Dünya Basını
Moldova’nın “Romanyalılaşması” ve AB’ye üyelik gündemi

Çevirmenin notu: 2020’nin sonlarına doğru Moldova’da AB yanlısı Maya Sandu, devlet başkanlığı seçimlerini kıl payı farkla kazandı. Geçen yıl boyunca, Rusya’ya sadık eski Devlet Başkanı İgor Dodon’dan kalan her şey tasfiye edildi. Sandu, ayrıca yaklaşmakta olan reformlar için ABD’nin desteğine ihtiyaç duyulduğundan söz etti ve kısa bir süre sonra Washington’u önemli bir stratejik ortak olarak nitelendirdi. Kişinev, geçen aylarda sınır anlaşmazlıkları nedeniyle AB üyelik kriterlerini karşılamamasına rağmen aday üye yapıldı. Ve “tarafsızlık” statüsü ülke anayasasında yer almasına rağmen mevcut Moldova hükümeti, Brüksel’deki karargâha askeri yığınak için göz kırpıyor. Sandu ve ekibi, neoliberal restorasyonun öncüleri olmasının yanında son 30 yıldır Moldova’yı ilhak etmeye çalışan ve bunu hiçbir zaman gizlemeyen Romanya devleti adına çalışıyor.
Romanya ile Moldova’nın birleşmesi: Desteklemek birleşmek, birleşmek de sindirmek anlamına gelmiyor
Nina Şevçuk
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)
18 Nisan 2024
Romanya Başbakanı Marcel Ciolacu’nun geçtiğimiz günlerde yaptığı ve “Moldova ile Romanya’nın birleşmesini desteklediği ve bunun AB üyeliği dahilinde gerçekleşeceğine inandığı” yönündeki beyanı, Moldova’nın Romanyalılaştırılması konusunu gündeme getirdi. Rusya’da hem Dışişleri Bakanlığı hem de Federasyon Konseyi bu konuda yorum yaptı.
Ayrıca Moldova’da bu söylem geri plana çekilerek yerini Avrupalılaşmaya bıraktı. Ülke, 20 Ekim 2024’te gerçekleştirilmesi planlanan Avrupa entegrasyonu referandumuna hazırlanıyor. “Unirea” (Romanya ile birleşme) konusu ulusal tartışma konusu olabilir; Maya Sandu, cumhurbaşkanı seçilmeden önce bile bu konudaki kararın “siyasi partiler tarafından değil, referandum yoluyla kamuoyu tarafından verilmesi gerektiğini” belirtmişti. Daha sonra, halihazırda cumhurbaşkanı statüsündeyken, bu tavrını tekrar tekrar teyit etti. Ve Sandu, 2022’de, birleşmenin ancak “halk bunu istediğini söylediğinde” gerçekleşebileceğini kaydetti. Moldova televizyon kanalı Jurnal TV’nin yayınında Maya Sandu, “Şimdilik halk bunu istemiyor ya da bu hedefi destekleyen kayda değer bir kitle yok,” dedi. Aynı görüşü 2023 yılında Avrupa gazetelerine verdiği mülakatta da dile getirmişti: “Romanya ile yeniden birleşmeye destek varsa da yeterli değil. AB entegrasyonu konusunda destek tam ve biz de bunu istiyoruz”. Bu görüş 2024 yılında da değişmedi.
Yetkililer tarafından resmi olarak teyit edildiği üzere, Romanya ile birleşme konusu önümüzdeki referanduma sunulmayacak. Bunun izahı epey kolay: Maya Sandu, AB üyeliği referandumunu cumhurbaşkanlığı seçimleriyle aynı gün yapmayı teklif ederek daha yüksek bir katılım sağlamayı umuyor. Şimdi Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki kararını bekliyor. Fakat Romanya ile birleşme fikrinin popülaritesi AB’ye katılım sürecinden çok daha düşük olduğu için Romanyalılaşma, seçim söyleminde cılız bir şekilde ifade ediliyor. Unirea’nın dile getirilmesi yalnızca seçim kampanyasına uymamakla kalmıyor, aynı zamanda bariz zararları da beraberinde getirebilir.
İlk olarak görevdeki cumhurbaşkanı ve ekibi, Maya Sandu’nun alternatifsiz olduğu AB yanlısı seçmenleri harekete geçirerek seçimleri kazanmayı beklerken, böyle bir konunun sürece dahil edilmesi AB yanlılarının katılımı açısından felaket olabilir. Sandu alternatifsiz bir aday. Pek çok güncel sosyolojik ankete göre, Moldovalıların yüzde 50’sinden fazlası ülkenin AB’ye katılımı fikrini destekliyor (karşı çıkanların sayısı son birkaç yılda nadiren yüzde 35’i aştı), ancak ankete katılanların en az yüzde 50’si geleneksel olarak Romanya ile birleşmeye karşı. Kısa bir süre önce Dmitry Ofitserov-Belskiy, Moldovalıların bu özel siyasi esnekliği hakkında şunları yazmıştı: “Aynı insanlar birkaç yıl arayla komünistlere ve sağcı Birlikçilere oy veriyor, yanı sıra ülkenin AB’ye ve Gümrük Birliği’ne katılmasını isteyebiliyor, her iki iyi alternatifin de vazgeçmeye değmeyeceğine inanıyorlar”. Yine de, IMAS Pazarlama ve Sosyolojik Araştırmalar Enstitüsü tarafından 2024 yılında yapılan ankete göre, seçmenlerin yalnızca yüzde 8’i Moldova’nın Romanya ile birleşmesini niyetleyen cumhurbaşkanına oy verecek.
İkinci olarak Birlikçilik fikirleri Gagavuzya ve Transdinyester’de hiç destek görmüyor. Bu tür teşebbüslerin halk tarafından onaylanmaya başlaması, kaçınılmaz olarak Kişinev’in Komrat ve Tiraspol ile halihazırda karmaşık olan ilişkilerinde tırmanma riskini beraberinde getirir. Bu da Maya Sandu’nun bir araya getirmeye çalıştığı seçim bulmacası açısından pek faydalı olmayacaktır. Ayrıca pek çok Transdinyester sakini Moldova Cumhuriyeti vatandaşlığına ve oy kullanma hakkına sahip. Transdinyesterlilerin AB yanlısı bir referanduma aktif katılımını düşünmek zor ama konu Romanyalılaşmaya karşı oy vermek olduğunda bu tür bir faaliyet epey öngörülebilir. Profesör Dimitriy Furman, Transdinyesterliler ve Gagavuzların “paradoksal bir şekilde Moldova’nın bağımsızlığının neredeyse garantörleri, Romanya ile birleşmeye karşı garantörleri haline geldiklerini” yazmıştı.[1] Bu görüş pek çok açıdan bugün de geçerliliğini koruyor.
Ve son olarak, Romanya’da Moldova ile birleşme fikirleri halk nezdinde çok destek görmüyor (farklı anketlere göre destek yüzde 12 ila yüzde 30 arasında değişiyor) ve iç siyasi aktörlerin çıkarlarının kesiştiği bir uzlaşma veya ifade konusu değil. Dolayısıyla Moldova’nın reddedilme riski yüksek ve bu risk, Maya Sandu ve partideki dostları tarafından kuşkusuz tartıldı ve kabul edildi.
Öz kimlik yerine Romanyalılaşma
Romanyalılaşma ve “büyük Rumen ulusu” kavramı üzerinden, milliyetçilik fikirleri 1980’lerin sonlarında o zamanlar Sovyet Moldova’sı olan bölgede yerli elitler tarafından meşrulaştırılmıştı. Toplumdaki ilk belirgin ayrışmaya işaret eden 1988 sonlarındaki gerilimler, ana ulusun çekirdeği olarak Rumenlerin etnik üstünlüğü ve Rumenlerin çıkarlarının önceliği fikirlerinin dile getirilmesiyle başladı. Moldova’daki Perestroyka, anti-komünist, anti-Sovyet ve Rusya düşmanı sloganlarla popülerlik kazanan çok sayıda milliyetçi örgütün kurulmasıyla karakterize edildi. Nihayetinde, en radikalleşmiş yapılar kamuoyunun şekillendirilmesinde öncü bir rol oynamaya başladı. Mesela, “tarihsel anavatan” Romanya ile birleşme hareketine dönüşen “Halk Cephesi”, Moldovalı olmayanların sınır dışı edilmesi ve Rusça dilinin resmi düzeyde kullanılmasının yasaklanması gibi. Aynı zamanda milliyetçilik politikası, Moldova dilini ve devlet işlevini teşvik etmek ve tahkim etmek yerine Ağustos 1989’da Moldova Yüksek Konseyi tarafından Rumen diline devlet dili statüsünün verildiği bir dil yasasının kabul edilmesine yol açtı. Hayatın her alanında Latin harfleriyle Rumence kullanma ihtiyacı, Kiril alfabesi yerine Latin harflerini öğrenmek zorunda kalan etnik Moldovalılar açısından da zordu. Özel bir yasa, beş yıllık bir geçiş dönemi öngörüyordu ve bu sürenin sonunda tüm çalışan yurttaşların devlet dilini bildiklerine dair sertifika almaları gerekiyordu. Romanyalılaştırmanın bu ilk “çağrısı”, daha sonra Dinyester kıyılarında patlak verecek olan çatışmanın tetikleyicisi oldu.
1990 yılında Moldova Yüksek Konseyi, Romanya bayrağına benzer bir ulusal bayrak kabul etti ve 1991 yılında “Uyan Romanyalı!” sözleriyle başlayan Romanya marşı, Moldova Cumhuriyeti’nin milli marşı olarak ilan edildi. Genç milli oluşum Moldova Cumhuriyeti’nin devletleşmesi, Moldova’nın ilk Cumhurbaşkanı Mircea Snegur tarafından “tamamen geçici bir olgu, bir geçiş dönemi” olarak tanımlandı ve bunu Romanya ile birleşme izleyecekti.[2]
Moldova toplumunun çöküşü, Moldovacılık ideolojisi temelinde bir ulus devlet kurma kavramının reddine dayanıyordu ve siyasi seçkinlerin eylemleri, kimlik düzeyinde Rumen eğitimine, kültürüne, ödünç değer kategorilerine doğru bir kayma anlamına geliyordu. Tarihsel ve etnogenetik argümanlar, unvan sahibi milliyetin temsilcilerinin terfi, prestijli makamlara erişim ve yüksek maaşlı işlerdeki avantajlarını haklı çıkarmak için kullanıldı. Moldovalıların büyük bir Avrupa etnik grubuna —Rumen ulusuna— ait olduğu iddia edildi. Bu, Moldova nüfusunun geniş katmanlarını Birlikçi ve milliyetçi fikirler etrafında birleştirme yönünde etkili bir araç oldu ve ilerici Rumenizasyonun siyasi kaynağını güçlendirdi. O zamandan bu yana Moldova’nın ulusal kimliği, iktidardaki seçkinler tarafından, Birlikçilik karşıtlarının —Moldovacıların— kabul edemeyeceği Rumen kimliği ile özdeşleştirildi.
Avrupa ile bütünleşme, bir yanda güçlü ve bağımsız bir Moldova devletinin destekçileri olan Moldovacılar ve Birlikçiler ile diğer yanda Romanya ile birleşme fikirlerini destekleyen seçkinler arasında bir tür köprü işlevi görüyor. Maya Sandu’nun ustalıkla dile getirdiği AB ajandası, yalnızca bu geleneksel kamplar arasında denge kurmasını değil, 10 yıl önce Moldova’nın en sancılı iç siyasi meselesi olarak görülen kendi devletinin ve ulusal kimliğinin geleceği konusunda toplumda var olan ayrışmayı yumuşatmasını da sağlıyor.
Yakın zamana dek Romanya ile birleşmeye, pek çok Moldovalı tarafından AB’ye olası katılım prizmasından bakılıyordu. Bu faktör Moldova’nın AB’ye katılımını destekleyen Romanyalılar tarafından da manipüle edildi. Örneğin, Traian Basescu, cumhurbaşkanlığı döneminde Moldovalıları AB’ye en kısa yoldan, yani Romanya üzerinden girmeye çağırmıştı. Şimdi, Moldova AB’ye katılmanın eşiğindeyken Romanyalılaşmanın bu boyutu eski çekiciliğini açıkça kaybediyor ve Dmitriy Furman’ın belirttiği üzere, Moldovalı ve Rumen kimliği arasındaki seçim eski “varoluşsal” önemini yitiriyor.[3]
Moldova’nın AB’ye kabul edilmesi durumunda oluşacak denge, Moldovalılara karşı herhangi bir yükümlülük, sorumluluk, risk ve kayıp üstlenmeksizin Rumenlerin Moldova’yı Romanya’nın çıkarları doğrultusunda yönetmesine imkân sağlayacak unirea rotasını uygulamaya dönük “yumuşak” çabalarını durdurmayan Romanya’nın da lehine.
İki Rumen devleti
Bugün Moldovalıların en az yüzde 40’ı Romanya vatandaşlığına sahip ve başvuru sayısı her geçen yıl artıyor. Bu eğilim, bilhassa Romanya’nın 2007 yılında AB’ye girmesinden sonra yoğunlaştı. Moldova vatandaşlarından yılda yaklaşık 100 bin başvuru alınıyor ve uzmanların tahminlerine göre, mevcut pasaport alma dinamikleri devam ederse Romanya, 2029 yılına kadar Moldova Cumhuriyeti nüfusunun yaklaşık yüzde 100’üne vatandaşlık verebilir.
Cumhurbaşkanı Maya Sandu’dan, onun aksine Romanya’nın yerlisi olan ve Moldova’da görevlendirilen şahsiyetlere kadar ülkenin kilit makam sahipleri Romanya vatandaşlığına sahip. Moldova’ya taşınmadan ve görev üstlenmeden hemen önce Moldova vatandaşlığına geçmiş olan Anca Dragu’nun yakın zama evvel Moldova Merkez Bankası’nın başına atanması buna bir örnek. Buna ek olarak, Moldova mevzuatı kısa bir süre önce AB vatandaşlarına devlet güvenlik organlarında görev yapma hakkı tanıyacak şekilde değiştirildi ve böylelikle, Romanyalı temsilcilerin doğrudan Moldova kolluk kuvvetlerinde çalışmasının önündeki engeller kaldırıldı.
Romanya, Transgaz şirketi aracılığıyla daha önce Gazprom’a ait olan Moldovagaz’ın sahip olduğu doğalgaz şebekelerini elinde tutuyor. Moldova ve Romanya, Transdinyester merkezli MGRES (Rusya’nın Inter RAO UES’inin bir parçası) tarafından üretilen elektriğe bağımlılığı yüksek gerilim hatları inşa etti. Romanya’nın Premier Energy şirketi, Moldova’nın kuzeyindeki elektrik şebekelerini satın alma niyetini çoktan açıkladı. Romanya, Moldova’nın Karadeniz’e tek çıkışı olan Giurgiulesti limanını satın almak için EBRD ile müzakere halinde. Liman şu anda imtiyaz altında ve tek hissedarı EBRD. Romanya Ortodoks Kilisesi Besarabya Metropolitliği, “Rus piskoposlukları tarafından kısıtlandıklarını hisseden” tüm din adamlarını ve papazları bünyesine katma konusunda aktif çaba gösteriyor ve bu yolla Rus Ortodoks Kilisesi Moldova Metropolitliğini de ciddi ölçüde zayıflatıyor. Yalnızca iki yıl içinde 13 rahip Rus Ortodoks Kilisesi’nden Besarabya Metropolitliği’ne transfer oldu.
Dolayısıyla, özünde, AB’ye girilmesi durumunda Romanya’nın himayesi altında kalacak olan ikinci bir Romanya devleti yavaş yavaş inşa ediliyor. Ancak bu durum hem AB hem de Romanya’nın Moldova’yı bünyesine katması ve de jure olarak nüfusunu artırması halinde kaçınılmaz olarak gerçekleşecek olan, Romanya’nın Avrupa organları ve yapılarındaki temsilinin genişlemesiyle ilgilenmeyen Avrupa bürokrasisi açısından iyi.
***
Bugün Maya Sandu’nun parti üyeleri aktif olarak kampanya yürütüyor ve Moldova vatandaşlarını referanduma ve aynı zamanda cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmaya çağırıyor. Parlamento, Moldova halkının Avrupa kimliğine ilişkin değişiklikleri içerecek şekilde anayasanın giriş bölümünü — “Moldova halkının Avrupalı kimliğinin yeniden teyit edilmesi, AB’ye entegrasyonun Moldova’nın stratejik bir hedefi olarak ilan edilmesi” şeklinde —değiştiren bir yasa taslağını görüşüyor. Bir diğer değişiklikte de “Parlamento, Moldova’nın AB anlaşmalarına ve kurucu anlaşmalarını revize eden kanunlara katılımını onaylar,” deniyor. Bu taslağın parlamento tarafından onaylanması, AB’ye katılım Moldova halkı tarafından onaylandığında ve Anayasa Mahkemesi cumhuriyetçi anayasa referandumunun sonuçlarını tanımaya karar verdiğinde, AB kurucu anlaşmalarının ve diğer bağlayıcı yasal düzenlemelerinin yerel yasaların uyumsuz hükümlerine göre öncelikli olmasını sağlamak için gerekli.
Bu süreçlerde Rumen kimliğinden ya da Romanya ile olan tarihsel birliktelikten hiç söz edilmiyor. Romanya Başbakanı’nın Maya Sandu’nun seçim kampanyası bağlamında Moldova ve Romanya’nın birleşmesini desteklediğine dair ses getiren beyanı ise oldukça talihsiz ve zamansız olarak nitelendirilebilir.
Avrupa Birliği içinde birleşme (ki Marcel Ciolacu’nun bahsettiği şey genel manada bu) Kişinev, Bükreş ve Brüksel’deki karar alma mekanizmaları için en münasip ve acısız formül. Fakat bu, SSCB’nin enkazı üzerinde bir ulus devlet inşasının en başından beri Moldova’da dikkatle ve aşamalı olarak izlenen Rumenizasyon politikasını boşa düşürmez.
[1] Фурман Д., Батог К. Молдова: молдаване или румыны? // Современная Европа. 2007. №3 (31).
[2] Республика Молдова в 1989–91 годах: взгляд со стороны. Дайджест зарубежной прессы. Кишинёв, 1992. s. 103.
[3] Фурман Д., Батог К. Молдова: молдаване или румыны? // Современная Европа. 2007. №3 (31).
Dünya Basını
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?

Şin-Bet Direktörü Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu yeminli ifadede Başbakan Netanyahu’nun kendisinden yasalar yerine şahsen kendisine itaat etmesini talep ettiğini ve güvenlik kurumunu kişisel çıkarları için kullanmaya çalıştığını açıkladı.
Netanyahu ile ilgili bu iddialar çokça dile getirilmiş olsa da ilk kez hukuki bağlayıcılığı olan bir mahkeme önünde üstelik görevdeki bir isim tarafından belgeleriyle gündeme getiriliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz hem Bar’ın iddialarını hem de bu iddiaların İsrail açısından ne anlama geldiğini inceliyor:
***
Bu bir tatbikat değil: Ronen Bar’ın yeminli beyanı İsrail kritik bir uyarı niteliğinde
Şin Bet Direktörü, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu resmi beyanda, Netanyahu’nun kendisine devlete ve yasalarına değil, şahsen kendisine sadakat göstermesini talep ettiğini açıkladı; yargıçların bu konudaki yanıtı, İsrail demokrasisinin ve güvenliğinin geleceğini şekillendirecek.
Yuval Yoaz / Times of Israel
Şin Bet Direktörü Ronen Bar’ın pazartesi günü İsrail Yüksek Mahkemesi’ne sunduğu yeminli beyan, İsrail halkı için kritik bir uyarı niteliğinde.
Ülkenin başlıca güvenlik kurumlarından birinin başkanı, mahkemeye resmî ve açık biçimde, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisinden şahsi sadakat talep ettiğini yani yasalara ya da mahkemelere değil, doğrudan başbakana itaat etmesini istediğini ve Netanyahu’nun Şin Bet’in geniş etki alanına sahip imkân ve yeteneklerini kişisel ve siyasi çıkarları için sistematik biçimde kullanmaya çalıştığını beyan etti.
Tehlike çanları sadece çalmakla kalmıyor adeta sağır ediyor.
Mahkemenin Bar’a beyanını sunması için verdiği sürenin bitmesine dakikalar kala, yargıçların masasının üzerine iki belge ulaştı. Bunlardan yalnızca biri kamuya açık. Bar’ın sekiz sayfadan oluşan kamuya açık yeminli beyanı 4 Nisan’da yargıçlara gönderdiği mektubun içeriğini detaylandırıyor. Gizli yeminli beyanı ise 31 sayfa ve beş ek belge içeriyor.
Mahkemenin kararı gereği, kamuoyu bu detaylı beyana tam erişemeyecek. Ancak belge başbakana ve yakın çevresine de teslim edildiği düşünüldüğünde sızıntı ihtimal dışı değil. Ayrıca yargıçlar, görevden alma konusundaki kararlarında bu belgelerin özetini kullanabilirler. Söz konusu görevden alma kararı, geçen ay Netanyahu’nun yönlendirmesiyle kabine tarafından oybirliğiyle alınmış ve bu da mahkemenin şu anda değerlendirmekte olduğu itirazlara yol açmıştı.
Netanyahu’nun da mahkemeye perşembe günü sunması gereken yanıtında bu yeminli beyanın yankılarının yer alması bekleniyor tabi son anda geri adım atmazsa.
Bar’ın beyanının ardından, Netanyahu’nun ofisi hemen bir açıklama yayınlayarak “Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sahte bir yeminli beyan sundu, bu yakında detaylı şekilde çürütülecek” dedi. Ancak, bu çürütmenin Netanyahu’nun sunacağı yeminli beyanda yer alacağına dair bir taahhüt verilmedi.
Bar’ın 31 sayfalık gizli belgesini bir kenara bırakırsak, sadece kamuya açık yeminli ifadesi bile okuyucuları şaşkına çevirmeye yetiyor.
Bar’ın Netanyahu hakkında dile getirdiği birçok iddia yıllardır kamuoyunda tartışılmış olsa da bu durum tamamen farklı. Çünkü hukuki bağlayıcılığı var. Suçlamalar artık bizzat Shin Bet şefi tarafından açık ve net bir şekilde dile getiriliyor ve mahkemeye yeminli ifade niteliği taşıyan imzalı bir beyanname ile sunuluyor.
Bar’ın sunduğu her önemli iddia, İsrail’i sarsacak nitelikte birer bomba:
- Netanyahu, olası bir anayasal kriz durumunda Bar’dan, Yüksek Mahkeme’ye değil kendisine itaat etmesini istemiş. Bu tür bir talepte bulunulması bile soruşturulması gereken ciddi bir suç niteliğinde.
- Netanyahu, Bar’a, devam eden ceza davasında mahkemede ifade vermesini engelleyecek bir güvenlik gerekçesi yayınlaması için defalarca baskı yapmış. Bu yönde Netanyahu’nun çevresinden biri tarafından hazırlanan bir taslak Bar’a imzalanması için iletilmiş, ancak Bar imzalamayı reddetmiş.
- Netanyahu, Bar’dan Şin Bet’in gözetleme araçlarını İsrail vatandaşlarına karşı – özellikle de 2023’te hükümetin yargı reformuna karşı düzenlenen protesto hareketinin liderlerine karşı – kullanmasını istedi. Bu talebine gerekçe olarak sözde “yıkıcı faaliyet” iddialarını öne sürdü. Bu, Şin Bet’in siyasi faaliyetlerden uzak durma ilkesini ve ifade özgürlüğünü hiçe saymak anlamına geliyor.
- Netanyahu bu talepleri, toplantıların sonunda, askeri sekreteri ve ses kayıt cihazını kullanan görevlileri odadan çıkardıktan sonra, yani kayda geçmesini önlemek amacıyla sözlü olarak iletmiş.
- Bar, Başbakan Netanyahu ve Kabine Sekreteri Yossi Fuchs’a mektup göndererek, 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırı ve katliamla ilgili olayların soruşturulması için devlet düzeyinde bir komisyon kurulmasının ulusal güvenlik açısından taşıdığı önemi detaylı biçimde anlatmış. Bar, bunun yalnızca yönetişim açısından doğru bir adım olacağı için değil, aynı zamanda güvenlik kurumlarının gerekli sonuçları çıkarabilmesi ve doktrin ile kurumlarda köklü reformlar yapılabilmesi için de elzem olduğunu vurgulamış. Ancak Netanyahu, böyle bir soruşturma kurulmasına ısrarla karşı çıkmaya devam ediyor.
Bar’ın yeminli beyanından çıkan genel sonuç, asıl meselenin yalnızca görevden alınmasının profesyonel gerekçelerle mi, yoksa kişisel saiklerle mi yapıldığından ibaret olmadığını gösteriyor. Bu sorunun yanıtı fazlasıyla açık.
Asıl odak noktası artık, İsrail’in şu anda yönetiminin başında, en azından bir güvenlik kurumu lideri tarafından adı konularak ciddi şekilde suçlanan bir kişi tarafından yönetiliyor olması gerçeği.
Bar’ın beyanı iki temel anlam taşıyor:
Bunlardan ilki kanıt niteliğinde: Bar’ın bu iddiaları bir yeminli beyanla sunmuş olması, onlara hukuki ağırlık kazandırıyor. Yüksek Mahkeme, teknik olarak yeminli ifade veren kişilerin çapraz sorgulanmasına izin verebilir. Her ne kadar bu uygulama 1990’lardan bu yana kullanılmasa da mahkeme bu davada buna izin verebilir.
İkinci çıkarım ise Bar’ın tam ve gizli yeminli ifadesine eklediği belgelerle ilgili: Bar’ın gizli beyanına eklediği belgeler, iddialarını destekleyen nesnel kanıtlar sunmak için hazırlandı. Bu belgelerin kamuya açıklanmamış olması, toplantı tutanakları, karar özetleri veya iç yazışmalar gibi güvenirliğine itiraz edilmesi zor belgeler içerdiği ihtimalini artırıyor.
Bu da Netanyahu’nun kendi tezini yalnızca sözlü savunmayla değil, somut belgelerle desteklemek istemesi durumunda ciddi delil sıkıntısı yaşayabileceği anlamına geliyor.
Bar’ın yeminli beyanının kamuoyu, hukuk ve anayasa açısından etkileri derin. 7 Ekim saldırısının öngörülememesi nedeniyle görevden ayrılacağını açıklayan Bar, bu hukuki mücadeleyi şahsi çıkar için değil, devlet adına veriyor.
Bar meselesinin çözüm şekli sadece bir sonraki Şin Bet direktörünün bağımsızlığını etkilemeyecek. Bar’ın yeminli ifadesinin içindeki belgeler göz önüne alındığında çok büyük ölçüde, İsrail Devleti’nin güvenlik ve demokratik geleceğini şekillendirecek.
Dünya Basını
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme yazısı, Kasım 2024’te, Donald Trump henüz resmen işbaşına gelmeden kaleme alınmış olsa da özellikle dolar ve küresel mali sistemdeki belirleyici rolü ve Trump’a özgü ekonomik yönelimler düşünüldüğünde, yazının temel argümanı, süregiden yapısal bir eğilime ışık tutuyor. Yazının merkezindeki temel iddia, Trump’ın politikalarının, ABD dolarını yalnızca ulusal çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmayıp, onu küresel mali istikrarsızlığın yapısal bir kaynağına dönüştürdüğü. Doların aşırı değerlenmesi, “küresel Güney”de borç kırılganlıklarını derinleştirirken, Trump dönemiyle somutlaşan korumacı hamleler ve mali gevşeme stratejileri, ortak müdahale ve dengeleme mekanizmalarını geçersiz kılıyor. Bu bağlamda metin, sadece Trump’a özgü bir ekonomik-popülist yönelimi değil, aynı zamanda günümüz kapitalizminin merkezî finans mimarisine içkin çelişkilerin sürekliliğini de açığa vuruyor.
Donald Trump’ın politikaları, ABD dolarını küresel istikrarsızlığın bir kaynağı hâline getirme riski taşıyor
David Lubin
Chatham House
5 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Seçilmiş Başkan Donald Trump’ın bir dolar sorunu var. Son aylarda, ABD ihracatının rekabet gücünü desteklemek ve ticaret açığını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla “daha zayıf bir döviz kuru” yönünde belirgin bir eğilim sergiledi. Ne var ki, piyasanın ABD seçimlerinden bu yana sezdiği üzere, Trump’ın politikalarının çok daha muhtemel sonucu, doların güçlenmesi olacağa benziyor. Burada risk şu ki, halihazırda değerli olan ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu daha belirgin hale gelebilir ve bu durum küresel finansal istikrarsızlık riskini artırabilir.
Dolar, son birkaç on yılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Örneğin, BIS verilerine göre, 2002’den 2011’e kadar dolar, enflasyona göre ayarlandı ve ticaret ağırlıklı bazda yaklaşık yüzde 30 zayıfladı. Ancak 2011’den bu yana geçen yıllarda dolar güçlendi ve şu anda da 1985’ten bu yana görülmemiş ölçüde yüksek bir değer seviyesine ulaştı.
Bu inişli çıkışlı seyri belirleyen temel etken, genel hatlarıyla, küresel ekonomik canlılık dengesidir: ABD ekonomisi dünyanın geri kalanına kıyasla ivme kazandığında, dolar güçlenme eğilimi gösterir; bunun tersi de geçerlidir, yani ekonomi küçüldüğünde dolar da zayıflar.
Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasının ardından, ekonomik dinamizm dengesi ABD aleyhine, Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomiler lehine kesin biçimde kaydı. Bu, emtia patlamasının yaşandığı on yıldı: En uzun ve en büyük barış dönemi olan yaklaşık 200 yılda emtia fiyat artışı yaşanmış ve Çin ekonomisindeki sürekli yükseliş, gelişmekte olan dünyada GSYİH artışını desteklemiştir. Sonuç, doların zayıflaması olacaktı.
Fakat 2011 sonrasında, Avro bölgesi krizi ve bunun artçı etkileriyle birlikte Çin ekonomisindeki durgunluk gibi bir dizi etken, ekonomik dinamizm dengesini yeniden ABD lehine çevirdi. Böylece dolar yeniden güç kazandı.
Ve Avrupa ile Çin ekonomileri halen oldukça kırılgan olduklarından, ekonomik dinamizm dengesinin ABD doları lehine işlemeye devam etmesi muhtemel duruyor.
Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların daha da güçleneceğine işaret eden iki önemli etken daha var.
Birincisi, Donald Trump’ın önerdiği ithalat tarifelerinin döviz kuru üzerindeki etkileri. ABD bir ticaret ortağına gümrük vergisi uyguladığında, döviz piyasası genellikle söz konusu ticaret ortağının para birimini satar; bu da, tarifenin yol açtığı dolar cinsinden fiyat artışını telafi etmek üzere o para biriminin değer kaybetmesine neden olur. Bu manzara, Trump’ın 2018 Ocak’ında, Çin’e yönelik ticaret kısıtlamalarını uygulamaya başlamasından sonra, Çin Yuanı’nın yaklaşık yüzde 10 değer kaybetmesini açıklamaya yardımcı olacaktır.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir: ABD’nin ticaret ortaklarına yönelik daha geniş ölçekli tarifeler uygulaması, doları genel anlamda daha da güçlendirecektir.
Daha güçlü bir dolar aynı zamanda Trump’ın muhtemelen uygulamaya koyacağı makroekonomik çerçevenin de bir sonucu olacak. Trump, 2017’de yürürlüğe giren ve 2025’te süresi dolacak olan vergi indirimlerini uzatmak isteyeceğinden, ABD maliye politikasının daha uzun süreli bir gevşeme sürecine girmesi olasıdır. ABD ekonomisini canlandırmanın enflasyonist baskı yaratacağı göz önüne alındığında, piyasa faiz oranlarının beklenenden daha yüksek seviyelere çıkması da ihtimaller dahilinde. Gevşek maliye politikası ile sıkı para politikasının bir arada uygulanması, genellikle para biriminin güçlenmesiyle sonuçlanır.
Doların yükselmeye devam etmesi için oldukça fazla alanı var, çünkü henüz açık biçimde aşırı değerlenmiş sayılmaz. ABD’nin bir ülkenin dış ticaret açığının en geniş ölçütü ve finansal kırılganlığın kaba ama verimli bir göstergesi sayılan cari açığı, geçtiğimiz yıl GSYİH’nin biraz üzerinde, yüzde 3 seviyesindeydi.
Bu oran, 2008 küresel finansal krizinden hemen önce, 2006’da ulaşılan düzeyin yaklaşık yarısı; bu da, aşırı değerlenmiş bir dolardan kaynaklanabilecek risklerin Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilerleyen safhalarına sarkabileceği anlamına geliyor.
Güçlenen bir dolar, dünya ekonomisinin geri kalanı için de pek iyi haber değil. Güçlü bir dolar, küresel ticaret büyümesini baskılayarak, gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlayarak ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin enflasyonu kontrol altında tutmasını zorlaştırarak olumsuz etki yaratır.
Doların sürdürülemez biçimde pahalı hale geldiği durumda ise, başka bir sorun ortaya çıkacaktır: Finansal istikrarı ciddi biçimde sarsmadan aşırı değerli bir para birimiyle nasıl başa çıkılacağı.
Bu sorun en son 1985 yılı başlarında, doların herkesçe dehşet derecede pahalı görüldüğünde yaşanmıştı. O zamanlar ABD, güvenlik şemsiyesine bağımlı olan ticaret ortaklarını -Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Japonya- devreye sokarak, döviz piyasasında bir dizi koordineli müdahalenin doların kontrollü biçimde değer kaybetmesini sağladığı “Plaza Anlaşması”nı müzakere edebilmişti.
Bugün benzer bir anlaşmanın müzakere edilmesi neredeyse hayal dahi edilemez, bilhassa da Çinli politika yapıcılar “Plaza” sonrasında 1980’lerin sonunda Yen’in değer kazanmasının Japonya için bir ekonomik felakete yol açtığına inandıkları için. Pekin, muhtemel ki bu oyuna dahil olmayacaktır.
Doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesi için çok az alan olması nedeniyle daha kaotik alternatiflerin gündeme gelmesi olası görünüyor.
Bunlardan biri, piyasanın bir noktada pahalı dolar cinsinden varlıklara artık ilgi duymamaya karar vermemesi olabilir, ki bu da döviz piyasasında düzensiz bir ayarlamaya neden olacaktır.
Bir diğer muhtemel senaryo ise Trump’ın bizzat doları zayıflatmaya çalışmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için başvurabileceği hemen her yöntem -yabancıların ABD varlıklarını satın almasına sermaye kontrolleri getirmek ya da ABD Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale etmek gibi- ABD’nin finansal itibarını ciddi biçimde zedeleyecek bu da bir kez daha kaotik sonuçlara yol açacaktır.
Nihayetinde Trump, doların küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelmesini pek umursamayabilir. Nitekim seçilmiş Başkan Yardımcısı JD Vance geçtiğimiz yıl, doların küresel rezerv para birimi olma rolünün, Amerikalıların “çoğu gereksiz ithal ürünlere yönelik aşırı tüketimini” sübvanse ettiğini savunmuştu.
Bu türden bir bakış açısı, çöküş halindeki dolarda belli “faydalar” görebilir. Ancak dünyanın geri kalanı açısından, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların kaderi kaybet-kaybet senaryosuna dönüşebilir: Ne güçlü bir dolar ne de onu zayıflatan karmaşık bir ayarlama süreci, küresel ekonomiye fazla bir fayda sağlayacaktır.
Dünya Basını
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Gideon Rachman, Financial Times baş dış ilişkiler köşe yazarı
14 Nisan 2015
Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
Beyaz Saray, Çin ile giriştiği gümrük vergisi savaşında güç dengesini yanlış hesapladı.
Şüpheye düştüğünüzde büyük harf kullanın. “HİÇ KİMSE ‘kurtulmuş’ değil,” dedi Donald Trump pazar günü — ABD’nin akıllı telefonlar ve tüketici elektroniği ürünlerini gümrük vergilerinden muaf tutacağını açıklamasına getirdiği kafa karışıklığının ardından.
Bu muafiyet, geçen hafta Çin’den gelen tüm ürünlere yüzde 145 “karşılıklı” vergi uygulanacağını duyuran politikanın bir değişikliğiydi — ki o da birkaç gün önce açıklanan oranlara dramatik bir artıştı. Takip edebiliyor musunuz?
Yalnızca yüzeysel bir gözlemci bile tüm bu ani gümrük vergisi değişimlerinin Beyaz Saray’daki bir kaosun göstergesi olduğunu düşünebilir. Trump destekçileri ise aynı fikirde değil. Finansçı Bill Ackman, önceki sert geri dönüşü “mükemmel bir icraat… anlaşma sanatı dersi…” olarak övdü.
Başkanın en sadık destekçileri hâlâ onun usta bir stratejist olduğunu savunuyor. Aksi yönde düşünenler ise “Trump Saplantı Sendromu” (TDS) ile suçlanmayı göze alıyor.
Ne yazık ki ben hâlâ bu sendromdan muzdaribim. (Aşısı yasaklandı.)
Ateşli zihnime göre, Trump Çin’le oynadığı bu gümrük vergisi pokerinde elinin sandığından çok daha zayıf olduğunu yeni fark ediyor. Bunu ne kadar geç kabullenirse — hem kendisi hem ABD o kadar çok kaybeder.
Trump ve ticaret savaşçıları, Çin’in gümrük vergisi çatışmasında otomatik olarak dezavantajlı olduğunu varsayıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, Çin’in “elinde sadece iki ikili var… Biz onlara sattığımızın beşte birini onlardan alıyoruz, bu da onlar için kaybedilen bir el” diye savundu.
Ancak Trump ve Bessent’in bu mantığının zayıf noktalarını Adam Posen’in Foreign Affairs’deki son makalesi net biçimde açıklıyor. Posen’in işaret ettiği gibi, Çin’in ABD’ye çok daha fazla ihracat yapıyor olması aslında bir zayıflık değil, bir koz.
ABD Çin’den ürünleri hayır işi olsun diye almıyor. Amerikalılar Çin’in ürettiği şeyleri istiyor. Eğer bu ürünler çok daha pahalı hale gelirse — ya da raflardan tamamen kaybolursa — zarar görecek olan Amerikalılar olur.
Akıllı telefonlar konusundaki ikilemin önemi, Trump’ın sonunda sessizce kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeğe işaret ediyor: Gümrük vergilerini ihracatçılar değil, ithalatçılar öder.
Amerika’da satılan akıllı telefonların yarısından fazlası iPhone ve bu iPhone’ların yüzde 80’i Çin’de üretiliyor. Eğer fiyatları iki katına çıkarsa, Amerikalılar yüksek sesle şikâyet eder. “Özgürlük günü”, kimsenin akıllı telefonlarından kurtulacağı gün olmamalıydı.
Telefonlar ve bilgisayar ekipmanları, geri adım atılması muhtemel en belirgin kalemler. Ancak tek örnekler bunlar değil. Trump, yazın çok sıcak geçmemesini ummak zorunda; çünkü dünyadaki klima üretiminin yaklaşık %80’i Çin kaynaklı. ABD’nin ithal ettiği elektrikli fanların dörtte üçü de Çin’de üretiliyor. Beyaz Saray Noel’e kadar bu ticaret savaşının bitmesini isteyecektir; zira ithal ettiği oyuncak bebeklerin ve bisikletlerin %75’i de Çin’den geliyor.
Peki tüm bu şeyler ABD’de üretilebilir mi? Belki evet. Ama bunun için yeni fabrikaların kurulması gerekir ve nihai ürünler çok daha pahalı olur.
Trump kötü manşetlerden nefret eder ve bu manşetlerin ortadan kaybolmasını ister. Bu yüzden kıtlık ve enflasyonun acısını çekmek yerine, tarifelerden muaf ürünler listesine daha fazla madde eklemesi olası.
Bu koşullarda, Çin bekleyebilir. Ama eğer Pekin işin çirkinleşmesini isterse, kullanabileceği gerçekten güçlü kozlara sahip.
Amerikalıların bağımlı olduğu antibiyotiklerin neredeyse %50’sinde kullanılan bileşenler Çin’de üretiliyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin bel kemiği olan F-35 savaş uçakları, Çin’den tedarik edilen nadir toprak elementlerine ihtiyaç duyuyor. Çin ayrıca ABD hazine tahvillerinin en büyük ikinci yabancı sahibidir — bu da piyasa baskı altındayken önemli hale gelebilir.
ABD yönetimi, Amerikalıların eksikliğini hissetmeyeceği bir ithalat kategorisi bulsa bile — Çin’e ciddi zarar verebilmesi pek mümkün görünmüyor.
Amerikan pazarı, Çin’in ihracatının yalnızca %14’ünü temsil ediyor. Pekin’deki Avrupa Ticaret Odası’nın eski başkanı Joerg Wuttke, Amerikan tarifelerinin “rahatsız edici olduğunu ama Çin ekonomisi için tehdit oluşturmadığını… Ekonomi 14-15 trilyon dolarlık ve ABD’ye yapılan ihracat sadece 550 milyar dolar” diyerek durumu özetliyor.
Beyaz Saray ısrarla, Başkan Xi Jinping’in telefonu kaldırıp aramasını istiyor. Ama Trump geri çekilirken, Çin liderinin konuşması için hiçbir teşvik yok — hele ki merhamet dilemesi için.
Çin Komünist Partisi tarafından sıkı kontrol edilen otoriter bir sistem, büyük ihtimalle siyasi ve ekonomik acılara ABD’den daha iyi dayanabilir. ABD’deki ekonomik çalkantılar ise hızla siyasi baskıya dönüşür.
Xi de elbette kendi büyük hatalarını yapabilir. Çin’in Covid-19 salgınını ele alışı bunun bir kanıtı. Ancak Çin, ABD ile bir ticaret hesaplaşmasına uzun süredir hazırlanıyor — ve seçeneklerini baştan sona düşünmüş durumda. Buna karşılık, Beyaz Saray ise her şeyi anlık kararlarla yürütüyor.
Trump, kaybedeceği bir el dağıtmış durumda. Er ya da geç, elini bırakmak zorunda kalacak.
-
Söyleşi2 hafta önce
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Görüş2 hafta önce
İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?
-
Ortadoğu1 hafta önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trump’ın anti-sosyal devleti
-
Dünya Basını2 hafta önce
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Beyaz Saray’da “İran” çekişmesi
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya’nın Berlin Büyükelçisi: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması kabul edilemez’