GÖRÜŞ
‘Kuzeyin Mekkesi’
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trYazar: İlber Vasfi Sel
Rusya Federal Devlet İstatistik Servisi verilerine dayanarak İslam Dünyası içerisindeki birçok ülkeden Rusya’ya gelen turist sayısında gözle görülür bir artış bulunuyor. Geçtiğimiz yıl Türkiye, İran ve Tacikistan’dan gelen ziyaretçi sayısı bir önceki seneye kıyasla neredeyse 2 ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelen turist sayısının ise 5,5 kat arttığı belirtiliyor.
2023’te İslam Dünyasından Rusya’ya tur trafiği (binlerce kişi)* | ||||
Ülke | 2023 yılı | Ocak- Eylül 2022 yılı | ||
Ocak- Mart | Ocak- Haziran | Ocak- Eylül | ||
Azerbaycan | 47 | 113 | 188 | 120 |
Mısır | 2 | 3 | 6 | 6 |
Endonezya | 0 | 1 | 1 | 1 |
İran | 5 | 14 | 33 | 18 |
Kazakistan | 387 | 942 | 1 711 | 1256 |
Kırgızistan | 49 | 123 | 211 | 138 |
Malezya | 0 | 1 | 1 | 1 |
BAE | 1 | 6 | 22 | 4 |
Tacikistan | 150 | 354 | 631 | 348 |
Türkiye | 16 | 35 | 59 | 35 |
Özbekistan | 136 | 375 | 636 | 249 |
*Kaynak: Rusya Federasyonu Federal Devlet İstatistik Servisi (Rosstat)
Rusya Federasyonu içerisindeki federal yapılardan biri olan Tataristan Cumhuriyeti’yle de bağlantılı olarak 20 Milyondan fazla Müslüman Rusya vatandaşı bulunuyor. Bu nüfusun birçok Avrupa ülkesinin genel nüfusundan fazla olduğunu hatırlatmak gerekiyor.
Peki neden Tataristan?
Çünkü Rusya’da Tataristan, Doğu ve Batı medeniyetlerinin kesiştiği noktalardan biri olarak kabul ediliyor. Büyük ölçüde Tataristan sayesinde İslam ülkelerinden Rusya’ya turist akışı gerçekleşiyor. Rusya Federasyonu Ekonomik Kalkınma Bakan Yardımcısı Dmitriy Vakrukov, Tataristan’da her sene düzenlenen Uluslararası Rusya – İslam Dünyası Kazan Ekonomi Forumu – KAZAN FORUM’un 2023 yılındaki etkinliğinde bu şekilde Rusya’ya gelen turistlerin oranında 15% artış olduğunu belirtti.
Pekala Müslümanların Tataristan’a olan ilgisi tesadüf değil. Bölgedeki iyi korunmuş Ortaçağ’dan kalma İslam mimarisi, muhteşem doğal güzellikler ve Müslüman turiste uygun Helal altyapıyla Tataristan, iyi bir cazibe noktasıdır.
Öte yandan Tataristan içerisinde Başkent Kazan’dan çok da uzak olmayan Volga Nehri’nin kıyısında “Kuzeyin Mekkesi” Bolgar şehri de bulunuyor. Ortaçağ Müslüman mimarisinin eşsiz eserleri, arkeolojik kazılar sonucu tarihi keşiflerin yapıldığı bu güzide şehirde Kazan Tatarlarının atası Volga Bulgarları 922 yılında İslamiyeti kabul ettiler. Bu tarihi hadise, geleneksel olarak Mayıs ayında Bolgar şehrinde kutlanıyor ve yalnızca Rusya Federasyonu içerisindeki vatandaşlar değil aynı zamanda yurtdışından da binlerce Müslüman antik Bolgar şehrini ziyaret ediyorlar.
Muhteşem Bolgar şehrinde bulunan Ortaçağdan kalma Büyük Cami’nin Büyük Minaresi’nden her yeri görebilir; Doğu ve Kuzey Türbelerini, Han Saray’ın korunmuş kalıntılarını, Han ailesinin hamam ve mezarlarını, Küçük Minare’yi ve 14. YY’dan kalma kireç taşından inşa edilmiş en gizemli ve güzel yapılardan biri olan efsanevi Kara Oda’yı ziyaret edebilirsiniz.
Ayrıca Bolgar’da dünyanın en büyük basılı Kuran-ı Kerim’ini görebileceğiniz İslam Müzesi’de bulunmaktadır. Burada bulunan Kuran-ı Kerim’in boyutları 2×1,5 Metre ve ağırlığı 800 Kg’dir. Kapağı ise değerli metal ve taşlardan yapıldı.
Geleneksel olarak Tataristan’da düzenlenen Uluslararası Rusya – İslam Dünyası Kazan Ekonomi Forumu – KAZAN FORUM’a katılan İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi 57 ülkeden gelen katılımcılar, forum sırasında Bolgar’ı ziyaret ediyorlar. Mevzubahis forum, Mayıs ayında bölgede İslamiyet’in kabulü kutlamaları ile aynı anda düzenlenerek ortaya büyük bir şölen çıkartılıyor. Foruma gelen Müslüman ziyaretçiler için türbelere geziler ve kültürel programlar düzenleniyor.
Tüm bunlara ek olarak dünyanın dört bir yanından pek çok Hacı, Tataristan’ın modern mücevheri olan Beyaz Cami’yi ziyaret etmek için Kuzeyin Mekkesi Bolgar şehrini ziyaret ediyorlar. Bu devasa mimariye sahip cami, bir imam konutu, bir medrese ve görkemli minareleriyle yalnızca Bolgar’ın değil aynı zamanda tüm dünyadaki en önemli İslami ibadet merkezlerin birisidir.
Dünyaca ünlü kültür mirası olan Tac Mahal’a benzeyen Beyaz Cami, 2012 yılında inşa edildi ve o günden bu yana yalnızca Müslüman değil birçok farklı inanca mensup turistin uğrak noktası oldu. Bu cami içerisinde Hz. Muhammed’e (S.A.V.) ait kutsal emanetlerden biri olan Efendimizin saç teli de kalıcı olarak muhafaza ediliyor.
Bolgar Tarihi ve Arkeolojik Yerleşkesi de UNESCO Dünya Mirası Alanları içerisinde bulunuyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı, 2022 yılında Kazan şehrini “İslam Dünyası Gençlik Başkenti” ilan etti. Buraya gelen Müslüman turistler ve konuklar, Rusya’da ve dünyada korunmuş tek Tatar kalesi olan Kazan Kremlini’ni görebilirler.
Kazan Kremlini, 10. YY’da inşa edilmiş ve aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almaktadır. Kalenin içerisinde Avrupa’nın en büyük camilerinden biri olan Kul Şerif Camisi de bulunuyor. Ek olarak 16. YY’da Moskova’nın ana katedralinin mimarları tarafından inşa edilen Tataristan Merkez Katedrali, dünyanın en meşhur 10 kulesinden biri olan Suyümbike Kulesi, Han mezarları ve Tataristan Cumhuriyeti Reisi’nin ikametgahı bulunmaktadır.
Kazan Kremlini, geçtiğimiz yıl düzenlenen Kazan Forum sırasında Tatar halkına özgü Geleneksel İslam’ın tarihi çizimlerinin, sembollerinin ve özelliklerinin kalenin duvarlarında gösterildiği muhteşem bir ışık gösterisine ev sahipliği yaptı.
Kazan Forum’un bu sene 15.si düzenlenecek ve bu etkinlik sırasında İslam’ın gelişimine de tanıklık edeceğiz. Foruma katılacak konuklar, eski Tatar şehirlerini, manevi eserleri, dünyadaki en büyük Kuran-ı Kerim’i, Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimize ait emanetleri görecek ve Rusya’daki geleneksel İslam’ı keşfedecekler.
Foruma katılacak konuklar artık İslam normlarına uygun hale getirilmiş Rus otellerinde konaklarken, yemek ve hatta tıbbi hizmetlere de Helal yoldan erişmiş olacaklar.
İlginizi Çekebilir
-
Alman devleti, Uniper’deki hisselerini tamamen satabilir
-
Almanya, ‘yurt savunması’ için yeni bir tümen kuracak
-
Çin ve Hindistan’a Rus petrolü tedarikini engellemek için daha sert ABD yaptırımları
-
Rusya ordusu, Ukrayna’daki Şevçenko bölgesindeki lityum sahalarını kontrol altına aldı
-
BSW ilk federal seçimine hazırlanıyor: Konferansta AfD’ye sert eleştiriler
-
Taliban yönetimindeki Afganistan, Rusya’dan un ithalatında lider oldu
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) seçilmiş başkanı Donald Trump, ikinci dönemini endişeyle bekleyen dünya için eteklerinde bolca sürprizle gelecek gibi gözüküyor. Zira, Panama, Grönland ve hatta Kanada konusundaki çıkışlarını sadece Trump’ın patavatsızlığı olarak değerlendirmemek gerekir. Israrla bu konuları gündemde tutmasına bakılırsa ABD yeni dönemde alıştığımızın dışında bir strateji izleme yolunda.
ABD’nin emperyalist yaklaşımı, tarihsel olarak Avrupa tarzı emperyalizmden farklı bir çizgide ilerledi. Batı Avrupa ülkeleri, sınırlı topraklara ve kaynaklara sahip oldukları için, sömürgecilik döneminde ekonomik kazanç elde etmek amacıyla genişlemeye yöneldi. Başta İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, dünyanın çeşitli bölgelerinde toprak işgal ederek ekonomik değer merkezlerini kontrol altına almayı hedefledi.
ABD’nin geniş kıtasal toprakları ve zengin doğal kaynakları, bu tür bir motivasyonu büyük ölçüde gereksiz kıldı. ABD, kendi sınırları içinde endüstriyel devrimini gerçekleştirdiğinde hala devasa ve zengin kaynaklarla dolu bir kıtayı işliyordu. Bugün ise dünyanın en üretken hizmet ekonomilerinden birine sahip olan ABD için, ekonomik kazanç amacıyla toprak işgal etmek çoğu zaman en mantıklı strateji değil.
Bu yüzden Amerikan tarzı emperyalizm ekonomik değil, güvenlik odaklıdır. ABD için önemli olan büyük topraklar üzerinde hakimiyet kurmak değil ama (özellikle deniz) ticaret yollarına hükmetmek ve başta enerji olmak üzere olası rakiplerinin kritik kaynaklara ulaşımını sınırlandırmaktır.
Dolayısıyla ABD, büyük toprak parçalarını işgal etmek yerine, stratejik öneme sahip küçük ve savunması kolay bölgelerle ilgilenir. Bu bölgelerin düşük nüfuslu olması, güvenlik riski yaratmaması ve ABD’nin rakiplerinin stratejik fırsatlarını sınırlaması esastır. Bu yaklaşım, ülkenin güvenlik çıkarlarını maksimize ederken idari yükü minimize etmeyi amaçlar. Bu perspektiften bakıldığında, ABD’nin ilgisini çekebilecek bölgelerin sayısı sınırlıdır.
ABD’nin Stratejik Öncelikleri
Amerika Birleşik Devletleri, Pasifik’te stratejik önem taşıyan birçok bölgeyi hâlihazırda kontrol etmekte. Kuzey Mariana Adaları, Guam ve Amerikan Samoası gibi bölgeler, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında ve 1800’lerin emperyalizm çağında kazandığı topraklar. Bu alanlar, ABD’nin hem kendi güvenliğini sağlaması hem de Asya-Pasifik bölgesindeki askeri üsler ve deniz rotaları açısından kritik öneme sahip.
Eğer ABD, güvenlik çıkarlarını Afrika’ya genişletmek isterse, Sao Tome ve Principe gibi küçük ada devletleri, ABD’nin ilgisini çekebilecek stratejik noktalar. Afrika’da Sao Tome, 200.000 kişilik nüfusu ve stratejik konumu ile stratejik olarak Batı Afrika’nın tamamına erişim imkânı sunuyor. Bu bölge, Güney Afrika’dan Senegal’e kadar geniş bir coğrafyada ABD’ye askeri üstünlük sağlayabilir.
Benzer şekilde, Sokotra gibi Yemen’e ait adalar da dikkat çekici. Sokotra, Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Afrika’nın doğu kıyısına erişim sağlamak açısından stratejik bir konuma sahip. Ancak bu adaların ele geçirilmesi, ABD’nin Afrika’ya yönelik uzun vadeli stratejik bir taahhütte bulunmasını gerektirir ki bu şimdiye kadar herhangi bir Amerikan hükümetinin benimsemediği bir stratejidir.
Yeni Ticaret Rotaları
Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmadan önce gündeme getirdiği Panama ve Grönland gibi bölgeler ise ABD’ye ciddi yönetim ve altyapı yükü getirebilir.
Örneğin, Panama Kanalı stratejik bir öneme sahip olsa da, Panama’nın büyük nüfusu ve sosyal sorunları, ABD için yönetimsel bir yük oluşturabilir. 4 milyonu aşkın nüfusu ve uyuşturucu kaçakçılığı sorunları, ABD’nin bu bölgeyi doğrudan kontrol etmesini zorlaştırır. Zaten mevcut durumda ABD’nin, Panama Kanalı üzerinde tam geçiş hakkına ve askeri önceliğe sahip olması doğrudan işgali gereksiz kılıyor.
Grönland ise Kuzey Kutbunun yükselen stratejik önemi nedeniyle daha ön planda. Özellikle buzulların erimesiyle ortaya çıkan yeni ticaret yollarında söz sahibi olmak burada varlık göstermeyi gerektiriyor. Düşük nüfusuna rağmen devasa bir toprak parçasına sahip olduğu ve zorlu yaşam koşulları nedeniyle Grönland’ın tam kontrolü yüksek bir maliyet gerektiriyor. Ayrıca, Grönland’ın mevcut yöneticisi olan Danimarka, ABD ile güçlü bir müttefiklik ilişkisi sürdürüyor ve ABD’nin Grönland üzerindeki güvenlik taleplerini karşılıyor. Grönland’ın ABD’ye bağlanması, Danimarka ile yakın ilişkilerine zarar verebilir ve Amerikan politikasında gereksiz bir yük oluşturabilir, ittifaklarını sorgulanabilir hale getirebilir. Fakat ilginçtir ki, Trump işbirliği yerine Grönland’i ABD hakimiyetinde görmek istiyor ve bunu ekonomik gerekçelere dayandırıyor.
Amerikan Stratejisinin Geleceği
ABD’nin mevcut güvenlik stratejisi, dolaylı kontrol mekanizmalarına dayanıyor. Doğrudan toprak kontrolü yerine, müttefik ülkelerle iş birliği yaparak stratejik bölgelerde etkisini sürdürerek hem maliyetleri düşürüyor hem de yerel halkların tepkisini minimize etmeye çalışıyor. ABD’nin toprak işgaline dayalı bir genişleme stratejisi benimsemesi birçok riski beraber getirecektir. Umuyoruz, Trump ile cesur yeni bir dünya için kemerleri bağlamış ve ülkemiz için oluşacak risk ve fırsatları belirlemişizdir.
GÖRÜŞ
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 1
Yayınlanma
1 gün önce12/01/2025
Yazar
Hazal YalınRusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 1
Bu uzun yazı, Rusya ekonomisinde özellikle 2022 sonrası yaşanan dönüşümü, mevcut sorunları ele alıyor ve geleceğe yönelik bazı tahminleri içeriyor. Bu karmaşık konuda bütün eksiksiz bir tablo sunmak mümkün değil; ancak gene de okur, az çok belirgin bir fikir edinecektir.
Ancak yazının ciddi bir eksiği var: son derece önemli üç başlığı kapsamı dışında tutuyor.
İlki, savunma sanayisinin sivil sanayiye ve genel olarak ekonomiye etkisidir. Anlaşılabilir nedenlerle istatistiklerde bu kalemler görünmüyor ve mevcut durum daha karamsar yansıyor. Bu özellikle incelenmesi gereken konuyu ele almak için sanırım birkaç yıl daha geçmesi gerekecek. Ancak mevcut durumun Sovyet savunma sanayisinin itici rolünü hatırlattığını belirtmek gerek.
İkinci olarak, bu yazı son iki yıldır artan deprivatizasyon (özelleştirmelerin geri alınması; millileştirme) meselesini de kapsamı dışında tutuyor. Bu mesele, hemen hepsi servetini özelleştirmeler döneminde yapılan yolsuzluklarla ele geçirmiş olan büyük burjuvazinin kafasının üstünde sallanan kılıç olması itibariyle bir siyasi tehdit olmaktan başka gerçekten de şimdi artık trilyon rublelerle ölçülen servetlerin hazineye geri dönmesine yol açtı, dolayısıyla ciddi bir iktisadi etkisi var. Bu görünmeyen etki de hesaba katıldığında istatistiklerdeki kasvet biraz daha hafifleyebilir.
Üçüncü olarak, yazı her ne kadar alabildiğine kalın çizgilerle Kremlin önderliği etrafında kitle konsolidasyonunun sağlanması açısından sosyal politikaların önemine dikkat çekmiş olsa da hem bunun iktisadi anlamını, hem de siyasi zor ve kararlılığı çerçevesi dışında bırakıyor. Ancak bu durum, siyasetle daha yakından ilgili olduğu ölçüde, yazıda da değineceğim gibi, yeni tip bonapartizm üzerine kavramsal-teorik bir çalışmayı gerektiriyor.
Enflasyon üzerinde etkili olan faktörler
TsMAKP (Makroekonomik Analiz ve Kısa Vadeli Tahmin Merkezi) hesaplamalarına göre 2023’te (pazar-dışı olanlar hariç) orta ve büyük çaplı işletmelerde maliyetin yüzde 1,9’unu faiz ödemeleri, 3,4’ünü kiralar ve 17,1’ini ücret ödemeleri oluşturuyordu. Çarpan etkisiyle birlikte hesaplandığında şu ortaya çıktı: 2024’te faizlerin fiyat artışlarına etkisi en az 4,5-5,5 puan olduğu halde ücret ödemeleri en çok 3,5-4,5 puan etki etmişti.
Bütün merkez bankaları gibi Rusya MB da faizleri gerçekte “talep enflasyonunu” baskılamak için kullanılıyor. Bu da ücretlerin düşürülmesinin kibar adı. Oysa Glazyev’in 19 Aralık’ta Bilimler Akademisi’ndeki tebliğinde işaret ettiği son araştırmalar, politika faizindeki her 1 puanlık artışın talep enflasyonunu 0,2 puan düşürürken maliyet enflasyonunu 0,24 puan yükselttiğini gösteriyor. Başka deyişle, 2022 öncesine dönmek mümkün olsaydı bile bu para-kredi siyasetinin net etkisi enflasyonun artması yönünde olacaktı.
Bu durum iki temel noktayı gösteriyor. Birincisi, faiz oranları yatırımı sınırladığı ölçüde maliyet ve dolayısıyla fiyat artışlarına neden oluyor, dolayısıyla faizler enflasyona doğrudan etki ediyor ve bu etki, ücret artışlarının yarattığı etkiden çok daha fazla. İkinci nokta ise ilk önermenin tersten ifadesi: ücret artışları maliyet artışına sanıldığından çok daha az etki ediyor; üstelik alım gücünün artmasıyla birlikte kâr oranı korunsa bile sınai genişlemeye yol açıyor.
MB politika faizini esasen enflasyonla ilişkilendiriyor. Neoliberal dogmatizme göre faiz oranları enflasyon üzerinde etki eder. Oysa Grafik 1, bu ikisi arasında daha önce değil nedensellik herhangi bir korelasyon olsun var idiyse bile bunun son derece dönemsel ve varlığının da spekülatif olduğunu, dahası en azından 2023 başından beri faiz artışının belirgin bir şekilde enflasyonu durdurucu etki göstermediğini ortaya koyuyor.
Glazyev’in Bilimler Akademisi’ndeki son sunumuna bakılırsa TÜFE artışının yüzde 60’ı taşımacılık ve enerji alanındaki maliyet enflasyonundan kaynaklanıyor. 2022-2024 arasında nakliye fiyatları yüzde 20, enerji fiyatları yüzde 12 arttı. Bu durum esas itibariyle nüfusun en yoksul kesimleri için hissedilir enflasyonu artırıyor. Özellikle Gazprombank’a getirilen yaptırımlarla birlikte dolar kurundaki ani fırlayış enflasyonu tetikliyor (birazdan buna geri döneceğim).
Enflasyona etki eden bir başka faktör ise MB’nın yarattığı kısır döngü: enflasyonu düşürmek adına faiz oranları arttıkça kredi faizi masrafları doğrudan emtia fiyatlarına yansıyor. Ve bu enflasyon, her zaman ve her yerde olduğu gibi, en yoksulların tüketici sepetinin fiyatını artırarak (başta emeklilerin) reel gelirinde düşüşe neden oluyor. Bunlar kritik sorunlar, ne var ki en kritik sorun, sermaye verimliliğinin faiz oranlarının altında kalması. Bu nedenle daha kolay kredi bulan şirketler taze parayı üretime değil mevduat faizine yatıracaktır. Mevduat faizi ve devlet tahvili getirilerinin yüksekliği, kreditöre tam da bu amaçla borçlanma eğilimini güçlendiriyor. Kredi faizlerindeki tırmanışla birlikte kredi borçlanmalarının özel sektörün elindeki bir dizi şirkette iflasları tetiklemesi de olası; ancak böyle bir furya ortaya çıkarsa devletin el koyması veya kayyım ataması yoluyla durdurulması beklenebilir.
MB para-kredi siyasetinin yarattığı zincirleme iflaslar riski
Faizlerin bütün sektörlere yıkıcı bir darbe vurduğu da “sorunlu” şirketlerin cirolarının ülke içinde üretilen toplam ciroya oranında da ortaya çıkıyor. TsMAKP hesaplamalarına göre 2023’te faiz ödemelerinde güçlük çeken (1<ICR<1.5) şirketlerin cirosunun toplam ciroya oranı yüzde 4,5, bu ödemeleri yapmakta zorlanacak durumda olan şirketlerin (ICR<1) cirosunun toplam ciroya oranı ise yüzde 7,8’di. 2024’te bu oranlar sırasıyla yüzde 14,5 ve 15,5’e yükseldi. Eğer faizle birlikte kira ödemelerinden doğan güçlükler de katılırsa, 2024’te toplam yurt içi cironun yüzde 11,7’sini üreten şirketler faiz ve kira ödemelerinde güçlük çekiyor, yüzde 25,6’sı ise vade geciktirebilir.
Sektörlere göre dağılım daha kritik bir tablo ortaya koyuyor. Örneğin 2024 itibariyle (kira ödemeleri de hesaba katıldığında) ödeme zorluğu çeken posta ve kurye hizmetleri sunan şirketlerin cirosunun sektörün toplam cirosuna oranı yüzde 60, yüzde 15 ise ödeme vadelerini geciktirebilir gibi görünüyor. Onu telekomünikasyon şirketleri takip ediyor, ancak risk çok yüksek: ödeme güçlüğü çekenlerin oranı yüzde 22, vade geciktirme ihtimali olanların oranı ise yüzde 47. Havacılık ve uzay faaliyetleri için bu oranlar sırasıyla yüzde 48 ve 12; tren, gemi ve uçak inşaatı alanında yüzde 33’e 27, boru hatlarında 8’e 45. Petrol ve doğalgaz şirketleri için yüzde 6 ve yüzde 42. İnşaat ve mühendislik şirketlerinde oranlar görece düşük (yüzde 13 ve 20), ancak sektörün özellikle konut üretiminin kitle konsolidasyonuna etkisi bakımından önemine dikkat çekmek gerek.
Eğer sadece faiz ve kira ödemeleri değil, en genelde iflas hattındaki şirketler dikkate alınırsa TsMAKP hesaplamaları bütün ekonomi açısından daha kasvetli bir tablo ortaya koyuyor. Ciroları toplamı reel sektörün toplam cirosunun yüzde 5,8’ini oluşturan şirketler 2023’te iflas tehlikesi yaşıyordu; 2023-2024 arasında politika faizi 1,6 kat artarken bu orana yüzde 6,7 daha eklendi ve toplam yüzde 12,5’i buldu. Faiz artışları bu hızla devam ederse önümüzdeki yıl bu orana yüzde 6,4 daha eklenerek 18,9’a yükselecek. İflas hattındaki şirketlerin sayısının toplam şirket sayısına oranı da 2023’te yüzde 4,7’ydi; buna bu yıl 4,2 daha eklendi ve gelecek yıl faiz artışı aynı hızla devam ederse 3,3 daha eklenerek toplam 12,2’ye yükselecek.
Bugünlerde Kürt sorununun çözülmesi için atılacak tarihi adımlardan söz ediliyor. Hatta neredeyse bu iş kotarılırsa hepimizin gelirlerinin katlanacağı, çözülmezse açlığa mahkum olacağımızı ima etmeye başladılar bile… Bu tür psikolojik harekat girişimlerini AB konusunun Türkiye’yi iç ve dış politika olarak esir aldığı günlerden iyi hatırlarım. AB konusu her derde deva gibi sunulmuştu. Sonuçta AB üyesi Yunanistan 2008 yılında derin bir krize girdi ve kriz sadece Yunanistan ile sınırlı kalmadı; AB ülkelerinin büyük bir bölümünü kasıp kavurdu; ama o propagandayı yapan meşhur gazeteciler ve diğerlerinin ilgi alanına pek girmedi AB krizleri… Konuyla sadece magazinsel açılardan ilgilenmeyi tercih ettiler.
PEKİ KÜRT SORUNU NEDİR?
Amerikan ve Avrupalı düşünce kuruluşlarından duyduklarını bizlere anlatmaya çalışanlara göre Türkler ve Kürtler olmak üzere iki milli kimlik var. Bu kimlikler en azından son yüzyıldan bu yana kesintisiz bir biçimde mevcut ve Osmanlı’nın nihai dağılma sürecine girdiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak mücadele verdiler; fakat bunlardan birisi – Türkler – kendi milli devletlerini kurarken diğerine – Kürtler – kazık attı, yüzüstü bıraktı. İşte, sorunun kaynağı burası. Bu sorunun şimdi çözülmesi gerekiyor.
Oysa tarihi kayıtlar hiç de öyle söylemiyor. Örneğin Musul sorunu Lozan’da müzakere edilirken bırakın bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt kökenlileri Musul Eyaleti (İngiltere’nin kurduğu Irak devletini oluşturan üç eyaletten birisi. Diğerleri Bağdat ve Basra eyaletleri) içinde yani Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürt kökenliler Türkiye’den yanaydılar. Lozan’da Musul’un Türkiye’ye verilmesi gerektiğini ısrarla savunan İsmet Paşa bölge nüfusunun büyük ölçüde Türk oluğunu söylediğinde İngiliz tarafı Türk değil Kürt olduğunu ileri sürmüş; İsmet Paşa ise buna ‘madem öyle plebisit yapalım’ derken Türk ile Kürt arasında bir fark olmadığını hatta kendisinin de Kürt olduğunu söyleyerek karşılık vermişti.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında patlak veren isyanlar (Şeyh Said vd.) milli karakterli olmaktan çok uzaktı. Zaten milli kimlik esaslı bir mücadele olmuş olsaydı Türkiye bunu bastırmakta çok zorluk çekerdi. Osmanlı dağılırken kaybedilen topraklardaki Müslümanlar etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve ‘Türk’ oldukları gerekçesiyle yerlerinden sürülmüşlerdi. Balkanlar ve Kafkaslardan on sekizinci yüzyıl başlarından itibaren kitleler halinde Osmanlı’nın elindeki topraklara kaçan Müslümanlar özellikle Anadolu’da Atatürk liderliğinde başarılan Milli Mücadele/Kurtuluş Savaşı sayesinde bağımsız devlet kurmayı başarmış ve Atatürk bu devleti en çağdaş milliyetçilik harmanı ile oluşturmuştur. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denilmiştir.
Anadolu’dakilerle birlikte aşağı yukarı hepsi Müslüman ve hem kendini Türk hisseden hem de Müslüman olmayan toplumların Türk olduğu gerekçesiyle düşmanlığına maruz kalan bu toplum sosyolojik, psikolojik, siyasi ve ekonomik açılardan Türk milleti haline gelmiştir ve buna en büyük katkıyı Atatürk’ün modern milliyetçilik esasları üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti yapmıştır. Eğer Türkiye’de Türkler ve Kürtler olarak adlandırılabilecek iki ayrı millet olsaydı Kürt milletinin kendince kutsal gördüğü bir coğrafyası, düşman veya öteki algısı olması gerekirdi. Ve o coğrafyada bağımsızlık mücadelesi vermesi, devlet olma çabası içinde bulunması gerekirdi.
Türkiye’de dün de bugün de böyle bir durum/sorun olmamış/yaşanmamıştır. Türkiye’nin Kürt etnik kökeninden olan insanların hiç yaşamadığı bölgesi, ili ve hatta ilçesi yoktur. Milyonlarca karışık evlilik ve bu karışık evliliklerden doğan milyonlarca insan Türkiye’deki milletleşme sürecinin tutkallarından birisidir. Buradaki en önemli avantaj ‘taraflar’ diye bir algı oluşmamış olmasıdır. Dolayısıyla ‘öteki’ algısı da yoktur.
Daha açık bir ifadeyle Kürt kökenli aileler iş bulmak, çoluk çocuklarını daha iyi şartlarda yetiştirmek için büyük kentlere taşınırken kafalarında başka bir milletin topraklarına yerleşme düşüncesinden kaynaklanacak hiçbir endişe vs. olmamıştır. Aynı şekilde Kürt kökenli insanların ‘kendi şehirlerine’ yerleşmesinden rahatsız olan/olacak başka bir millet de söz konusu değildir/yoktur. Yani herkes kendisini bu milletin parçası saymış ve o milletin kurduğu devletin vatandaşları olmuşlardır.
Bu milletleşme süreci onlarca yıl içerisinde ortak idealler ve ortak çıkarlarla da takviye edilmiştir. Nerede ekonomik kalkınma hız kazanmış, yeni iş alanları açılmış ve yeni imkanlar ortaya çıkmışsa Türkiye’nin her bölgesinden insanlar oralara akın ederek muazzam bir ekonomik/sosyal hareketlilik başlatmışlardır. Karışık evlilikler sadece Kürt kökenliler ile olmayanlar arasında değil her bölgeden herkes arasında büyük çapta gerçekleşmiştir; çünkü toplumda ‘öteki’ algısı hiç yoktur/olmamıştır. Bu sayede Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız olan devletler içerisinde, katlamalı nüfus artışına rağmen hem ekonomik kalkınma hem de askeri güç oluşturma açılarından en başarılı olanı tartışmasız Türkiye’dir. Milletleşme süreci açısından da Arap/Müslüman coğrafyasının en başarılı örneğidir.
Türkiye’de sadece anayasal ve yasal çerçevede ‘Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ denilmekle kalınmamış: aynı zamanda uygulamada da bu ilkeye uyulmuş; etnik ve/veya mezhebi kökenlerine bakılmaksızın herkes her ticari/ekonomik alanda veya kamu bürokrasisinde yer alabilmiştir. Üstelik bu, kendiliğinden gerçekleşmiş; bir üst aklın veya düzenin durumu dengelemek/yönetmek adına adeta kotalar koyarak yaptığı çabalar sonucunda oluşmamıştır. Herkes kendisini bu milletin mensubu addetmiş ve o milletin kurduğu devletin imkanlarından yararlanmayı, ortak ideallere katkıda bulunmayı ve ortak çıkardan pay almayı otomatik hakkı saymıştır. Bu yüzden 1974 yılında Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirirken ülkenin her tarafında olduğu gibi Güneydoğu bölgemizde de askerlik şubelerinin önü askere gönüllü gitmek isteyen yüzbinlerle dolup taşmıştır.
TÜRKİYE COĞRAFYASI DIŞINDAKİ ‘KÜRTLER’
Türkiye dışında bir Kürt sorunu olabilir ve hatta vardır; çünkü örneğin Irak’ta İngiltere manda yönetimi tarafından bu devletin kurulduğu tarihten itibaren Araplar ve Kürtler denilebilecek bir mücadele söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşını kaybederek bölgeden geri çekilmesinin ardından Irak’ın kuzey bölgelerinde patlak veren aşiret karakterli isyanlar bu insanların Irak devletine ve toplumuna entegre edilmemesinden dolayı yıllar içerisinde bir yandan aşiret özelliklerini korumuş olsa da öte yandan da ‘Kürt isyanları’ halini almıştır. Her fırsatta – örneğin Irak-İran gerginliklerinde – bu isyanlar patlak vermiş ve giderek kısmen de olsa milli kimlik oluşturma yolunda ilerlemiştir. Hala aşiret özelliklerini sıkı sıkıya muhafaza eden bu yapının PKK/PYD önderliğinde kurulması hayal edilen bir Kürdistan devletine kolaylıkla entegre olup olmayacağı veya entegre olmayı isteyip istemeyeceği de pek çok soru işaretleriyle doludur. Böyle bir kararı muhtemelen ortaya çıkacak şartlar belirleyecektir.
İran’daki Kürtlerin hemen hepsinin – Feyli Kürtler hariç – Sünni, İran’ın ise ağırlıklı olarak Şii olması oradaki Kürt sorunu ile ilgili en temel başlangıç sebep olsa gerektir. Türk asıllılar kadar rejime entegre olmamaları da ayrıca belirleyici sebeplerden bir başkasıdır. Suriye’de ise durum biraz daha farklı gelişmiştir. Öncelikle Suriye vatandaşı büyük bir ‘Kürt’ kitle yoktu. Şeyh Said isyanı sırasında sınırın ötesine geçen aşiretlerden oluşan ‘Kürtler’ ve onların geleceği önce manda yönetimleri sonra da bir kargaşadan ötekine evrilen Suriye yönetimleri tarafından ihmal edildi. Vatandaş olan Kürt kökenliler ise milli-üniter yapıdaki Suriye içinde sınırlı düzeyde entegre edilebildiler. Zaten gerek Irak gerekse Suriye’deki Baas yönetimleri bırakın Arap olmayanları Arap toplumların bile tümünü tek bir millete dönüştürecek derecede geniş vizyonlu olamadılar. Anayasal yapıları buna uygun olsa bile uygulamada dar kafalı, bölgeci (Irak’ta Tıkritliler, Suriye’de Aleviler gibi) ve zaman zaman da mezhepçi vs. çizgide politikalarla halkta millet ve mensubiyet duygusu yaratamadılar.
PKK SORUNU VARDIR
Türkiye’de Kürt sorunu olduğunu söylemek ırki açıdan bir millet tasavvuruna Kürt kökenli insanlarımızın kurban edilmesi demek olur. Böyle bir sorun olduğunu kabullenip bunu çözmek için PKK ile doğrudan veya dolaylı müzakereye oturmak ise PKK liderliğinde bir Kürt milleti inşa etmek amacına hizmet demektir. Unutmayalım ki, milletler siyasal, sosyolojik ve ortak çıkarlar temelinde devletler tarafından inşa edilirler.
PKK bugün tamamen ABD-İsrail tarafından Türkiye dahil bölge ülkelerini istikrarsızlaştırmak için kullanılan bir aparat haline gelmiştir. Bu terör örgütüyle sadece mücadele edilir/edilmelidir. Doğrudan veya dolaylı müzakere etmek en başta Kürt kökenli insanlarımıza yapılacak en büyük kötülük olur.
Trudeau: Trump’ın ‘51. eyalet’ yorumları dikkat dağıtmak için
Hamas, Muhammed Sinvar liderliğinde küllerinden doğuyor
FT: Çin olası Tayvan saldırısı için yeni mobil iskeleler inşa ediyor
Alman devleti, Uniper’deki hisselerini tamamen satabilir
Almanya, ‘yurt savunması’ için yeni bir tümen kuracak
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Birbiri ardına yaşanan uçak kazaları: Neler oldu?
-
AMERİKA3 gün önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA3 gün önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Nihai barıştan bahsetmek için henüz erken’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 2
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
ASYA2 hafta önce
Kopuşun yılı: 2024’te KDHC’de neler oldu?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 1