DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: İran-İsrail açık savaşı kaçınılmaz
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İran ve İsrail arasında Tahran’ın ilk kez İran topraklarına doğrudan saldırı düzenlemesiyle sonuçlanan gerilimin gelecekte neye evirilebileceğine dair bazı öngörülülerde bulunuyor. İran’ın neden İsrail’e doğrudan yanıt verdiğine yanıt arayan makalede İsrail’in yanıt olarak İran’a düzenlediği küçük çaplı saldırıdan sonra bir süreliğine gerilimin azalabileceğine dikkat çekiliyor. Ancak İki ülke arasındaki çatışmayı kesin bir şekilde sona erdirecek herhangi bir seçeneğin olmadığını belirten makalede “Gerçekte ister bir hafta ister bir yıl, isterse on yıl sonra olsun, İran ve İsrail arasında bir şekilde açık bir savaş kaçınılmazdır” değerlendirmesi yapılıyor.
***
İran ve İsrail’in Savaşı Gölgelerden Çıkıyor
Tahran’ın Şahinleri Neden Gerilimi Tırmandırmayı Seçti?
Afshon Ostovar
İsrail geçen gece İran’ın İsfahan kenti yakınlarındaki bir askeri hava üssünü vurdu. İranlı yetkililer ayrıca kuzeydeki Tebriz kenti yakınlarında küçük insansız hava araçlarının düşürüldüğünü iddia etti. Bu saldırılar İran topraklarına doğrudan ve aleni bir saldırı teşkil etse de İsrail’in saldırısı şu ana kadar sınırlı görünüyor. İranlı liderler topraklarına yönelik “en küçük bir saldırganlık eylemine” dahi misilleme sözü vermiş olsalar da şimdilik tepkileri sessiz görünüyor. Bombalama haberleri ve bunların küçük çaplı olması, her iki tarafın da sarmal halindeki çatışmadan çıkmaya çalışıyor olabileceğine dair değerlendirmelere yol açtı.
Yine de bu bombala ve cevap ver döngüsündeki son olaylar, Orta Doğu’da devam eden çatışmada yeni ve daha rahatsız edici bir aşamayı temsil ediyor. Geçen hafta İran’ın silahlı kuvvetlerinin en önemli kolu ve iktidar rejiminin temel direği olan Devrim Muhafızları (DMO), İsrail’in savunmasını aşmak ve ülkedeki askeri hedeflere ciddi zarar vermek amacıyla 300’den fazla alçaktan uçan insansız hava aracı, seyir füzesi ve yüksek irtifa balistik füzeden oluşan bir saldırı düzenledi. Saldırı İran’ın artan gücünü ve düşmanlarını vurma konusundaki istekliliğini gözler önüne serdi. Aynı zamanda İran’ın güvenlik kurumları içindeki şahin politikacıların hakimiyetinin de bir kanıtı oldu. Hem Devrim Muhafızları’nın üst kademelerini kontrol eden hem de genç, gelecek vaat eden subaylar arasında hâkim olan bu grup, İran’ın dış politikasında on yıllardır büyük bir etkiye sahipti ve Devrim Muhafızları’nın dış operasyonlar kanadının komutanı Kasım Süleymani’nin 2020’de ABD tarafından öldürülmesinden bu yana özellikle etkili hale geldi. Batı ile ilişkilerde pragmatizmi reddeden, İslam Devrimi’nin kurucu ideolojik ilkelerine derinden bağlı kalan ve özellikle de İsrail’i bir Yahudi devleti olarak yok etmek ve ABD’nin Orta Doğu’daki nüfuzunu sona erdirmek gibi uzun vadeli hedeflerini ilerletmek için İran’ın askeri gücünü ve vekil ağını kullanmaya yatırım yapan bir grup.
Bu saldırılar İran’ın İsrail topraklarına doğrudan saldırdığı ilk saldırı oldu. Yine de pek çok dış gözlemci İran’ın saldırısında bir derece ihtiyatlılık gördü. Onlara göre bu salvo bir itidal eylemiydi ve zarar vermekten ziyade kararlılık sinyali vermeyi amaçlıyordu. Ne de olsa Tahran günler öncesinden komşularını İsrail’e askeri güçle karşılık vereceği konusunda uyararak niyetini belli etmişti. İran’ın silahlarının yüzde 99’u hedeflerini vuramadığı için -çoğunlukla İsrail ve Batılı ortakları tarafından durduruldular ve İran’ın İsrail’e ateşlediği 110 balistik füzenin önemli bir kısmı (belki de yarısı) düzgün bir şekilde fırlatılmadı ya da yolda başarısız oldu- bazı dış gözlemciler İran’ın saldırısının hiçbir zaman herhangi bir zarar verme niyetinde olmadığı sonucuna vardılar. Bu görüşe göre, İran’ın eylemleri öncelikle İsrail’i mevcut çatışmayı genişletmekten caydırmayı amaçlıyordu. Tahran hem gücünü hem de iradesini sergiliyordu.
Ancak bu düşünce, İran’ın tepkisinin daha önemli bir boyutunu göz ardı ediyor: İran’ın açık bir şekilde ve bu kadar büyük ölçekte tepki vermesi. İranlı karar vericiler İsrail ile çatışmalarını gizli eylemler ya da vekiller gibi mevcut araç ve uygulamalarla ya da daha gizli bir füze saldırısıyla sürdürmeyi seçebilirdi. Sınırlı bir saldırı, İran’ın kararlılığının sinyalini verirken Devrim Muhafızları’nın kabiliyetlerini zorlamaz ve -şimdiye kadar olduğu gibi- sınırlarını ifşa etmezdi. İran ise tam tersini yaparak eşi benzeri görülmemiş bir saldırı başlattı ve İsrail’e ulaşabileceği düşünülen neredeyse her türlü silahı kullandı. Böyle bir eylem hesaplanmış bir itidal gösterisi olamaz. Aksine, operasyon Tahran’daki Devrim Muhafızları’nın şahinlerinin yükselişini ve İsrail’i doğrudan meydan okuma isteklerinin derinliğini gözler önüne serdi.
GÖLGE SAVAŞ
İran’ın yaylım ateşi görünüşte misillemeydi. İsrail’in iki hafta önce Şam’da İran konsolosluğuna ait bir binaya düzenlediği ve aralarında sekiz Devrim Muhafızları subayının da bulunduğu 16 kişinin ölümüne neden olan saldırının ardından gelmişti. Tahran, İsrail saldırısını küstahça bir tırmanma eylemi olarak değerlendirdi ancak gerçekte İsrail daha önce de yüzlerce kez Suriye’deki DMO mevzilerini vurmuştu. İsrail’in 2013’ten beri yürüttüğü bu harekâtın amacı DMO’nun ülkedeki askeri varlığını güçlendirmesini engellemek ve Hizbullah ile Levant’taki diğer İsrail karşıtı militan gruplara silah sevkiyatını sekteye uğratmaktı. Dolayısıyla Suriye uzun zamandır İran ve İsrail arasındaki ilan edilmemiş savaşın ön cephelerinden biriydi. 1979 devriminin ardından İran dış politikasının radikalleşmesiyle başlayan bu çatışma, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgali ve yaklaşık on yıl sonra Arap Baharı’nın yol açtığı kargaşa sonrasında İran’ın etkisinin bölgeye yayılmasıyla ivme kazandı.
İran-İsrail çatışması çoğunlukla Orta Doğu’daki daha büyük savaşların gölgesinde kaldı. İran’ın bu mücadeleyi yürütmek için kullandığı başlıca yöntem, Gazze Şeridi ile Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen’deki İsrail düşmanı militan gruplara gelişmiş silahlar, özellikle de füzeler ve insansız hava araçları tedarik etmek oldu. İran ayrıca Batı Şeria’daki militanlara otomatik tüfekler ve el bombaları gibi daha hafif silahlar sağlamaya çalıştı. Tahran, İsrail’i sürekli bir çatışmanın içine çekerek ve askeri harekatla kolayca yenemeyeceği düşmanlarla çevreleyerek istikrarsızlaştırmak istiyor. İran Devrim Muhafızları’nın Filistinli militan grup Hamas’a verdiği destek bu büyük stratejinin temel taşlarından biri oldu. Bu destek Hamas’ın askeri yeteneklerini geliştirmesine yardımcı oldu ve ona geniş bir roket ve füze cephaneliği üretmesi ve bu silahları taktik ve stratejik olarak kullanması için teknoloji ve üretim yeteneği sağladı. Hamas’ın 7 Ekim’deki ölümcül ayaklanması birçok açıdan Devrim Muhafızları’nın örtülü kampanyasının meyvesiydi. Bunu takip eden savaş, İsrail’in karşı karşıya olduğu neredeyse aşılmaz zorluğun altını çizdi. İsrail’in acımasız saldırıları Hamas’ı yok etmekte başarısız olurken on binlerce Filistinlinin öldürülmesi İsrail’in dünya çapında kınanmasına neden oldu.
İsrail, İran’ın bölgesel oyun planına karşı koymak için rejime hem dışarıda hem de içeride maliyetler yüklemeye çalıştı. Bu kampanyanın odak noktası İsrail’in İran’daki gizli faaliyetleri oldu. Muhtemelen İsrail istihbarat teşkilatı Mossad tarafından yürütülen saldırılar arasında İran’ın en iyi korunan nükleer ve askeri tesislerinin bombalanması ve üst düzey yetkililere, subaylara ve bilim adamlarına yönelik suikastlar yer aldı. Bu operasyonların belki de en cüretkarı, 2020 yılında tatilden Tahran’a dönerken uzaktan kumandalı bir makineli tüfekle öldürülen İran Devrim Muhafızları’nın en üst düzey nükleer yetkilisi Muhsin Fahrizade suikastıydı. İsrail’in böylesine hassas ve yıkıcı operasyonlar düzenleyebilmesi İran’ın iç güvenliğinin kırılganlığını defalarca gözler önüne serdi. Her saldırı bir öncekinden daha aşağılayıcı oldu, özellikle de İran bunları önleyemediği ve İsrail’e aynı şekilde karşılık veremediği için.
İran, yurtdışında önde gelen İsraillilere suikast girişimleri ve İsrail gemilerine saldırı gibi kendi kısasa kısas saldırılarıyla İsrail’i cezalandırmaya çalışsa da İsrail’e doğrudan saldırmaktan kaçındı. Bunun nedeni kısmen İsrail ve ABD ile daha geniş çaplı bir savaşa yol açabileceği endişesiydi. Devrim Muhafızları içindeki pek çok kişi böyle bir savaşı memnuniyetle karşılardı ancak rejim içindeki hâkim görüş uzun zamandır böyle bir çatışmadan sağ çıksa bile kazanamayacağı yönündeydi. Rejim içindeki daha pragmatik unsurlar da İsrail’in İran içindeki saldırılarının önemini küçümsemeye çalıştı. İsrail’in gölge savaşının başarıları İran için utanç verici olsa da İsrail’in operasyonları sınırlıydı, İran’ın stratejik programlarına anlamlı bir şekilde zarar vermedi ve İran’ın bölgesel davranışına temelden meydan okuyamadı. Uzun vadeli oyunu vurgulayan ve İran’ın düşmanlarına karşı zaferinin kaçınılmaz olduğunu düşünen dini lider Ali Hamaney’in temkinliliğinin rehberliğinde, bu göreceli pragmatistler statükonun İsrail’den çok İran’ın lehine olduğunu düşünüyorlardı. 7 Ekim’den önce İran’ın bölgesel kampanyası iyi ilerliyordu: Bölgedeki müttefikleri yükselişteydi, ABD’nin Orta Doğu üzerindeki hakimiyeti zayıflıyordu ve İsrail’in siyasi bölünmeleri ülkeyi sürekli olarak krize doğru itiyordu. İran’ın İsrail’le çatışması gevşek bir şekilde karşılıklı olarak oluşturulan parametreler dahilinde kaldı ve yönetilebilirdi. İran oyunun maliyetine katlanmaya istekli olduğu sürece rakiplerine karşı avantajını elinde tutmaya devam edecekti.
7 Ekim saldırıları ve Gazze’deki savaş, İran’ın elini güçlendirdi. İsrail eşi benzeri görülmemiş ve aşağılayıcı bir yenilgiye uğradı, çok övündüğü savunmasının herkesin tahmin ettiğinden daha zayıf olduğu ortaya çıkmıştı. Ardından Gazze’de giriştiği kanlı kampanya hem bölgede hem de dünya genelinde Filistin davasına olan desteği yeniden canlandırdı. İsrail’e duyulan sempati, özellikle İsrail’in savaşının ve Filistinlilere yönelik muamelesinin kınandığı Batı’da giderek azaldı. İranlı yetkililer, Filistinlilere daha fazla askeri yardım sağlayarak ya da İsrail’le doğrudan karşı karşıya gelerek Gazze’deki savaşın sona ermesine yardımcı olmak için acele etmediler. Aslında savaş İran’ın gündemine uygundu. Hamas’ı tehlikeye atsa da İsrail’in savaşı ülkenin imajına sürekli zarar veriyor, Batılı destekçilerinin ikiyüzlülüğünü ortaya çıkarıyor ve Filistin meselesini popüler bir dava olarak yeniden canlandırıyordu. Dahası, İran’ın müdahale etmesine gerek yoktu çünkü bunun yerine vekillerini kendi adına çoğunlukla sembolik saldırılar düzenlemek üzere görevlendirebilirdi. Bu amaçla Hizbullah düzenli olarak kuzey İsrail’i bombaladı ve Yemen’deki Husiler İsrail’e karşı çok sayıda başarısız füze ve insansız hava aracı saldırısı düzenledi. Her ne kadar Husiler Yemen açıklarında tekrarladıkları saldırılarla küresel deniz taşımacılığını sekteye uğratmayı başarmış olsalar da İsrail’in savaş çabalarına hiçbir zarar vermediler.
İsrail’in Nisan ayında Şam’daki Devrim Muhafızları’na yönelik saldırısı İranlı yetkilileri daha zor bir seçim yapmaya zorladı. Saldırının bir İran konsolosluk binasını vurduğu düşünüldüğünden, İranlı liderler saldırıyı gerilimi artırıcı olarak değerlendirdi. Rejimin vermesi gereken bir karar vardı: ya açık bir misillemeden kaçınacak ve mevcut durumdan faydalanmaya devam edecek ya da İsrail’e güç kullanarak karşılık verecek ve potansiyel bir tuzağa düşecekti. İtidal, İran’ın İsrail’i eleştirenlerin sempatisini kazanmasına, Gazze’deki vahşete dikkat çekmeye devam etmesine ve İsrail hükümetinin daha da bataklığa saplanmasını izlemesine olanak tanıyacaktı. Açıkça ve güç kullanarak misilleme yapmak ise İsrail’i gölge savaşında iki tarafın oluşturduğu zımni parametrelerden bir kez daha sapmaktan caydırarak İran’ın daha elverişli bir statükoyu yeniden tesis etmesine yardımcı olacaktı.
Her iki yol da risk taşıyordu. İtidal, İsrail’i daha da ileri gitmeye teşvik ederek İran’ı daha sonraki bir tarihte zorlayabilir. Misilleme de riskli olabilirdi. Açık bir İran saldırısı İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile ABD Başkanı Joe Biden arasındaki uçurumu kapatabilir. İran’ın askeri eylemi aynı zamanda dünyanın dikkatini İsrail’in Gazze’deki tutumundan uzaklaştırabilir, suçu İsrail’den uzaklaştırabilir ve daha geniş çaplı bir çatışmayı tetikleyebilir. İsrail ile İran arasında çıkacak bir savaş ABD’yi de kolaylıkla yanına çekebilir ve böyle bir durumda İran’ın başarı şansı ciddi ölçüde azalır.
DOKUNMAK YASAK
Rejimin açıktan ve muazzam bir güç gösterisiyle misilleme yapma hamlesi, karar alıcıların artık itidal mantığına ikna olmadıklarının sinyalini verdi. Devrim Muhafızları Ordusu’ndaki şahinler uzun süredir İsrail’e sert bir karşılık verilmesini savunuyorlardı ve sonunda Hamaney’i ciddi bir askeri harekata yeşil ışık yakmaya ikna ettiler. İran’ın kasıtlı olarak zayıf bir saldırı başlattığı düşüncesi incelemeye dayanmıyor. İran İsrail’e karşı etkileyici bir darbe indirmeyi umuyordu. İsrail’in güçlü yanlarının altını çizerken kendi zayıflıklarını ortaya çıkararak hiçbir şey kazanamaz. İran sadece bir mesaj vermek isteseydi, bunu çok daha az mühimmatla ve çok daha az maliyetle yapabilirdi. Süleymani suikastı sonrasında yaşananlar dahil son dönemde tüm askeri saldırı eylemlerinde olduğu gibi İran açık eylemin cüretkârlığını, misillemeyi önlemeye ya da sınırlamaya yönelik diplomasiyle birleştirdi, hem karnım doysun hem pastam dursun istiyor. ABD’nin Ortadoğu’da bir savaşa sürüklenmekten kaçınmak istediğini ve İsrail’in de İran’a karşı tek başına kolay kolay bir savaş yürütemeyeceğini bilen Tahran, her iki rakibine de bir çıkış yolu sağlamaya çalıştı. Niyetlerini belli ederek, saldırılarını nüfus merkezleri yerine sadece belirli askeri hedeflere yönlendirerek ve daha sonra bu saldırıların misilleme eylemlerini sona erdireceğini duyurarak İran, İsrail’in askeri bir karşılık vermesini engellemeyi umdu.
Ancak İsrail son sözü İran’a vermek istemeyebilir. İran’ın saldırısından kısa bir süre sonra İsrail de kendi askeri eylemleriyle karşılık vereceğini açıkladı. Bu ani misillemenin ilk ve belki de tek yaylım ateşi 19 Nisan’da İsfahan yakınlarındaki bir İran askeri üssünü hedef alan şafak öncesi bir operasyonla geldi. Sınırlı sayıda füze ya da insansız hava aracının kullanıldığı bu küçük çaplı saldırı İran’ın hava savunmasını delmeyi başardı ama aynı zamanda gerilimi tırmandırma döngüsüne bir son verme arzusunun da mesajını veriyor gibiydi. Yine de Tahran’ın, İsrail’in İran topraklarını vurması halinde daha büyük bir güçle misilleme yapma tehdidini yerine getirip getirmeyeceğine karar vermesi gerekecek. Ancak saldırının ardından İran devletine bağlı medya mensupları sosyal medyaya çıkarak eylemi önemsiz olarak nitelendirdi ve bazıları da ciddi silahların değil, mikro helikopterlerin kullanıldığını, yani telaşlanacak bir şey olmadığını öne sürdü.
İsrail’in küçük çaplı misillemesi, en azından bir süreliğine, başka bir karşılıklı açık düşmanlık eylemlerini engellemeyi başarabilir. Ancak burada eksik olan şey, iki ülke arasındaki çatışmayı kesin bir şekilde sona erdirecek herhangi bir seçenektir. Çünkü bu çatışma, büyük ölçüde İran tarafından İsrail’e ve bölgeye dayatılan bir seçim savaşıdır. Sadece iki kesin çıkış yolu var: İsrail İran’a boyun eğebilir ve Yahudi devleti projesini sona erdirebilir ya da İran İsrail’e yönelik politikalarını tersine çevirebilir. Filistin meselesinin iki devletli çözüm gibi bir yolla çözülmesi de İran’ın kampanyasını baltalayabilir ve yavaş yavaş rotasını değiştirmesini teşvik edebilir. Bunların hiçbiri yakın zamanda gerçekleşecek gibi görünmüyor, bu da çatışmanın devam edeceğini gösteriyor.
İran, İsrail’i kuşatma stratejisini sürdürmeye ve İsrail nüfus merkezlerini tehdit eden militan vekillerine gelişmiş silahlar göndermeye devam ettiği sürece, İsrail İran’a karşı mücadelesini sürdürmek zorunda kalacak. Bu dinamik ne kadar uzun sürerse, iki ülke arasında açık bir savaş olasılığı da o kadar artacak. Böyle bir savaş İran ve İsrail tarafından tek başına yürütülemez. Her zaman ABD’yi, İran’ın bölgesel vekillerini ve hatta belki de komşu devletleri de içine çekecektir. Bölgenin geniş bir bölümünü kapsayacak ve çok sayıda aktörün dahil olması nedeniyle muhtemelen kısa sürmeyecektir. Gerçekte ister bir hafta ister bir yıl, isterse on yıl sonra olsun, İran ve İsrail arasında bir şekilde açık bir savaş kaçınılmazdır. Aslına bakılırsa, bölge halihazırda uçurumun kenarında, düşmeyi bekliyor olabilir.
İlginizi Çekebilir
-
AB, Amerikan teknoloji şirketlerine yönelik soruşturmalarını yeniden değerlendiriyor
-
Trump’ın Pentagon tercihi Hegseth: İsrail Hamas’ın her bir üyesini öldürmeli
-
2025’te ABD-Çin rekabetinin uzay girişimlerinin finansmanını artırması bekleniyor
-
Eski İngiliz büyükelçi: Colani’nin arkasında İngiliz danışmanların olduğu neredeyse kesin
-
ABD ve Ermenistan arasında stratejik ortaklık anlaşması ne anlama geliyor?
-
Gelişmekte olan piyasa borsalarında Trump düşüşü
DÜNYA BASINI
İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının şartları ve gerginlikler
Yayınlanma
7 saat önce15/01/2025
Yazar
Harici.com.trİsrail ve Hamas arasında varılan ateşkes anlaşması mevcut taslağa göre yürürse Gazze’de çatışmalar 42 gün boyunca duracak, onlarca İsrailli rehine ve yüzlerce Filistinli tutuklu serbest bırakılacak. Bu ilk aşamada İsrail askerleri Gazze’nin sınırlarına çekilecek ve yardımlar artarken pek çok Filistinli evlerinden geriye kalanlara dönebilecek.
Asıl soru ateşkesin bu ilk aşamanın ötesine geçip geçemeyeceği.
Bu da birkaç hafta içinde başlaması beklenen müzakerelere bağlı. Bu görüşmelerde İsrail, ve Hamas ile ABD, Mısır ve Katarlı arabulucular, Gazze’nin nasıl yönetileceği gibi zorlu bir konuyu ele almak zorunda kalacaklar.
Bu 42 gün içinde ikinci aşamayı başlatacak bir anlaşma yapılmazsa İsrail, Hamas’ı yok etmek için rehinelerin tamamı kurtarılmadan Gazze’deki saldırılarına devam edebilir.
İki yetkili Hamas’ın ateşkes anlaşmasının taslağını kabul ettiğini doğruladı ancak İsrailli yetkililer ayrıntılar üzerinde hala çalışıldığını, yani bazı şartların değişebileceğini ya da tüm anlaşmanın suya düşebileceğini söylüyor. İşte Associated Press’in yayınladığı ateşkes taslağı ve muhtemel zorluklar:
Rehinelerin tutuklu Filistinlilerle takas edilmesi
İlk aşamada Hamas, İsrail tarafından hapsedilen yüzlerce Filistinlinin serbest bırakılması karşılığında 33 rehineyi serbest bırakacak. Aşamanın sonunda militanların elindeki yaşayan tüm kadın, çocuk ve yaşlıların serbest bırakılması gerekiyor.
Gazze’de sivil ve askerlerden oluşan yaklaşık 100 rehine bulunuyor ve ordu bunların en az üçte birinin öldüğüne inanıyor.
Ateşkesin ilk resmi gününde Hamas üç rehineyi, yedinci günde de dört rehineyi serbest bırakacak. Bundan sonra haftalık açıklamalar yapacak.
İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının taslağı
- AŞAMA (42 gün)
- Hamas, aralarında kadın sivil ve askerler, çocuklar ve 50 yaş üstü sivillerin de bulunduğu 33 rehineyi serbest bırakacak.
- İsrail her sivil rehine için 30, her kadın asker için 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak.
- Çatışmalar duracak, İsrail güçleri nüfusun yoğun olduğu bölgelerden Gazze Şeridi’nin sınırlarına doğru çekilecek.
- Yerlerinden edilen Filistinliler evlerine dönmeye başlayacak ve Gazze’ye daha fazla yardım girecek.
- AŞAMA (42 gün)
- “Sürdürülebilir sükûnet” ilanı.
- Hamas, henüz müzakere edilmemiş sayıda Filistinli mahkûm ve İsrail askerlerinin Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesi karşılığında kalan erkek rehineleri (askerler ve siviller) serbest bırakacak.
- AŞAMA
- Ölen İsrailli rehinelerin cesetleri ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek.
- Gazze’de yeniden yapılanma planının uygulanmasına başlanacak.
- Gazze’ye giriş ve çıkışlar için sınır kapıları yeniden açılacak.
Hangi rehinelerin ve kaç Filistinlinin serbest bırakılacağı konusu karmaşık. Bu 33 kişi kadınları, çocukları ve 50 yaş üzerindekileri, yani neredeyse tüm sivilleri kapsayacak ancak anlaşma Hamas’ı tüm yaşayan kadın askerleri serbest bırakmaya da zorluyor. Hamas önce yaşayan rehineleri serbest bırakacak, ancak yaşayanlar 33 kişiyi tamamlamazsa, cesetler teslim edilecek. Rehinelerin hepsi Hamas’ın elinde değil, dolayısıyla diğer militan grupların rehineleri teslim etmesi sorun olabilir.
Buna karşılık İsrail serbest bırakılan her sivil rehine için 30 Filistinli kadın, çocuk ya da yaşlıyı serbest bırakacak. Serbest bırakılan her kadın asker için İsrail, 30’u ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak. Hamas tarafından teslim edilen cesetler karşılığında İsrail, savaşın başladığı 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Gazze’de alıkoyduğu tüm kadın ve çocukları serbest bırakacak.
Aralarında askerlerin de bulunduğu onlarca kişi ikinci aşamaya kadar Gazze’de rehin tutulmaya devam edecek.
İsrail’in geri çekilmesi ve Filistinlilerin dönüşü
Taslak anlaşmaya göre, ilk aşamada İsrail askerlerinin, Gazze ile İsrail arasındaki sınır boyunca, yaklaşık bir kilometre genişliğinde bir tampon bölgeye çekilmesi gerekecek.
Bu da yerinden edilmiş Filistinlilerin Gazze şehri ve Gazze’nin kuzeyi dahil evlerine dönmelerine olanak tanıyacak. Gazze nüfusunun büyük bir kısmının devasa, bakımsız çadır kamplara sürülmesiyle birlikte Filistinliler, İsrail’in saldırıları nedeniyle birçoğu yıkılmış ya da ağır hasar görmüş olsa da evlerine geri dönmek için çaresizlik içinde.
Ancak bazı güçlükler var. Geçen yıl yapılan müzakereler sırasında İsrail, Hamas’ın bu bölgelere silah sokmasını engellemek için Filistinlilerin kuzeye doğru hareketlerini kontrol etmesi gerektiğinde ısrar etti.
Savaş boyunca, İsrail ordusu kuzeyi, Gazze’nin geri kalanından ayırarak, Netzarim Koridoru adı verilen ve askerlerin Filistinlileri bölgeden çıkararak üsler kurduğu bir alanı denetledi. Bu, kuzeyden merkeze doğru kaçan insanları aramalarına ve geri dönmeye çalışanları engellemelerine olanak tanıdı.
AP’nin yayınladığı taslakta İsrail’in koridordan çekilmesi öngörülüyor. İlk hafta içinde askerler kuzey-güney arasındaki ana sahil yolundan -Raşid Caddesi- çekilecek ve bu da Filistinlilerin geri dönüşü için bir yol açacak. Ateşkesin 22. gününde ise İsrail askerleri koridorun tamamından çekilmiş olacak.
Yine de salı günü görüşmeler devam ederken İsrailli bir yetkili ordunun Netzarim’de kontrolü elinde tutacağını ve kuzeye dönen Filistinlilerin buradaki denetimlerden geçmek zorunda kalacağını ısrarla vurguladı, ancak ayrıntı vermekten kaçındı.
Bu çelişkilerin giderilmesi gerginliklere yol açabilir.
İlk aşama boyunca İsrail, Refah Sınır Kapısı da Gazze’nin Mısır sınırı boyunca uzanan Philadelphia Koridoru’nun kontrolünü elinde tutacak. Hamas, İsrail’in bu bölgeden çekilmesi yönündeki taleplerini geri çekti.
İnsani yardım
İlk aşamada, Gazze’ye günde yüzlerce kamyon dolusu yiyecek, ilaç, malzeme ve yakıt gibi insani yardım girişinin artırılması planlanıyor. Bu, savaş boyunca İsrail’in izin verdiğinden çok daha fazla.
Aylarca yardım kuruluşları, İsrail’in askeri kısıtlamaları ve çete yağmacılığı nedeniyle Gazze’ye giren kısıtlı yardımları bile dağıtmakta zorlandı. Çatışmaların sona ermesi bu durumu hafifletebilir.
İhtiyaçlar ise çok büyük. Çadırlarda sıkışmış ve yiyecek ile temiz su sıkıntısı çeken Filistinliler arasında yetersiz beslenme ve hastalıklar yaygın. Hastaneler hasar görmüş durumda ve malzeme sıkıntısı çekiyor. Taslak anlaşma, evleri yıkılan on binlerce kişiye barınak yapmak ve elektrik, kanalizasyon, iletişim ve yol sistemleri gibi altyapıyı yeniden inşa etmek için ekipmanların girişine izin verileceğini belirtiyor.
Ancak burada da uygulama sorunları olabilir. Savaş öncesinde bile İsrail, Hamas’ın bu ekipmanları askeri amaçlarla kullanabileceği gerekçesiyle bazı malzemelerin girişini kısıtlıyordu. Başka bir İsrailli yetkili, yardımın dağıtımı ve temizlik çalışmaları üzerinde hâlâ düzenlemelerin yapıldığını, ancak Hamas’ın hiçbir rolünün olmayacağını söyledi.
Durumu daha da karmaşık hale getiren bir diğer konu, İsrail hükümetinin BM’nin Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini yasaklama ve bu ajansla tüm bağları kesme planına hâlâ bağlı olması. UNRWA, Gazze’deki yardımın ana dağıtıcısı ve eğitim, sağlık ve diğer temel hizmetleri sağlayan bir kurum.
İkinci aşama
Tüm bunlar işe yararsa, tarafların ikinci aşamayı da ele alması gerekiyor. Bu konudaki müzakereler ateşkesin 16. gününde başlayacak.
İkinci aşamanın ana hatları taslakta belirtiliyor: İsrail’in Gazze’den tamamen çekilmesi ve “sürdürülebilir sükûnet” karşılığında kalan tüm rehinelerin serbest bırakılması.
Ancak bu basit gibi görünen takas çok daha büyük meseleleri ortaya çıkarıyor.
İsrail, Hamas’ın askeri ve siyasi kabiliyetleri ortadan kaldırılmadan ve Hamas yeniden silahlanmadan, yani Hamas artık Gazze’yi yönetemez hale gelmeden tam bir çekilmeyi kabul etmeyeceğini söyledi. Hamas ise İsrail Gazze’deki tüm askerlerini çekene kadar son rehineleri teslim etmeyeceğini söylüyor.
Dolayısıyla müzakerelerde her iki tarafın da Gazze’yi yönetmek için bir alternatif üzerinde anlaşması gerekecek. Sonuç olarak Hamas’ın kendisinin iktidardan uzaklaştırılmasını kabul etmesi gerekiyor ki Hamas bunu yapmaya hazır olduğunu söyledi ancak İsrail’in şiddetle reddettiği gelecekteki herhangi bir hükümetten rol talep edebilir.
Taslak anlaşmada, ikinci aşama için bir anlaşmanın ilk aşamanın sonunda yapılması gerektiği belirtiliyor.
Eğer bir anlaşmaya varılamazsa ne olur? Bu birçok yönde ilerleyebilir.
Hamas, ikinci aşama üzerinde anlaşma sağlanana kadar ateşkesin devam edeceğine dair yazılı garantiler istemişti. Ancak ABD, Mısır ve Katar’dan sözlü garantilerle yetindi.
İsrail ise hiçbir güvence vermedi. Dolayısıyla İsrail müzakerelerde Hamas’a baskı yapmak için yeni bir askerî harekât tehdidinde bulunabilir ya da Başbakan Binyamin Netanyahu’nun tehdit ettiği gibi askerî harekâta yeniden başlayabilir.
Hamas ve arabulucular ilk aşamadan elde edilen ivmenin bunu yapmasını zorlaştıracağını düşünüyor. Saldırıyı yeniden başlatmak, kalan rehineleri kaybetme riskini artırabilir ve Netanyahu’ya karşı büyük bir öfkeye yol açabilir. Ancak Hamas’ı yok etmeden durmak, Netanyahu’nun kilit siyasi ortaklarını da kızdırabilir.
Üçüncü aşamanın daha az tartışmalı olması muhtemel: Kalan rehinelerin cesetleri, ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek ve uluslararası denetim altında Gazze’de 3 ila 5 yıllık bir yeniden inşa planı uygulanacak.
Esad’ın gidişini Erdoğan’ın zaferi olarak kutlamak için çok erken.
Steven A. Cook / Foreign Policy
Beşar Esad’ın aralık ortasında düşmesinden bu yana çeşitli dış politika analistleri ve gazeteciler Türkiye’yi Suriye’de “kazanan” ilan etti. Bu, Türk yetkililerin ve destekçilerinin hem beceriksizce hem de rahatsız edici bir şekilde teşvik edilen bir anlatı. Peki bu doğru mu? Hayır. Ya da en azından Türkiye henüz bir şey kazanmadı.
Türkiye’nin Suriye’de avantajlı bir konumda olduğu doğru. Ankara’nın hamisi olduğu Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) ve Suriye Ulusal Ordusu adı verilen milisler topluluğu Esad rejiminin sona ermesinden sorumluydu. Türkiye’nin Suriye’ye yakınlığı ve Türkiye’nin altyapı geliştirme konusundaki bilinen uzmanlığı da Ankara’da iyi bağlantıları olan firmaların yeniden inşa ihalelerini kazanmasına yardımcı olacaktır.
Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şam’da kendisini dış güç olarak kabul ettirme konusunda büyük engellerle karşı karşıya.
Türkiye’nin Suriye’yi kazandığı iddiasının büyük bir kısmı, HTŞ ve Suriye Ulusal Ordusu milislerinin Halep’in düşmesine öncülük ederek Esad’ın, ailesinin yarım yüzyıl boyunca hâkim olduğu ülkeden kaçmasına yol açmasına dayanıyor. Ancak işler her zaman göründüğü gibi değildir. Halep’e yönelik Kasım ayı sonunda başlayan Türk onaylı saldırının sınırlı olması amaçlanıyordu. Ankara’nın amacı Esad’ın düşmesinden ziyade, dönemin Suriye Devlet Başkanı’na Türkiye-Suriye normalleşmesini müzakere etmesi için baskı yapmaktı ki bu Türk hükümetinin önceki iki yıl boyunca takip ettiği bir hedefti. Ancak Suriye ordusu çöktüğünde Türkler politikalarını gözden geçirdiler ve Beşar’ın düşüşünün her zaman planları olduğunu iddia ettiler.
HTŞ’nin Şam’ı kurtarmasından kısa bir süre sonra Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Suriye’nin başkentinde ortaya çıktı ve burada HTŞ’yi mecazi ve gerçek anlamda kucakladı. (Bu arada, Türkiye’nin HTŞ’yi alenen himaye ettiğini iddia etmesindeki ironi, Ankara’nın bu El Kaide bağlantılı grupla koordinasyonunu ortaya çıkaran cesur Türk gazetecilere karşı yürütülen acımasız yargılamayı hatırlayanlar için fazlasıyla dikkat çekiciydi. Bu koordinasyonu, o dönem istihbarat şefi olan Hakan Fidan yönlendirmişti.)
Türkiye- HTŞ ortaklığının verimli olduğu açık ama Ankara’nın Suriye’de zafer kazandığı fikri, Türk hükümetinin bu ilişkide tüm güce sahip olduğunu varsayıyor. Muhtemelen bir zamanlar öyleydi ama Esad rejiminin sona ermesinden sonra HTŞ’nin Erdoğan ve arkadaşlarına duyduğu ihtiyaç azaldı.
Fidan herkesten önce Şam’a gitmiş olsa da aralarında ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’dan (Avrupa Birliği’ni temsilen) diplomatların da bulunduğu heyetler HTŞ lideri Ahmed el-Şara’nın kapısını çaldı. Irak’ın istihbarat şefi de Suriye’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Suriye yönetiminin temsilcileri de komşularıyla temaslarını sürdürüyor. Geçici Dışişleri Bakanı Asad Hasan el-Şeybanî, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’yi, Katar’ın başkenti Doha’yı ve Ürdün’ün başkenti Amman’ı ziyaret etti. Açıkça görülüyor ki Şara’nın iki ay öncesine kıyasla daha fazla dış ortak seçeneği var.
Elbette Türkiye tamamen devre dışı değil, ancak büyük Arap devletlerinin Suriye’nin yeni liderleriyle temas kurma ve iş birliği yapma çabaları, Ankara’nın bölgedeki bir zayıflığını gözler önüne seriyor: Ankara’daki liderler Arap ülkeleriyle kültürel bir yakınlık içinde olduklarını ve bunun da kendilerine Ortadoğu toplumları hakkında eşsiz bir kavrayış sağladığını iddia ediyorlar. Bu, Osmanlı tarihini yanlış okumalarına dayanan çoğunlukla boş bir iddia. Şüphesiz, yıllar boyunca yapılan anketler özellikle Filistinlilere verdiği destek nedeniyle Erdoğan’ın popüler olduğunu gösteriyor. İstanbul’da hatırı sayılır sayıda Arap turist var ve Ortadoğuluların Türk dizilerine olan ilgisi kanıtlanmış durumda. Ancak bu, kültürel bir yakınlık oluşturmak için yeterli değil.
İslamcı olarak Erdoğan ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Arap dünyasına, özellikle de Mısır’daki Müslüman Kardeşler, Hamas ve diğer İslamcı dostlarına karşı bir sempati duyması daha muhtemel. Türkler Suriyeliler aralarında yakınlık hissetmelerine rağmen bu yakınlığın Suriyelilerin diğer Araplarla olan bağlarına kıyasla oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Bu da Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Irak, Ürdün ve diğerlerine Şam’da Türkiye’ye karşı bir avantaj sağlıyor.
Bir de Kürt milliyetçiliği ve Washington’un Suriye’de İslam Devleti’ne (IŞİD) karşı ortağı Suriye Demokratik Güçleri’nin çekirdeğini oluşturan Halk Savunma Birlikleri (YPG) adlı Suriyeli Kürt savaş güçleri gibi çetrefilli bir mesele var. Türk hükümeti Esad rejiminin sona ermesi, Şam’da HTŞ’nin iktidara gelmesi ve ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın Amerikan güçlerini geri çekmeye hazır olduğunu açıklamasıyla birlikte Suriye Ulusal Ordusu’nu, terör örgütü olarak tanımlanan Kürdistan İşçi Partisi’nden (PKK) ayırt etmediği YPG’yi yok etmek için kullanma fırsatı doğduğuna inanıyor. Bu, Ankara’nın bakış açısına göre, güneyden gelen bir güvenlik tehdidini nihayet ortadan kaldıracaktır.
Türkiye açısından Kürt milliyetçiliğine karşı yıkıcı bir darbe vurmak için uygun bir zaman gibi görünüyor. Ve Ankara’nın Suriye’deki görünür zaferi, Türkiye’ye bu hedefi gerçekleştirebilecek bir güç sağlıyor.
Bu basit senaryoyu karmaşıklaştıran birkaç mesele var: Birincisi, Kürtler kendi yıkımlarını gönüllü olarak kabul etmeyecek. Karşılık verme kapasiteleri var ve bu da Türkiye’yi iki cephede birden gerilla savaşı vermek zorunda bırakıyor: Suriye ve PKK’nın yuvalandığı Irak.
Unutulmamalıdır ki, güçlü Türk Silahlı Kuvvetleri bile 40 yılı aşkın bir süredir PKK’yı tamamen ortadan kaldıramadı. Türklerin ve Suriyeli müttefiklerinin bu konuda daha başarılı olacağına inanmak için bir sebep yok. İkinci olarak HTŞ, Türkiye’nin Kürtleri ortadan kaldırma mücadelesinde mutlaka bir ortak olmayabilir. Esad sonrası Şam’daki Türk gücünün Ankara’nın herkesin inanmasını istediği gibi olmadığının somut bir işareti olarak Erdoğan, YPG’yi yok etme mücadelesinde yeni hükümetin yardımını beklediğini açıkladı. Bu, Türkiye’nin Suriye’nin başkentindeki gücünün sınırlarının üstü kapalı bir itirafıydı.
“Suriye’yi Türkiye kazandı” fikri etrafındaki erken zafer havası, gerçekliğe dayanmayan bir dizi varsayım ve beklenti yaratıyor ve politika yapıcıları potansiyel olarak nahoş sürprizlerle karşı karşıya bırakıyor.
Eğer politika yapıcılar bu anlatıyı olduğu gibi kabul ederlerse, Şam’da bölgesel güçler arasında devam eden pozisyon mücadelesinin inceliklerini gözden kaçıracaklardır. Bu, Suriye’yi kimin kontrol edeceğine dair uzun süredir devam eden dramanın sadece bir sonraki perdesi. Hiç şüphesiz, Türkiye çok sayıda kazanımı olan önemli bir başrol, ancak Ankara’nın aynı zamanda oldukça fazla sayıda mesuliyeti de var. Suriye’de ayaklanmanın başladığı Mart 2011’den bu yana her adımda Türklerin yanlış hesap yaptığını, Esad’ı reform yapmaya ikna edebileceklerine, ABD’yi Suriye liderini devirmeye ikna edebileceklerine ve sonra da vazgeçip Esad’la yakınlaşma arayışına girmeden önce aynı amaç doğrultusunda radikalleri kullanabileceklerine inandıklarını unutmamak gerekir.
Elbette Ankara’nın Suriye’de geçmişte yaptığı hatalar Erdoğan’ın şimdi başarısız olacağı anlamına gelmiyor ancak Türkiye’yi galip ilan etmek için henüz çok erken.
DÜNYA BASINI
OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür
Yayınlanma
3 gün önce12/01/2025
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin Notu: Cinselliğin duygudan, bağdan ve insani derinlikten yoksun bir “performans” anlayışına indirgenmesinin kadınların bireysel deneyimlerini ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesini nasıl derinden sarstığı giderek daha yüksek sesle ifade ediliyor. Aşağıda çevirisini sunduğumuz metin, yakında yayımlanması beklenen Pornocracy kitabının ortak yazarlarından Josephine Bartosch’a ait. Bartosch, bu yazısında merceği OnlyFans’e tutarak, cinsellik pazarlayan dijital platformların, kadın cinselliği ve güçlenme kavramlarını nasıl araçsallaştırıp çarpıttığını ele alıyor.
OnlyFans’ın “bireysel güçlenme” adı altında pazarladığı sistemin, kadınları nesneleştiren patriyarkal ve kapitalist normların dijital bir yeniden üretimi olduğu vurgulayan Bartosch, bu tür platformların, toplumsal sorumluluk ve etik sınırları göz ardı ederek, genç kadınlar ve kız çocukları için tehlikeli bir model sunduğunu son dönemde ayyuka çıkan gelişmeler ışığında değerlendiriyor.
OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür
Josephine Bartosch
Unherd
30 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
BBC’de drag queen görmek kadar olağan: Kamuoyunun gözü önündeki bir kadın kârlı ancak onur kırıcı bir iş yaptığında hemen “feminist” kartını oynar. Bu durum, tek bir gün içinde 101 erkekle cinsel ilişkiye girerek adını manşetlere taşıyan OnlyFans sanatçısı Lily Phillips ve “işine” feminizmin yön verdiğini öne süren OnlyFans CEO’su Keily Blair için de geçerli. Fakat Reuters tarafından kısa süre önce yapılan bir araştırma, bu platformda suç teşkil eden unsurları ve kadın düşmanlığının nasıl paraya dönüştürüldüğünü gözler önüne seriyor.
Haber ajansı, bahsi geçen çalışmasıyla, 2019-2024 yılları arası OnlyFans’ta çok sayıda cinsel kölelik, çocuklara dönük cinsel istismar materyali ve rıza dışı veya “intikam” pornosu vakası ortaya çıkardı. Sadece kasım ayında 55 milyon içerik yüklendiği düşünüldüğünde, bu tür suçların platformdan tamamen temizlenebileceği iddiası bir hayalden ibaret. Geçerken belirtelim, iki kızı için daha iyi bir dünya yarattığını gururla dile getiren Blair, şirketin temel faaliyet alanına dair soruları geçiştiriyor, daha da ilginci 1,3 milyar dolarlık dev bir cinsellik markasının başında olmasına rağmen, “pornografi” terimini küçümseyici bularak kullanmaktan imtina ediyor.
OnlyFans 2016 yılında İngiliz girişimci Tim Stokely tarafından kuruldu; 2018’de ise karanlık yatırımcı Leonid Radvinsky’ye satıldı. O zamandan bu zamana ise, şu anda sayıları 4,1 milyonu bulan içerik üreticilerine 20 milyar doların üzerinde ödeme yaptı. Dijital pezevenklik komisyonu olarak ise yüzde 20’lik epey yüklü bir pay alıyor.
Pandemi, içerik üreticilerinin sayısında bir patlamaya neden oldu. Öyle ki 2019’da 348,000 olan içerik üreticisi sayısı, 2020’de 1,6 milyonun üzerine çıkmıştı. Bugün ise rekabet çok daha çetin. OnlyFans, sitedeki içeriklerin reklamını yapma gibi karmaşık bir işe karışmıyor ve pornografik içerik satan genç kadınları, hesaplarına trafik çekebilmek için sosyal medyada müstehcen resimler satmakla baş başa bırakıyor. OnlyFans’e dair göz boyayan, şişirme haberler, ayda 80.000 sterlinden fazla kazanan içerik üreticilerinden sadece en üstteki yüzde 0,1’ini öne çıkarıyor, ortalama bir içerik üreticisinin eline ise ancak 140 dolar kadar geçiyor.
Reuters’in bulguları sıradan bir markayı bile sarsabilirdi. Gazeteciler, siteye içerik oluşturmak için “kandırılan, uyuşturulan, terörize edilen ve cinsel olarak köleleştirilen” kadınların tüyler ürpertici hikayelerini ortaya çıkardı. ABD’deki banliyö evlerinde kadınlar hapsediliyor, tecavüz ediliyor, vahşileştiriliyor, vücutlarına “köpek” ve “oyuncak” gibi aşağılayıcı kelimeler, dövmelerle kazınıyordu. Ancak bu ifşalara rağmen OnlyFans kendisini geleneksel pornografiye karşı ilerici bir alternatif olarak konumlandırmaya, Blair ise içerik üreticilerine kendi sınırlarını belirleme “özgürlüğü” ile böbürlenmeye devam ediyor.
OnlyFans’ın en sinsi yönü, içerik üreticilerinin düşük gelirleri ya da suç teşkil eden istismara varan sömürüsü değil. Cinsel performansların satılmasının sıradanlaştığı bir dünyayı normalleştirmesidir. Bu pornolaştırılmış manzarada, nesneleştirme artık verili bir durum haline gelmiş ve cinselliğin metalaştırılması “güçlendirme” olarak paketlenmiştir. Lily Phillips’in zorlu gösterisini konu alan bir belgeselde belirttiği gibi: “Erkekler beni her zaman cinselleştirecek, o halde bunu paraya çevirebilirim.”
Bu türden düşünceler, pornografi çağında yetişen bir neslin özetini sunuyor. Gerçeklikten kopuk siyasetçiler ve duyarsız teknoloji devleri tarafından yüzüstü bırakılan bu çocuklar, henüz bir başkasının dudaklarına dahi dokunmadan önce çevrimiçi boğulma sahnelerine maruz kalan bir neslin uzantısıdır. Phillips gibi kadınlar için seks bir yakınlık eylemi olmaktan ziyade, maruz bırakılan ve tek tesellisi maddi tazminat olan bir alışveriş.
OnlyFans sadece pornografinin evrimleşmiş bir versiyonu değil, kadınlara ve kız çocuklarına kendi değerlerinin erkeklerin gözündeki cinsel çekiciliklerinde olduğunu ve bunun da bir fiyat etiketi olduğunu söyleyen bir kültürün doğal zirve noktası. Bu platform, porno endüstrisinin önceki kurbanlarını, kendilerinden çalınan cinselliğin dijital bir taklidini satmaya mahkûm eden bir pazar yeri aslında.
Her ne kadar kendini “güçlendirici” olarak pazarlasa da bu platform, gerçek bağın yerini ticaretin aldığı bir sömürüden besleniyor. Toplum bu “normali” benimsemeye devam ettikçe, kolektif insanlığımız için sonuçlarını görmezden gelmek daha da zorlaşacak. OnlyFans sadece bir marka değil, pornografinin sevgi gibi sahici bir duyguya karşı kazandığı zaferinin bir yansıması da aynı zamanda.
AB, Amerikan teknoloji şirketlerine yönelik soruşturmalarını yeniden değerlendiriyor
Endonezya beklenmedik şekilde faiz oranlarını düşürdü
Trump’ın Pentagon tercihi Hegseth: İsrail Hamas’ın her bir üyesini öldürmeli
Merz, Almanya’da ‘ekonomiyi iklimin önüne koyma’ sözü verdi
2025’te ABD-Çin rekabetinin uzay girişimlerinin finansmanını artırması bekleniyor
Çok Okunanlar
-
AMERİKA5 gün önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA5 gün önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Kara para, kara bayraklar
-
DÜNYA BASINI4 gün önce
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
-
DİPLOMASİ6 gün önce
Trump, Sachs’ın Netanyahu’ya küfür ettiği videoyu paylaştı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Belarus’ta seçimler yaklaşırken Batı yanlısı muhalefet ne diyor?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Avrupa, Küresel Güney ile ABD arasında köprü olabilir’