Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Moldova’nın “Romanyalılaşması” ve AB’ye üyelik gündemi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 2020’nin sonlarına doğru Moldova’da AB yanlısı Maya Sandu, devlet başkanlığı seçimlerini kıl payı farkla kazandı. Geçen yıl boyunca, Rusya’ya sadık eski Devlet Başkanı İgor Dodon’dan kalan her şey tasfiye edildi. Sandu, ayrıca yaklaşmakta olan reformlar için ABD’nin desteğine ihtiyaç duyulduğundan söz etti ve kısa bir süre sonra Washington’u önemli bir stratejik ortak olarak nitelendirdi. Kişinev, geçen aylarda sınır anlaşmazlıkları nedeniyle AB üyelik kriterlerini karşılamamasına rağmen aday üye yapıldı. Ve “tarafsızlık” statüsü ülke anayasasında yer almasına rağmen mevcut Moldova hükümeti, Brüksel’deki karargâha askeri yığınak için göz kırpıyor. Sandu ve ekibi, neoliberal restorasyonun öncüleri olmasının yanında son 30 yıldır Moldova’yı ilhak etmeye çalışan ve bunu hiçbir zaman gizlemeyen Romanya devleti adına çalışıyor.


Romanya ile Moldova’nın birleşmesi: Desteklemek birleşmek, birleşmek de sindirmek anlamına gelmiyor

Nina Şevçuk

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)

18 Nisan 2024

Romanya Başbakanı Marcel Ciolacu’nun geçtiğimiz günlerde yaptığı ve “Moldova ile Romanya’nın birleşmesini desteklediği ve bunun AB üyeliği dahilinde gerçekleşeceğine inandığı” yönündeki beyanı, Moldova’nın Romanyalılaştırılması konusunu gündeme getirdi. Rusya’da hem Dışişleri Bakanlığı hem de Federasyon Konseyi bu konuda yorum yaptı.

Ayrıca Moldova’da bu söylem geri plana çekilerek yerini Avrupalılaşmaya bıraktı. Ülke, 20 Ekim 2024’te gerçekleştirilmesi planlanan Avrupa entegrasyonu referandumuna hazırlanıyor. “Unirea(Romanya ile birleşme) konusu ulusal tartışma konusu olabilir; Maya Sandu, cumhurbaşkanı seçilmeden önce bile bu konudaki kararın “siyasi partiler tarafından değil, referandum yoluyla kamuoyu tarafından verilmesi gerektiğini” belirtmişti. Daha sonra, halihazırda cumhurbaşkanı statüsündeyken, bu tavrını tekrar tekrar teyit etti. Ve Sandu, 2022’de, birleşmenin ancak “halk bunu istediğini söylediğinde” gerçekleşebileceğini kaydetti. Moldova televizyon kanalı Jurnal TV’nin yayınında Maya Sandu, “Şimdilik halk bunu istemiyor ya da bu hedefi destekleyen kayda değer bir kitle yok,” dedi. Aynı görüşü 2023 yılında Avrupa gazetelerine verdiği mülakatta da dile getirmişti: “Romanya ile yeniden birleşmeye destek varsa da yeterli değil. AB entegrasyonu konusunda destek tam ve biz de bunu istiyoruz”. Bu görüş 2024 yılında da değişmedi.

Yetkililer tarafından resmi olarak teyit edildiği üzere, Romanya ile birleşme konusu önümüzdeki referanduma sunulmayacak. Bunun izahı epey kolay: Maya Sandu, AB üyeliği referandumunu cumhurbaşkanlığı seçimleriyle aynı gün yapmayı teklif ederek daha yüksek bir katılım sağlamayı umuyor. Şimdi Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki kararını bekliyor. Fakat Romanya ile birleşme fikrinin popülaritesi AB’ye katılım sürecinden çok daha düşük olduğu için Romanyalılaşma, seçim söyleminde cılız bir şekilde ifade ediliyor. Unirea’nın dile getirilmesi yalnızca seçim kampanyasına uymamakla kalmıyor, aynı zamanda bariz zararları da beraberinde getirebilir.

İlk olarak görevdeki cumhurbaşkanı ve ekibi, Maya Sandu’nun alternatifsiz olduğu AB yanlısı seçmenleri harekete geçirerek seçimleri kazanmayı beklerken, böyle bir konunun sürece dahil edilmesi AB yanlılarının katılımı açısından felaket olabilir. Sandu alternatifsiz bir aday. Pek çok güncel sosyolojik ankete göre, Moldovalıların yüzde 50’sinden fazlası ülkenin AB’ye katılımı fikrini destekliyor (karşı çıkanların sayısı son birkaç yılda nadiren yüzde 35’i aştı), ancak ankete katılanların en az yüzde 50’si geleneksel olarak Romanya ile birleşmeye karşı. Kısa bir süre önce Dmitry Ofitserov-Belskiy, Moldovalıların bu özel siyasi esnekliği hakkında şunları yazmıştı: “Aynı insanlar birkaç yıl arayla komünistlere ve sağcı Birlikçilere oy veriyor, yanı sıra ülkenin AB’ye ve Gümrük Birliği’ne katılmasını isteyebiliyor, her iki iyi alternatifin de vazgeçmeye değmeyeceğine inanıyorlar”. Yine de, IMAS Pazarlama ve Sosyolojik Araştırmalar Enstitüsü tarafından 2024 yılında yapılan ankete göre, seçmenlerin yalnızca yüzde 8’i Moldova’nın Romanya ile birleşmesini niyetleyen cumhurbaşkanına oy verecek.

İkinci olarak Birlikçilik fikirleri Gagavuzya ve Transdinyester’de hiç destek görmüyor. Bu tür teşebbüslerin halk tarafından onaylanmaya başlaması, kaçınılmaz olarak Kişinev’in Komrat ve Tiraspol ile halihazırda karmaşık olan ilişkilerinde tırmanma riskini beraberinde getirir. Bu da Maya Sandu’nun bir araya getirmeye çalıştığı seçim bulmacası açısından pek faydalı olmayacaktır. Ayrıca pek çok Transdinyester sakini Moldova Cumhuriyeti vatandaşlığına ve oy kullanma hakkına sahip. Transdinyesterlilerin AB yanlısı bir referanduma aktif katılımını düşünmek zor ama konu Romanyalılaşmaya karşı oy vermek olduğunda bu tür bir faaliyet epey öngörülebilir. Profesör Dimitriy Furman, Transdinyesterliler ve Gagavuzların “paradoksal bir şekilde Moldova’nın bağımsızlığının neredeyse garantörleri, Romanya ile birleşmeye karşı garantörleri haline geldiklerini” yazmıştı.[1] Bu görüş pek çok açıdan bugün de geçerliliğini koruyor.

Ve son olarak, Romanya’da Moldova ile birleşme fikirleri halk nezdinde çok destek görmüyor (farklı anketlere göre destek yüzde 12 ila yüzde 30 arasında değişiyor) ve iç siyasi aktörlerin çıkarlarının kesiştiği bir uzlaşma veya ifade konusu değil. Dolayısıyla Moldova’nın reddedilme riski yüksek ve bu risk, Maya Sandu ve partideki dostları tarafından kuşkusuz tartıldı ve kabul edildi.

Öz kimlik yerine Romanyalılaşma

Romanyalılaşma ve “büyük Rumen ulusu” kavramı üzerinden, milliyetçilik fikirleri 1980’lerin sonlarında o zamanlar Sovyet Moldova’sı olan bölgede yerli elitler tarafından meşrulaştırılmıştı. Toplumdaki ilk belirgin ayrışmaya işaret eden 1988 sonlarındaki gerilimler, ana ulusun çekirdeği olarak Rumenlerin etnik üstünlüğü ve Rumenlerin çıkarlarının önceliği fikirlerinin dile getirilmesiyle başladı. Moldova’daki Perestroyka, anti-komünist, anti-Sovyet ve Rusya düşmanı sloganlarla popülerlik kazanan çok sayıda milliyetçi örgütün kurulmasıyla karakterize edildi. Nihayetinde, en radikalleşmiş yapılar kamuoyunun şekillendirilmesinde öncü bir rol oynamaya başladı. Mesela, “tarihsel anavatan” Romanya ile birleşme hareketine dönüşen “Halk Cephesi”, Moldovalı olmayanların sınır dışı edilmesi ve Rusça dilinin resmi düzeyde kullanılmasının yasaklanması gibi. Aynı zamanda milliyetçilik politikası, Moldova dilini ve devlet işlevini teşvik etmek ve tahkim etmek yerine Ağustos 1989’da Moldova Yüksek Konseyi tarafından Rumen diline devlet dili statüsünün verildiği bir dil yasasının kabul edilmesine yol açtı. Hayatın her alanında Latin harfleriyle Rumence kullanma ihtiyacı, Kiril alfabesi yerine Latin harflerini öğrenmek zorunda kalan etnik Moldovalılar açısından da zordu. Özel bir yasa, beş yıllık bir geçiş dönemi öngörüyordu ve bu sürenin sonunda tüm çalışan yurttaşların devlet dilini bildiklerine dair sertifika almaları gerekiyordu. Romanyalılaştırmanın bu ilk “çağrısı”, daha sonra Dinyester kıyılarında patlak verecek olan çatışmanın tetikleyicisi oldu.

1990 yılında Moldova Yüksek Konseyi, Romanya bayrağına benzer bir ulusal bayrak kabul etti ve 1991 yılında “Uyan Romanyalı!” sözleriyle başlayan Romanya marşı, Moldova Cumhuriyeti’nin milli marşı olarak ilan edildi. Genç milli oluşum Moldova Cumhuriyeti’nin devletleşmesi, Moldova’nın ilk Cumhurbaşkanı Mircea Snegur tarafından “tamamen geçici bir olgu, bir geçiş dönemi” olarak tanımlandı ve bunu Romanya ile birleşme izleyecekti.[2]

Moldova toplumunun çöküşü, Moldovacılık ideolojisi temelinde bir ulus devlet kurma kavramının reddine dayanıyordu ve siyasi seçkinlerin eylemleri, kimlik düzeyinde Rumen eğitimine, kültürüne, ödünç değer kategorilerine doğru bir kayma anlamına geliyordu. Tarihsel ve etnogenetik argümanlar, unvan sahibi milliyetin temsilcilerinin terfi, prestijli makamlara erişim ve yüksek maaşlı işlerdeki avantajlarını haklı çıkarmak için kullanıldı. Moldovalıların büyük bir Avrupa etnik grubuna —Rumen ulusuna— ait olduğu iddia edildi. Bu, Moldova nüfusunun geniş katmanlarını Birlikçi ve milliyetçi fikirler etrafında birleştirme yönünde etkili bir araç oldu ve ilerici Rumenizasyonun siyasi kaynağını güçlendirdi. O zamandan bu yana Moldova’nın ulusal kimliği, iktidardaki seçkinler tarafından, Birlikçilik karşıtlarının —Moldovacıların— kabul edemeyeceği Rumen kimliği ile özdeşleştirildi.

Avrupa ile bütünleşme, bir yanda güçlü ve bağımsız bir Moldova devletinin destekçileri olan Moldovacılar ve Birlikçiler ile diğer yanda Romanya ile birleşme fikirlerini destekleyen seçkinler arasında bir tür köprü işlevi görüyor. Maya Sandu’nun ustalıkla dile getirdiği AB ajandası, yalnızca bu geleneksel kamplar arasında denge kurmasını değil, 10 yıl önce Moldova’nın en sancılı iç siyasi meselesi olarak görülen kendi devletinin ve ulusal kimliğinin geleceği konusunda toplumda var olan ayrışmayı yumuşatmasını da sağlıyor.

Yakın zamana dek Romanya ile birleşmeye, pek çok Moldovalı tarafından AB’ye olası katılım prizmasından bakılıyordu. Bu faktör Moldova’nın AB’ye katılımını destekleyen Romanyalılar tarafından da manipüle edildi. Örneğin, Traian Basescu, cumhurbaşkanlığı döneminde Moldovalıları AB’ye en kısa yoldan, yani Romanya üzerinden girmeye çağırmıştı. Şimdi, Moldova AB’ye katılmanın eşiğindeyken Romanyalılaşmanın bu boyutu eski çekiciliğini açıkça kaybediyor ve Dmitriy Furman’ın belirttiği üzere, Moldovalı ve Rumen kimliği arasındaki seçim eski “varoluşsal” önemini yitiriyor.[3]

Moldova’nın AB’ye kabul edilmesi durumunda oluşacak denge, Moldovalılara karşı herhangi bir yükümlülük, sorumluluk, risk ve kayıp üstlenmeksizin Rumenlerin Moldova’yı Romanya’nın çıkarları doğrultusunda yönetmesine imkân sağlayacak unirea rotasını uygulamaya dönük “yumuşak” çabalarını durdurmayan Romanya’nın da lehine.

İki Rumen devleti

Bugün Moldovalıların en az yüzde 40’ı Romanya vatandaşlığına sahip ve başvuru sayısı her geçen yıl artıyor. Bu eğilim, bilhassa Romanya’nın 2007 yılında AB’ye girmesinden sonra yoğunlaştı. Moldova vatandaşlarından yılda yaklaşık 100 bin başvuru alınıyor ve uzmanların tahminlerine göre, mevcut pasaport alma dinamikleri devam ederse Romanya, 2029 yılına kadar Moldova Cumhuriyeti nüfusunun yaklaşık yüzde 100’üne vatandaşlık verebilir.

Cumhurbaşkanı Maya Sandu’dan, onun aksine Romanya’nın yerlisi olan ve Moldova’da görevlendirilen şahsiyetlere kadar ülkenin kilit makam sahipleri Romanya vatandaşlığına sahip. Moldova’ya taşınmadan ve görev üstlenmeden hemen önce Moldova vatandaşlığına geçmiş olan Anca Dragu’nun yakın zama evvel Moldova Merkez Bankası’nın başına atanması buna bir örnek. Buna ek olarak, Moldova mevzuatı kısa bir süre önce AB vatandaşlarına devlet güvenlik organlarında görev yapma hakkı tanıyacak şekilde değiştirildi ve böylelikle, Romanyalı temsilcilerin doğrudan Moldova kolluk kuvvetlerinde çalışmasının önündeki engeller kaldırıldı.

Romanya, Transgaz şirketi aracılığıyla daha önce Gazprom’a ait olan Moldovagaz’ın sahip olduğu doğalgaz şebekelerini elinde tutuyor. Moldova ve Romanya, Transdinyester merkezli MGRES (Rusya’nın Inter RAO UES’inin bir parçası) tarafından üretilen elektriğe bağımlılığı yüksek gerilim hatları inşa etti. Romanya’nın Premier Energy şirketi, Moldova’nın kuzeyindeki elektrik şebekelerini satın alma niyetini çoktan açıkladı. Romanya, Moldova’nın Karadeniz’e tek çıkışı olan Giurgiulesti limanını satın almak için EBRD ile müzakere halinde. Liman şu anda imtiyaz altında ve tek hissedarı EBRD. Romanya Ortodoks Kilisesi Besarabya Metropolitliği, “Rus piskoposlukları tarafından kısıtlandıklarını hisseden” tüm din adamlarını ve papazları bünyesine katma konusunda aktif çaba gösteriyor ve bu yolla Rus Ortodoks Kilisesi Moldova Metropolitliğini de ciddi ölçüde zayıflatıyor. Yalnızca iki yıl içinde 13 rahip Rus Ortodoks Kilisesi’nden Besarabya Metropolitliği’ne transfer oldu.

Dolayısıyla, özünde, AB’ye girilmesi durumunda Romanya’nın himayesi altında kalacak olan ikinci bir Romanya devleti yavaş yavaş inşa ediliyor. Ancak bu durum hem AB hem de Romanya’nın Moldova’yı bünyesine katması ve de jure olarak nüfusunu artırması halinde kaçınılmaz olarak gerçekleşecek olan, Romanya’nın Avrupa organları ve yapılarındaki temsilinin genişlemesiyle ilgilenmeyen Avrupa bürokrasisi açısından iyi.

***

Bugün Maya Sandu’nun parti üyeleri aktif olarak kampanya yürütüyor ve Moldova vatandaşlarını referanduma ve aynı zamanda cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmaya çağırıyor. Parlamento, Moldova halkının Avrupa kimliğine ilişkin değişiklikleri içerecek şekilde anayasanın giriş bölümünü — “Moldova halkının Avrupalı kimliğinin yeniden teyit edilmesi, AB’ye entegrasyonun Moldova’nın stratejik bir hedefi olarak ilan edilmesi” şeklinde —değiştiren bir yasa taslağını görüşüyor. Bir diğer değişiklikte de “Parlamento, Moldova’nın AB anlaşmalarına ve kurucu anlaşmalarını revize eden kanunlara katılımını onaylar,” deniyor. Bu taslağın parlamento tarafından onaylanması, AB’ye katılım Moldova halkı tarafından onaylandığında ve Anayasa Mahkemesi cumhuriyetçi anayasa referandumunun sonuçlarını tanımaya karar verdiğinde, AB kurucu anlaşmalarının ve diğer bağlayıcı yasal düzenlemelerinin yerel yasaların uyumsuz hükümlerine göre öncelikli olmasını sağlamak için gerekli.

Bu süreçlerde Rumen kimliğinden ya da Romanya ile olan tarihsel birliktelikten hiç söz edilmiyor. Romanya Başbakanı’nın Maya Sandu’nun seçim kampanyası bağlamında Moldova ve Romanya’nın birleşmesini desteklediğine dair ses getiren beyanı ise oldukça talihsiz ve zamansız olarak nitelendirilebilir.

Avrupa Birliği içinde birleşme (ki Marcel Ciolacu’nun bahsettiği şey genel manada bu) Kişinev, Bükreş ve Brüksel’deki karar alma mekanizmaları için en münasip ve acısız formül. Fakat bu, SSCB’nin enkazı üzerinde bir ulus devlet inşasının en başından beri Moldova’da dikkatle ve aşamalı olarak izlenen Rumenizasyon politikasını boşa düşürmez.


[1] Фурман Д., Батог К. Молдова: молдаване или румыны? // Современная Европа. 2007. №3 (31).

[2] Республика Молдова в 1989–91 годах: взгляд со стороны. Дайджест зарубежной прессы. Кишинёв, 1992. s. 103.

[3] Фурман Д., Батог К. Молдова: молдаване или румыны? // Современная Европа. 2007. №3 (31).

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English