Bizi Takip Edin

DİPLOMASİ

Kuzey Afrika’nın IMF sınavı

Yayınlanma

Ekonomilerinin yapısal sorunlarının yanı sıra Kovid-19 sonrası küresel enflasyon ve yükselen faiz oranları ile Rusya-Ukrayna savaşının etkileri Kuzey Afrika ülkelerini son yılların kötü ekonomik tablosuyla karşı karşıya bıraktı. Ciddi ekonomik krizle boğuşan Mısır, Tunus ve Fas dış finansman sorunu yaşıyor.  

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Kuzey Afrika ülkelerinin geçmişten bugüne IMF’den borçlanma serüvenine mercek tutuyor. Bugüne kadar IMF’nin dayattığı ekonomik politikalar, birçok Afrika ülkesinde az gelişmişlik, açlık, toplumsal gerginlik, politik çatışmalar, anayasal krizler ve toplumsal ayaklanma gibi köklü sonuçlar doğurdu. Makalenin yazarı bu başarısızlığı büyük oranda IMF programlarını uygulamayan yerel yöneticilere fatura etse de bu programlara harfiyen uyan ülkelerin bugün karşılaştığı ekonomik tablo, bu savın gerçek olmadığını kanıtlıyor.

Ekonomik eşitsizliği körükleyen IMF dayatmaları nedeniyle “sütten ağzı yanan” pek çok ülke bugün alternatif yollar tükenene kadar IMF’nin kapısını çalmakta tereddüt ediyor. Aşağıdaki makale, bu tereddüdün nedenlerini sayısal olarak açıklamaya çalıyor:

***

Borç batağında: Kuzey Afrika’nın IMF ile karmaşık ilişkisine bakış

Kawthar Zantour

Mısır, Tunus ve Fas, toplam 20,5 milyar dolar olduğu tahmin edilen borçlarıyla IMF’den en fazla borç alan Arap ülkeleri.

Kuzey Afrika ülkelerinin Uluslararası Para Fonu (IMF) ile yaşadıkları deneyimler genellikle beklenen sonuçların elde edilememesi ile sonuçlandı. Bazı ülkelerin peşini iflas korkusu bırakmazken, bazıları da yapısal reformları yeniden hayata geçirme tehdidiyle karşı karşıya.

Mısır, Tunus ve Fas 25 Ağustos 2023’te açıklanan son verilere göre toplam 20,5 milyar dolar olduğu tahmin edilen borçlarıyla IMF’den en fazla borç alan Arap ülkeleri konumunda.

Buna Mısır’ın 16.68 milyar dolar, Fas’ın 1.9 milyar dolar ve Tunus’un 1.83 milyar dolarlık borcu da dahil.

Bu arada Cezayir fondan en son 1990’larda kredi almıştı. Cumhurbaşkanı Abdülmecid Tebbun, dış borçlanmanın ulusal egemenliğe zarar verdiğini savunduğundan ülke karşılaştığı tüm krizlere rağmen yeniden borç almayı reddetmekte kararlı.

Libya, Albay Muammer Kaddafi’nin iktidarının son anlarına kadar IMF’nin alacaklı üye ülkeleri arasındaydı. Hatta IMF’nin aynı yılın ağustos ayında yayınladığı rapora göre Mart 2011 sonuna kadar küresel borç veren ülke olarak kaldı.

Ayrıca Kuzey Afrika’da 2013’ten bu yana IMF programlarına dahil olmayan tek ülke. Kurum, ülkedeki silahlı çatışmaları gerekçe göstererek on yıllık bir aradan sonra bu yılın ilk yarısında ülkeyi izlemeye yeniden başladı.

Bu, IMF borçlanmasına geri dönüşleri, kendi devrimlerinin getirdiği büyük değişikliklerin ilk tezahürü olan diğer iki Arap Baharı ülkesi olan Mısır ve Tunus’tan farklı.

Mısır’ın devam eden mücadelesi

Mısır’ın IMF ile olan deneyimi diğer Kuzey Afrika ülkelerinden farklı. Ağır borç portföyü onu IMF’den borç alanlar listesinde Arjantin’den sonra dünyada ikinci sıraya yerleştiriyor.

Mısır, on yıllar boyunca yedi anlaşma imzalayarak fon ile çeşitli finansman programlarından yararlandı.

Bunlardan 186 milyon dolar değerindeki ilki Başkan Enver Sedat döneminde, ekonomik istikrar programının (1977-1981) parçası olarak imzalandı. Sonuncusu ise Ekim 2022’de 3 milyar dolar tutarında “genişletilmiş kredi kolaylığı” kapsamında imzalandı.

Mısır’ın IMF ile ilişkisi inişli çıkışlı bir seyir izliyor. İlişki Kahire’nin 1945 yılında fona üye olmasıyla başladı. Geçen 78 yıl boyunca ülke, sertlik, reddedilme ve umursamazlığın bir kombinasyonuyla karşılaştı.

2016’daki “başarılı” anlaşmanın ardından Kahire, üst düzey fon yetkililerinden büyük takdir ve övgü aldı. Ancak daha sonraki gelişmeler, Mısır tarihindeki en yüksek kredi miktarı (12 milyar dolar) ve hayal kırıklığı yaratan sonuç göz önüne alındığında, bu başarının göreceli olduğunu hatta hiç olmadığını gösterdi.

Kredi, IMF’nin “makroekonomik kırılganlıkları ele alma ve kapsayıcı büyüme ve istihdam yaratmayı teşvik etme” hedeflerine ulaşamadı.

2016 anlaşması Mısır’ın son derece sorunlu ekonomisi için kaçırılmış bir fırsat olabilir. Bu dönemde Kahire, ekonomik toparlanma programını finanse etmek ve kredi anlaşmasında yer alan bazı reformları uygulamak için önemli dış kaynakları (10 milyar dolardan fazla) harekete geçirmeyi başardı.

Ancak, sonuçlar nihayetinde benimsenen politikalarda eksiklikler olduğunu gösterdi ve ülke 2020’de iki farklı finansman türü için IMF’ye geri dönmek zorunda kaldı. Bunlardan ilki, 2.77 milyar dolar değerindeki Hızlı Finansman Aracı Programı kapsamında geldi.

İkincisi ise ülkenin Kovid-19 salgınının etkileriyle mücadelesini desteklemek üzere 5.2 milyar dolarlık acil yardım programının bir parçası olan bir “onay anlaşması”ydı. Bir başka anlaşma da geçen yılın sonlarında imzalanmıştı.

Mısır ayrıca IMF’nin döviz kıtlığı çeken 70 kadar ülkeyi desteklemeyi amaçlayan Dayanıklılık ve Sürdürülebilirlik Fonu kapsamında 2023 yılı sonuna kadar 1.3 milyar dolarlık yeni IMF kredisi talebinde bulundu.

Genel olarak, Mısır’ın IMF ile devam eden ilişkisine dair değerlendirmelerin tutarlı olduğu görülüyor.

Ülkenin 1991 yılında 375 milyon dolar değerinde (ve Başkan Hüsnü Mübarek döneminde yapılan) anlaşma, ülkenin krizler tarihinde potansiyel bir zirve noktası olarak öne çıkıyor. Kayda değer sosyal yansımalarına rağmen bu anlaşma, özellikle ülkenin iki kez Paris Kulübü’ne başvurmak zorunda kalmasıyla kıyaslandığında, dönüm noktası niteliğinde bir olay olarak kabul ediliyor.

Bu anlaşmanın şartları birçok olumlu sonuca yol açtı. Bunlar arasında harcamaların rasyonelleştirilmesi, sübvansiyonların aşamalı olarak kaldırılması, ücret yükünün ve kamu sektörü harcamalarının azaltılması, bankacılık sektöründe reform yapılması ve İş Hukuku ile özelleştirme tedbirlerinin yürürlüğe konulması yoluyla bütçe açığının azaltılması yer alıyor.

Buna ek olarak, etkili vergi politikası reformlarını benimseme, dış ticaretin serbestleştirilmesi, gümrük kısıtlamalarının hafifletilmesi ve yabancı yatırımı teşvik eden yasaların getirilmesi gibi önlemler alındı.

Anlaşma genellikle Mübarek rejiminin gücü ve ülkenin savaşlar, ekonomik şoklar ve mali sıkıntılardan sonra istikrara duyduğu ihtiyaç sayesinde birçok kişi tarafından başarılı olarak görüldü.

Ancak, rejimin o dönemdeki siyasi pragmatizmi olmasaydı anlaşmanın yetersiz kalacağını düşünenler de vardı. Irak savaşına girme kararı, Paris Kulübü üyelerinin toplam dış borcunu yarı yarıya azaltmayı kabul etmesiyle mali desteğin kapılarını açtı. Sonuç olarak, 1990’da GSYİH’nin %106.9’u olan borç 2001’de yaklaşık %27’ye düştü.

Tunus’un Karmaşık Durumu

Aynı dönemde, 1990’ların başında, en büyük IMF borçluları listesindeki ikinci Arap ülkesi olan Tunus, liberal uzmanların yapısal reform programının başarısı olarak gördükleri şey sayesinde ekonomisinde büyük bir sıçrama kaydetti.

O dönemde ülkenin Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali yönetimindeki rejimin IMF’nin tavsiyelerine oldukça iyi uyduğu düşünülüyordu.

Komşu ülkeler Fas ve Cezayir de benzer durumdaydı ve bu durum bölgedeki rejimlerin (Libya hariç) IMF’yi bir kurtarıcı olarak kullanmasına yol açtı. Bu durum ciddi mali açıkların, döviz rezervlerinin çöküşünün ve dış borçlardaki rekor artışın bir sonucuydu.

Tunus’a gelince, eski lider Habib Burgiba ile Amerika arasındaki stratejik ilişkiler sayesinde fon, Tunus’un uzun süreli finansman ortağı haline gelmişti.

Tunus’un o dönemdeki başbakanı Raşid Sfar, yapısal reform programının bir parçası olarak 1986 yılında imzalanan ve en önemli -ama en tehlikeli ve sosyal açıdan en acımasız- anlaşma olarak kabul edilen anlaşmayı destekledi.

Tunus ile IMF arasındaki anlaşmalar köklü ve sürdürülebilirdi. Bu ilişkiler 1964’ten 1991’e kadar kesintisiz devam etti. Ancak bundan sonraki yirmi yıl boyunca Tunus IMF’den tek bir dolar bile borç almamayı başardı. Bu büyü, 2013 yılında fonun kapısını tekrar çalınca bozuldu.

1984 yılına gelindiğinde IMF, sübvansiyonların kaldırılması da dahil reformların başlatılmasını şart koştu ve bu da Tunus’taki “ekmek isyanlarını” tetikledi. Bu şiddetli gösterilerde IMF’nin kemer sıkma programı nedeniyle artan ekmek fiyatları protesto ediliyordu.

İki yıl sonra Tunus, kamu sektöründe istihdamın azaltılması, faiz oranlarının yükseltilmesi, iç borçlanmanın sınırlandırılması, kamu harcamalarının azaltılması, dolaylı vergilerin artırılması, yabancı yatırımların teşvik edilmesi ve 560 devlet şirketinin özelleştirilmesi gibi daha acı kemer sıkma politikalarını beraberinde getiren bir anlaşma imzaladı.

Dünya Bankası raporuna göre bu anlaşma, ülkenin en kötü durumdan kurtulmasına yardımcı oldu ama aynı zamanda “ailelerin egemenliği” olarak adlandırılan bir dönemi de başlattı.

2019 yılında, geçiş dönemi adaletinden sorumlu bir kamu kurumu, IMF’ye mektup yazarak 1991 anlaşmasından kaynaklanan politikaların mağdurları için bir özür ve mali tazminat talep etti. Ayrıca Tunus’un gayrimeşru olduğunu düşündükleri borçlarının “iktidardaki ailelerin yararına kullanıldığı” için iptal edilmesi çağrısında bulundular.

Tunus 2011’den bu yana biri 2013’te, biri 2016’da ve biri de Kovid-19’un etkileriyle mücadele için 2020’de olmak üzere IMF ile üç finansman anlaşması imzaladı.

Ancak Tunus’un son on yılda IMF ile yaşadığı deneyim, 1960’ların sonundan 1990’ların başına kadar uzanan deneyimlerden büyük ölçüde farklı oldu.

Siyasi istikrarsızlık ve birbirini izleyen hükümetlerin beceriksizliği nedeniyle reformlar hayata geçirilemedi.

Ülke 25 Temmuz 2021’de geçiş dönemine girdikten sonra durum daha da kötüleşti. 1.9 milyar dolarlık yeni anlaşma, Devlet Başkanı Kays Said’in sözde diktaları reddetmesi ve 1984 ekmek devriminin tekrarlanmasından korkması nedeniyle bozuldu.

Cezayir ve Fas

Tunus’un iki dost olmayan komşusu Cezayir ve Fas’ın IMF ile farklı bir ilişkisi var. İki ülke 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında yapısal reform programlarını uygularken benzer zorluklar yaşadı.

Fas, 2012 yılından bu yana, ihtiyati ve likidite sınırı kapsamında her biri yaklaşık 3 milyar dolar değerinde olmak üzere art arda dört anlaşmadan yararlandı. Son anlaşma Nisan ayında 5 milyar dolarlık esnek kredi hattı kapsamında yapıldı.

Ancak Cezayir geçmiş deneyimlerinden ders aldı. Cezayir, hem Mağrip’in en büyük ekonomisi hem de 1963 yılında IMF’ye katılan bölgedeki son ülke.

Cezayir’in mevcut siyasi liderliği, hangi zorlukla karşılaşırsa karşılaşsın IMF’den borç alma alışkanlığını canlandırmayı reddediyor.

Cumhurbaşkanı Tebbun bunun her şeyden önce “ulusal egemenliği korumanın” bir yolu olduğunu ve ikinci olarak da 1994 anlaşmasını yeniden yaşamak istemediklerini söylüyor.

Tebbun’un yorumları Kovid-19 krizi sırasında geldi. Cezayirli yetkililer krizi yönetmek için bütçelerini yarı yarıya azaltarak bir kemer sıkma politikası benimsedi.

1990’ları “yapısal reformlar” yoluyla acı bir şekilde yaşayan Kuzey Afrika ülkelerinin aksine, IMF ile Cezayir arasındaki ilişki eşler arası bir ilişkiye dönüştü.

Ülkenin döviz rezervlerinde büyük bir toparlanma yaşandı ve bu da Maliye Bakanı Karim Judy’nin 2012’de Parlamento’da hükümetin IMF’ye 5 milyar dolar borç verme kararını savunurken “uluslararası finans kurumları içinde nüfuzunu” artırma olasılığını ortaya çıkardı.

Ancak 2018’de Cezayir Merkez Bankası Başkanı bu miktarın IMF’ye aktarıldığını yalanladı ve Cezayir’in de diğer 60 ülke gibi istisnai küresel koşullar halinde fonun emrine 5 milyar dolar vermeyi taahhüt ettiğini vurguladı.

Bu arada IMF’ye 1958 yılında katılan Fas, IMF’den yüklü miktarda borç almaya devam etti. Siyasi istikrarı nedeniyle kurumla olan ilişkisi daha esnekti.

Özellikle “Arap Baharı üçlüsü” Mısır, Tunus ve Libya ile kıyaslandığında konumu nispeten güçlü. Ayrıca, halk protestolarının Cumhurbaşkanı Buteflika’nın iktidarını sona erdirmesinin ardından değişikliğe giden Cezayir’e kıyasla da iyi durumda.

Fas 1983 yılında borçlarını ödeyemez duruma düşmüştü. Bu başarısızlık, ülkeyi ciddi mali dengesizlikler, 1983’te GSYH’nin %12’si oranında bütçe açığı ve kamu borcunun GSYH’nin %82’sine yükselmesi ve döviz rezervlerinin ancak iki günlük arzı karşılamasıyla mücadele için 1993’e kadar süren bir yapısal uyum programına girmeye zorladı.

Libya… istisna

Libya, Kuzey Afrika ülkeleri arasında bir istisna olarak öne çıkıyor. IMF’den hiç kredi almadı.

1958 yılında fonun üyesi olan Libya, 2012 yılında geçiş hükümeti lideri Abdürrahim el-Keib’in kararıyla payını güçlendirdi. Ülkenin 1,121,000 çekme hakkı birimini (yaklaşık 1,735,000 dolar değerinde) 1,573,000 birime (yaklaşık 2,430,000 dolar değerinde) yükselteceğini duyurdu.

Libya IMF ile “gururla” ilgileniyor ve bu sayede görece özgürlüğün tadını çıkarıyor.

Bingazi Üniversitesi’nde ekonomi profesörü olan Dr. Attia Al-Mahdi Al-Fitouri basına yaptığı açıklamada “Libya fondan hiçbir zaman kredi almadı, krediye ihtiyacı yok ve bu nedenle krediye ihtiyacı olan ve vatandaşlarına sert kemer sıkma politikaları uygulamak zorunda olan ülkelerin aksine fonun kural ve yönergelerini ihlal edebilir” dedi.

Farklı öncelikler

IMF ile ilişkiler söz konusu olduğunda Kuzey Afrika ülkelerinin farklı öncelikleri var.

Öncelikle Cezayir ve Libya IMF’nin kendi politikalarına doğrudan müdahale etmesini istemiyor. Fonla ilişkileri tartışmalı, zira tutumları fonun raporlarını sorgulamaktan, onu “değersiz bir danışmanlık ofisi” olarak görmeye kadar değişiyor.

Öte yandan Fas, yapısal uyum programına geri dönmemek için elinden geleni yapıyor. 1980’lerdeki program beraberinde geniş çaplı sorunlar doğuşmuş ve o dönemde maliye bakanı olan Fas Merkez Bankası başkanından uyarılar almıştı.

Bu arada Mısır, IMF’den daha fazla esneklik istiyor. Carnegie Orta Doğu Merkezi, 6 Temmuz 2023’te yayınladığı bir raporda, ülkenin reformları, özellikle de döviz kurunun serbestleştirilmesini uygulamadaki başarısızlığı nedeniyle fonun Mısır’a alışılmadık bir sertlikte yaklaştığını belirtti.

Mısır’ın en önemli önceliği yıl sonuna kadar 3.86 milyar dolarlık kısa vadeli ve 11.38 milyar dolarlık uzun vadeli borcun geri ödenmesini sağlamak.

Temerrüde düşmek, IMF ile henüz bir anlaşmaya varamamış olan Tunus için de endişe kaynağı.

Bugün Tunus ve Mısır IMF için iki kronik vakayı temsil ediyor.

Son 10 yılda sayısız başarısız ve sonuçsuz “reform” programı uygulama girişiminde bulunan bu iki ülke, ekonomik, mali ve sosyal krizlerini daha da derinleştirdi.

DİPLOMASİ

CIA ve MI6’in Skripal komplosu ifşa oldu

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: 2018 yılında İngiltere’nin Salisbury kentinde eski Rus çifte casus Sergey Skripal ve kızı Yulya’nın zehirlenmesi olayı ve bunun ardından Dawn Sturgess’ın hayatını kaybetmesiyle ilgili soruşturma, İngiltere ve ABD istihbarat kurumlarının bu olaylardaki olası rolünü ortaya koyan yeni ifşalarla gündeme geldi. Soruşturma esnasında, Skripal’lerin ifadelerinin engellenmesi ve delil niteliğindeki sorgu kayıtlarının kullanılmaması, İngiliz hükümetinin soruşturmayı manipüle etme çabaları olarak değerlendirildi. Ayrıca hem CIA’in hem de MI6’in, Rus suikastçılar olarak tanıtılan Ruslan Boşirov ve Aleksandr Petrov’un İngiltere’ye gelişlerinden önceden haberdar olduğu öne sürüldü. Bu durum, olayın bir komplo olabileceği şüphelerini artırdı. Sızdırılan CIA yazışmalarında, olaydan hemen önce üst düzey CIA yetkililerinin “acilen” Mike Pompeo ile görüştüğü, bu toplantının Boşirov ve Petrov’un Londra’ya uçak bileti almasının hemen ardından gerçekleştiği ortaya çıktı. Rus ajanları olduğu iddia edilen bu kişilerin İngiltere’ye kolayca giriş yapabilmesi, önceden düzenlenmiş bir tuzağa işaret ediyor olabilir. İngiliz ve Amerikan istihbarat kurumlarının Salisbury olayındaki rolü ve olayın manipüle edildiği yönündeki kanıtlar artarken, ana akım medya bambaşka bir hikâye anlatıyor.


CIA ve MI6’in Skripal komplosu ifşa oldu

Kit Klarenberg, Global Delinquents

14 Ekim’de, İngiltere vatandaşı Dawn Sturgess’ın Temmuz 2018’de, Rus suikastçılar tarafından İngiltere’de bırakıldığı iddia edilen Noviçok sinir gazıyla temas ettikten sonra hayatını kaybetmesine ilişkin uzun süredir beklenen soruşturma nihayet başladı.

Şimdiden, bu kamuoyuna açık şov duruşması, Mart 2018’de Salisbury’de GRU kaçakları Sergey Skripal ve kızı Yulya’nın zehirlenmesine dair resmi anlatıyı ciddi şekilde zayıflatan çarpıcı kanıtlar ortaya koydu.

Bu ifşalar, İngiliz devletinin soruşturmayı sabote etme ve gerçeği ortaya çıkarmasını engelleme çabalarına rağmen gün yüzüne çıktı.

Örneğin, Skripal’lerin ifade vermesi engellendi, oysa kendileri bunu resmi olarak talep etmişti. Görünüşe göre, Rusya istihbaratının çifti tekrar hedef alma riski o kadar büyük ki, o dönemdeki polis sorgularının video kayıtları bile delil olarak kabul edilmiyor.

Aynı zamanda, İngiliz istihbarat ve güvenlik kurumlarının ne bildiği ve bunu ne zaman öğrendiği gibi acil bir soru, ele alınmayacak.

Bununla birlikte, iki Rus’un Skripal’leri öldürmeye teşebbüs etmekle suçlanmadan önce İngiltere’ye geldiklerinden hem İngiliz hem de Amerikalı casusların haberdar olduğunu gösteren birincil kaynak kanıtlar yıllardır göz önünde duruyor.

Bu ön bilginin CIA ve MI6’in başarısız suikast girişiminin ardında olduğunu ima edip etmediği yorumlara açık olabilir ama Rusların Salisbury’deki varlığının kötü amaçlar için kullanıldığına dair şüphe bırakmayan işaretler var.

Ocak 2021’de Amerikan denetim grubu American Oversight, Ocak 2017 ile Nisan 2018 tarihleri arasında CIA Direktörü olan Mike Pompeo’nun kişisel adresinden gönderilen ve alınan yüzlerce e-postayı yayımladı.

Bu e-postaların birçoğu, resmi kurum yazışmaları olup, son derece hassas konuların kayıt dışı olarak ele alındığını gösteriyordu. ABD Ulusal Güvenlik Yasası kapsamında ağır şekilde sansürlenmiş olan bu belgeler, 1 Mart 2018’de Pompeo’ya iki üst düzey CIA görevlisinin “son derece acil bir konuda” şahsi bir toplantı talep ettiğini ortaya koyuyor.

Görevliler, “Erişilebilir bir fırsat söz konusu, fakat aciliyet nedeniyle sizin müdahaleniz gerekiyor… Bu fırsatın oldukça umut verici olduğuna ikna oldum,” şeklinde açıklama yapmışlardı.

Pompeo, bu talebe olumlu yanıt verdi ve ertesi sabah erkenden toplantı gerçekleşti. Bu gizli zirvenin önemini vurgularcasına, e-postalar, CIA yöneticilerinin 2 Mart sabahının erken saatlerinden itibaren bu “olumlu fırsatı” teşkilatın başkanına sunmaya hazırlandığını gösteriyor.

Daha da tüyler ürpertici olan ise, Pompeo’nun plana onayını talep eden ilk e-postanın, Ruslan Boşirov ve Aleksandr Petrov’un –Skripal’ın sözde suikastçıları– Moskova’dan Londra Gatwick’e uçak biletlerini satın almasından yalnızca yarım saat sonra gönderilmiş olması.

Boşirov ve Petrov’un, Rus istihbaratınca uydurulduğu iddia edilen, neredeyse hiç resmî geçmişe sahip olmayan iki sahte kimlikle, İngiltere’ye girmeleri için gerekli olan zorlayıcı çoklu giriş vizesini nasıl aldıkları hâlâ tam olarak açıklığa kavuşturulmuş değil.

Mevcut kurallar ve düzenlemeler çerçevesinde bu tür bir vize almaları neredeyse imkânsız görünüyordu. Bu durum, İngilizlerin önceden tertip ettiği bir tuzağa düşüp düşmediklerini sorgulamamıza yol açıyor. Eğer bu bir tuzaksa, MI6’in bu tuzağa CIA’i de dâhil etmeye çalışmış olabileceği ihtimali gündeme geliyor.

Pompeo’ya e-posta gönderen kişinin kimliği gizlenmiş olsa da o dönemde CIA başkan yardımcısı olan Gina Haspel bu rol için açık bir aday olarak öne çıkıyor.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce casus toplama operasyonlarında uzmanlaşarak kariyerine başlayan Haspel, yıllardır sert bir Rusya karşıtı olarak biliniyor. Haspel, CIA’in Londra istasyon şefi olarak iki kez görev yaptı: 2008-2011 ve 2014-2017. Sergey Skripal, ilk görev süresi sırasında, Haspel’in uzun süredir işbirliği yaptığı CIA Moskova istasyon şefi Daniel Hoffman’ın müzakere ettiği büyük bir casus takasıyla Temmuz 2010’da İngiltere’ye gelmişti. Hoffman, Salisbury olayından Rusya’yı sorumlu tutan ilk kaynaklardan biriydi.

Haspel’in Londra’daki “beklenmedik” ikinci görev döneminde, Skripal’in Rusya ile devam eden bağları ve memleketine dönme arzusu İngiliz istihbaratınca biliniyor olmalıydı.

İlginç bir şekilde, BBC’nin deneyimli muhabiri Mark Urban, zehirlenmeden bir yıl önce GRU kaçağıyla kapsamlı mülakatlar gerçekleştirdi. Urban, Skripal’in “MI6 tarafından satın alınmış evinde otururken bile Kremlin’in söylemlerini benimseyen utanmaz bir Rus milliyetçisi” olduğunu yazmıştı.

Dikkat çekici bir tesadüf olarak Urban, Skripal’in MI6 tarafından işe alınıp yönlendirildiği sırada Pablo Miller ile aynı tank birliğinde görev yapmıştı. Miller aynı zamanda Salisbury’de Skripal’in komşusuydu.

Bunun yanı sıra, GRU kaçağıyla aynı kaderi paylaşan eski Kremlin yetkilisi Valeriy Morozov, Skripal’in Rusya’nın Londra Büyükelçiliği ile “düzenli” olarak temas hâlinde olduğunu ve burada Rus askeri istihbarat yetkilileriyle “her ay” görüştüğünü iddia etti.

Ayrıca, Sergey ve Yulya’ya yönelik olduğu iddia edilen sinir gazı saldırısının Moskova tarafından düzenlendiği fikrini kesin bir dille reddetti:

“Putin’in bunun arkasında olması imkânsız. Kremlin’in nasıl çalıştığını biliyorum, orada görev yaptım. Skripal kim ki? Putin için hiçbir şey ifade etmiyor. Putin onunla ilgilenmez. Kremlin’de eski bir istihbarat görevlisi hakkında konuşan kimse yok. Bunun için bir sebep yok. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi Kremlin açısından daha tehlikeli olur.”

Gina Haspel’e bu bilgilerin iletilmediği fikri, gerçeklik sınırlarını zorluyor. The Washington Post, Haspel’in İngiltere’de geçirdiği süre boyunca CIA ile MI6 arasındaki ilişkinin kişisel “kilit noktası” hâline geldiğini ve teşkilatın “en önemli yabancı ortağı” olan MI6 ile bağları güçlendirdiğini bildirmişti.

İngiliz meslektaşları, gazeteye verdikleri demeçlerde Haspel hakkında, “Onları çok iyi tanıyor… Ona ‘onursal İngiliz masa memuru’ diyorlar,” şeklinde övgüler yağdırmıştı.

Haspel, bu deneyiminden düzenli olarak yararlanarak Londra ile Washington arasındaki “transatlantik ittifakı” dengelemeye çalıştı; bu ilişki, kendisinin Mayıs 2018 ile Ocak 2021 arasında CIA Direktörü olduğu dönemde sık sık gerilim yaşadı.

Bu gerilimlerin önemli bir kısmı, Trump’ın İngiliz kaos ajanlarını “Amerikan istihbaratıyla işbirliği yaparak başkanlık kampanyasına müdahale etmekle” suçlamasından kaynaklanmıştı. Bu suçlamalar, “İngiliz hükümetinin en üst kademelerini sarsmıştı.” The Washington Post, Haspel’in MI6 ile ilişkileri stabilize etme çabalarının örneklerinden biri olarak, Londra’nın Salisbury olayının ardından teşvik ettiği, Batı genelinde Rus diplomatların sınır dışı edilmesi konusunda isteksiz olan Trump’ı ikna etmesini gösteriyor.

Haspel’in Trump’ı Salisbury konusundaki tavrını nasıl değiştirdiği, Nisan 2019’da ortaya çıktı. The New York Times, Trump’ın başlangıçta Skripal’in sözde zehirlenmesini küçümsediğini ve yanıt vermeyi reddettiğini bildirmişti.

Trump, saldırıyı “meşru casus oyunları, nahoş ama casusluk sınırları içinde” olarak değerlendirmişti. Ancak Haspel, Trump’ı Rusya Büyükelçiliği personelini ABD’den sınır dışı etme gibi “güçlü bir alternatifi” benimsemeye ikna etmeyi başardı. Bu süreçte, İngiltere’den sağlanan “duygusal görüntülerden” faydalandı:

“Haspel, Trump’a İngiliz hükümetinin kendisine sağladığı, Noviçok sinir gazından etkilenerek hastalanan küçük çocukların hastanede tedavi gördüğü fotoğrafları gösterdi. Ardından, Rus casuslarının özensiz çalışması sonucu yanlışlıkla öldüğü belirtilen ördeklerin fotoğrafını gösterdi… Trump, hastalanan çocukların ve ölen ördeklerin görüntülerine takıldı. Brifingin sonunda güçlü alternatifi benimsedi.”

The New York Times’ın bu ifşası, özellikle “duygusal görüntüler” daha önce ana akım medyada hiç yayımlanmadığı veya zikredilmediği için büyük yankı uyandırdı.

Skripal’lerın 4 Mart 2018’de Salisbury’nin Avon Playground adlı parkında üç yerel çocuğa ördek beslemeleri için ekmek verdiklerine dair haberler başlangıçta yaygın olarak medyada yer bulmuştu.

Fakat, hiçbir medya organı, hükümet yetkilisi, sağlık çalışanı veya emniyet görevlisi daha önce çocukların veya su kuşlarının Noviçok ile temas sonucu “hastalandığını” iddia etmemişti. Bilakis, olayın aksini gösteren bilgiler bulunmaktaydı.

26 Mart 2018’de, Daily Mail şu haberi yayımladı: Skripal’lerdan ekmek alan ve bir kısmını yediği iddia edilen çocuklar, “zehirlenme korkusuyla kan testi yapılmak üzere hastaneye götürüldü ama kısa sürede hiçbir sağlık sorunları olmadığı anlaşılınca taburcu edildi.”

Dahası, The New York Times haberinin yayımlanmasından iki gün sonra, İngiliz sağlık yetkilileri bir açıklama yaparak, haberi tamamen yalanlamış ve Noviçok maruziyeti nedeniyle hiçbir çocuğun Salisbury’de hastaneye kaldırılmadığını doğruladı.

The New York Times, makalesinde köklü değişiklikler yaparak Haspel’in Trump’a İngilizlerin sağladığı Noviçok kurbanlarının fotoğraflarını gösterdiği iddiasını tamamen çıkardı.

Bunun yerine, gazete “sinir gazı saldırılarının sonuçlarını gösteren fotoğraflar sunduğunu, ancak bunların İngiltere’deki kimyasal saldırıyla ilgili olmadığını” belirtti. Bu görüntülerin gerçekten var olup olmadığı ve İngiliz istihbaratınca Trump’ı Rusya karşıtı sert bir tavır almaya yönlendirmek için sahte olarak üretilip üretilmediği, aradan geçen beş buçuk yılda hâlâ netlik kazanmış değil.

Bu soruların açıklığa kavuşmamış olması, İngiliz casuslarının yıllardır Moskova’yı hedef alan küresel bir diplomat tasfiyesini -tüm gücüyle bir savaşa hazırlık olarak- planladığı ve umduğu gerçeğini daha da dikkat çekici hâle getiriyor.

Örneğin, Ocak 2015’te MI6/NATO destekli Institute for Statecraft (IFS), Rusya’da “rejim değişikliği” hedefi için kullanılabilecek “potansiyel araçları” detaylandıran bir belge yayımlamıştı. Bu araçlar arasında diplomasi, finans, güvenlik, teknoloji, sanayi, askeriye ve kültür yer alıyordu. Üç kez tekrar edilen bir “araç” şunu öne sürüyordu: “Mümkün olduğu kadar çok ülkeden [Rus] istihbarat subayını ve hava/savunma/deniz ataşesini eşzamanlı olarak sınır dışı etmek (küresel Operation Foot).”

Operation Foot, Eylül 1971’de 105 Sovyet yetkilisinin İngiltere’den sınır dışı edilmesiyle sonuçlanmış bir operasyondu. Mart 2018’de Salisbury olayı sonrası Londra’nın 26 ülkeyi -tabii ki ABD dâhil- 150’den fazla Rus diplomatı sınır dışı etmeye ikna etmesi üzerine, ana akım medya organları bu tarihi olaya atıfta bulunmuştu.

Böylece IFS, uzun süredir arzuladığı “Britanya ve Batı’nın kazanabileceği türden eski usul silahlı çatışmaya” bir adım daha yaklaşmış oldu.

Bugüne hızlıca geldiğimizde Britanya ve Batı, o çatışmayı tamamen kaybetme eşiğinde görünüyor. Öte yandan, Salisbury olayının sürekli değişen resmi anlatısı hem büyük hem küçük şekillerde radikal olarak kaymaya devam ediyor.

Dawn Sturgess soruşturmasında, şimdiye kadar medyada yer bulan tüm haberlerin aksine, Skripal’ların ördekleri beslemek için ekmek verdiği çocuklardan birinin aslında “hastalandığı” ve arkadaşlarıyla birlikte “bir iki gün boyunca kendini kötü hissettiği” ifade edildi.

Bu yeni iddialar, İngiliz makamlarının 4 Mart 2018 sabahı Sergey’in evinin kapı tokmağına sürülen Noviçok’un Skripal’leri zehirlediği yönündeki tartışmalı açıklamalarına uyum sağlıyor. Ancak sonraki soruşturmalar, eldeki kanıtların -Yulya Skripal’ın hasta yatağından verdiği ifadeler dâhil- çiftin başka bir yerde, başka bir zamanda ve tamamen farklı bir yöntemle hedef alındığını açıkça gösterdiğini ortaya koyacaktır. Bu bağlamda, olayda İngiliz ve Amerikan istihbaratının doğrudan rol oynadığına dair işaretler artıyor.

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

COP29 taslağında zengin ülkelerin 250 milyar dolarlık taahhüdü tepki çekti

Yayınlanma

Birleşmiş Milletler iklim zirvesinin organizatörleri cuma günü, ABD, AB ve diğer zengin hükümetlerin 2035 yılına kadar gelişmekte olan ülkelere yılda 250 milyar dolar iklim finansmanı sağlamasını öngören bir anlaşma taslağı yayınladı. Bu miktar yoksul ülkelerin talep ettiği trilyonluk rakamın çok gerisinde kalıyor.

Anlaşma, özellikle iklim değişikliği gerçeğiyle alay eden ve hükümet harcamalarında ciddi kesintiler vaat eden seçilmiş Başkan Donald Trump’ın ABD’de iktidara gelmek üzere olduğu bir dönemde, hangi ülkelerin tam olarak ne kadar para sağlayacağı konusunda pek çok belirsizliği de beraberinde getiriyor.

Finans sorunu Azerbaycan’ın başkentindeki COP29 görüşmelerinde ana tartışma konusu oldu. Yeni hedef, yoksul ülkelerin ekonomilerini yeşillendirmelerine ve ısınan gezegenin etkileriyle başa çıkmalarına yardımcı olacak para için konuldu.

Görüşmelerin cuma günü sona ermesi bekleniyordu ancak tarafların birbirinden ne kadar uzak olduğu göz önüne alındığında görüşmelerin uzatmaya gideceği neredeyse kesindi.

Panama’nın iklim elçisi Juan Carlos Monterrey Gómez, “Bu çok saçma. Bu rakamla yüzümüze tükürüyorlar,” dedi. Kenya iklim elçisi Ali Mohamed ise 250 milyar dolar rakamına atıfta bulunarak “Bunu ciddiye almıyoruz” dedi.

Görüşmeler sonucunda üzerinde anlaşmaya varılan miktar ne olursa olsun, zengin ülkelerin 2009 yılında kabul ettikleri 100 milyar dolarlık hedefin devamı niteliğinde olacak. Bu hedefe, 2020 için belirlenen son tarihten iki yıl sonra nihayet ulaşıldı.

O zamandan bu yana iklim ihtiyaçları ve kötüleşen felaketlerin verdiği zarar daha pahalı ve şiddetli hale geldi. En son taslak metinde yer alan rakamın yoksul hükümetleri yatıştırması pek olası değil.

Birlikte müzakere eden gelişmekte olan ülke blokları, daha zengin hükümetlerin kamu fonlarından yıllık 500 milyar ila 1.3 trilyon dolar arasında bir miktar talep ediyor. Hedefin gerçekleşmesini istedikleri tarih 2030, yani cuma günkü taslaktan beş yıl önce.

Çeşitli analizler, gelişmekte olan ülkelerin, küresel sıcaklıkların 19. yüzyılın ortalarından bu yana 1.5 santigrat derece artmasını önlemek için dış kaynaklardan yılda 1 trilyon dolardan fazla paraya ihtiyaç duyacağını göstermiştir ki bu da dünya hükümetlerinin Paris iklim anlaşmasında belirlediği esnek hedeftir. Anlaşma taslağı, 1.3 trilyon dolar kadar olan açığın 2035 yılına kadar büyük ölçüde özel sermaye kullanılarak kapatılabileceğini belirtti.

Taslakta 250 milyar doların sadece kamu fonlarından ve onların harekete geçirdiği özel yatırımlardan mı geleceği yoksa her türlü özel yatırımı da kapsayıp kapsamayacağı net değil. Bu da yoksul ülkelerin ortadan kaldırılmasını istediği bir belirsizlik.

Müzakereler hakkında konuşmak üzere adının açıklanmasını istemeyen üst düzey bir Latin Amerikalı müzakereci Politico’ya verdiği demeçte, “Bu iş iyi gitmeyecek. 250 çok düşük ve bunun için hem özel hem de kamudan denmesi de çok saçma,” diyor.

Sayı gelişmekte olan ülkelerin isteklerinin gerisinde kalsa da Avrupalı bir müzakereci sayının yine de bazı zengin ülkeleri zorlayacağını söyledi.

Hassas diplomatik konuları görüşmek üzere adının açıklanmasını istemeyen müzakereci Politico’ya, “Düşünülenden daha yüksek. Gruptan bazılarının başkentlere geri dönmesi gerekecek” dedi.

Bir başka Avrupalı müzakereci de ülkesi için 250 milyar doların “iyi bir rakam” olduğunu söyledi.

Üst düzey Biden yönetimi yetkilileri, gelecekteki Demokrat ya da iklim dostu bir hükümetin karşılayabileceği bir anlaşmayı müzakere ettiklerini belirttiler. Trump’ın dört yıllık iktidarı ve Kongre’nin en az iki yıl boyunca Cumhuriyetçilerin kontrolünde olması, ABD’nin iklim finansmanına yapacağı katkıları azaltacağı düşünülüyor.

Hedefe tepki gösteren çevre örgütleri de, hükümetlerin muhtemelen daha yüksek bir rakama ulaşabileceğini söyledi.

Doğal Kaynakları Savunma Konseyi’nin uluslararası iklim finansmanı kıdemli savunucusu Joe Thwaites yaptığı açıklamada, Dünya Bankası gibi çok taraflı kalkınma bankalarının kredi verme uygulamalarında halihazırda yapılmakta olan değişikliklerin, öncelikle zengin ülkelerden yoksul ülkelere akan on milyarlarca dolarlık daha fazla finansmanı serbest bırakması gerektiğini söyledi. Ülkeler ayrıca ülkeden ülkeye finansmanda “mütevazı artışlara” da ulaşabilirler, dedi.

COP29’daki bir diğer önemli tartışma konusu da ABD ve Avrupa’nın Çin, Singapur ve Körfez ülkeleri gibi zengin ama teknik olarak hala gelişmekte olan ülkelerin de potaya katkıda bulunmaları yönündeki talepleriydi.

Taslak esasen bu seçeneği bağış yapma baskısı altındaki ülkelere bırakarak “gelişmekte olan ülke Tarafları” ya hedefin bir parçası olarak ya da Çin’in sıklıkla “Güney-Güney” finansmanı olarak adlandırdığı yolla “tamamlayıcı” ek katkılarda bulunmaya davet etti.

Anlaşmazlıkların damga vurduğu COP29’da yoksul ülkeler için yılda 1 trilyon dolar çağrısı yapıldı

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

Trump’ın zaferinin ardından Britanya Çin ile ilişkilerini canlandırıyor

Yayınlanma

Çin-İngiliz ilişkileri, dönemin Başbakanı David Cameron’ın 2015 yılında “altın çağ” ilan etmesinden ve Maliye Bakanı George Osborne’un Çin iş dünyası ile iş yapabilmek için elinden geleni yapmasından bu yana ciddi şekilde bozuldu.

Xi ile görüşen son İngiliz lider olan Theresa May döneminde ilişkiler gerildi ve Boris Johnson döneminde 2019-2022 yılları arasında iyice dibe vurdu.

Şimdi 14 yıl iktidarda kaldıktan sonra temmuz ayında Muhafazakârları yerinden eden yeni İşçi Partisi hükümetiyle birlikte Başbakan Keir Starmer, ülkenin durgun iktisadi büyümesini tersine çevirmek için Pekin’den yardım istiyor.

POLITICO’ya konuşan ve adının açıklanmasını istemeyen üst düzey bir İngiliz yetkili, yeniden angaje olmanın “çok basit” olduğunu savundu.

Yetkililer, Donald Trump’ın yakında Beyaz Saray’a döneceğine ve Pekin ile ticaret savaşı tehditlerinin hem Britanya’nın hem de Çin’in refahını sarsabileceğine dikkat çektiler. Bu nedenle Londra ve Pekin arasında yenilenen bir dostluk her iki tarafın da yararına olabilir.

Fakat yetkili, “Bu altın çağa dönüş değil. Çin değişti ve biz de değiştik. Xi o zamanlar ‘ömür boyu başkan’ değildi,” diyerek yeni angajmanın sınırlarına işaret etti.

G20 zirvesindeki Xi-Starmer görüşmesi yeni bir sayfa açabilir

Pazartesi günü G20 zirvesinde yapılan Xi-Starmer toplantısının başında İngiliz lider Pekin’i ziyaret etmek istediğini söyledi ve “tutarlı, dayanıklı, saygılı” bir ilişki kurma arzusundan bahsetti.

POLITICO’ya göre Xi, Starmer’ın her yerde kullanılan kampanya sloganı olan “ekonominin temellerini düzeltmek” gerektiğini tekrarladığında toplantıdaki İngiliz danışmanlar kahkahalarını bastırmak zorunda kaldı.

Fakat daha sonra Başbakan insan hakları, Tayvan, Çin’in İngiliz parlamenterlere uyguladığı yaptırımlar ve Hong Kong’da yargılanan Jimmy Lai’nin davasını gündeme getirdi. Starmer, İngiliz vatandaşı olan medya patronunun durumundaki “kötüleşmeyi” duymaktan “endişe duyduğunu” söyledi.

Starmer’ın insan hakları konusundaki endişelerini dile getirmesi hakkında POLITICO’ya konuşan yetkili, “Sizi temin ederim ki [eski Maliye Bakanı] George Osborne bunu asla yapmadı,” dedi.

Eski bakan, bir zamanlar Çin devlet medyası tarafından insan hakları kaygılarına odaklanmadığı için övülmüştü.

Starmer daha sonra görüşmeden ve getirmesini beklediği fırsatlardan memnun olduğunu söyledi.

Starmer, Hong Kong meselesine girmemeyi seçti, öncelik ekonomi

Ertesi gün Başbakan, Hong Kong’da 45 aktivistin Pekin tarafından getirilen tartışmalı ulusal güvenlik yasaları uyarınca hapse atılmasını kamuoyu önünde eleştirmeyi reddetti.

G20 sonu basın toplantısında kendisine toplu tutuklamaları kınayıp kınamayacağı ya da Çin ile daha yakın ilişkiler kurmak için “dilini ısırıp ısırmayacağı” sorulan Starmer, diplomatik bir dil kullanmayı tercih etti.

“Biz bu yakın ekonomik ortaklığı istiyoruz,” yanıtını veren Starmer, Londra ve Pekin arasında “farklılıklar” olacağını kabul etti. Fakat başbakan, esas olarak Birleşik Krallık’ın refahı ve Çin’in potansiyel olarak sağlayabileceği büyüme artışına odaklanmayı tercih ediyor.

Beyaz Saray’daki ilk döneminde Trump, Boris Johnson’dan ulusal güvenlik gerekçesiyle Çinli telekom devi Huawei’yi İngiltere’nin 5G ağından çıkarmasını talep ederek iki ülkenin arasının bozulmasında büyük bir rol oynamıştı.

Bunu takip eden yıllarda, özellikle o dönemde iktidarda olan Muhafazakâr İngiliz siyasetçiler, Çin’in Sincan bölgesindeki Uygurlara yapılan muamele, eski İngiliz kolonisi Hong Kong’daki gelişmeler, yaptırım uygulanan parlamenterler ve Rishi Sunak’ın iktidarda olduğu dönemde Savunma Bakanlığının maaş bordrosunun ve Britanya’nın seçim kütüklerinin toplu olarak hacklendiği iddiaları da dâhil olmak üzere giderek artan bir endişe listesinin altını çizdiler.

Starmer’ı bekleyen daha büyük zorluk ise yine Trump’tan gelebilir. ABD’nin seçilmiş başkanı, Çin’den ABD’ye yapılan ithalata yüzde 60, dünyanın geri kalanından gelen mallara ise yüzde 20 gümrük vergisi uygulamakla tehdit etti.

ABD-Çi ticaret savaşlarına hazırlık başladı

Ticaret Bakanı Jonathan Reynolds, ikinci bir Trump başkanlığında Birleşik Krallık’ın olası bir ABD-Çin ticaret savaşına “çok daha fazla maruz kalacağını” söyledi. 

Allianz Trade tarafından yakın zamanda yapılan bir analize göre, Trump’ın Çin’e karşı bir ticaret savaşı başlatması durumunda, Birleşik Krallık’ın ihracatı 8,4 milyar sterlin düşebilir.

Risk altında kalmaya en yakın bölme ise ülkenin imalat sektörü.

İşçi Partisi hükümeti, Çin ile mali ve ticari engelleri görüşmek üzere iki önemli ticari ve mali diyaloğu yeniden açma arzusunun sinyalini verdi ve Joe Biden yönetimi altında Pekin ile artan ABD angajmanını bir model olarak işaret etti.

Çin’de iş yapan üst düzey bir iş dünyası temsilcisi Starmer’ın, Başkanın “ya bizimlesiniz ya da bize karşısınız” dediği bir Trump dönemine daha dayanabileceğini düşünüyor.

Temsilci, “Belki de İşçi Partisi için ‘Hayır, bunu yapmayacağız’ demek ve ardından dört yıl boyunca dişlerini sıkmak daha kolaydır,” dedi.

Dışişleri Bakanlığı Çin ile ilişkileri gözden geçiriyor

Fakat Dışişleri Bakanlığı aynı zamanda Londra’nın Pekin ile ilişkilerini gözden geçiren bir “Çin denetimi” de yürütüyor.

Konuya katkıda bulunan iki kişi Lammy’nin bu çalışmanın 2025 yılı başında tamamlanmasını istediğine inanıyor. Bu da Maliye Bakanı Rachel Reeves’in muhtemelen ocak ayında yapacağı ziyaretin önünü açacak.

Bir sonraki hamle ise Starmer’ın yıl içinde yapacağı yüksek profilli bir ziyaret olacak.

Denetimin sonuçları ne olursa olsun, Starmer, Birleşik Krallık’ın büyümesini ve iddialı karbonsuzlaştırma hedeflerini artırmak da dahil olmak üzere önemli iç görevlerini yerine getirme ihtiyacı nedeniyle kaçınılmaz olarak Çin’e karşı daha açık bir duruşa zorlanacaktır.

Reynolds ve Reeves, Birleşik Krallık’ta daha fazla uluslararası yatırımı teşvik etmeye çalışırken gözlerini Çin’e dikmiş durumdalar.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English