DÜNYA BASINI
Orta Doğu’da ABD’nin beceriksizliği yerini Çin diplomasisine bırakırken…
Yayınlanma
Orta Doğu’daki normalleşme sürecinde “ABD’nin resmin dışında kalması Washington’un otuz yıllık beceriksizliği, kibri ve ikiyüzlülüğünü yansıtan büyük bir dönüşüm… Çin’in bir arabulucu olarak yeni önemi, Yemen ve Sudan’daki gibi çatışmalara kadar uzanabilir… Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi’ni engelleyebilecek herhangi bir anlaşmazlığın olabildiğince barışçıl bir şekilde çözülmesini istiyor…”
Orta Doğu’da ABD politikalarının iflası ve bölgesel güçlerin inisiyatif alırken Çin ve Rusya’nın nüfuzunu artırdıkları artık malumun ilânı. Aşağıda tamamını okuyacağınız makalede, Amerikalı tarihçi Juan Cole, bu gerçeği Washington açısından değerlendiriyor. Michigan Üniversitesi’nde Tarih Profesörü olan Juan Cole makalesinde, Orta Doğu’da ABD’nin “istenmeyen kişi” olma ve Çin’in nüfuzunu genişletme sürecine mercek tutuluyor. Makale Washington yönetiminin İran’ı izole etme politikasının neden ve nasıl başarısızlıkla sonuçlandığını açıklamaya çalışıyor. Gelinen noktada Pekin arabuluculuğunda imzalanan İran-Suudi Arabistan normalleşme anlaşmasına özel olarak eğilen yazar, bu anlaşmanın Çin için önemini açıklamanın yanı sıra bölgenin neden buna ihtiyacı olduğuna da değiniyor. Makale, Çin’in bu “diplomatik zaferini” Çin’in başarısından daha çok ABD’nin başarısızlığına fatura eden bakış açısına rağmen Orta Doğu’daki dönüşüm sürecini adım adım açıklaması dolayısıyla dikkate değer.
Makalenin tamamı:
***
Çin’in Yükselişinin Temelindeki Diplomatik Zaferler
Orta Doğu’daki ilişkileri yeniden tesis etmedeki diplomatik başarısı, yükselen bir güç olarak konumundan çok Amerika’nın bölgesel güvenilirliğindeki şaşırtıcı düşüşü yansıtıyor.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin 6 Mart’ta Pekin’de yayınlanan fotoğrafı Washington’da sismik bir şok etkisi yarattı. Wang Yi, İran Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri Ali Şemhani ve Suudi Ulusal Güvenlik Danışmanı Musaad bin Muhammed el-Ayban’ın arasında duruyordu. Karşılıklı diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesine yönelik bir anlaşma üzerinde acemice el sıkışıyorlardı. Bu fotoğraf, Başkan Bill Clinton’ın 1993 yılında İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin ve FKÖ lideri Yaser Arafat’ı Oslo Anlaşması’nı kabul ettikleri sırada Beyaz Saray’ın bahçesinde ağırladığı fotoğrafı akla getirmiş olmalı. Uzun zaman önce yaşanan bu anın kendisi de Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve 1991 Körfez Savaşı’ndaki ezici Amerikan zaferinin ardından ABD’nin kazandığı yenilmezlik halesinin bir sonucuydu.
Bu kez ABD resmin dışında kalmıştı; bu sadece Çin’in girişimlerini değil, Washington’un Orta Doğu’daki otuz yıllık beceriksizliğini, kibrini ve ikiyüzlülüğünü yansıtan büyük bir dönüşümdü. Mayıs ayı başında, binlerce Amerikan askerine ev sahipliği yapan ABD müttefiki Birleşik Arap Emirlikleri’nde bir Çin deniz üssünün gizlice inşa edilmesine ilişkin endişelerin Kongre’yi sarmasıyla artçı bir şok yaşandı. Abu Dabi’deki tesis, Afrika’nın doğu kıyısındaki Cibuti’de bulunan ve Halk Kurtuluş Ordusu-Donanması tarafından korsanlıkla mücadele, çatışma bölgelerinden sivillerin tahliyesi ve belki de bölgesel casusluk için kullanılan küçük üsse bir ek olacaktı.
Ancak Çin’in İranlı Ayetullahlar ile Suudi monarşisi arasındaki gerilimi yatıştırmaya yönelik ilgisi, bölgedeki herhangi bir askeri hırsından değil, her iki ülkeden de önemli miktarda petrol ithal etmesinden kaynaklanıyordu. Bir diğer itici güç ise hiç şüphesiz Başkan Xi’nin Avrasya’nın kara ve deniz ekonomik altyapısını genişleterek bölgesel ticareti artırmayı hedefleyen ve merkezinde elbette Çin’in yer aldığı iddialı Kuşak ve Yol Girişimi’ydi (BRI). Çin, halihazırda Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru’na ve Körfez petrolünün kuzeybatı vilayetlerine taşınmasını kolaylaştırmak için Pakistan’ın Gwadar limanının geliştirilmesine milyarlarca dolar yatırım yaptı.
İran ve Suudi Arabistan’ın savaş halinde olması Çin’in ekonomik çıkarlarını tehlikeye attı. Eylül 2019’da İran’ın bir vekilinin ya da bizzat İran’ın Abkayk’taki devasa rafineri kompleksine bir drone saldırısı düzenlediğini ve Suudi Arabistan’ın günde beş milyon varillik kapasitesini kısa süreliğine devre dışı bıraktığını hatırlayın. Bu ülke şu anda Çin’e günde 1,7 milyon varil petrol ihraç ediyor ve gelecekteki drone saldırıları veya benzer olaylar bu kaynakları tehdit ediyor. Çin’in ayrıca İran’dan günde 1,2 milyon varil kadar petrol aldığına inanılıyor, ancak bunu ABD yaptırımları nedeniyle gizlice yapıyor. Aralık 2022’de ülke çapındaki protestolar Xi’nin “Kovid’e hayır” karantina önlemlerini sona erdirmeye zorladığında bu ülkenin petrol iştahı bir kez daha açığa çıktı ve talep 2022’ye göre şimdiden yüzde 22 arttı.
Dolayısıyla Körfez’de daha fazla istikrarsızlık Çin Komünist Partisi’nin şu anda ihtiyaç duyduğu son şey. Elbette Çin aynı zamanda petrol yakıtlı araçlardan uzaklaşma konusunda da küresel bir lider ve bu da eninde sonunda Orta Doğu’nun Pekin için önemini azaltacak. Ancak o zamana daha 15 ila 30 yıl var.
Her şey farklı olabilirdi
Çin’in sürekli olarak daha da kızışma tehdidinde bulunan İran-Suudi soğuk savaşını sona erdirmekteki çıkarı yeterince açık, ancak bu iki ülke neden böyle bir diplomatik kanal seçti? Ne de olsa Amerika Birleşik Devletleri kendisini hâlâ “vazgeçilmez ülke” olarak tanımlıyor. Ancak bu ifadenin bir anlamı varsa bile, İsrailli sağcıların Oslo barış sürecini sonlandırmasına izin vermek, 2003’te Irak’ta yasadışı bir işgal ve savaş başlatmak ve Trump’ın İran’ı gülünç bir şekilde kötü idare etmesi gibi hatalar yüzünden Amerika’nın vazgeçilmezliğine olan inanç artık gözle görülür bir şekilde azalıyor. Avrupa’dan ne kadar uzak olursa olsun, Tahran yine de NATO’nun etki alanına sokulabilirdi ki Başkan Barack Obama bunu başarmak için muazzam bir siyasi sermaye harcadı. Bunun yerine dönemin Başkanı Donald Trump Tahran’ı doğrudan Vladimir Putin’in Rusya Federasyonu ve Xi’nin Çin’inin kucağına itti.
Her şey gerçekten de farklı olabilirdi. Obama yönetiminin aracılık ettiği 2015 tarihli Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşması ile İran’ın nükleer silah yapmasının önündeki tüm pratik yollar kapatılmıştı. İran’ın Ayetullahlarının uzun zamandır, kullanılması halinde potansiyel olarak çok sayıda sivili ayrım gözetmeksizin öldürecek, İslam hukuku etiğiyle bağdaşmayan bir kitle imha silahı istemedikleri konusunda ısrar ettikleri de doğru.
Bu ülkenin dini liderlerine inanılsın ya da inanılmasın, KOEP İran’ın çalıştırabileceği santrifüj sayısına, Buşehr’deki nükleer tesisi için uranyum zenginleştirme seviyesine, stoklayabileceği zenginleştirilmiş uranyum miktarına ve inşa edebileceği nükleer tesis türlerine ciddi kısıtlamalar getirdiği için bu soruyu tartışmalı hale getirdi. BM Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı müfettişlerine göre İran 2018’e kadar yükümlülüklerini sadakatle yerine getirdi ve – bunu Trump döneminin bir ironisi olarak kabul edin – bu tür bir uyum nedeniyle Washington tarafından cezalandırıldı.
İran’ın Ayetullahı Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyeleriyle bu utanç verici anlaşmayı imzalamasına ancak Washington’un yaptırımlarından kurtulma sözü karşılığında izin verdi ki bu söz hiçbir zaman yerine getirilmedi. 2016 yılının başlarında Güvenlik Konseyi gerçekten de İran’a yönelik 2006 yaptırımlarını kaldırdı. Ancak bunun anlamsız bir jestti çünkü o zamana kadar Kongre, Hazine Bakanlığı’nın Yabancı Varlıklar Kontrol Ofisi’ni görevlendirerek İran’a tek taraflı Amerikan yaptırımları uygulamıştı ve nükleer anlaşmanın ardından bile Kongre’deki Cumhuriyetçiler bu yaptırımları kaldırmayı reddetti. Hatta İran’ın Boeing’den sivil yolcu uçağı almasını sağlayacak 25 milyar dolarlık bir anlaşmayı bile iptal ettiler.
Daha da kötüsü, bu tür yaptırımlar, bunları ihlal eden üçüncü tarafları cezalandırmak için tasarlanmıştı. Renault ve Total Enerji gibi Fransız firmaları İran pazarına girmeye hevesliydi ama misillemeden korkuyorlardı. Ne de olsa ABD, Fransız bankası BNP’yi bu yaptırımları deldiği için 8.7 milyar dolar para cezasına çarptırmıştı ve hiçbir Avrupalı şirket bu tür bir acıyı yaşamak istemiyordu. İşin özü, Kongre’deki Cumhuriyetçiler ve Trump yönetimi İran’ı, pazarlığın kendisine düşen kısmını yerine getirmiş olmasına rağmen bu kadar ağır yaptırımlar altında tutarken İranlı girişimciler Avrupa ve ABD ile iş yapmak için sabırsızlanıyordu. Kısacası Tahran, Kuzey Atlantik ticaret anlaşmalarına artan bağımlılık yoluyla amansız bir şekilde Batı yörüngesine çekilebilirdi ama öyle olmadı.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun şimdi olduğu gibi o zaman da KOEP’ye karşı sıkı bir lobi faaliyeti yürüttüğünü, hatta Kongre’yi anlaşmayı iptal etmeye teşvik için eşi benzeri görülmemiş bir şekilde Başkan Obama’nın üzerine gittiğini unutmayın. Bu oyun bozanlık çabası başarısızlıkla sonuçlandı; ta ki Mayıs 2018’de Başkan Trump anlaşmayı yırtıp atana kadar. Netanyahu, saf Trump’ı bu adımı atmaya ikna ettiği için övünürken kasete yakalandı. İsrail sağ kanadı en büyük endişesinin İran’ın nükleer başlık sahibi olması olduğunda ısrar etse de kesinlikle böyle davranmadı. 2015 anlaşmasını sabote etmek aslında bu ülkeyi tüm kısıtlamalardan kurtardı. Görünüşe göre Netanyahu ve onun gibi düşünen İsrailli siyasetçiler, KOEP’den sadece İran’ın sivil nükleer zenginleştirme programını ele almasından ve asıl tehdit olarak gördükleri Lübnan, Irak ve Suriye’deki İran nüfuzunun geriletilmesini zorunlu kılmamasından rahatsız olmuşlardı.
Trump İran’a mali ve ticari ambargoya varan uygulamaya devam etti. Bunun ardından, bu ülkeyle ticaret yapmak giderek daha riskli bir iş haline geldi. Mayıs 2019’a gelindiğinde Trump kendi standartlarına (ve Netanyahu’nun standartlarına) göre oldukça başarılı olmuştu. İran’ın petrol ihracatını günde 2,5 milyon varilden günde 200.000 varile kadar düşürmeyi başarmıştı. Bu ülkenin liderliği yine de 2019 ortasına kadar KOEP’nin gerekliliklerini yerine getirmeye devam etti, ancak bu tarihten sonra hükümleri çiğnemeye başladılar. İran şu anda yüksek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum üretiyor ve nükleer silah yapma kapasitesine her zamankinden çok daha yakın, ancak hâlâ askeri bir nükleer programı yok ve Ayetullahlar böyle bir silah istediklerini inkar etmeye devam ediyor.
Gerçekte Trump’ın “maksimum baskı kampanyası” Tahran’ın bölgedeki etkisini yok etmek dışında her işe yaradı. Hatta Lübnan, Suriye ve Irak’ta Ayetullahların gücü daha da arttı.
Bir süre sonra İran da petrolünü Çin’e kaçırmanın yollarını buldu ve burada sadece iç pazar için çalışan küçük özel rafinerilere satıldı. Bu firmaların uluslararası bir mevcudiyeti ya da varlığı olmadığı ve dolar üzerinden işlem yapmadıkları için Hazine Bakanlığı’nın onlara karşı harekete geçme imkânı yoktu. Bu şekilde Başkan Trump ve Kongre’deki Cumhuriyetçiler İran’ın ekonomik olarak ayakta kalabilmesi için Çin’e bağımlı hale gelmesine ve bu yükselen gücün Orta Doğu’daki öneminin artmasına yol açtılar.
Suudi dönüşü
Rusya Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiğinde petrol fiyatları yükseldi ve İran hükümetinin işine yaradı. Bunun üzerine Biden yönetimi, Rusya Federasyonu’na Trump’ın İran’a karşı uyguladığı türden maksimum baskı yaptırımları uyguladı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, İran ve Rusya’nın ticaret ve silah anlaşmaları yaptığı ve İran’ın Ukrayna seferberliği için Moskova’ya insansız hava araçları sağladığı iddiasıyla yeni bir Yaptırım Ekseni oluştu.
Suudi Arabistan’a gelince, fiili lideri Veliaht Prens Muhammed bin Salman son zamanlarda daha iyi danışmanlar edinmiş görünüyor. Mart 2015’te komşu ülke Yemen’de, Şii Zeydi “Allah’ın Yardımcıları” ya da Husi isyancıların ülkenin kalabalık kuzey bölgesini ele geçirmesi yıkıcı ve tahrip edici bir savaş başlattı. Suudiler öncelikle bir gerilla gücüne karşı hava gücü kullandıkları için kampanyalarının başarısız olması kaçınılmazdı. Bunun üzerine Suudi yönetimi Husilerin yükselişini ve direncini İranlılara bağladı. İran gerçekten de Allah’ın Yardımcıları’na bir miktar para sağlamış ve silah kaçakçılığı yapmış olsa da Husiler Suudilere karşı uzun süredir şikayetleri olan yerel bir hareketti. Sekiz yıl sonra savaş yıkıcı bir çıkmaza girdi.
Suudiler ayrıca Arap dünyasının başka yerlerinde de İran’ın etkisine karşı koymaya çalışmış ve Suriye’deki iç savaşa, otokrat Beşar Esad hükümetine karşı köktendinci Selefi isyancıların yanında müdahale etmişti. 2013’te Lübnan’ın Şii Hizbullah milisleri Esad’ı desteklemek üzere savaşa katıldı ve 2015’te Rusya isyancıların yenilgisini sağlamak üzere hava gücü gönderdi. Çin de Esad’ı (askeri olarak olmasa da) desteklemiş ve ülkenin savaş sonrası yeniden inşasında sessiz bir rol oynamıştı. İran ve bölgesel müttefikleriyle gerilimi azaltmak için Çin’in aracılık ettiği son anlaşmanın bir parçası olarak Suudi Arabistan, Esad hükümetini Arap Birliği üyeliğine geri döndürme kararına öncülük etti (2011’de Arap Baharı isyanlarının zirvesinde ihraç edilmişti).
2019’un sonlarına doğru, Abkayk rafinerilerine yapılan insansız hava aracı saldırısının ardından, Bin Selman’ın İran’la olan bölgesel mücadelesini kaybettiği belli olmuştu ve Suudi Arabistan bir çıkış yolu aramaya başladı. Diğer şeylerin yanı sıra Suudiler, dönemin Irak Başbakanı Adil Abdülmehdi’ye ulaşarak İranlılarla (iletişim için) arabulucu olmasını istedi. O da İran Devrim Muhafızları Kudüs Tugayı Komutanı General Kasım Süleymani’yi Suud Hanedanı ile yeni bir ilişkiyi değerlendirmek üzere Bağdat’a davet etti.
Çok az kişinin unutacağı üzere, 3 Ocak 2020’de Süleymani sivil bir uçakla Irak’a geldi ve Amerikalıları öldürmeye geldiğini iddia eden Başkan Trump’ın emriyle Bağdat Uluslararası Havalimanı’nda bir Amerikan insansız hava aracı saldırısıyla öldürüldü. Trump, Suudilerle yakınlaşmayı engellemek mi istiyordu? Ne de olsa bu ülkeyi ve diğer Körfez ülkelerini İsrail ile birlikte, İran karşıtı bir ittifaka çekmek damadı Jared Kushner’in “İbrahim Anlaşmaları”nın merkezinde yer alıyordu.
Çin’in yükselişi, Amerika’nın çöküşü
Washington artık istenmeyen kişi. İranlılar arabulucu olarak Amerikalılara asla güvenmeyeceklerdi. Suudiler, başka bir Hellfire füzesine eşdeğer bir füzenin ateşlenmesi korkusuyla onlara müzakerelerini anlatmaktan çekinmiş olmalı. 2022 sona ererken Başkan Xi, İran’la ilişkilerin açıkça bir konuşma konusu olduğu Suudi başkenti Riyad’ı fiilen ziyaret etti. Çin Dışişleri Bakanlığına göre, Başkan Xi’nin Körfez’deki iki rakip arasında arabuluculuk yapma konusunda kişisel taahhüt geliştirirken İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi Şubat ayında Pekin’e gitti. Şimdi, yükselen bir Çin, “bölge dışındaki bazı büyük ülkelerin” “kişisel çıkar” nedeniyle “Orta Doğu’da uzun vadeli istikrarsızlığa” neden olduğundan şikâyet ederken, diğer Orta Doğu ülkeleri arasında arabuluculuk teklif ediyor.
Çin’in bir arabulucu olarak yeni önemi, yakında Yemen ve Sudan’daki gibi çatışmalara kadar uzanabilir. Gözü Avrasya, Orta Doğu ve Afrika’ya diken ve dünyadaki yükselen güç olan Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi’ni engelleyebilecek herhangi bir anlaşmazlığın olabildiğince barışçıl bir şekilde çözülmesi için açıkça istekli.
Çin, üç uçak gemisi saldırı grubuna sahip olmanın eşiğinde olmasına rağmen, bunlar evlerinin yakınında faaliyet göstermeye devam ediyor ve Amerika’nın Orta Doğu’da Çin askeri varlığına ilişkin korkuları şu ana kadar temelsiz.
Suudi Arabistan ve İran’da olduğu gibi iki tarafın da çatışmadan bıktığı bir yerde, Pekin artık açıkça dürüst arabulucu rolünü oynamaya hazır. Bununla birlikte, bu ülkeler arasındaki ilişkileri yeniden tesis etme konusundaki olağanüstü diplomatik başarısı, yükselen bir Orta Doğu gücü olarak konumundan ziyade, otuz yıllık sahte vaatler (Oslo), fiyaskolar (Irak) ve geriye dönüp bakıldığında artık çoktan vadesi dolmuş bir dizi alaycı emperyal böl-yönet taktiğinden daha önemli bir şeye dayanmadığı görülen kaprisli politikalardan sonra Amerika’nın bölgesel güvenilirliğindeki şaşırtıcı düşüşü yansıtıyor.
İlginizi Çekebilir
-
Lübnanlı Bakan Harici’ye konuştu: ‘HTŞ’den beklentimiz iç meselelerimize karışmaması’
-
Şam’a giden yollar
-
Hindistan ‘sessizce’ Kuzey Kore’de
-
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
-
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
-
Çin ve Pakistan terörle mücadele tatbikatlarını tamamladı
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.
Şam’a giden yollar
Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı, Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.
Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.
2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.
Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.
Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.
Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.
Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.
Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.
Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.
ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:
***
İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi
Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.
Yaroslav Trofimov
Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.
İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.
Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.
Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.
Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.
Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.
İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”
Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.
Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.
Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.
Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.
2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.
Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.
Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.
Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.
Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.
Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”
Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.
Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.
Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.
Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.
Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.
Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.
Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.
Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.
Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”
Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.
Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.
Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
1 hafta önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
Lübnanlı Bakan Harici’ye konuştu: ‘HTŞ’den beklentimiz iç meselelerimize karışmaması’
Şam’a giden yollar
Hindistan ‘sessizce’ Kuzey Kore’de
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Şii Hilali, “Yeni Ay” Olma Yolunda