Dünya Basını
Moldova’nın “Romanyalılaşması” ve AB’ye üyelik gündemi

Çevirmenin notu: 2020’nin sonlarına doğru Moldova’da AB yanlısı Maya Sandu, devlet başkanlığı seçimlerini kıl payı farkla kazandı. Geçen yıl boyunca, Rusya’ya sadık eski Devlet Başkanı İgor Dodon’dan kalan her şey tasfiye edildi. Sandu, ayrıca yaklaşmakta olan reformlar için ABD’nin desteğine ihtiyaç duyulduğundan söz etti ve kısa bir süre sonra Washington’u önemli bir stratejik ortak olarak nitelendirdi. Kişinev, geçen aylarda sınır anlaşmazlıkları nedeniyle AB üyelik kriterlerini karşılamamasına rağmen aday üye yapıldı. Ve “tarafsızlık” statüsü ülke anayasasında yer almasına rağmen mevcut Moldova hükümeti, Brüksel’deki karargâha askeri yığınak için göz kırpıyor. Sandu ve ekibi, neoliberal restorasyonun öncüleri olmasının yanında son 30 yıldır Moldova’yı ilhak etmeye çalışan ve bunu hiçbir zaman gizlemeyen Romanya devleti adına çalışıyor.
Romanya ile Moldova’nın birleşmesi: Desteklemek birleşmek, birleşmek de sindirmek anlamına gelmiyor
Nina Şevçuk
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)
18 Nisan 2024
Romanya Başbakanı Marcel Ciolacu’nun geçtiğimiz günlerde yaptığı ve “Moldova ile Romanya’nın birleşmesini desteklediği ve bunun AB üyeliği dahilinde gerçekleşeceğine inandığı” yönündeki beyanı, Moldova’nın Romanyalılaştırılması konusunu gündeme getirdi. Rusya’da hem Dışişleri Bakanlığı hem de Federasyon Konseyi bu konuda yorum yaptı.
Ayrıca Moldova’da bu söylem geri plana çekilerek yerini Avrupalılaşmaya bıraktı. Ülke, 20 Ekim 2024’te gerçekleştirilmesi planlanan Avrupa entegrasyonu referandumuna hazırlanıyor. “Unirea” (Romanya ile birleşme) konusu ulusal tartışma konusu olabilir; Maya Sandu, cumhurbaşkanı seçilmeden önce bile bu konudaki kararın “siyasi partiler tarafından değil, referandum yoluyla kamuoyu tarafından verilmesi gerektiğini” belirtmişti. Daha sonra, halihazırda cumhurbaşkanı statüsündeyken, bu tavrını tekrar tekrar teyit etti. Ve Sandu, 2022’de, birleşmenin ancak “halk bunu istediğini söylediğinde” gerçekleşebileceğini kaydetti. Moldova televizyon kanalı Jurnal TV’nin yayınında Maya Sandu, “Şimdilik halk bunu istemiyor ya da bu hedefi destekleyen kayda değer bir kitle yok,” dedi. Aynı görüşü 2023 yılında Avrupa gazetelerine verdiği mülakatta da dile getirmişti: “Romanya ile yeniden birleşmeye destek varsa da yeterli değil. AB entegrasyonu konusunda destek tam ve biz de bunu istiyoruz”. Bu görüş 2024 yılında da değişmedi.
Yetkililer tarafından resmi olarak teyit edildiği üzere, Romanya ile birleşme konusu önümüzdeki referanduma sunulmayacak. Bunun izahı epey kolay: Maya Sandu, AB üyeliği referandumunu cumhurbaşkanlığı seçimleriyle aynı gün yapmayı teklif ederek daha yüksek bir katılım sağlamayı umuyor. Şimdi Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki kararını bekliyor. Fakat Romanya ile birleşme fikrinin popülaritesi AB’ye katılım sürecinden çok daha düşük olduğu için Romanyalılaşma, seçim söyleminde cılız bir şekilde ifade ediliyor. Unirea’nın dile getirilmesi yalnızca seçim kampanyasına uymamakla kalmıyor, aynı zamanda bariz zararları da beraberinde getirebilir.
İlk olarak görevdeki cumhurbaşkanı ve ekibi, Maya Sandu’nun alternatifsiz olduğu AB yanlısı seçmenleri harekete geçirerek seçimleri kazanmayı beklerken, böyle bir konunun sürece dahil edilmesi AB yanlılarının katılımı açısından felaket olabilir. Sandu alternatifsiz bir aday. Pek çok güncel sosyolojik ankete göre, Moldovalıların yüzde 50’sinden fazlası ülkenin AB’ye katılımı fikrini destekliyor (karşı çıkanların sayısı son birkaç yılda nadiren yüzde 35’i aştı), ancak ankete katılanların en az yüzde 50’si geleneksel olarak Romanya ile birleşmeye karşı. Kısa bir süre önce Dmitry Ofitserov-Belskiy, Moldovalıların bu özel siyasi esnekliği hakkında şunları yazmıştı: “Aynı insanlar birkaç yıl arayla komünistlere ve sağcı Birlikçilere oy veriyor, yanı sıra ülkenin AB’ye ve Gümrük Birliği’ne katılmasını isteyebiliyor, her iki iyi alternatifin de vazgeçmeye değmeyeceğine inanıyorlar”. Yine de, IMAS Pazarlama ve Sosyolojik Araştırmalar Enstitüsü tarafından 2024 yılında yapılan ankete göre, seçmenlerin yalnızca yüzde 8’i Moldova’nın Romanya ile birleşmesini niyetleyen cumhurbaşkanına oy verecek.
İkinci olarak Birlikçilik fikirleri Gagavuzya ve Transdinyester’de hiç destek görmüyor. Bu tür teşebbüslerin halk tarafından onaylanmaya başlaması, kaçınılmaz olarak Kişinev’in Komrat ve Tiraspol ile halihazırda karmaşık olan ilişkilerinde tırmanma riskini beraberinde getirir. Bu da Maya Sandu’nun bir araya getirmeye çalıştığı seçim bulmacası açısından pek faydalı olmayacaktır. Ayrıca pek çok Transdinyester sakini Moldova Cumhuriyeti vatandaşlığına ve oy kullanma hakkına sahip. Transdinyesterlilerin AB yanlısı bir referanduma aktif katılımını düşünmek zor ama konu Romanyalılaşmaya karşı oy vermek olduğunda bu tür bir faaliyet epey öngörülebilir. Profesör Dimitriy Furman, Transdinyesterliler ve Gagavuzların “paradoksal bir şekilde Moldova’nın bağımsızlığının neredeyse garantörleri, Romanya ile birleşmeye karşı garantörleri haline geldiklerini” yazmıştı.[1] Bu görüş pek çok açıdan bugün de geçerliliğini koruyor.
Ve son olarak, Romanya’da Moldova ile birleşme fikirleri halk nezdinde çok destek görmüyor (farklı anketlere göre destek yüzde 12 ila yüzde 30 arasında değişiyor) ve iç siyasi aktörlerin çıkarlarının kesiştiği bir uzlaşma veya ifade konusu değil. Dolayısıyla Moldova’nın reddedilme riski yüksek ve bu risk, Maya Sandu ve partideki dostları tarafından kuşkusuz tartıldı ve kabul edildi.
Öz kimlik yerine Romanyalılaşma
Romanyalılaşma ve “büyük Rumen ulusu” kavramı üzerinden, milliyetçilik fikirleri 1980’lerin sonlarında o zamanlar Sovyet Moldova’sı olan bölgede yerli elitler tarafından meşrulaştırılmıştı. Toplumdaki ilk belirgin ayrışmaya işaret eden 1988 sonlarındaki gerilimler, ana ulusun çekirdeği olarak Rumenlerin etnik üstünlüğü ve Rumenlerin çıkarlarının önceliği fikirlerinin dile getirilmesiyle başladı. Moldova’daki Perestroyka, anti-komünist, anti-Sovyet ve Rusya düşmanı sloganlarla popülerlik kazanan çok sayıda milliyetçi örgütün kurulmasıyla karakterize edildi. Nihayetinde, en radikalleşmiş yapılar kamuoyunun şekillendirilmesinde öncü bir rol oynamaya başladı. Mesela, “tarihsel anavatan” Romanya ile birleşme hareketine dönüşen “Halk Cephesi”, Moldovalı olmayanların sınır dışı edilmesi ve Rusça dilinin resmi düzeyde kullanılmasının yasaklanması gibi. Aynı zamanda milliyetçilik politikası, Moldova dilini ve devlet işlevini teşvik etmek ve tahkim etmek yerine Ağustos 1989’da Moldova Yüksek Konseyi tarafından Rumen diline devlet dili statüsünün verildiği bir dil yasasının kabul edilmesine yol açtı. Hayatın her alanında Latin harfleriyle Rumence kullanma ihtiyacı, Kiril alfabesi yerine Latin harflerini öğrenmek zorunda kalan etnik Moldovalılar açısından da zordu. Özel bir yasa, beş yıllık bir geçiş dönemi öngörüyordu ve bu sürenin sonunda tüm çalışan yurttaşların devlet dilini bildiklerine dair sertifika almaları gerekiyordu. Romanyalılaştırmanın bu ilk “çağrısı”, daha sonra Dinyester kıyılarında patlak verecek olan çatışmanın tetikleyicisi oldu.
1990 yılında Moldova Yüksek Konseyi, Romanya bayrağına benzer bir ulusal bayrak kabul etti ve 1991 yılında “Uyan Romanyalı!” sözleriyle başlayan Romanya marşı, Moldova Cumhuriyeti’nin milli marşı olarak ilan edildi. Genç milli oluşum Moldova Cumhuriyeti’nin devletleşmesi, Moldova’nın ilk Cumhurbaşkanı Mircea Snegur tarafından “tamamen geçici bir olgu, bir geçiş dönemi” olarak tanımlandı ve bunu Romanya ile birleşme izleyecekti.[2]
Moldova toplumunun çöküşü, Moldovacılık ideolojisi temelinde bir ulus devlet kurma kavramının reddine dayanıyordu ve siyasi seçkinlerin eylemleri, kimlik düzeyinde Rumen eğitimine, kültürüne, ödünç değer kategorilerine doğru bir kayma anlamına geliyordu. Tarihsel ve etnogenetik argümanlar, unvan sahibi milliyetin temsilcilerinin terfi, prestijli makamlara erişim ve yüksek maaşlı işlerdeki avantajlarını haklı çıkarmak için kullanıldı. Moldovalıların büyük bir Avrupa etnik grubuna —Rumen ulusuna— ait olduğu iddia edildi. Bu, Moldova nüfusunun geniş katmanlarını Birlikçi ve milliyetçi fikirler etrafında birleştirme yönünde etkili bir araç oldu ve ilerici Rumenizasyonun siyasi kaynağını güçlendirdi. O zamandan bu yana Moldova’nın ulusal kimliği, iktidardaki seçkinler tarafından, Birlikçilik karşıtlarının —Moldovacıların— kabul edemeyeceği Rumen kimliği ile özdeşleştirildi.
Avrupa ile bütünleşme, bir yanda güçlü ve bağımsız bir Moldova devletinin destekçileri olan Moldovacılar ve Birlikçiler ile diğer yanda Romanya ile birleşme fikirlerini destekleyen seçkinler arasında bir tür köprü işlevi görüyor. Maya Sandu’nun ustalıkla dile getirdiği AB ajandası, yalnızca bu geleneksel kamplar arasında denge kurmasını değil, 10 yıl önce Moldova’nın en sancılı iç siyasi meselesi olarak görülen kendi devletinin ve ulusal kimliğinin geleceği konusunda toplumda var olan ayrışmayı yumuşatmasını da sağlıyor.
Yakın zamana dek Romanya ile birleşmeye, pek çok Moldovalı tarafından AB’ye olası katılım prizmasından bakılıyordu. Bu faktör Moldova’nın AB’ye katılımını destekleyen Romanyalılar tarafından da manipüle edildi. Örneğin, Traian Basescu, cumhurbaşkanlığı döneminde Moldovalıları AB’ye en kısa yoldan, yani Romanya üzerinden girmeye çağırmıştı. Şimdi, Moldova AB’ye katılmanın eşiğindeyken Romanyalılaşmanın bu boyutu eski çekiciliğini açıkça kaybediyor ve Dmitriy Furman’ın belirttiği üzere, Moldovalı ve Rumen kimliği arasındaki seçim eski “varoluşsal” önemini yitiriyor.[3]
Moldova’nın AB’ye kabul edilmesi durumunda oluşacak denge, Moldovalılara karşı herhangi bir yükümlülük, sorumluluk, risk ve kayıp üstlenmeksizin Rumenlerin Moldova’yı Romanya’nın çıkarları doğrultusunda yönetmesine imkân sağlayacak unirea rotasını uygulamaya dönük “yumuşak” çabalarını durdurmayan Romanya’nın da lehine.
İki Rumen devleti
Bugün Moldovalıların en az yüzde 40’ı Romanya vatandaşlığına sahip ve başvuru sayısı her geçen yıl artıyor. Bu eğilim, bilhassa Romanya’nın 2007 yılında AB’ye girmesinden sonra yoğunlaştı. Moldova vatandaşlarından yılda yaklaşık 100 bin başvuru alınıyor ve uzmanların tahminlerine göre, mevcut pasaport alma dinamikleri devam ederse Romanya, 2029 yılına kadar Moldova Cumhuriyeti nüfusunun yaklaşık yüzde 100’üne vatandaşlık verebilir.
Cumhurbaşkanı Maya Sandu’dan, onun aksine Romanya’nın yerlisi olan ve Moldova’da görevlendirilen şahsiyetlere kadar ülkenin kilit makam sahipleri Romanya vatandaşlığına sahip. Moldova’ya taşınmadan ve görev üstlenmeden hemen önce Moldova vatandaşlığına geçmiş olan Anca Dragu’nun yakın zama evvel Moldova Merkez Bankası’nın başına atanması buna bir örnek. Buna ek olarak, Moldova mevzuatı kısa bir süre önce AB vatandaşlarına devlet güvenlik organlarında görev yapma hakkı tanıyacak şekilde değiştirildi ve böylelikle, Romanyalı temsilcilerin doğrudan Moldova kolluk kuvvetlerinde çalışmasının önündeki engeller kaldırıldı.
Romanya, Transgaz şirketi aracılığıyla daha önce Gazprom’a ait olan Moldovagaz’ın sahip olduğu doğalgaz şebekelerini elinde tutuyor. Moldova ve Romanya, Transdinyester merkezli MGRES (Rusya’nın Inter RAO UES’inin bir parçası) tarafından üretilen elektriğe bağımlılığı yüksek gerilim hatları inşa etti. Romanya’nın Premier Energy şirketi, Moldova’nın kuzeyindeki elektrik şebekelerini satın alma niyetini çoktan açıkladı. Romanya, Moldova’nın Karadeniz’e tek çıkışı olan Giurgiulesti limanını satın almak için EBRD ile müzakere halinde. Liman şu anda imtiyaz altında ve tek hissedarı EBRD. Romanya Ortodoks Kilisesi Besarabya Metropolitliği, “Rus piskoposlukları tarafından kısıtlandıklarını hisseden” tüm din adamlarını ve papazları bünyesine katma konusunda aktif çaba gösteriyor ve bu yolla Rus Ortodoks Kilisesi Moldova Metropolitliğini de ciddi ölçüde zayıflatıyor. Yalnızca iki yıl içinde 13 rahip Rus Ortodoks Kilisesi’nden Besarabya Metropolitliği’ne transfer oldu.
Dolayısıyla, özünde, AB’ye girilmesi durumunda Romanya’nın himayesi altında kalacak olan ikinci bir Romanya devleti yavaş yavaş inşa ediliyor. Ancak bu durum hem AB hem de Romanya’nın Moldova’yı bünyesine katması ve de jure olarak nüfusunu artırması halinde kaçınılmaz olarak gerçekleşecek olan, Romanya’nın Avrupa organları ve yapılarındaki temsilinin genişlemesiyle ilgilenmeyen Avrupa bürokrasisi açısından iyi.
***
Bugün Maya Sandu’nun parti üyeleri aktif olarak kampanya yürütüyor ve Moldova vatandaşlarını referanduma ve aynı zamanda cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmaya çağırıyor. Parlamento, Moldova halkının Avrupa kimliğine ilişkin değişiklikleri içerecek şekilde anayasanın giriş bölümünü — “Moldova halkının Avrupalı kimliğinin yeniden teyit edilmesi, AB’ye entegrasyonun Moldova’nın stratejik bir hedefi olarak ilan edilmesi” şeklinde —değiştiren bir yasa taslağını görüşüyor. Bir diğer değişiklikte de “Parlamento, Moldova’nın AB anlaşmalarına ve kurucu anlaşmalarını revize eden kanunlara katılımını onaylar,” deniyor. Bu taslağın parlamento tarafından onaylanması, AB’ye katılım Moldova halkı tarafından onaylandığında ve Anayasa Mahkemesi cumhuriyetçi anayasa referandumunun sonuçlarını tanımaya karar verdiğinde, AB kurucu anlaşmalarının ve diğer bağlayıcı yasal düzenlemelerinin yerel yasaların uyumsuz hükümlerine göre öncelikli olmasını sağlamak için gerekli.
Bu süreçlerde Rumen kimliğinden ya da Romanya ile olan tarihsel birliktelikten hiç söz edilmiyor. Romanya Başbakanı’nın Maya Sandu’nun seçim kampanyası bağlamında Moldova ve Romanya’nın birleşmesini desteklediğine dair ses getiren beyanı ise oldukça talihsiz ve zamansız olarak nitelendirilebilir.
Avrupa Birliği içinde birleşme (ki Marcel Ciolacu’nun bahsettiği şey genel manada bu) Kişinev, Bükreş ve Brüksel’deki karar alma mekanizmaları için en münasip ve acısız formül. Fakat bu, SSCB’nin enkazı üzerinde bir ulus devlet inşasının en başından beri Moldova’da dikkatle ve aşamalı olarak izlenen Rumenizasyon politikasını boşa düşürmez.
[1] Фурман Д., Батог К. Молдова: молдаване или румыны? // Современная Европа. 2007. №3 (31).
[2] Республика Молдова в 1989–91 годах: взгляд со стороны. Дайджест зарубежной прессы. Кишинёв, 1992. s. 103.
[3] Фурман Д., Батог К. Молдова: молдаване или румыны? // Современная Европа. 2007. №3 (31).
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya1 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Görüş2 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını1 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Diplomasi3 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3
-
Ortadoğu19 saat önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?