Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Modi’nin başarısının sırrı ve Hindistan’ın geleceği

Yayınlanma

Hindistan, 44 gün boyunca yedi aşamalı genel seçim için sandık başına gitti. Neredeyse bir milyar insan, yani insanlığın onda birinden fazlası oy kullanma hakkına sahipti. Sonuç kuşku götürmezdi. Modi üçüncü dönemi kazandı ve bu da onun ismini Hindistan’ın bağımsızlık lideri ve Modi’nin hızla yok etmeye çalıştığı laik Hindistan’ın mimarlarından Jawaharlal Nehru’nun yanına yazdırdı. Nehru-Gandhi Kongre partisinin önderlik ettiği zayıf ve hanedan bir muhalefete sahip olduğu için şanslı. Aynı zamanda eşsiz propaganda becerilerine de sahip. Başka hiçbir ülkede Modi’nin Hindistan’da yaptığı gibi Kovid aşı sertifikalarına liderlerinin resmi basılmadı…

2019’da Hindistan’daki genel seçimleri Bharatiya Janata Partisi (BJP) kazandıktan sonra kampanya sloganları da hedefini belirlemişti: “ab ki baar, 300 paar” (bu kez 300 sandalye). İşe yaradı; parti ve müttefikleri ulusal parlamentonun alt meclisindeki 543 sandalyenin 353’ünü kazanarak yeniden iktidara geldi ve Narendra Modi’ye ikinci dönem başbakanlık hakkı kazandırdı. 2024 seçimleri öncesinde BJP neredeyse aynı sloganı benimsedi. Ancak çıta 400’deydi. Bu eşik daha önce yalnızca bir kez aşılmıştı: 1984’te, bugün ana muhalefet partisi olan Kongre tarafından. BJP bu başarıyı tekrarlayabilir miydi? Bu merak konusuydu… Ama tekrarlayamadı… Yani, Modi’nin NDA ittifakı için 400’den fazla sandalye hedefleyen iddialı sloganı “Ab ki baar, 400 paar” bu kez geri tepmiş ve bu kadar büyük bir çoğunlukta anayasa değişikliği korkusunu artırmış olabilir. Kongre partisinin beklenmedik yeniden canlanması ve 2019’daki rakamını neredeyse iki katına çıkarması ise bu değişimin altını çiziyor.

Hindistan, en karizmatik diktatörlerin dahi tamamen hükmetmesi zor olan çeşitli devletlerin bir karışımı olmaya devam ediyor. Bu seçimlerde beklenildiği gibi üçüncü bir Modi dalgası esmedi. Oysa Modi on yıl önce BJP’ye liderlik ederek Hindistan’ın otuz yıldır gördüğü ilk parlamento çoğunluğunu elde etmiş ve beş yıl sonra Pakistan ile yaşanan gerginliklerin ortasında artan destek sayesinde bu dar çoğunluğu daha kararlı bir çoğunluk haline getirmişti. Modi çılgınlığından önceki Hindistan’a dönüşü simgeleyen 2024 genel seçimlerinde Hint seçmenlerin yerel meselelere ve liderlere odaklandığı görüldü. Örneğin, BJP’nin yerel partilerin küçük müttefiki olduğu Andhra Pradesh’te kendi partisini kuran ve buranın resmi dili Telugu dilinde konuşan bölgesel bir film yıldızı olan müttefiki Pawan Kalyan daha coşkulu karşılandı. Ya da son on yılda ulusal ortalamadan çok daha yavaş büyüyen ve kişi başına düşen gelirde Karnataka ve Telangana’yı geride bırakan Maharashtra, borçlu çiftçiler arasındaki intiharlar gibi zorlu konulara odaklandı; Maharashtra’nın düşüşte olduğu çünkü Modi’nin kendi memleketi olan komşu Gujarat’ın kalkınmasından yana olduğu düşüncesi hakimdi. Maharashtra’daki hayal kırıklığı önemliydi çünkü parlamentoda Hint kuşağının kalbi olan Uttar Pradesh dışındaki tüm eyaletlerden daha fazla sandalyeye sahip.

Kısacası, genel olarak kentli orta sınıf, Modi’nin üçüncü dönem için öne sürdüğü temel senaryodan, yani şaha kalkmış bir ekonominin Hindistan’ın küresel itibarını yükselttiğinden, gurur duyarken kırsal kesimdeki seçmenlerin çoğu bunu yapmadı; hâlâ artan gıda fiyatlarından kaynaklanan günlük sıkıntılardan ve daha fazla hükümet yardımına acil ihtiyaç duyulduğundan dem vurdu.

Oysaki mart ortasında Hindistan İçişleri Bakanı -ve Modi’nin yakın arkadaşı- Amit Shah, yeniden seçilme kampanyasını başlatmak için Gujarat’a gitmiş ve BJP çalışanlarından oluşan bir kalabalığa yaptığı konuşmasında BJP’nin hem sıradan Hintlerin kaderini ilerlettiğini hem de Hindistan’ın dünya çapındaki itibarını artırdığını savunmuş ve kendisi gibi “küçük bir parti çalışanının” ve Modi gibi “yoksul bir aileden gelen bir çay satıcısının” ülkedeki en güçlü adamlar olmasını yalnızca BJP’nin sağlayabileceğini ve yalnızca Modi’nin Hindistan’ı güvenli ve müreffeh hale getirebileceğini söylemişti…

Dış politika

Dış politikada öncelikli hedefler Küresel Güney’e liderlik etmek, Güney Asya’nın “ilk müdahale ekibi” olarak hareket etmek ve bulunması zor kalıcı BMGK koltuğunu almak. IMEC’in kuruluşu, SAGAR, Önce Komşuluk politikası, maden güvenliği, diaspora, Bharatiya eserlerini geri getirmek, Lord Ram’ın mirasını tanıtmak, diğer öncelikli dış politika hedefleri. Ancak Küresel Güney’e liderlik, ilk hedef. Hindistan’ın Küresel Güney’in Sesi konumunu güçlendirmeyi hedeflediği gayet açık AMA Herkes küresel güneyin lideri olmak istiyor ve sorun bunun nasıl gerçeğe dönüştürüleceği…

Kampanya sürecinde bölgesel güvenlikle ilgili pek bir şey yoktu, yalnızca Hint Okyanusu’na odaklanma sözü duyuldu. Ve ulusal güvenlikle ilgili odak noktası “terörizm ve naksalizm”, yani Çin değil. Ki Hindistan’ın en büyük dış mücadelesinden, yani Çin’den pek söz edilmedi. Çin’den bahsedilmiyor ama aynı zamanda Hindistan’ın temel stratejik ortağı olan Amerika’dan da bahsedilmiyordu. Yani dış politika veya güvenlik politikası odaklı olmaktan çok, daha ekonomi-kalkınma-refah -ve pek tabii Hindu milliyetçiliği- odaklı bir kampanya yürüdü. Ama çok taraflı ve yumuşak güç konularına odaklandıkları görülüyordu. Bu noktada bu yıl G-20 troykası olarak önemli bir rol oynayacak olan Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika, diğer adıyla IBSA arasında güçlü bir Güney-Güney işbirliği bekleyebiliriz.

İç politika

Çin, Myanmar ve Pakistan sınırları boyunca altyapı gelişimini hızlandırma, Hindistan’ın üçüncü büyük ekonomik güç olacağı, Vatandaşlık Değişiklik Yasası’nın uygulanması, Tekdüzen Medeni Kanunun uygulanması, Tek Millet, Tek Seçim’in hayata geçirilmesi, beş yıl boyunca 800 milyon vatandaşa ücretsiz karne, yoksul hanelere ücretsiz elektrik, kadınların işgücüne katılımını teşvik etmek için sanayi ve ticaret merkezlerinin yakınında kadın pansiyonları ve kreşler gibi altyapıların oluşturulması, kadınların sağlıklı bir yaşam sürmesini sağlamak için sağlık hizmetlerini genişletmek, yaşlı vatandaşlara ücretsiz ve kaliteli sağlık hizmetlerine erişim, çiftçilere sürekli mali destek ve otomobil, taksi, kamyon ve diğer sürücüleri tüm sosyal güvenlik programlarına dahil etmek, verilen önemli vaatlerden…

Jekyll ve Hyde yolculuğuna devam…

Hindistan’da Modi’nin komünalizmi yani Hindistan’ı laik bir ulustan açıkça Hindu bir ulusa dönüştürmeye yönelik arayışı ile Hindistan ekonomisini modernleştirmek için gerekli Thatcher tarzı ilacı sağlama serüveni devam edecek. Yani üçüncü döneminde Modi, bir yandan Hindu milliyetçiliğini perçinlemeye devam ederken bir yandan ekonomik reformlara hız verebilir. Hindistan’daki 200 milyon Müslüman ve ülkedeki çeşitli STK’lar, akademisyenler ve medyadaki laiklik savunucuları için hayat on yıl öncesine göre daha zor ve giderek daha da zorlaşacak gibi görünüyor. Hindistan seçmeli otokrasiye dönüşüyor. Öte yandan Modi aynı zamanda son derece etkili bir proje uygulayıcısı. Ülkenin otoyolları ve havaalanları yeni ve modern. (Ancak bazı otoyol ihalelerinin tek bir yükleniciye verilmemiş, bunun yerine bir millik parçalara bölünerek daha küçük yüklenicilere verilmiş olduğu iddiaları… Yolun her kilometresi farklı kalite ve yükseklikte. Ve bunun amacının BJP’nin siyasi oy kazanması olduğunu ancak bunun ülkenin ikinci sınıf altyapısı pahasına yapıldığını düşünen bazı Hintlerin iddialarını da not edelim.)

Hindistan’da internet kullanımı arttı, hava yolculuğu arttı, 420 milyon daha fazla banka hesabı, 110 milyon daha fazla gaz bağlantısı, 220 milyonunun sigorta kapsamına alınması, otoyol inşa oranının artması, daha fazla vergi mükellefi ve daha fazla vergi ödemesi, pek çok ülkeye anti-Covid aşısı ihracatı, Hindistan’ın küresel prestijinin artması ve tabii ki 800 milyon kişiye bedava kumanya sağlanması…

Hindistan, dünyanın en hızlı büyüyen büyük ülkesi olarak Çin’i geride bıraktı. Ayrıca yakın zamanda İngiltere’yi geride bırakarak dünyanın beşinci büyük ekonomisi ve Çin’i geride bırakarak en kalabalık ekonomi haline geldi. (Ancak Modi’nin Hindistan’ın ekonomik büyümedeki ivmenin mucidi değil, mirasçısı olduğunu belirtelim.) Modi’yi bu kadar popüler yapan şeylerden biri de sıradan seçmenler ve seçkinler arasında onun Hindistan’a refah getireceğine dair bir his var: Sonuçta Hindistan dünyanın en hızlı büyüyen büyük ekonomisi ve 2027’ye kadar üçüncü büyük ekonomisi olması bekleniyor.

Hintlerin durumu on yıl öncesine göre daha iyi. Özellikle azınlıklarla ilgili olarak daha farklı yapabileceği şeylerin olduğunun bilinmesine karşın daha iyi bir yarına dair bir gurur ve inanç var. Önümüzdeki dönemde Hindistan’ı daha da yukarılara taşıyacak daha fazla reform bekleniyor. Ama yoksulluk azalsa da işsizlik hala yüksek. (Yüzde 8 dolaylarında, son 40 yılın en yüksek oranı.) Köyler boşalıyor. Fonu toplayabilen her genç Kanada’ya, Birleşik Arap Emirlikleri’ne, Avustralya’ya ya da İtalya gibi ülkelere gitmeye çalışıyor. Ve yoksullar hala çok yoksul. Evet orta sınıf artıyor, zenginler zenginleşiyor. En alttaki yüzde 40’lık kesim ise büyük bir yoksulluk içinde yaşıyor. Belki de 1,40 milyar nüfuslu bir ülkenin GSYİH’sını 70 milyon nüfuslu İngiltere ile karşılaştırmak Batılı bir saplantı. Birleşik Krallık’taki GSYİH en alttaki yüzde 40’ın zorluklarını yansıtmıyor. Hintlerin dörtte üçünün sosyal güvenliği yok, ulusal sağlık güvenliği yok, sigortası yok, yurtdışına seyahati yok. Kirlilik çok yaygın. Çok az hijyen var. Oxfam Hindistan raporu “Hintlerin yalnızca yüzde 5’i ülkenin zenginliğinin yüzde 60’ından fazlasına sahipken nüfusun en alttaki yüzde 50’si bu zenginliğin yalnızca yüzde 3’üne sahip” diyor.

Öte yandan, Hindistan’da muhalefet alanı giderek küçülüyor. Mahkemeler çoğunlukla uyumlu ve uysal. İdari düzeyde, anayasal kurumların özerkliği, çoğu hükümetin yani Modi’nin emirlerini yerine getirmesi nedeni ile bir gerileme yaşadı. Başta Gautam Adani ve Mukesh Ambani olmak üzere iş dünyasının en zengin isimleri iktidar partisiyle el ele çalışıyor. Kurumsal vergiler düşüyor ve düzenleyici ayrıcalıklar sadık iş adamlarına dağıtılıyor. Ancak çoğulcu bir toplumu dini çoğunlukçu çizgilerde yeniden yaratmayı amaçlayan bir strateji sorun biriktiriyor.

ABD Uluslararası Dini Özgürlük Komisyonu’nun 2023 raporu şöyle diyordu: “Yıl boyunca Hindistan hükümeti ulusal, eyalet ve yerel düzeylerde din değiştirmeyi, dinler arası ilişkileri, başörtüsü takmayı ve inek kesimini hedef alan yasalar da dahil dini açıdan ayrımcı politikaları teşvik etti ve uyguladı; bunlar Müslümanları, Hristiyanları, Sihleri, Dalitleri ve Adivasileri (yerli halklar ve planlanmış kabileler) olumsuz etkiliyor.” İnsan Hakları İzleme Örgütü ise Hindistan’daki Müslüman azınlıkların durumunu şöyle özetliyordu: “Hindistan’daki yetkililer, Müslümanlara karşı sistematik olarak ayrımcılık yapan ve hükümeti eleştirenleri damgalayan yasa ve politikalar benimsedi.”

Üst üste elde edilen üç başarı, yani üçüncü dönem, Hindutva projesinin yoğunlaştırılması için bir talimat aynı zamanda. Bu, Hindistan’ı bağımsızlık sonrası yılların en parlak özelliği olan çoksesli muhalif ve hoşgörü kültüründen arındırmaya devam edecek gibi. Zaten ülke içinde dahi, BJP yönetiminin son on yılı fragmandı, daha fazlası gelecek, söylemleri duyuluyor… Artık söz nereye çekilirse…

Hindistan Hindu toplumuna dönüşüp diktatörlüğe mi dönüşecek? Hayır, Hintler bunu önlemenin bir yolunu bulacaktır.

***

Sonnot: Hindistan’da rasyonel düşünce yerine inanca dayalı bilgiye öncelik verilmesi ile eğitim ve bilim araştırmalarının değeri de düşüyor. Modi’nin, Hindistan’da geçmişte insana fil kafası takabilen plastik cerrahların bulunduğunu veya bulutlar nedeniyle uçakların radarlar tarafından tespit edilemeyeceğini iddia ettiğini ve daha da vahimi tüm bunlara tereddütsüz inananları duymuştum…

GÖRÜŞ

Pekin Deklarasyonu Orta Doğu’da barış için yeni bir umut doğurdu

Yayınlanma

Prof. Ma Xiaolin

Çin Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi
Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

23 Temmuz’da 14 Filistinli grup Pekin’de Bölünmüşlüğe Son Verilmesi ve Filistin Ulusal Birliğinin Güçlendirilmesine ilişkin Pekin Deklarasyonunu (bundan böyle Pekin Deklarasyonu olarak anılacaktır) imzaladı. Bu, geçen yıl mart ayında Suudi Arabistan ve İran arasında gerçekleşen ve uluslararası toplum tarafından büyük övgüyle karşılanan tarihi uzlaşmanın ardından Çin’in Orta Doğu diplomasisinde bir başka dönüm noktasıdır ve zorlu ve dolambaçlı Orta Doğu barış süreci için yeni fırsatlar yaratmış ve yeni bir umut aşılamıştır.

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih), Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İslami Cihad gibi dünyanın yakından tanıdığı gruplar, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında, büyük istişareler, uzlaşmalar ve ulusal birlik taahhütleri bağlamında bir araya gelmişlerdir ki bu, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ender görülen bir durumdur. Bu aynı zamanda Filistin ve İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana geçen 31 yıl içinde de eşi benzeri olmayan bir olaydır ve Orta Doğu ile dünyanın siyasi ve diplomatik tarihine geçecektir.

Pekin Deklarasyonu, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Orta Doğu meselesinin çözümünün desteklenmesine belirgin bir Çin damgası vurmuştur. Çin’in büyük güç diplomasisi, çok taraflı diplomasi ve barış diplomasisinin en son meyvesi, Çin’in büyük bir gücün sorumluluklarını somutlaştırma, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme ve dünya barışını ve kalkınmasını teşvik etme çabalarının bir başka şaheseri ve Çin’in Orta Doğu’nun yönetimine derinlemesine ve aktif katılımına yaratıcı bir katkıdır. Çin’in bölgesel meselelerle ilgilenirken Çin markası altında kamu hizmetleri sunma kararlılığına, yeteneğine, stratejisine ve araçlarına sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Mevcut Filistin Anayasası uyarınca geçici bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması, Gazze’nin yeniden imarı ve mümkün olan en kısa sürede genel seçimlere hazırlanması; yeni bir ulusal konseyin (yasama organı) oluşturulması; geçici birlik ve kolektif liderlik kurumlarının ve operasyonel mekanizmaların etkinleştirilmesi, ortak karar alma ve deklarasyon hükümlerinin bir takvimle tam olarak uygulanması kararlaştırılmıştır.

Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi, Pekin Deklarasyonu’nun değerini özetleyerek, mevcut İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün “Gazze’de ateşkes” gerektirdiğine işaret etti. Mevcut Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik üç adım, “Gazze’de ateşkes”, “Filistinlilerin Filistinlileri yönetmesi” ve “Birleşmiş Milletler’e hızlandırılmış katılım”dan oluşuyor. Gözlemciler Pekin Deklarasyonu’nun iki temel engeli ortadan kaldırdığına inanıyor: Hamas ve diğer radikal grupların iki devletli çözümü kabul etmesi ve FKÖ’nün yüce otoritesinin ve tek meşru temsilinin tanınması; bu da çeşitli grupların devlet olma ve siyasi liderlik istekleri açısından ilk kez birleşmesini sağlayacak.

Pekin’den gelen açıklama dünyayı bir bahar şimşeği gibi sarstı ve pek çok kişi tarafından takdirle karşılandı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğer uluslararası örgütler ve önemli ülkeler Filistinli grupların uzlaşma çabalarına desteklerini ifade etmiş ve Çin’in oynadığı eşsiz ve yapıcı rolü takdirle karşılamışlardır.

Filistin sorununun ortaya çıkışından bu yana Arap ülkeleri ve İsrail uzun bir savaş ve çatışma dönemine girmiş, Filistin direniş hareketi belirli bir tarihsel arka planın ve karmaşık iç ve dış faktörlerin etkisi altında birçok fraksiyona dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya ve Ortadoğu büyük ölçüde değişmiş, El Fetih’in hakim olduğu ve uzun süredir sürgünde olan FKÖ, İsrail ile “Oslo Anlaşmaları”na varma fırsatını yakalamış, özerkliğe geçiş ve laik bir Filistin devletinin kurulmasının ardından nihai statüyü müzakere ederek “iki devletli çözümü” hayata geçirmeye çalışmış; işgal altındaki topraklarda kök salan Filistin devleti de birçok fraksiyon oluşturmuştur. Teokratik ve milliyetçi ideolojileri bir arada barındıran Hamas ve Cihad, Oslo Anlaşmalarını reddederek ve İsrail’in varlığını kabul etmeyerek silahlı ve şiddet içeren mücadelelerini sürdürmektedir.

Barış süreci aksamaya ve gerilemeye devam ederken, El Fetih ve Hamas’ın İsrail’e karşı oyunlarındaki hedefleri, stratejileri, araçları ve yol gösterici ideolojilerindeki farklılıklar giderek daha belirgin hale geliyor ve İsrail, “çimleri biçme” stratejisi ve böl ve yönet taktiklerinin yardımıyla, Filistinli gruplar arasında kasıtlı olarak bölünmeler, düşmanlıklar ve sürtüşmeler yarattı; bu da Filistin’de iki güç merkezinin ortaya çıkmasına ve ciddi bir iç çatışmaya yol açtı ve aynı zamanda sağcı İsrail güçlerine görüşmeleri sürdürmeyi reddetme ve işgal altındaki topraklara tecavüz etmeye devam etme fırsatı verdi.

Pekin Deklarasyonu’nun Filistinli gruplar ve siyaset arasındaki kaosa son vermesi, siyasi, askeri ve hukuki düzenler arasında koordinasyon ve birlik sağlaması, İsrail ile müzakerelerin talep, ilke ve stratejilerini belirlemesi, bir bütün olarak ulusun gücünü artırması ve İsrail’e karşı güçlü bir oyun oluşturması beklenmektedir.

Ancak Pekin Deklarasyonun başarılı bir şekilde uygulanmasının önünde ciddi zorluklar da mevcuttur. ABD ve İsrail hala Hamas ve diğer grupların meşruiyetini tanımayı reddediyor ve İsrail’deki sağcı güçler özellikle Filistin ulusal birliğinin ve cephelerin birliğinin sağlanmasından korkuyor ve bu nedenle kapsayıcı bir Filistin geçici yönetim sistemine karşı pasif ve hatta dirençli olmaya mahkumlar. El Fetih ve Hamas birçok kez uzlaşma ve işbirliği konusunda fikir birliğine varmış olsa da samimiyet eksikliği sonuçta bir çözüme ulaşılamamasına neden olmuştur. Buna ek olarak, iki grubun kamuoyu tabanları uzun süredir kademeli olarak tersine dönmüş ve Ulusal Konsey uzun süredir felç olmuştur, bu da FKÖ’nün prestijini ciddi şekilde aşındırmıştır. Dolayısıyla Filistinli güçlerin entegrasyonu konusunda kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

Pekin Deklarasyonun uygulanmasının, geleneksel olarak Filistin’e dost ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın yanı sıra Filistin davasını uzun süredir destekleyen iki büyük Arap ülkesi Mısır ve Cezayir tarafından denetleneceği bilinmektedir ve şüphesiz çeşitli grupların bir “kimyasal reaksiyon” gerçekleştirmesini ve ikisinin harmanlanmasını sağlayacak bir yol haritası hazırlanacaktır.

Pekin Uzlaşısı hayali gerçeğe dönüştürürken, Filistin sorununun İsrail’in Lübnan ve Suriye ile olan toprak anlaşmazlıklarını da içeren Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı da kabul edilmelidir. Filistin-İsrail ihtilafının basit bir çözümü bile İsrail’in olumlu tepkisini, ABD ve diğer büyük ülkelerin pozitif enerjisini ve Birleşmiş Milletler kararları ve örgütleri çerçevesinde ortak çabaları gerektirmektedir.

Çin Hükümeti ve Filistinli gruplar tarafından barışçıl ve müreffeh bir ortam için ekilen yeni bir umut tohumu olan Pekin Deklarasyonu’nun, çatışmanın sürdüğü Orta Doğu’da filizlenip filizlenemeyeceği, çiçeklenip çiçeklenemeyeceği ve meyve verip veremeyeceği, Filistinli grupların ortak iradesine, çatışmanın taraflarının iki yönlü yürüyüşüne ve kalıcı, adil ve kapsamlı bir barış için çaba gösterme yönündeki güçlü iradeye, halkın bilgeliğine ve büyük cesaretine bağlıdır.

* Orta Doğu’yu iyi bilen bir isim olan Prof. Ma, Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Akademik çalışmalarını Orta Doğu, Arap coğrafyası, Çin-Orta Doğu ilişkileri üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin seçim hezimeti 

Yayınlanma

Doç Dr.  Dilek YİĞİT*

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz 2024 genel seçimlerini kazanan İşçi Partisi 2010 yılından bu yana süren Muhafazakar Parti iktidarını sonlandırmış oldu. Seçim öncesi yapılan anket çalışmaları İşçi Partisi’nin seçimlerden “ezici üstünlük” ile çıkacağını öngörmüş olduğundan seçim sonuçları kimse için sürpriz olmadı. Fakat İşçi Partisi’nin seçim zaferi “ezici üstünlük” olarak okunacak ise, bunun %33.7 oy oranından değil, Muhafazakar Parti’nin yüzde % 23.7’lerde kalmasından yani Muhafazakar Parti’ye desteğin hızla düşmüş olmasından kaynaklandığını belirtmek gerekir.  1918’den itibaren yapılan hiçbir genel seçimde oy oranı bu kadar düşmemiş olan Muhafazakar Parti 1997 seçimlerini kaybettiğinde bile seçmenin % 30’undan fazlası tercihini Muhafazakar Parti’den yana kullanmıştı.

Muhafazakar Parti’nin iktidara geldiği 2010 yılından bu yana yapılacak bir değerlendirme partinin son genel seçimlerde başarısız olmasının nedenlerini kolaylıkla açıklayabilir. Muhafazakar Parti iktidarı boyunca birbiri ardına gelen zorlu sorunlarla ve süreçlerle karşılaştı. İktidara geldiğinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan ilki 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin Birleşik Krallık’a yansımaları oldu. Ekonomide büyüme oranları Muhafazakarlar iktidara gelmeden 2008’de ve 2009’da negatif değerlere düşmüştü ama Muhafazakar Parti iktidarında 2014 yılına kadar küresel kriz öncesi 2007 yılındaki ekonomik büyüme seviyesi yakalanamadı. 2008’den itibaren hızla artan işsizlik oranları Muhafazakar Parti iktidarında 2012 yılında % 8.3 ile zirve yaptı ve 2007 yılındaki işsizlik oranı ancak 2015’de yakalandı. 1990’ların başından itibaren enflasyon sorunu yaşamayan Birleşik Krallık’ta 2008’de enflasyon artmıştı ama 2011 yılında % 5.2 ile tekrar zirveyi gördü. Kısaca Muhafazakar Parti ekonomik sorunları çözme konusunda epeyce yavaş kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer sorun ise, İşçi Partisi’nin muhafazakarlara bıraktığı “mirastı”. Avrupa Birliği (AB) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içerecek şekilde genişlerken, İşçi Partisi iktidarının 2004 yılında iş gücü piyasasını AB’nin yeni üyelerinden gelecek işçilere açma kararı sonucu Birleşik Krallık’a yönelik göç öngörülemeyecek hızda artmıştı. Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’a yönelik artan göç hareketinin Britanyalılar arasında yarattığı memnuniyetsizliğin farkında olsa da, AB içinden gelen göçü engelleyemedi ve 2016 yılında gerçekleştirilen AB referandumuna kadar AB vatandaşlarının Britanya’ya göçü de, Britanyalıların kültürel ve ekonomik tehdit olarak gördüğü göç hareketine tepkisi de artmaya devam etti. Muhafazakar Parti göç sorununu çözme ve göç karşıtı Britanyalıların kaygılarını giderme konusunda da yetersiz kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleştiği ilk sorun küresel ekonomik kriz kaynaklı, ikinci sorun ise İşçi Partisi’nin göç politikasının “mirası” idi; bu sorunlardan hiçbirinin sorumluluğu Muhafazakar Parti’ye yükelenemezdi belki ama Muhafazakar Parti bizzat kendi çabası ile üçüncü bir sorunu İskoçya’da bağımsızlık referandumu yapılmasına rıza göstererek yarattı. Muhafazakar Başbakan David Cameron’ın 15 Ekim 2012’de İskoçya Birinci bakanı Alex Salmond ile yaptığı Edinburg Antlaşması (Referandum Antlaşması) aracılığıyla referandum için yasama yetkisi İskoçya Parlamentosu’na devredildi. Muhafazakar Parti iktidarının Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olma riski taşıyan böylesine bir referanduma izin vermiş olmasının kolaylıkla anlaşılabilir bir yanının olmadığını kabul etmek gerekir; ama Cameron İskoçya’da İskoç milliyetçisi İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişi karşısında referandum kararı almaktan başka “tercihi” olmadığını düşünüyordu.

İskoçya bağımsızlık referandumu 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşti; seçmenin % 55’i İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına “hayır” deyince, Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olan parti olarak tarihe geçmekten kurtuldu. Referandum sonucuna istinaden “İskoçya sorununun” Britanya’nın gündeminden düşmüş olduğunu düşünmeye başlayanlar,  Muhafazakar Parti’nin bir başka girişimiyle, bu şekilde düşünmek için acele etmiş olduklarını anladılar. Cameron 2015 genel seçimlerini kazandığı taktirde Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunma sözü vermişti; seçimleri kazanınca da sözünü tuttu ve 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen AB referandumunda seçmenin % 52’si AB üyeliğine “hayır” deyince, Birleşik Krallık Ocak 2020’de AB’den çekildi ve böylelikle de “İskoçya sorunu” gündeme tekrar ve hızlıca taşındı. Zira AB referandumunda İskoçya’daki seçmenin % 62’si tercihini AB üyeliğinin sürdürülmesinden yana kullanmıştı; kendi iradelerinin aksine AB’den çıkan İskoçlar ikinci bağımsızlık referandumu talebiyle Muhafazakar Parti iktidarı üzerinde hep bir baskı yarattılar.

Muhafazakar iktidarın AB referandumu kararı sadece İskoçya’nın bağımsızlık meselesini tekrar gündeme getirmekle kalmadı, ayrıca AB üyeliği konusunda Muhafazakar Parti içindeki çatlakları da gözler önüne serdi.  AB referandumunun bu etkisi partiye İskoçya’nın bağımsızlığı meselesinden çok daha fazla zarar verdi. Referandum öncesi Muhafazakar siyasetçilerin bir kısmı AB üyeliği lehinde, bir kısmı AB üyeliği aleyhinde kampanya yaparken, referandum kararı alan Cameron’ın seçmeni AB üyeliğinin sürdürülmesi yönünde oy vermeye ikna etme çabaları oldukça ilginçti. Cameron AB üyeliği lehinde propaganda yaparken, haleflerinden biri olacak muhafazakar siyasetçi Boris Johnson ise seçmeni üyeliğe hayır demeye davet ediyordu. Böylelikle Muhafazakar Parti bizzat kendi girişimleriyle belli bir yönü, ortak ve tutarlı bir politikası olmayan bölünmüş parti imajı yaratmış oldu.

Yine de bu uzun süreçte Muhafazakar Parti’nin, kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmeyen seçmen nezdindeki kredisi tükenmemişti. 2015’de gerçekleştirilen genel seçimlerden % 36.8 oy oranı ile, 2017 seçimlerinden 42.3 ile, 2019 seçimlerinden % 43.6 ile  Muhazakarlar birinci parti olarak çıkmayı başardı. 2010 yılından itibaren partinin oylarını artırıyor olması çok dikkat çekici  idi. Bu gidişatı değiştiren ise ekonomiyi olumsuz etkileyeceği zaten öngörülmekte olan Brexit’e küresel pandemin etkilerinin eşlik etmesi sonucu Britanya ekonomisinin adeta sarsılması oldu. Birleşik Krallık’ta 2019 yılında GSYİH % 1.6 büyümüştü, ancak 2020’de büyüme oranları % – 10.4 gibi negatif değere düştü. GSYİH’de artış 2021 yılında % 8.7 olarak gerçekleşti, fakat sonrasında büyüme hızı tekrar yavaşladı. İsşizlik oranları 2021 yılında  % 5.3’e yükseldi; enflasyon ise 2022 yılında % 11.1 ile zirve yaptı. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri karşısında Muhafazakar Parti’den vazgeçmeyen seçmen, Brexit’in ve pandeminin ekonomik etkilerine maruz kalırken de partiden desteğini esirgemeyebilirdi, ama Muhafazakar Parti 2016’dan bu yana sıklıkla lider değiştirerek seçmenine “iktidarda olmaktan yorulduğu” mesajını verdi. Belli ki seçmen de bu mesajı aldı. Dolayısıyla 2024 seçimleri aslında İşçi Partisi’nin kazandığı değil de seçmendeki kredisini tüketmek için uğraşır görünen Muhafazakar Parti’nin kaybettiği seçimler oldu.

Üstelik Muhafazakar Parti sadece İşçi Partisi’ne karşı değil, siyasetin sağ kanadındaki rakibi, kurulu düzen ve göçmen karşıtı  Reform UK’ye karşı da kaybetmiş oldu. “Aşırı sağ” olarak nitelendirilen Reform UK % 14.3 oy oranı ile seçimlerden üçüncü parti olarak çıkarken 2015 genel seçimlerinde UKIP’ın başarısını tekrarlamak suretiyle, aşırı sağ diye adlandırılan söylemlerin Britanyalılar tarafından rağbet görmekte olduğunu kanıtladı.

Kısaca Muhafazakar Parti 2024 seçimlerinden hezimetle çıktı. 20. yüzyılın başından itibaren ülkeyi en uzun süre yöneten parti olması dolayısıyla “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan partinin bu seçim hezimetini, özellikle de muhafazakar seçmenin desteğini alan Reform UK’nin yükselişini gerekçe göstererek, parti için “sonun başlangıcı” olarak okuyanlar mevcuttur. Ancak Britanya seçmeninin genel seçimlerde kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmiyor olduğu gerekçesiyle, bu seçim sonucunu Muhafazakar Parti için şimdilik “ne kadar süreceği belli olmayan muhalefet döneminin başlangıcı” olarak okumak daha yerinde olacak gibidir.

*Doç. Dr., lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden,  lisans üstü derecelerini ise İngiltere Essex Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden aldı. Başkent Üniversitesi’nde ve Atılım Üniversitesi’nde Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans dersleri verdi. Dilek YİĞİT’in Avrupa Birliği, Birleşik Krallık tarihi ve siyaseti ile İngiliz edebiyatına dair çok sayıda akademik yayını bulunmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Yazar

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English