın üzerinde herhangi bir üst düzey görüşme de gerçekleşmedi.

Kısa bir Güney Kore arası:

Bu arada Güney Kore bu yıl Ulusal Günü’nü Yeni Delhi’deki geniş Jawaharlal Nehru Stadyumu’nda kutladı. Hindistan’daki büyükelçiliğinin, -Hindistan’daki çoğu büyükelçiliğin ulusal günlerinde yaptığı gibi-, avizeli salonlarda rutin kokteyl resepsiyonlarından uzaklaşması ile binlerce genç Delhili açık alanda K-pop’a (Kore pop müziği) ritim tuttu. Seul, Hindistan ile ilişkilerine çok uzun vadeli bakıyor ve bağları toplumlar aracılığı ile sağlamlaştırmak istiyor. Singapur gibi —1991’den beri uyguladığı bir strateji olarak ekonomisinin ikinci bir kolunu Hindistan gibi gelişmekte olan pazarlar aracılığı ile geliştirme politikası. Ancak son yirmi yılda hızlı ilerlemeler kaydeden Delhi ve Seul arasındaki ekonomik ilişkiler zora girdi ve bunun bir nedeni Güney Kore ekonomisinin yavaşlaması ki tekrarlanan siyasi kargaşalar büyük ölçüde hükümet desteğine bağlı olan ülkenin makroekonomik faaliyetlerini etkiledi ve en ciddisi Cumhurbaşkanı Yoon Suk Yeol’ün sıkıyönetim ilan etme girişiminin başarısız olması ve ardından görevden alınmasıydı.

Hindistan ayrıca Güney Kore’nin Amerika, Japonya, Hindistan ve Avustralya’dan oluşan bir güvenlik ve ticaret grubu Quad’a davet edilmesi çağrılarına soğuk davrandı. Ve üst düzey ziyaretler sıklıkla gerçekleşirken artık düzensiz. Başbakan Narendra Modi, 2019’un başından beri Seul’ü ziyaret etmedi. Güney Kore Cumhurbaşkanı’nın Yeni Delhi’ye yaptığı son ziyaret ise Modi’nin gezisinden bir yıl önceydi. Her iki ülkenin dışişleri bakanları daha sık bir araya geldi ancak aralarındaki alışverişin sıklığı, örneğin Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar’ın Birleşik Arap Emirlikleri veya Singapur’dan mevkidaşı ile etkileşiminin düzenliliği ve dinamizminden yoksundu.

Kuzey Kore’ye geri dönüyoruz:

Kore yarımadasındaki gelişmeler bugün Hindistan için dört yıl öncesine göre daha büyük stratejik öneme sahip. Askeri olarak, Kuzey Kore nükleer cephaneliğini istikrarlı bir şekilde artırırken aynı zamanda hipersonik füzeler, taktik silahlar, kısa, orta ve uzun menzilli füzeler gibi teknolojiler üzerinde gayretle çalışıyor. Hindistan için, Pyongyang’da bulunmak ve bu tür teknolojilerin Pakistan’a veya öngörülemez elementlerine ulaşmaması için bağlar kurmak önemli. Ayrıca son birkaç yılda Kuzey Kore, Rusya, Çin ve İran ile bağlarını da derinleştirdi. Bu aks birçok kişi tarafından Quad’a karşı bir eksen olarak görülüyor. Bu da Hindistan’ın diplomatik olarak ele alması gereken önemli bir öncelik.

Yeni Delhi’nin Moskova ile zaten çok güçlü bağları var. Ayrıca Tahran ile de iyi diplomatik ilişkileri var. Hindistan ve Çin aynı zamanda Asya’da kalıcı barışı sağlamak için farklılıkları gidermeye çalışıyor. Geriye Pyongyang kalıyor; Delhi’nin şu ana kadar büyük bir dikkatle yürüdüğü bir ilişki. Bu arada Kuzey Kore Rusya ile ticaret ilişkilerini de artırdı ve hatta Rus askerleri ile birlikte savaşmak üzere Ukrayna’ya asker gönderdi. Yeni Delhi Kuzey Kore’nin Moskova ile artan bağlarını kendi genel güvenlik paradigmasına göre ayarlamak istiyor. Dolayısıyla Hindistan, Pyongyang’ın Asya’daki büyüyen statüsünü ve etkinliğini göz önünde bulundurarak, küresel bakış açısına ve hedeflerine uygun olarak diplomatik bağları geliştirmeyi amaçlıyor. Kuzey Kore böylece Delhi için stratejik olarak giderek daha önemli hale geliyor ve Pyongyang’daki büyükelçiliğin yeniden açılması bir iletişim kanalının yeniden kurulmasının ilk adımı olarak görülüyor.

Prensipte Hindistan şubat ayında Pyongyang dinleme istasyonunu yeniden açmaya karar verdi ki Kuzey Kore’de bir dinleme noktası Delhi için önemli bir kazanç. Delhi’nin girişimi, Donald Trump’ın Amerika başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından kasımda aciliyet kazandı. İlk başkanlık döneminde Trump ve Kuzey Kore lideri Kim Jong Un üç kez bir araya geldiler ki bu daha önce görülmemiş bir durumdu. Bu zirveler somut sonuçlar vermese dahi Trump’ın Beyaz Saray’a döndüğünde Kim ile zirve diplomasisini yeniden canlandırması muhtemel. Pyongyang’da yetkili bir büyükelçinin bulunduğu bir dinleme üssü, Hindistan Dışişleri Bakanlığı’nın merkezi Güney Blok için önemli bir stratejik varlık anlamına gelir.

Kuzey Kore’de, yıllardır süren diplomatik izolasyonun ardından, İsveç ve Polonya’nın sırasıyla eylül ve kasım aylarında kapatılan temsilciliklerini yeniden açan ilk Batılı ülkeler olmasının sonrasında, şimdi de Hindistan’ın Pyongyang’daki büyükelçiliğinin faaliyetlerini yeniden başlatması söz konusu oluyor. Tüm dünyanın Orta Doğu ve Avrupa’daki çatışmaları çözmeye öncelik verdiği bir zamanda, Kuzey Kore’nin stratejik önemi son yıllarda belirgin şekilde artarken Rusya, Çin ve İran ile bağlarını güçlendirmesi ve bunun da birçok kişi tarafından Quad’a karşı bir denge unsuru olarak görülen yeni bir Asya ittifakını çağrıştırıyor olması, Moskova ve Tahran ile yakın ilişki ve Pekin ile yeniden normalleşme içinde olan Yeni Delhi için Pyongyang ile ilişki kurmayı diplomatik bir zorunluluk haline getiriyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Kirillov suikasti, olası sonuçlar  

Yayınlanma

Yazar

Ne oldu?

Rusya silahlı kuvvetleri radyoaktif, kimyasal ve biyolojik savunma birlikleri (RHBZ) komutanı İgor Kirillov, 17 Aralık günü evinin önüne park edilen bir scootere yerleştirilmiş patlayıcının uzaktan kumandayla infilak ettirilmesi sonucu yardımcısı İlya Polikarpov ile birlikte öldürüldü. 1970 doğumlu olan Kirillov 2017’den beri bu görevdeydi.

Olağan şüpheli doğal olarak Ukrayna istihbaratıydı (SBU). Kiev rejimi başkanlık ofisi müsteşarı Podolyak, rejimin saldırıda dahli olduğu iddialarını reddetti; bununla birlikte Bild, Reuters, The New York Times gibi rejimin destekçisi uluslararası ajanslar ve yayın organları saldırının Kiev istihbaratı tarafından örgütlendiğini yazdılar (örneğin Reuters, SBU içindeki “kaynağına” dayanarak şöyle yazdı: “SBU Moskova’daki özel operasyonda general İgor Kirillov’u öldürdü), dahası rejimin yarı resmi haber ajansı Ukrinform da “SBU operasyonu” diye verdi. (Ukrinform’un haberi de şöyleydi: “SBU’daki gelişmeleri bilen bir kaynağın bildirdiğine göre, Kirillov bir savaş suçlusu ve tamamen meşru bir hedefti, zira Ukrayna ordusuna karşı yasaklanmış kimyasal silahların kullanılması emirlerini… vermişti.”)

Kirillov daha Ukrayna harekâtı başlamazdan beri Savunma Bakanlığı’nda yaptığı açıklamalarla sık sık gündeme gelmiş bir isimdi. Rusya Dışişleri sözcüsü Zaharova suikastin ardından yaptığı açıklamada özellikle Britanya’ya işaret etti: “Kirillov uzun yıllardır sistematik ve eldeki olgulara dayanarak Anglosaksonların suçlarını ifşa ediyordu: NATO’nun Suriye’de kimyasal silah provokasyonları, Britanya’nın yasaklanmış kimyasal maddelerle ilgili manipülasyonları ve Solsbery ve Amesbury’deki provokasyonları, Amerikan biyolojik laboratuvarlarının Ukrayna’daki ölümcül faaliyetleri ve daha pek çok şey.”

Gerçekten de Kirillov’un, özellikle Ukrayna harekâtının ardından Ukrayna topraklarında gizli Pentagon laboratuvarlarıyla ilgili bir dizi açıklaması dikkat çekmişti. Kirillov, bu açıklamaların en önemlilerinden birinde, daha 2022 martında, Ukrayna’da biyolojik laboratuvarların siparişçilerin 7’sinin Pentagon ve ordu, üçünün de ABD Dışişleri, Demokratik Parti ve USAID, bunların yatırımcılarının ise Soros ve (ABD başkanının oğlu — özel yazışmalarında babasının pedofil olduğunu yazdığı ortaya çıkmıştı) Hunter Biden olduğunu söylemiş, Rusya ordusunun ele geçirdiği Biden’in şirketiyle Pentagon arasındaki bu faaliyetin “Ukrayna’nın Rusya’dan kültürel ve iktisadi bağımsızlığına yardımcı olmak” için yapıldığını gösteren belgeye işaret etmişti. Kirillov’a göre Rusya’nın harekâtının arifesinde bütün patojenler özel bir uçakla ABD’ye gönderilmiş, harekât günü de (24 Şubat) Ukrayna sağlık bakanlığı bütün izlerin silinmesi talimatı vermişti.

Terör saldırısı mı?

Uluslararası hukukta terörün tanımıyla ilgili pek az belge var. Tek tek eylemlerin (gemi ve uçak kaçırma, diplomatik temsilciliklere ve kişilere saldırı, rehin almalar, nükleer malzemelerin çalınması, vb.) terör şeklinde tanımlandığı bir dizi sözleşme mevcut, bununla birlikte, terörün kesin bir tanımının yapıldığı tek bir sözleşme var: BM Genel Kurulu tarafından 9 Aralık 1999’da kabul edilen “Terörizmin finansmanıyla mücadele uluslararası sözleşmesi”. Bu sözleşmenin ikinci maddesinin b fıkrası, diğer ilgili uluslararası sözleşmelerle tanımlanandan başka, terör eylemini şöyle tanımlar:

“Niteliği veya kapsamı itibariyle, bir halkı korkutmak, ya da bir hükümeti veya uluslararası örgütü herhangi bir eylemi gerçekleştirmeye veya gerçekleştirmekten kaçınmaya zorlamak amacını gütmesi halinde, bir sivilin veya bir silahlı çatışma durumunda muhasemata doğrudan katılmayan herhangi bir başka kişiyi öldürmeye veya ağır şekilde yaralamaya yönelik diğer tüm eylemler.”

Bu durumda sorulması gereken soru, Kirillov’un neden hedef alındığı. Ukrinform’un SBU’ya dayandırdığı “haberinde” Rusya ordusunun Ukrayna’da kimyasal silah kullandığı için hedef alındığı ileri sürülüyor; oysa bunu teyit edecek hiçbir soruşturma, hiçbir belge yok. Dolayısıyla eylemin amacı bu olamaz. Dahası, Kirillov çatışma alanında değil, “muhasemata” doğrudan katılıyor değil; saldırı da doğrudan doğruya “bir halkı korkutmak” amacını güdüyor. Dolayısıyla, eğer uluslararası hukuk belgeleri ciddiye alınacak olursa (aslında çok nadiren ciddiye alınır bunlar) saldırının bir terör eylemi olduğu açık.

Öyle anlaşılıyor ki Kirillov, koruma yetersizliği yüzünden gerçekleştirilebilir bir cinayet olduğu için hedef alındı, ve sadece bu nedenle hedef alındı.

Ama saldırının tedhiş ve korkutma amacıyla yapılmış olması, tedhiş ve korkutmanın altında bir mantık örgüsü olmadığı anlamına da gelmez.

Ateşkes girişimleri

Macaristan başbakanı Orbán geçtiğimiz günlerde Trump’la malikânesinde yüz yüze buluşmanın hemen ardından Rusya devlet başkanı Putin ile telefon görüşmesi yaptı. Orbán bu görüşmede, hiç kuşkusuz Trump’ın talimatıyla, iki öneride bulundu: 1) Geniş kapsamlı bir esir takası, 2) Noel’de ateşkes.

Rusya’nın takas listelerinin Kiev tarafından kabul edilmediği ve esir takasının sınırlı tutulduğu uzun zamandır biliniyordu. Dolayısıyla ilk önerinin Kiev’den itiraz göreceği veya fiilen kabul edilmeyeceği belliydi, ancak önerinin gündeme getirilmesi, öyle anlaşılıyor ki, Trump’ın çatışmaya son vermeye yönelik bir “iyi niyet” gösterisi olarak planlanmıştı.

Rusya yönetiminin ikinci öneriye ne cevap verdiğini kesin olarak bilmiyoruz; ancak daha sonraki gelişmelere bakılırsa mevcut temas hattında Noel’le sınırlı bir ateşkes üzerinde çalışılabileceğini söylemişti. Ne var ki Ukrayna’nın başındaki (anayasaya dayanan hukuki meşruiyeti de bu yılın 22 Mayıs’ında görev süresi dolmuş olmasına rağmen koltuğunda kalarak ortadan kalkmış olan) komedyen başkan, aynı gün, Orbán’ın (yani Trump’ın) teklifini büyük bir öfkeyle geri çevirdi.

Amerikan yönetiminin Rusya’nın derinlerine saldırı onayı vermesinin ardından ilk ATACMS ve Storm Shadow saldırıları, Kiev rejiminin Noel ateşkesi teklifini reddi ve füze saldırılarının devam etmesi (bunların en son ve en önemlisi, görüntülere bakılırsa ciddi bir hasar vermemiş olsa bile, geçtiğimiz hafta Taganrog hava üssüne yapıldı) tek bir şeyi gösteriyor: Trump’ın yemin töreninin ardından yeni Amerikan yönetiminin ateşkes ve “çözüm” iddiasını şimdiden baltalamak için mümkün olduğunca çok provokasyonlar örgütlemek. Bunların sahadaki durumu değiştirip değiştirmeyeceğinin bir önemi yok, önemli olan tek şey, Rusya’yı simetrik cevap vermeye zorlayarak Trump’ın vaatlerinin gerçekleşmesine engel olmak.

Soğukkanlılığın sınırı

Rusya yönetimi epey bir süredir sahadaki gelişmeler ne olursa olsun soğukkanlılığını korumaya ve stratejik planlarını hiçbir şeyden etkilenmeden hayata geçirmeye çalışıyor. Askeri ve diplomatik siyaset simetrik değil asimetrik cevaplar üzerinden tanımlanıyor. Putin bunu ilk defa 2022 güzünde, en sert yaptırım dalgaları karşısında Dışişleri Bakanlığı’nın bütün bunlara simetrik cevap verme kararlılığına bir eleştiri olarak doğrudan Lavrov’un yüzüne karşı söylemiş, her şeye simetrik cevap vermenin anlamsız olduğunu, hatta her şeye cevap da verilmeyebileceğini, zira temel kaygının “milli menfaatlerin” korunması olması gerektiğini vurgulamıştı.

Bu dikkat çekici bir mantık örgüsüydü ve gerçekten de, kırmızı çizgilerin birer birer aşınmasına rağmen hem diplomatik hem de sahadaki durumu kendi stratejik taarruz programına göre, karşı tarafın tahriklerine pabuç bırakmadan uygulamaya çalıştı.

Bugün Rusya yönetimi belli ki, Trump’ın başkan seçilmesinin ardından ABD’nin yeni yönetiminin tutumunu görmek istiyor ve sahada taarruzuna devam ederken siyasi gelişmelerde Trump’ın elini zayıflatacak adımlar atmaktan kaçınmaya çalışıyor. Ancak Kirillov’un öldürülmesi, Kiev’deki karar alıcıların hedef alınmasını giderek kaçınılmaz kılıyor olabilir. Suikastlerle kışkırtılan olası bir misilleme kapsamında Kiev rejiminin askeri altyapısının yok edilmesinin ötesinde askeri saldırılarda bulunulması hiç şaşırtıcı olmaz.

Ateşkes olur mu?

Kiev rejiminin Orbán’ın (yani Trump’ın) esir takası ve geçici ateşkes teklifini aşağılayarak reddetmesi, devam eden ATACMS saldırıları ve Kirillov suikasti (keza Duma savunma komitesi başkanı Kartapolov’un aracına bomba yerleştirilmesi) açık bir şekilde rejimin olası ateşkes girişimlerini engellemek için provokasyon örgütlemeye çalıştığını gösteriyor. Rejim bağımsızlığını koruduğu için değil, Ukrayna bir yenösömürgenin bütün karakteristik niteliklerini taşıyan ideal bir yenisömürge olduğundan böyle. Bir yenisömürge her şeyden önce sömürgedir. En uç sınırlarına vardırılmış bir yenisömürge olarak Ukrayna’da yönetimin hiçbir siyasi inisiyatifi olamaz ve iktidar içi çatışmalar gerçekte sömürgeci devletlerin arasındaki gerilimlerin yansımasıdır.

Rejim eğer Trump’ın teklifini geri çeviriyorsa, bunun tek anlamı, geri çevirmesini isteyen başka güçler bulunduğudur. Rejimin “cesaretinin” birinci dayanağı Amerikan yönetimindeki neoconlar ve bunlar Trump görevi devraldıktan sonra da zayıflamayacak. Ve ikinci dayanak, bu neoconların (henüz) kuklası değilse bile ideolojik ve ekonomik ortağı Avrupalılar, en başta da Londra hükümetidir.

Bunlara rağmen, Trump’ın yemin töreninin ardından temas hattında geçici bir ateşkes ilan edilmesini Rusya yönetimi de öngörüyor olabilir. Yeni Amerikan yönetimi bir takım sözler verdiği takdirde Kremlin’in ateşkes teklifini kendisi için en avantajlı sayacağı şartlarda kabul etmesi kaçınılmaz görünüyor, zira bu aynı zamanda, küçük bir ihtimal bile olsa, düşman cephesindeki siyasi yarılmayı derinleştirmenin vasıtası olabilir.

Trump’ın eline geçireceği yetkiye, varsa iradesine ve temsil ettiği kesimlerin arzularına rağmen bunlara direnebileceğini, “çözüm” girişiminin başarıya ulaşacağını beklemiyorum; hatta tam tersine, yeni Amerikan yönetiminin bu yöndeki olası bütün girişimlerinin ve hatta çabalarının sert engellere çarpacağını ve darmadağın olacağını, ve bizatihi bu yönetimin de bir noktadan sonra yeni provokasyonlara girişeceğini ve böylece mevcut temas hattında geçici bir ateşkes ilan edilse bile ardından çatışmanın daha da tırmanacağını düşünüyorum.

Bunlar elbette şimdilik varsayım ve öyle ani gelişmeler yaşanabilir ki bu varsayımlar en gerçekçi göründüğü ve hayata geçirilmeye hazırlanıldığı bir anda hesaplar çökebilir. Nereye varacak, yakın zamanda göreceğiz. Ama bir şey var ki neredeyse şüphe götürmüyor: Kiev’deki komedyen başkanın miadı anlaşılan doldu ve yerine tatlı bir geçiş hazırlığında herkes. Trump’ın hiç değilse bu konudaki iradesi, biraz da kişisel yapısı gereği (rejimin eski yönetimle akçeli ilişkileri ve Trump’ın altını oymak için aktif çabası) herhalde bu sonuca yol açacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English