GÖRÜŞ
‘Kurallara dayalı’ düzenin Ortadoğu’su
Yayınlanma
Yazar
Ceyda KaranBiden yönetimi ile Avrupalı ortaklarının BM Güvenlik Konseyi onaylı Minsk anlaşmasını (2202) hiçe sayarak tetiklediği Ukrayna çatışmasının küresel şok dalgaları, dönüp dolaşıp ‘kadim’ çatışma yeri Ortadoğu’nun tepesinde patladı. Yaşanan korkunç drama eşlik eden görünüm trajik.
İsrail boyutları ve yürütülme biçimi itibarıyla kuruluşundan bu yana en ağır saldırıya uğradı. 7 Ekim’de İsrail ordusu ve istihbaratının 2006’da Hizbullah ile savaşta kısmen aşınmış olsa da ‘sarsılmaz’ görülen imajı aniden çöküverdi. Filistin İhvan’ı Hamas’ın Gazze Şeridi’nden sınırı aşarak düzenlediği ‘Aksa Tufanı’, sokaklarda yaşlı kadınların öldürüldüğü, çocukların rehin alındığı, insanların bir festival alanında tarandığı bir teröre dönüşerek izleyenleri dehşete düşürdü. Bu durum dünya çapında İsrail halkına sempati yaratmışken, aşırı sağcı Benyamin Netanyahu yönetiminin tüm hışımlarını Gazze’deki sivillerden çıkarması işleri değiştirdi. Orantısız ve acımasızca girişilen misilleme Filistin davasını unutmuş pek çok insanın birkaç gün içinde tersinden şoke olmasına sebep oldu.
Uzunluğu hepi topu 41 kilometre, genişliği 6 ila 12 kilometre arasında değişen bir alanda 2 milyon 300 binden fazla insanın yaşadığı Gazze ağır bombardıman altında. Hamas’ın şehir içerisinde tüneller ağını kullandığı biliniyor. Bombardımanların en önemli sonucu ağır sivil kayıplar. Hastaneler, fırınlar, camiler ve kiliseler dünyanın gözü önünde vuruluyor. İsrailli yetkililerin söylemlerinde hiçbir çekince yok. Netanyahu ve aşırı sağcı ortakları karşısında daha aklı selim duran Cumhurbaşkanı İzak Herzog örneğin, Gazze’deki bütün bir sivil nüfusu ‘Hamas’ın eyleminin sorumlusu ilan etti. Bu durum alenen ‘toplu cezalandırmaya’ girişildiğinin itirafı oldu.
İsrail, 2005 yılında Ariel Şaron döneminde tek taraflı olarak Gazze Şeridi’nden çekilmiş, çoğu dindar Yahudi yerleşimcileri zor kullanarak işgal ettikleri topraklardan çıkarmıştı. Ancak Gazze senelerdir ağır abluka altında bir açık hava hapishanesi. İsrail, etkisizleştirdiği seküler Filistin yönetimini Batı Şeria’da bir kuklaya çevirmişken, Gazze’de geçmişte bizzat desteklediği Hamas’ın varlığı üzerinden meşrulaştırdığı ablukayı, ABD desteğiyle senelerdir sürdürüyor. İsrail, BM Güvenlik Konseyi kararları uyarınca Batı Şeria’da İsrail ‘işgalci güç’ konumunda. Gazze’den çekilmişlik hali üzerine inşa edilen durum ise tam da Batı’nın kendinden menkul ‘kurallara dayalı’ düzeninde somutlanıyor.
BATI’NIN ÇÖKÜŞÜ
Hep birlikte başkalarına insan hakları ve hukuk dersleri vermeye meraklı Batı medeniyetinin, sahip olduklarını iddia ettiği bütün değerlerinin çöküşünü izliyoruz. Batı’da ana akım medyanın önemli bir kısmı bu ‘toplu cezalandırmayı’ kendi toplumlarına meşrulaştırma yarışına girişti. Vaktiyle IŞİD militanlarına muhabbet beslemiş CNN muhabiri Clarissa Ward, Gazze’de sivillerden alınan intikamı ‘ama onlar bizim gibi değil!’ diyerek sunabiliyor. Filistin’in Arap halkının mücadelesine sempatiyle bakarken, Hamas ve ideolojisinden hazzetmeyenleri şaşkına çeviren bu tutum ırkçılığı apaçık ortaya seriyor.
Suriye’nin kuzeyinde vaktiyle destelenen el Kaide ve türevlerinin küçücük bir alanda nasıl oluyorsa yüzlerle ifade edilebilen ‘hastanelerinin’ vurulduğu iddiaları üzerinden koparılan fırtına, Gazze için yok. Rusya Federasyonu’nun 2022 Martı’nda başlattığı askeri harekat boyunca, yani 1.5 yılı aşkındır hayatını yitiren sivillerin neredeyse yarısı, kutsal topraklarda 10 günde can verdi. Açıklanan can kaybı sayılarına enkaz altındakiler dahil değil! Ukrayna vakasında mütemadiyen yalan söyledikleri ortaya çıkan, ‘biz yapmadık’ dedikleri saldırıları üç ay sonra ‘biz yapmıştık’ diye kabullenen, sonunda New York Times gibi gazetelerin bile yalanlarını deşifre eden haberler yapmak zorunda kaldığı Kiev’deki faşist banderacıların her iddiasını hiç sorgulamadan yayınlayan ve Moskova’nın resmi yalanlamalarına aldırmayanlar, İsrail’in resmi yalanlamalarının doğruluğunu ispatlamak için kendilerini yırtıyorlar. Ukrayna’da savaş alanından kurtarılan, dileyen ailenin uçakla Moskova’ya gidip sağ salim teslim aldığı çocuklar üzerinden tutuklama kararı çıkaranlar, Gazze’deki bebek ve çocuk cesetleri karşısında gıkını bile çıkarmıyor. Batı toplumlarının vicdanlı insanları demokratik haklarını kullanarak sokaklarda protestoya giriştiklerinde itilip kakılıyor, gösterileri yasaklanıyor.
Öylesine bir akıl yitimi ki, Netanyahu yönetiminin Gazze nüfusunu şeridin güneyine yığma ve/veya Mısır ve Ürdün’e ‘zorunlu göçe’ tabi tutma arzularının dünyaya nasıl paketleyip satsak derdindeler. BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya’nın sadece sivillere yardım için hazırladığı karar tasarılarını veto ettiren Joe Biden, Amerikalılara tiyatral ‘ulusa sesleniş’ konuşması yaparak siviller için timsah gözyaşları döküyor. ‘Toplu cezalandırma’, ‘etnik temizlik’ ve ‘zorunlu göçü’ meşrulaştırmak için atılan kırk takla insanı şaşkına çeviriyor.
‘Hamas eşittir IŞİD’ yahut ‘Hamas ile Rusya aynı’ gibi reklam sloganları ‘değerler’ karizmasını cilalamaya yetmiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan, tümden bir hak ve adalet sunmasa bile belirli dengelerin sınırlar çizdiği uluslararası sistem ile tartışmalı savaşlara girişirken bile bir şekilde gözetilmesi gereken ‘insani hukukun’ tamamen yok edilmesindeki keyfiyet çok çarpıcı. Üstelik tamamen geri tepip, Filistinli Arapların 20’inci yüzyılda ulus devlet kuramamış olması, yaşadıkları sürgün travması ve uğradıkları haksızlıkları herkese yeniden hatırlatmaya yarıyor.
NETANYAHU’NUN HAMAS’I
Diğer yandan İsrail yönetimi Netanyahu’nun iki haftadır her gün savurduğu tehditlere rağmen Gazze’ye kara harekatına bir türlü girişemiyor. En son macera 2014 yılında 51 gün süren savaşta yine Netanyahu’nun ‘Hamas’ı yok edeceğiz’ sözleri işitilmişti. İsrail ordusu tıpkı 2006’da Lübnan savaşında Hizbullah karşısında geri adım atmak zorunda kaldığı gibi 2014’te Gazze’de de arkasında yıkım bırakarak ateşkese razı olmuştu. Tarihin ironisi, 2019’da “Filistin devleti kurulmasını istemiyorsak Hamas’a yatırım yapmalıyız” demiş olan Netanyahu’nun bütün icraatlarının İsrail’in baş düşmanını güçlendirmekten başka bir işe yaramadığı anlaşılıyor. Hamas’ın yanı sıra El Kaide türevleri ve hatta IŞİD militanları için kurulan sahra hastaneleri eşliğinde Suriye’yi ‘omlet yapmak’ hayallerinin çok uzağına düştükleri ortada.
İSRAİL’İN ‘ZAYIF’ GÖRÜNÜMÜ VE HİZBULLAH KORKUSU
İsrail yönetimi güç gösterisi yapmak zorunda. Bu kaçınılmaz. Ne ki tek başına ne kadar yapabileceğinden emin görünmüyor. Gazze’de ağır bombardımanla yaratılan yıkımın ardından bir kara operasyonuna girişmezse çok daha ‘zayıf’ algılanacak. Eğer Hamas savunmaya da İsrail’e 7 Ekim’deki saldırıya hazırlandığı gibi hazırlanmışsa, İsrail ordusu kara harekatına giriştiğinde ciddi kayıplar yaşayacak. Hamas üyelerinin kolaylıkla sivillerin arasına karışabileceği bir ortamda, tüm senaryoların başarısı şimdiden tartışmalı. Ve elbette Hamas’ın elindeki rehineleri düşünen yok. İsrail’in faşist Maliye Bakanı Smotrich alenen “Hamas’ı vurun, rehineleri önemsemeyin” diyebiliyor. Uzun ve medya PR’ı bol bir operasyon beklenebilir ama sonuçları çok meçhul.
İsrail’in kuzeyde de Hizbullah ile kapışmaya girişmekten ‘ürktüğü’ ve ABD’nin de böyle bir cephe istemediği anlaşılıyor. Kontrolden çıkabilecek bir bölgesel savaşın fitilini ateşleyebilir. Bu yüzden Doğu Akdeniz’de arz-ı endam eden uçak gemisi grupları eşliğinde Amerika ‘militarist kaslarını’ sergiliyor. Netanyahu’nun yıllardır ABD’yi İran’a karşı bir sıcak savaşa sokmak istediği malum. Fakat aklı fikri ‘yitirilmekte olan’ Ukrayna cephesine para aktarmak olduğu anlaşılan Biden buna ‘isteksiz’.
ARAPLARIN ‘KIZMIZI ÇİZGİLERİ’
Tıpkı İsrail gibi benzer bir ‘zayıf’ görünüm Biden yönetiminde gözleniyor. Ukrayna çatışması nedeniyle Rusya’ya açtıkları cephe askeri anlamda işe yaramamış, siyasi ve ekonomik tecrit geri tepmişken, Küresel Güney’in her yerinde olduğu gibi Ortadoğu’da da ABD’nin durumu ‘kırılgan’. Biden yönetimi, daha düne kadar hükümetine dinci ve faşistleri kattığı için İsrail halkını sokaklara döken ve kendi ‘demokrasi’ cakasını da bozan Netanyahu’ya göğsünü siper etmek durumunda. Ne ki Biden’ın ve Dışişleri Bakanı’nın son bölge ziyaretleri Amerikan diplomasisinin artık Arap liderlerini hizaya sokamadığını gösterdi.
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın bölgede mekik diplomasisi bir faciaya dönüştü. Blinken’in, Suudi Arabistan’da veliaht prens Muhammed bin Salman tarafından bütün gece bekletildiğini Amerikan medyası yazdı. Aynı Suudi Arabistan’ın İran Dışişleri Bakanı Abdullahiyan’ı ağırlama biçimi akla düştü.
Asıl facia ise İsrail ordusunun Gazze’de görece kolay bir savaş verebilmesi için Filistinli sivil nüfusu ‘boca edilecek’ yer görülen Mısır ve Ürdün’ün ikna edilememesi oldu. Mısır lideri Abdülfettah El Sisi Kahire’de adeta Blinken’e ‘ayar çekti’. Ürdün Kralı 2. Abdullah kibarca ABD’nin İsrail’e açık çek veren politikalarını ima ederek, bunun ‘bölgeyi uçuruma sürüklediğini’ dile getirdi. El Sisi ile Kral Abdullah koordineli biçimde ‘Filistinliler Gazze’de kalmalı, zorunlu sürgün olmaz, bunun arkasında yeni bir exodus var’ dediler ve bunu ‘kırmızı çizgileri’ ilan ettiler. Gazze nüfusu çıksın gitsin diye kapıların açılmasında ısrar edip içeriye çok ihtiyaç duyulan yardımların sokulmasını engelleyen İsrail iken, El Sisi, içeride sıkışan Batılıların tahliyesi karşılığı insani yardım sokulması restini çekti. ABD/İsrail cephesinin Arapları ikna etmesi bir tarafa, Arap cephesi Biden’ın insani yardım konusunda İsrail’i ‘ikna ettiği’ bir direniş sergiledi. Biden’ın ABD’ye dönüşte açıkladığı insani yardımların girmesi tahmin edileceği üzere hala garanti değil. Uygulanmazsa, ‘insaniyet şovu’ yapan Biden’ı bir de İsrail çiğnemiş olacak.
Biden’ın talihsiz Arap hamlesinde Baptist El Ehli hastanesindeki katliam ve iddiaya göre 471 insanın bir anda öldürülmesi ise tüm bunlara tüy dikti. Ürdün ve Mısır, Biden ile Amman görüşmesini iptal ettiler. Beyaz Saray’ın ‘karar ortak alındı’ açıklaması, bir Amerikan başkanının diplomasiye yapmaya gidip ilk defa suratına kapıların kapatıldığı görüntüsünü silemedi. Elbette iki Arap ülkesinin direnişi, Filistinlileri düşünmelerinden değil, kendi güvenlikleri ve sosyo-ekonomik koşullarını hesaplayacak akılları olmasından… Sina Yarımadası’ndaki Yeni Refah’ın 100 bin mülteciye açılması yahut Şeyh Züveyd’de çadır kentler haberleri sızsa bile ne Mısır’ın ne de Ürdün’ün Gazze’den sürülmeye çalışılan 1 milyondan fazla insanı alması mümkün görünmüyor. Amerikan planı ağır insani bedeller olmaksızın uygulanabilir değil.
Bölgedeki hiçbir aktör için makul ve gerçekçi zafer hedefi görünmeyen bir denklem bu. Biden gözünü karartıp ABD ordusunu savaşa soksa, karşılarında konvansiyonel bir ordu yok. ABD’nin Ortadoğu’daki varlığı tehdit altında kalacak.
Bir zamanların ‘kullanışlı aparatı’ Hamas’ın yarattığı denklem, ABD’nin İsrail’e sağladığı dizginsiz destek, küresel barış ve güvenliğe zarar veren Amerikan dış politikasının riyakarlığını göze sokuyor. İsrail’in bir bölgesel savaşa ve statükoda önemli değişikliklere yol açabilecek bir kara operasyonu olasılığının güçlenmesi eşliğinde Batı’daki akıl yitimi, gerçekten ürkütücü.
İlginizi Çekebilir
-
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
-
WSJ: ABD’nin İsrail’i dizginleme girişimleri sınırlı sonuç veriyor
-
Vali Nasr: ‘İran’ın füze saldırısı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi’
-
İran lideri Hamaney’den “birlik” çağrısı: İsrail’in akıl almaz suçlarına en hafif yanıtı verdik
-
Berlin’de bir barış mitingi daha: Buz kırılıyor mu?
-
İsrail “karada” ilerleyemiyor
GÖRÜŞ
Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’
Yayınlanma
4 gün önce01/10/2024
Yazar
Hasan ÜnalHafta sonunda gelen haber bölgesel ve küresel siyaset üzerine tam manasıyla bomba gibi düştü. Önce İsrail’in ağır bombardımanı sonucunda içinde Hizbullah Lideri (Hizbullah Genel Sekreteri) Hasan Nasrallah’ın da bulunduğu binaların tamamının tahrip edildiği ve Nasrallah dahil örgütün üst düzey komutanlarının neredeyse tamamının öldürüldüğü haberleri geldi. Batı dünyasında sevinçle karşılanan haber ertesi gün (27 Eylül Cumartesi) teyit edilince askeri/siyasi durumdaki belirsizlik devam etmekte olsa da Hizbullah-İsrail çatışmasında/mücadelesinde bundan sonra nelerin muhtemel olduğuna dair yorumlar Türk medyasını kaplamaya başladı.
Haber ve analizlerini büyük ölçüde Batı’dan alan veya almayı yeğleyen Türk medyası ‘terör örgütü lideri’ olarak takdim edilen Nasrallah’la ilgili değerlendirmelerde Vaşington veya Avrupa merkezli yorumcuları pek aratmadı. Batılı ve sistem yanlısı analistlere göre, Nasrallah bir terör örgütünün başı olmasının yanı sıra Filistin’de ulaşılması mümkün bir barışın önündeki (herhalde Abraham Antlaşmalarını kastediyorlar) en önemli engellerden birisiydi. Dolayısıyla ortadan kaldırılması hiç de fena olmamıştı.
Biden ve diğer Amerikan ve Avrupalı yetkililerin resmi olarak dile getirdiği bu görüşlere Trump’ın damadı Jared Kushner de uzun bir tivit serisiyle destek oldu. Aslında Nasrallah ve/veya Hizbullah olmasaymış Abraham Antlaşması çoktan uygulamaya girecekmiş. Bu iddiaların hepsi de Amerika ve Avrupa yönetimlerinin/hükümetlerinin resmi gözlüğüyle bakıldığında mantıklı ve doğru. Sonuçta özellikle Amerika açısından Gazze’de soykırım yapılmış/yapılmakta olmasının fazlaca bir önemi yok. Eğer bu soykırım medyanın ve özellikle sosyal medyanın bu kadar yaygın kullanılmadığı bir dönemde gerçekleştirilseydi Amerikan yönetimleri ‘bize ulaşan bilgilere göre’ diyerek Batı dışı basında yer alan haberleri ‘asılsız’ diyerek bir kenara atıverirdi.
Birkaç insan hakları kuruluşu durumun Amerikan/Avrupa hükümetlerinin söylediğinden çok daha vahim olduğunu anlatmaya çalışır; ama, örneğin internetin de olmadığı bir ortamda, bu haber ve yorumlarını yayımlayacak yer bulamazlardı. Aradan yıllar geçtikten sonra bazı akademisyenler, uzmanlar ve medya mensupları kitap ve/veya makaleler kaleme alırlar ama onlar da sınırlı sayıda okuyucuya ulaşırdı; çünkü yayınevlerinin çoğu bunları basmaz, basanlar da geniş bir dağıtım yapamazdı.
Kısacası İsrail’in Gazze’de soykırım yapmasında veya Güney Lübnan’ı feci şekilde bombalamasında ve Hizbullah lideri Nasrallah’ı çok sayıda diğer Hizbullah üst düzey komutanlarıyla birlikte öldürmesinde ve toplamda dört ülkeyi (Gazze, Lübnan, Suriye ve zaman zaman Yemen) aynı anda bombalamakta olmasından rahatsızlık duymaları için bir sebep yoktu ve olamazdı. Hatta bıyık altından sırıtarak ‘yeni Hizbullah lideri ve üst düzey komutanları bakalım kaç gün veya kaç saat yaşayabilecek’ gibi laflar etmeye devam edeceklerdir. Batı dünyasının özellikle de Amerika’nın onlarca yıldır İsrail konusunda izlediği politikalar açısından bunların hemen hemen hepsi normal; sadece bu konuların mevcut medya mecraları yoluyla dünya kamuoyuna anında ulaşmasından dolayı bir dizi sorunlar yaşanıyor, o kadar!
PEKİ TÜRK MEDYASINA, SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARA NE DEMELİ?
Bütün enformasyonunu Batılı medyadan alan Türk ana akım gazete ve televizyonlarına ne demeli? Ayrıca Türkiye’deki siyasal/selefi/İslamcıların adeta bayram yapmasını nasıl yorumlamalı?
Büyükçe bir kısmı hükümete doğrudan olmasa da dolaylı destek veren Türkiye’deki ana akım medya İsrail’in Hizbullah liderini ve diğer üst düzey komutanlarını öldürmesine seviniyor görünmüyor; ancak Batı medyasından aldığı haber ve yorumları fazlaca bir süzgeçten geçirmeden kamuoyuna sunuyor. Bu yayınlarda iki temel unsur ön plana çıkıyor. Birincisi, İsrail bombardımanı ve Hizbullah liderlerinin öldürülmesiyle birlikte Hizbullah yapısının yok olduğu ve bittiği propagandası pompalanıyor.
Oysa Hizbullah, önceki yıllarda giriştiği çatışmalarda Orta Doğu’da yenilmez unvanı bulunan İsrail ordusunu her defasında püskürtmüş ve geri çekilmeye zorlamış. İsrail’in Lübnan’ı işgali ve özellikle Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında çok sayıda Filistinli sivili katletmesiyle başlayan işgal ve kargaşa ortamında oluşan Hizbullah ne bir gerilla örgütü ne de düzenli ordu. Her iki özelliği de bünyesinde taşıyor ve İsrail ile giriştiği bütün çatışmalarda duruma göre bu iki özelliğini de sahaya yansıtabiliyor.
Hava gücü olmadığı için İsrail topraklarına yönelik ileri harekat yapamayan ve yapması da beklenmeyen Hizbullah en son 2006 yılında İsrail ile tutuştuğu ve toplamda otuz üç gün (33) süren çatışmalarda karşı tarafa büyük kayıplar vererek geri çekilmesini sağlamıştı, hem de süklüm püklüm… İsrail yine ağır bombardıman ile başlamış; çoluk-çocuk demeden herkesi hedef almış; fakat kara operasyonuna başladığı andan itibaren karşısında beklemediği ölçüde dirençli bir Hizbullah bulmuş; çok sayıda tank, belli sayıda da helikopterinin tahrip edilmesi, çok sayıda asker kaybı ve önemli sayıda da askerinin esir alınması üzerine zor durumda kalmıştı.
İsrail Hava Kuvvetlerinin sivil yerleşim yerlerini sürekli bombalamasına karşılık İsrail’in kuzey bölgelerini füzelerle vurmaya başlamış ve nihayet Tel Aviv’e de roketler fırlatmayı başarmış ve İsrail Hava Kuvvetleri bombardımanı kesmediği takdirde daha fazla hedefi vuracağını açıklayınca İsrail tarafı savaşı sonlandırarak geri çekilmek zorunda kalmıştı. İsrail gibi Orta Doğu’da adeta bütün Arap ordularının korkulu rüyası haline gelmiş bir askeri gücü son defa 2006 yılında durdurmayı başarmak kolay bir iş değildi, her ne kadar Türkiye’deki siyasal/selefi İslamcılar burun kıvırsalar da…
O yıllarda da Batı medyası İsrail’in giriştiği saldırı üzerine abartılı haber ve yorumlarla doluydu ama İsrail’in göreceli büyük kayıplar vererek geri çekilmesinden sonra durumu yeniden analiz etmek zorunda kalmışlardı. Hatta savaşın başından itibaren İsrail lehine genel yorumların aksine değerlendirmelere de hep yer vermişti.
TÜRKİYE’DEKİ SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILAR
Türkiye’deki medyanın İsrail’in Hizbullah’ı bitirdiğine dair verdiği haberler ve yorumlarda Nasrallah’ın Mossad ajanı olduğu veya İran’ın zaten ABD’nin ileri karakolu olarak kritik bir noktada Nasrallah’ın bilgilerini Amerika ve İsrail’e verdiği gibi akla ziyanın ötesindeki değerlendirmeleri (!) bir kenara bırakacak olursak, göze çarpan ikinci unsur da siyasal/selefi İslamcı diyebileceğimiz grupların reaksiyonlarından oluşuyor. Meseleye büyük ölçüde Orta Çağ’ın mezhepçi prizmasından bakan bu gruplara göre aslında Nasrallah bugüne kadar hep Müslümanları katletmiş birisi. Ve Filistin meselesinde İsrail’e karşıymış gibi rol yapıyor. Oysa aslında ya İsrail ve Batı’nın ajanı veya Şii olmasından dolayı esas derdi Sünnilerle olduğu için Amerika ve İsrail’in ekmeğine yağ süren politikalar uyguluyor.
Müslümanları katlettiğine dair verilen örneklerin büyük bölümü Suriye savaşına Hizbullah’ın da katılarak Esat hükümeti yanında yer almış olmasından kaynaklanıyor. Suriye yönetimini devirmek amacıyla ABD ve İsrail’in başlattığı ve bu devletin epeyce zayıflatılmasıyla sonuçlanan savaşın jeopolitik çerçevesini göremeyen ve Türkiye’nin bu savaşta Amerika ile İsrail’e doğrudan veya dolaylı destek veren politikasının ülkemizin ulusal çıkarlarıyla hiç mi hiç uyumlu olmadığını anlamayan bu zihniyete göre Hizbullah gibi Esat’a destek veren güçler devreye girmeseydi Esat yönetimi devrilmiş ve ülkede bir ‘İslami’ (!) yönetim kurulmuş olacaktı.
Buradaki çıkmaz şu ki, böyle bir İslami yönetimin İsrail’e veya Amerika’ya karşı durup durmayacağı bir yana Esat hükümetinin bölgede Amerika ve İsrail’in çıkarları ve emellerine en fazla karşı çıktığını görmezden gelmesidir. Oysa IŞİD veya El Nusra gibi bir yönetim gelse aynı şekilde Amerika ve İsrail’e karşı koyarlar mıydı kocaman bir soru işareti. Öte yandan bu grupların eline teslim edilmiş bir Suriye muhtemelen parçalanırdı ve bu da en çok Amerika ve İsrail’in işine gelirdi. Bu savaşta Ankara’nın yanlış politikalarından dolayı Türkiye ve Hizbullah’ın karşı karşıya gelmiş olması mevcut hükümetin yanlışı ile izah edilebilir. Bu anlayış Hizbullah’ın Sünni Hamas’a da destek vermesini ise ya görmezden geliyor ya da bunu da bir oyun olarak söyleyip geçiyor.
Hizbullah konusundaki kafa karışıklığın küçük bir kısmı da ortalama her Arap veya İranlıyı kökten dinci, radikal İslamcı gibi görme eğilimindeki laik kesimden geliyor. Onlara göre kökten dinci radikal İslamcı birilerinin Batı’ya karşı galip gelmesi mümkün değil/olmamalı. Bu grup, çatışmaları ve aktörleri yakından takip etmediği için Hizbullah’ın, IŞİD ve El Nusra gibi gruplara karşı sadece Müslümanları değil aynı zamanda Hristiyanları da koruduğunu bilmiyor ve bu Hristiyanların ve laik Lübnanlı toplulukların Hizbullah’a nasıl destek verdiğini de anlayamıyor.
Evet Türk medyası Ukrayna savaşının başlarında Rusya’yı bitirdiği gibi Hizbullah’ı da bitirdi (!); ama sonuç pek de öyle olmayabilir. Hizbullah – İsrail çatışmalarının kısaca gözden geçirilmesi bile bu pilavın daha çok su kaldıracağını gösteriyor. Örneğin, eğer Hizbullah İsrail’in bir darbesiyle yerle bir olmuş olsaydı Tel Aviv karadan operasyona gerek görmez ve bu örgüt Orta Doğu siyasi tarihinin sayfalarında yerini alırdı. Şimdi kara harekatı başladığına göre örgüt bitmemiş. Bakalım önümüzdeki günler neler gösterecek…
GÖRÜŞ
İsrail Nasrallah’ı ortadan kaldırarak ‘direniş eksenine’ meydan okuyor ve onu sınıyor
Yayınlanma
6 gün önce29/09/2024
Yazar
Ma Xiaolin28 Eylül’de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı silahlı grubun güney Lübnan’daki karargâhına düzenlediği bir baskın sırasında öldürdüğünü iddia etti. Hizbullah bunu birkaç saat sonra doğruladı. Hemen ardından İran resmi medyası Devrim Muhafızları Genel Komutan Yardımcısı Abbas Nilforuşan’ın da İsrail’in Lübnan’a yönelik devam eden hava saldırılarında öldürüldüğünü duyurdu. Nasrallah ve Nilforuşan’ın ölümleri, İsrail’in birkaç gün süren “Kuzey Saldırısı” taarruzunun, Hizbullah güçleri ve Devrim Muhafızları Ordusu için feci sonuçlarının ve İsrail’in İran liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne yönelttiği maceracı meydan okumanın dönüm noktasıdır. “Direniş Ekseni”nin iklim geliştirme kabiliyetine yönelik ciddi bir sınavdır.
İsrail tarafından “İran ekseninin” merkezi bir unsuru, Batılı akademisyenler tarafından ise “Hizbullah’ın atan kalbi” olarak tanımlanan 64 yaşındaki Nasrallah, 32 yıldır örgüte liderlik eden ve onu iyi silahlanmış, siyasi ve sınır ötesi savaşan bir güç haline getiren en önemli devlet dışı aktör ve bölgesel oyuncudur. Hatta bazı yorumcular Nasrallah’ın tüm ailesini Hizbullah’ın davasına ve İsrail’e karşı direnişine adadığını, iki kız kardeşinin üst düzey Hizbullah yetkilileriyle evlendiğini, en büyük oğlunun İsrail’in elinde öldüğünü ve cesedine el konulduğunu ve bu durumda bir kızının da onunla birlikte gömüldüğünü iddia etmişlerdir.
Nasrallah Ortadoğu’nun siyasi arenasında en az dört “mucize” gerçekleştirmiştir: İsrail’e direnerek ve onu taciz ederek Hizbullah’ın Mayıs 2000’de İsrail’i güney Lübnan’daki 18 yıllık yasadışı işgalini sona erdirmeye zorlamasını sağlamış ve temelde ülkenin egemenliğinin ve topraklarının birliğini gerçekleştirmiştir; Şab’a çiftlikleri gibi toprakların sadece bir kısmı Golan Tepeleri’nin bir parçası olarak İsrail’in kontrolü altında kalmıştır. 2006 yılında Güney Lübnan’daki dağ savaşında İsrail ordusuna ağır kayıplar verdiren ve İsrail’i ateşkese zorlayan Hizbullah güçlerine komuta etti. 2011’den sonra Hizbullah’ın ilk ülke dışı operasyonunu kolaylaştırdı, Şam’ın Batı ve Arap Birliği’nin yıkıcı niyetlerini ezme çabalarına yardımcı oldu ve IŞİD’in yenilgiye uğratılmasına katkıda bulunan “Rusya+Şia Yayı”nda da kilit bir güç oldu. 1992’den bu yana İsrail’in “ölüm listesinde” yer alıyor, ancak bir “hayatta kalma ustası” olarak üçte bir yüzyıl boyunca ölümden kaçmayı başardı.
Ancak Nasrallah nihayetinde İsrail tarafından avlandı ve tasfiye edildi. İsrail istihbaratının Hizbullah kadrolarına karşı başarıyla yürüttüğü dünyayı sarsan “çağrı cihazı savaşları” ve “telsiz savaşları” dalgasının hemen ardından gelen bu sonuç, Hizbullah’ın mümkün olan her şeyin en iyisine sahip olmasına ve Nasrallah’ın nerede olduğunun hiçbir zaman net olmamasına rağmen, İsrail’in istihbarat savaşında nihayet üstünlüğü ele geçirdiğini göstermektedir. İsrail istihbarat savaşında, siber ve teknolojik savaşta ve hatta geleneksel hava saldırılarında ve karşı hava saldırılarında üstünlük sağlamıştır. Bu gerçek bile askeri, teknolojik ve bilimsel bir güç merkezi olan İsrail’in daha az gelişmiş bir ülkenin milis kolu olan Hizbullah’a karşı ezici bir üstünlüğe sahip olduğunu ve topyekûn savaştan ve kara saldırılarında aynı hataları tekrarlamaktan kaçınarak askeri üstünlüğü elde ettiğini göstermektedir.
İsrail basınında yer alan haberlere göre İsrail Hava Kuvvetleri’nin Hizbullah karargahını bombalaması ve Nasrallah’ı öldürmesi, New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılan İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu tarafından bizzat onaylandı. Bu durum bile İsrail askeri istihbaratının Nasrallah’ı fiziksel olarak ortadan kaldırma fırsat ve kabiliyetinden yoksun olmadığını, daha ziyade en uygun zamanı seçmek ve en iyi sonuçları elde etmek için düşünmek zorunda olduğunu göstermektedir.
Nasrallah’ın ortadan kaldırılmasının zamanlaması, İsrail’in Hizbullah ile çatışmasının hararetli bir aşamaya girdiği ve dünyanın önde gelenlerinin Birleşmiş Milletler’de toplandığı ve Netanyahu’nun doğrudan en geniş ve en etkili kitlenin önünde olduğu bir “zirve” anında, sadece İsrail’in üstün istihbarat ve operasyonel kabiliyeti için bir “gösteriş” değil, aynı zamanda uluslararası topluma ve “direniş eksenine” çifte bir meydan okumadır: İşlediği iddia edilen suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından aranmasını ve uluslararası kamuoyunun “savaşçılığı ve kana susamışlığı” nedeniyle kınamasını umursamamak, İsrail’in savaşa devam etmesini haklı çıkarmak ve savunmak.
Ayın 27’sinde yaptığı konuşmada Netanyahu şunları vurguladı: “Bu yıl buraya gelmeyi planlamamıştım; ülkem hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ancak bu kürsüde birçok konuşmacıdan ülkeme yönelik yalan ve iftiraları duyduktan sonra buraya gelerek gerçekleri ortaya koymaya karar verdim.” Konuşmasının başında salondaki İsrail yanlısı gruptan alkış sesleri yükselirken, daha fazla katılımcı protesto amacıyla salonu terk etti.
Netanyahu, Birleşmiş Milletler ve Lübnan’ı etkileşimde bulunacağı iki alan olarak seçerek İran ve “direniş eksenine” İsrail’in sonuna kadar savaşmaya kararlı olduğunu ve düşmanlarının çok cepheli saldırısından vazgeçmesi karşılığında Gazze’de ateşkesi kabul etmeyeceğini söyledi. Konuşmasında İran liderliğindeki güçleri İsrail’i yedi cepheden kuşatmakla ve bölgedeki pek çok sorunun arkasında olmakla suçladı. Netanyahu ayrıca İran’ı tehdit ederek “İran’da İsrail’in uzun kolunun ulaşamayacağı hiçbir yer yoktur ve bu tüm Orta Doğu için geçerlidir” dedi.
İngiliz Daily Telegraph gazetesine konuşan üst düzey bir İsrailli yetkili, Netanyahu’nun Genel Kurul ziyaretinin amacının İsrail’in Hizbullah karargâhına düzenlediği hava saldırısına bir yumuşama perdesi çekmek olduğunu söyledi. Gözlemciler, Netanyahu’nun BM Genel Kurul oturumu sırasında bu büyük askeri operasyonu onaylamasının, uluslararası topluma İran liderliğindeki “direniş eksenine” meydan okuyacak kadar güçlü olduğunu göstermeyi amaçladığını düşünüyor.
İsrail’in temmuz ayı sonunda Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi bombalaması, kasıtlı olarak İran’ın yeni cumhurbaşkanının yemin töreniyle aynı zamana denk getirilerek İranlı yetkilileri küçük düşürmek ve onlara meydan okumak için planlanmıştı. Hamas Haniye’nin intikamını alacak güce sahip değildi, İran da Filistinli ortaklarına olan kan borcunu ödeyecek motivasyona sahip değildi ve Haniye’nin intikamını ve hemen hemen aynı zamanda İsrail ordusu tarafından öldürülen Hizbullah lideri Fuad Şükür’ün intikamını, Hizbullah İsrail’e yönelik saldırılarını artırarak aldı. Bir anlamda İran’ın Tahran suikastının ardından gösterdiği itidal ve tereddüt İsrail’e çatışmayı tırmandırmak ve misilleme döngüsünü genişletmek gibi bir niyeti olmadığını gösterdi ancak İsrail’in de zayıflık göstermeye ve Hizbullah’ın yoğunlaşan saldırılarından İran’ı sorumlu tutmaya niyeti yok.
Nitekim Devrim Muhafızları Genel Komutan Yardımcısı Abbas Nilforuşan Lübnan’daki savaş alanında ölmesi, İran’ın Hizbullah’la olan bağlarının gerçekliğini ve İsrail’in İran’ın misilleme yapıp yapmamasını umursamadığını göstermektedir. İsrail’in genel olarak “direniş eksenini”, özel olarak da İran’ı aşağılaması bu kez daha da açık ve İran’ı köşeye sıkıştırmış durumda: İran uzun zamandır müttefiki olan Nasrallah’ın intikamını almak yerine kendi generali Abbas Nilforuşan kan borcunu ödemek zorunda. Eğer bir şey yapılmazsa, İran’ın “direniş ekseni” kampındaki etkisi ve cazibesi ciddi şekilde zayıflayacak ve hatta tüm Orta Doğu’nun jeopolitik oyununda bir “kağıttan kaplan” olarak görülecektir.
Nasrallah ve Nilforuşan’ın ölümlerinin ardından çeşitli medya kuruluşları sözde İranlı yetkililere dayanarak Dini Lider Ayetullah Hamaney’in ülke içinde güvenli bir yere nakledildiğini ve güvenlik önlemlerinin sıkılaştırıldığını duyurdu. Bu tür haberler mantık ve akıl dışıdır ve daha çok İsrail’in İran’ın imajını bozmak için yarattığı bir enformasyon ve kamuoyu savaşını andırmaktadır. Çünkü en azından şimdilik, İran’ın dini lideri Hamaney, İsrail tarafından görevden alınmak üzere hedef alınmayacaktır. Haniye’nin 1 Ağustos’taki cenaze töreninde Hamaney’in gökyüzüne baktığı ve bir insansız hava aracı saldırısından korktuğu da belirtilmişti. İran liderini kötüleyen tüm bu sözde raporlar aslında panik yaratmak ve İsrail’in sürekli aşağılamasına karşı İran’ın alt limitini araştırmak için tasarlanmıştır.
Her halükarda Nasrallah’ın ölümü, yeni bir lider seçmekte ve yetiştirmekte zorlanan Lübnan Hizbullah’ı için ağır bir darbedir ve bu kriz döneminde yıpranmış Hizbullah’a ve silahlı kuvvetlerine kimin açıkça liderlik edebileceği şüphelidir. Nilforuşan’ın ölümü İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bir darbe oldu ama İran’ın Süleymani suikastından sonra yaptığı gibi ABD hedeflerine füzelerle saldıracak cesareti var mı? Suriye’deki diplomatik ofislerinin bombalanmasından sonra yaptığı gibi İsrail’e füze ve insansız hava araçlarıyla sembolik olarak saldıracak mı?
Eğer İran daha önceki intikam sözlerini yerine getirir ve Nasrallah ve Abbas Nilforuşan’ın ölümlerine ek olarak misilleme yaparsa, bu kaçınılmaz olarak İsrail ile doğrudan çatışmanın tırmanmasını tetikleyecektir. İran sözlü tehditlerde bulunmaya devam ederse jeopolitik güvenilirliği büyük ölçüde sarsılacak ve bu da “Direniş Ekseni” için bir dönüm noktası anlamına gelecektir: İsrail’le boy ölçüşemeyecek bir koalisyon ve özellikle de ABD ve diğer Batılı ülkelerin İsrail’in güvenliğini savunmakta kararlı oldukları, Arap ülkelerinin ise genellikle kenarda kaldıkları yeni bir dönem.
Filistin-İsrail çatışması değişmedi, Lübnan-İsrail çatışması değişmedi, Suriye-İsrail çatışması değişmedi ve hatta İran-İsrail çatışması özünde değişmedi ama dünya değişti ve Orta Doğu değişti.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Savaş araçları, taş ve sopalardan zırh ve kılıçlara, toplardan tanklara, nükleer silahlardan siber saldırılara kadar uzanarak insanlık tarihi boyunca evrilerek değişti. Elbette savaşlar sadece askeri mücadele ile sınırlı değil; ekonomik, siyasi ve diplomatik alanlara uzanması normal. Artık savaşın dijital arenada da gerçekleştiği yeni bir dönemdeyiz. “Yeni nesil saldırı” olarak adlandırılan bu saldırı tipi, bir ülkenin düşmanını sadece fiziksel kuvvetle değil, teknolojik üstünlükle de zayıflatma stratejisine dayanıyor. Yeni nesil saldırılar, geleneksel askeri operasyonların ötesinde, siber saldırılar, elektronik harp, psikolojik operasyonlar ve hassas hedefli saldırılar gibi çok boyutlu teknikleri barındırıyor. Bu tür saldırılar, genelde düşmanı “felç” etme amacı güderek; düşmanın iletişim ağlarını veya savunma altyapısını devre dışı bırakmayı hedefliyor.
Bu bağlamda, şu ana kadar dünyanın farklı yerlerinde gerçekleşen siber saldırılarda genelde networklere sızılmış, hassas gizli veriler çalınmıştı. İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah mensuplarının çağrı cihazlarının ve telsizlerinin eş zamanlı olarak patlatılması ile ilk defa bu yaygınlık ve ölçekte fiziksel olarak can ve mal kaybı gerçekleşti.
Bu saldırıların ilk günü gerçekleşen çağrı cihazlarının patlaması teknoloji üstünlüğünden ziyade, koordine ve uzun süre fark edilmeden devam eden istihbarat faaliyetlerinin eylemidir. Tedarik zincirine sızılarak çağrı cihazlarının içine patlayıcı madde yerleştirilmesi Hizbullah tarafından büyük bir istihbarat zaafı. Üstelik bu cihazlar teslim alındıktan sonra Hizbullah militanları tarafından neredeyse 5 ay boyunca fark edilmeden kullanıldı. İkinci günkü yeni nesil saldırıda patlayan telsizlerin yanı sıra bölgedeki diğer elektronik cihazların da patladığı gözlemlendi. Solar panellerden tabletlere uzanan bir yelpazede gerçekleşen patlamaların elektromanyetik bir saldırı sonucunda gerçekleşmiş olma ihtimali mevcut.
Her ne kadar kayıplar nicelik olarak büyük ve Hizbullah’ın göreceli olarak üst düzey mensupları hedeflenmiş olsa da bu iki yeni nesil saldırıdaki amaç yalnızca Hizbullah kadrolarını demoralize etmek değildi. Psikolojik savaş taktiği olarak amaç sadece Lübnan halkına korku aşılamak, insanları terörize etmek değil; bu korkuyu her şeyi kapsayan ve kaçınılmaz hale getirmeyi amaçlayarak, İsrail’in her yerde olduğuna inandırmak: ceplerinde, kulaklarında ve hatta çocuklarının yatak odalarında.
Lübnan’da meydana gelen yeni nesil saldırılar tüm dünyada savaş algısını değiştirerek cepheden çok uzaklarda olsak bile evimizde, okulda, işyerinde, markette, berber koltuğunda elimizden düşürmediğimiz elektronik eşyalarımızla hedefe alınabileceğimizi gösterdi. Karamsarlık aşılamadan önlem almak için gecikmememiz adına, yeni nesil savaşlar muhtemelen düşündüğümüzden korkunç ve çoktan hayatımızın içinde.
Savaş büyür mü?
Yeni nesil saldırılarla gündemimizi sarsan ve hepimizi ürküten bu savaş nasıl evrilecek? İsrail, muhtemelen geniş çaplı bir kara harekâtı başlatmadan önce yeni nesil saldırıları ve hava saldırılarını tercih ediyor. Böylece olası büyük bir savaşı başlatmadan önce hem insanlara korku salmış oluyor hem de Hizbullah yönetimine ve üst düzey komutanlarına suikast düzenleyerek onları elimine ediyor. Güney Lübnan’daki ve Bekaa’daki Hizbullah mevzilerini hedef alarak, örgütün silah depolarını ve askeri altyapısını büyük ölçüde yok ediyor.
Güney Lübnan’daki 150.000’den fazla insanı evlerini terk etmek zorunda bırakmayı da bir savaş taktiği olarak uyguluyor. Bu İsrail’in savaşı nasıl idare etmek istediğine yönelik ipuçları içeriyor olabilir. Öncelikle ilan ettiği hedef olan Litani nehrinin güneyinde sivil halkı bölgeden uzaklaştırarak belki de bir kara harekâtına gerek duymadan askeri amaçlarına ulaşmak. İkincisi, zaten peşpeşe krizlerin altında ezilen Lübnan halkının, yerinden edilen Güney Lübnanlı göçmenler eliyle, yaşam şartlarını daha da ağırlaştırmak isteyebilir. İsrail’in burada beklentisi de cephe gerisinde destek yerine ağır eleştirilere maruz kalan Hizbullah’ın mücadele kapasitesini iyice azaltmak.
Hizbullah ise tam ölçekli bir savaşa girmeden önce taktiksel saldırılarla devam ediyor. Genelde kuzey İsrail’deki askeri tesisler ile sınırladığı saldırılarını Haifa’ya, Tel Aviv’e kadar taşımaya başladı. Ancak şimdiye kadar verilen tepkilerin sınırlı kalması, çoğu Hizbullah yanlılarını bile yeterince tatmin edebilmiş değil. Sivil halkın da çok ciddi bedel ödediği bu kritik dönemeçte bu bedelden sorumlu tutulan Hizbullah’ın İsrail için en küçük caydırıcılık üretememesi artık daha yüksek sesle dile getiriliyor.
Aslında Hizbullah, İsrail’in güç zehirlenmesi yaşayarak Hizbullah’ı hafife alıp bir kara harekâtına başlamasını körüklemek de istiyor olabilir. Olası bir kara harbinde üstünlük sağlayarak İsrail’e büyük zahiyatlar verdirmeyi umuyor olabilir. Dağlık ve ormanlık bir bölge olan Güney Lübnan’ı Hizbullah’ın özellikle Rıdvan gücü çok iyi tanıyor. Hizbullah’ın tünelleri de hesaba katılırsa İsrail’in kara harbi opsiyonundan elinden geldiğince kaçınmaya çalıştığını görüyoruz. Zira Hizbullah’ı kuzey sınırından uzaklaştırıp kendi vatandaşlarının güvenli eve dönüşlerinin sağlamanın ötesinde Litani Nehri gibi yani zengin bir su kaynağı da İsrail’in iştahını kabartıyor.
Bir yandan İsrail kara harekatı başlatarak Lübnan’ın içlerine gelmesi mümkün ama işgali uzun süre sürdürmesi ve bunu tolere edebileceği kayıplar ile başarması çok daha zor. 2006’da Beyrut’a kadar girmiş ve sonra Mavi Hat’ta kadar geri çekilmek zorunda kalmıştı.
Lübnan’ın Gazze’nin kaderini paylaşmasına ne engel olabilir?
İsrail kural ve sınır tanımazlığı ile bölgeyi ateşe atmaya devam ediyor ve önüne geçilmesi gerektiği her geçen gün daha da açık hale geliyor. Hizbullah’ın neredeyse yok olan komuta kademesine ve şimdiye kadar kayda değer caydırıcılık üretme iradesi ortaya koy(a)mamasına bakarsak cevap onlarda değil. Bölge ülkelerinin farklılıklarını bir kenara bırakıp İsrail’e karşı bir koalisyon kurma gerekliliği daha çok ön plana çıkıyor. İsrail kendisine “tehditleri” yok ettiğini düşünürken daha güçlü rakipler yaratıyor olabilir mi?
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
WSJ: ABD’nin İsrail’i dizginleme girişimleri sınırlı sonuç veriyor
Rusya istihbaratı: Putin’in nükleer uyarısı Batı’da yankı buluyor
Reuters: Kushner, Suudi Veliaht Prensi ile ABD-Suudi diplomasisini görüştü
“Rus casusu” olduğu iddia edilen balina Hvaldimir’in ölüm nedeni belli oldu
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Apollo, Intel’e “multi-milyar dolarlık” yatırım teklif edecek
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Statüko için radikal akademisyenler: Butler, Harris’e bağış yaparsa…
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Taylor Swift, Cumhuriyetçileri yabancılaştırmayı göze alamaz
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Kuzey Irak sandığa gidiyor: Hasar kontrolü mü, yeniden yapılanma mı?
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in “hedefe yönelik infaz” politikasının tehlikeli tırmanışı ve genişlemesi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Yeni nesil saldırılar
-
ORTADOĞU6 gün önce
Hizbullah’ın olası yeni lideri: Haşim Safiyuddin kimdir?