Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Polonya Britanya’yı solluyor mu?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: “Avrupa’nın sırtlanı” olarak da anılan NATO’nun doğu kanadındaki ileri karakolu Polonya, halihazırda Avrupa’nın en savaş çığırtkanı ve ABD yandaşı unsuru. Polonya’nın hiper-Atlantikçi tavrı söylemle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda bölgenin silahlanmaya en çok yatırım yapan ülkesi durumunda. Polonya’nın konumu Washington için eşsiz; Doğu ile Avrupa arasında geçiş güzergahı ve Batı Avrupa’nın Rusya ve Çin ile olan irtibatını koparmak için muazzam bir aparat. Konunun meraklıları için şuradaki ve şuradaki içerikler de faydalı olabilir.


Polonya 2030’da Britanya’dan daha zengin olacak, dikkate almamızın zamanı

Daniel Johnson
The Telegraph
7 Mayıs 2023

Almanya ve Fransa bocalarken ülke Putin’e karşı durmak üzere komünizmin zincirlerinden kurtuldu.

İki hafta önce Wrocław’a yaptığım bir ziyarette zloti değer kazandı: Polonya hızla Orta Avrupa’nın yeni süper gücü haline geliyor.

1989’da Telegraph’ın Doğu Avrupa muhabiri olarak Polonya’yı ziyaret ettiğim sırada kentleri kasvetli, çürümüş ve iğrenç komünist dönem binalarıyla çevriliydi. Dükkanlar boş, beklentiler düşük ve hayat zordu.

Yine de Sovyet imparatorluğunun başka hiçbir yerinde halkın gücü Polonya’da olduğu kadar zafere erişemedi. Kaybedilmiş davaların ülkesi hürriyetin ve refahın öncüsü oldu.

Polonya, komünizm sonrası ekonomik mucize sayesinde 2030 yılına kadar Britanya’dan daha zengin olma yolunda ilerliyor. Ülke, batarya üretimi ve teknoloji gibi geleceğe dönük endüstrilerin merkezi haline geldi.

Varşova bu ekonomik gücü, ülkeyi kapıdaki Rus kurduna karşı korumak için zorlu bir savaş gücüne dönüştürmek için kullanıyor. Moskova’ya karşı durma konusundaki istekliliği ona pek çok komşu ülke arasında müttefikler de kazandırdı.

Almanya ve Fransa Ukrayna savaşına verecekleri yanıt konusunda bocalarken Polonya’nın yıldızı yükseliyor.

Varşova’nın büyüyen savaş sandığı

Ülkenin artan önemi, ordusuna bakıldığında açıkça görülüyor.

Varşova’nın planı, ordunun büyüklüğünü iki katına çıkararak en yeni Batı teçhizatıyla donatılmış 300 bin askere çıkarmak.

Polonya’nın Ukrayna’daki savaş alanında çok etkili olduğu kanıtlanan ABD yapımı HIMARS roketatar sistemleri için yaklaşık 10 milyar dolar (7,9 milyar pound) harcaması, ciddi yatırım planlarının örneklerinden sadece biri.

Polonya benzer şekilde Ukrayna’ya verilen Sovyet dönemi MiG savaş uçakları ve T-72 tanklarının yerine F-35 Lightning II uçakları ve 116 Abrams tankından oluşan bir filo satın alıyor.

Tüm bu askeri donanımın yüksek bir bedeli var. Polonya geçen yıl GSYH’sinin yüzde 2,5’i olan savunma harcamalarını bu yıl yüzde 4’e yükseltti. Bu da Varşova’nın savaş bütçesini NATO’nun en büyük bütçelerinden biri haline getiriyor ve bu seviyeleri öngörülebilir gelecekte de sürdürmeyi ve hatta artırmayı planlıyor.

Böylece Polonya’nın savunma harcamaları diğer büyük NATO üyeleri Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya’nın iki katından fazla olacak ve 2030’a kadar sadece yüzde 2,5’e ulaşmayı planlayan Britanya’nınkinden önemli ölçüde daha yüksek olacak.

Bunun anlamı, Polonya’nın yakında NATO’nun tüm Avrupalı üyeleri arasında en büyük ve en iyi kara savaş kabiliyetine sahip olabileceği. Sadece 200 bin kadar cephe askerine sahip olan Fransa bile yakında kendisini Polonya’dan sayıca az bulabilir.

Polonya’nın yığınağı sadece Kaliningrad eksklavı Polonya ile kara sınırını paylaşan Rusya’yı caydırmak için değil, aynı zamanda Almanya’ya da ittifak içinde ağırlığını koyması için baskı oluşturuyor.

Şansölye Olaf Scholz’un Berlin’in savunma harcamalarını artırmasını sağlayacak jeopolitik bir Zeitenwende (“dönüm noktası”) vaadine rağmen Almanya aslında bu yıl GSYİH’sinin sadece yüzde 0,1’i kadar artışa giderek yüzde 1,6’ya yükselteceğini ve NATO’nun minimum yüzde 2’lik hedefinin çok altında kalacağını itiraf etti.

Polonyalıların kendilerini savunmasız hissetmeleri ve askeri güç söz konusu olduğunda tek başlarına hareket etmek zorunda kalmaları anlaşılabilir.

Alman Silahlı Kuvvetlerinin şu anda (tartışmalı bir şekilde) Polonya’nın doğusuna Patriot füzesavar bataryaları konuşlandırdığı doğru; Almanlar 1945’ten bu yana ilk kez orada kayda değer bir askeri varlığa sahip oldular. Ancak Berlin’in bu jesti, Ukrayna’ya Putin’i yenmek için ihtiyaç duyduğu silah ve mühimmatı vermedeki başarısızlığını gizleme konusunda incir çekirdeğini doldurmaz.

Almanya’nın Rus saldırganlığına karşı durma konusundaki isteksizliği Leopard 2 tankları konusunda yaşanan tartışmalarla örneklendi. Berlin bu modern muharebe tanklarını Ukrayna’ya vermeyi ancak geçtiğimiz ocak ayında NATO müttefiklerinden gelen yoğun baskılar sonucunda kabul etti; buna Almanya’nın onayı olmadan kendi Leoparlarını Kiev’e vermekle tehdit eden Polonyalılarla yaşanan tartışma da dahildi.

Sonunda Berlin izin verdi ve Varşova tankları şubat ayında teslim etti. Almanlar ise tankları ancak bir ay sonra gönderdi.

Polonya’nın perspektifinden bakıldığında Alman askerî açıdan zayıflığı ve Ukrayna konusundaki kayıtsızlığı çileden çıkarıcı olsa da Alman siyasi ve iş dünyası liderlerinin Vladimir Putin rejimiyle skandal düzeyindeki yakın ilişkileri göz önüne alındığında pek de şaşırtıcı değil.

Scholz liderliğindeki Berlin’in iktidardaki sol koalisyonu, Gerhard Schröder’in Kuzey Akım projesindeki rolünden başlayarak Rusya’yı yatıştırma konusunda uzun bir maziye sahip olan kendi Sosyal Demokrat Partisi’ni (SPD) de içeriyor.

Kuzey Akım 1 ve 2 doğalgaz boru hatları Polonya ve Ukrayna’nın güvenlik çıkarlarına bariz biçimde ters düşüyordu ama Angela Merkel ve Scholz idaresindeki yirmi yıl boyunca Almanlar bu stratejik hatların tamamen ticari meseleler olduğunda ısrar ettiler.

Polonya aleyhindeki Rus-Alman işbirliğine dair her bir ipucu, en açık şekilde hem Naziler hem de Sovyet işgalciler tarafından doğrudan işgal ve soykırımı beraberinde getiren 1939 tarihli Molotov-Ribbentrop Paktı gibi köklü tarihsel korkulara oynuyor.

Rusya’nın Polonya ile Litvanya arasına sıkışmış, ağır silahlarla donatılmış ve tahkim edilmiş Kaliningrad eksklavı, bu tüyler ürpertici hikâyenin nasıl sona erdiğini hatırlatıyor. Yakın zamanda Kremlin tarafından nükleer silahlarla takviye edilen savaş öncesi Doğu Prusya’nın bu Ruslaştırılmış parçası, kışın Rus filosuna ev sahipliği yapıyor ve Baltık’ta — özellikle Polonya üzerinde — nöbet tutmak için var.

Bu nedenle Berlin Moskova’ya uvertür yaptığında Varşova’da Chopin’in Cenaze Marşı’nın çalınmaya başlanması anlaşılabilir bir durum.

Fakat Berlin’in yaklaşımı karşısında umutsuzluğa kapılan sadece Varşova değil. Diğer Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de aynı derecede tedirgin.

Emmanuel Macron’un giderek daha kavgacı hale gelen, Şi Cinping’e boyun eğmiş gibi görünen Fransa’sı da bu blokta güven uyandırmıyor. Macron, Pekin’in söylediklerine, eski Sovyetler Birliği ülkelerinin egemenliği olmadığını iddia ederken bile kafa sallamaktan memnun görünüyor.

Berlin ve Paris’in liderlik zafiyeti bir boşluk yarattı ve Varşova bu boşluğu doldurmaktan son derece hoşnut oldu.

Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, bu ayın başlarında “diplomatik saldırı” olarak adlandırdığı bir teşebbüs başlatarak Batılı liderleri ziyaret etti ve “burada, bölgemizde olup bitenler ve Rusya’nın barbar saldırganlığının tabiatı hakkında dünyanın çeşitli köşelerinde farkındalık yaratmayı” amaçlamıştı.

Komünizm sonrası ekonomik mucize

Diplomatik ve askeri liderlik ancak güçlü bir ekonomi ile mümkün.

Yakın zamanda gerçekleştirdiğim ziyarette Wrocław Katedrali’nin ikiz kulelerinin baş döndürücü yüksekliğinden aşağıya baktığımda gördüğüm manzara nefes kesiciydi.

Gotik katedral adası, Rönesans dönemi Eski Şehir Meydanı ve Barok üniversite yerleşkesiyle Wrocław’ın muhteşem bir şekilde restore edilmiş kalbinin ötesinde, yaklaşık 700 bin nüfuslu modern bir metropol göz alabildiğine uzanıyor.

Bu manzara Polonya’nın travmatik tarihinin ve aynı zamanda komünizm sonrası ekonomik mucizesinin mikrokozmosu.

Şu anda Polonya’nın en büyük üçüncü ve en zengin ikinci kenti olan Wrocław, gözle görülür bir şekilde gelişiyor. Aşağı Silezya’nın başkenti olarak Alman, Çek ve diğer kârlı pazarlara yakınlığı, Avrupa’nın önde gelen yüksek teknoloji merkezlerinden biri haline gelmesine yardımcı oldu.

Bugün Wrocław, o zamanlar Berlin’in doğusundaki en büyük Alman kenti olan Breslau’nun savaş öncesi refahını bile aşmış durumda.

Demir Perde’nin yıkılmasının ardından Polonyalılar demokrasiyi, serbest piyasayı ve hukukun üstünlüğünü yeniden tesis eden ilk eski Sovyet ülkesi oldu. Yine de tırmanmaları gereken bir dağ vardı. 1989 yılında Polonyalı işçilerin kişi başına düşen GSYİH’si Alman meslektaşlarının sadece onda biri kadardı.

Otuz yıllık istikrarlı büyüme bir mucize yarattı. İktisadi eşitsizlikler ciddi ölçüde azaldı. Satın alma paritesine göre ayarlandığında, Polonya’da kişi başına düşen GSYİH şu anda 28 bin 200 pound iken, bu rakam Britanya’da 35 bin pound, Fransa’da 34 bin 200 pound ve Almanya’da 39 bin 800 pound. Polonya, mevcut yörünge hızıyla 2030 yılına kadar Birleşik Krallık’ı geride bırakacaktır.

Milenyumdan bu yana Polonya’nın kişi başına düşen reel GSYİH’si iki kattan fazla arttı; buna karşılık aynı dönemde Britanya, Fransa ve Almanya’da kişi başına düşen GSYİH yüzde 15 ila 24 arasında büyüdü.

Gerçek şu ki Varşova ya da Wrocław gibi yerlerdeki yaşam standartları Berlin, Paris ve Londra’dakilerle kıyaslanabilir düzeyde.

Hakikaten de genç aileler için yaşam kalitesi şüphesiz daha yüksek. Oğlum ve Polonyalı eşi bir yıl önce iki küçük çocuklarıyla birlikte memleketleri Wrocław’a göç ettiler.

Hiç pişman olmadılar. Vergi ve sosyal yardım sistemi, her çocuk için aylık 500 zloti (100 pound) ödeme yaparak ailelere destek sunuyor. Üç yaşındaki torunum ayda yaklaşık 50 pound’a mükemmel bir devlet przedszkole’sine (anaokulu veya kreş) gidiyor.

Anglo-Polonyalıların anavatana göçünün bir nedeni de Polonya’da yaşamın hala ucuz olması. Polonya’da enflasyon yaklaşık yüzde 15 ile AB ortalamasının neredeyse iki katı olsa da Wrocław’daki perakende fiyatlarının çoğu Londra’dakilerin çok altında.

Genel anlamda Polonya’da yaşam maliyetleri Batı Avrupa’ya göre çok daha düşük. Örneğin Wrocław’daki kiralar Londra’dakilerin yaklaşık beşte biri kadarken bir barda bir bardak bira 1 pound’dan fazla tutmaz.

Polonya’nın 2004 yılında AB’ye girmesinin ardından çalışmak için Britanya ya da Almanya’ya giden pek çok Polonyalının şimdi geri dönmüş olması hiç de şaşırtıcı değil.

Ücretler arasındaki fark hala fazla olsa da daralma gösterdi ve Polonya ekonomisi artık 20 yıl önce var olmayan fırsatlar sunuyor. OECD’ye göre içe dönük yatırımlar bol miktarda gerçekleşti ve ekonomi daha yüksek değerli faaliyetlere kaydı.

Örneğin Wrocław, Güney Koreli elektronik devi LG açısından önemli bir üs konumunda. Yakın zamanda Polonya, elektrikli araçlarda kullanılan lityum pil üretiminde ABD’yi geride bıraktı. Polonya şu anda “ihracatta dünya şampiyonu” olan Almanya ile bile ticaret fazlası veriyor.

Polonya eğitim alanında da çok başarılı. Okuma, matematik ve fen bilimlerinde 38 OECD ülkesi arasında sürekli olarak ilk beş veya altı arasında yer alıyor; Britanya, Fransa veya Almanya gibi daha müreffeh ülkelerin çok üzerinde. Bu da gelecekteki güçlü ekonomik büyümenin temelini oluşturuyor.

Polonyalılar da çok çalışıyor: Yılda ortalama 1830 saat, çok çalışkan olmalarıyla meşhur Amerikalılardan daha fazla ve İngiliz, Fransız ya da Alman eşdeğerlerinin çok önünde.

Tüm bunlar şaşırtıcı gelebilir. Polonya, İngilizler tarafından hala takdir ediliyor olsa da pek çok kişi tarafından kıskanılmaktan ziyade acınması gereken yoksul bir ülke olarak görülüyor.

Bu olumsuz imajın nedenlerinden biri, ülkenin AB’ye girmesinden sonra yaklaşık iki milyon Polonyalının göç etmesi ve bunların yaklaşık yarısının Birleşik Krallık’a gelmesi. Kitlesel göç kısmen, ülkede uzun yıllar boyunca inatçı bir şekilde yüksek kalan işsizlikten kaynaklanmıştı.

Ancak bu yoksul imajı, güncelliğini epey yitirmiş durumda. Polonya, ekonomi toparlanırken vahşi tabiatta geçirdiği dönemin ardından şu an patlama yaşıyor.

Bugünkü başarı büyük ölçüde 1989 sonrasında, komünizm sonrası dönemin efsanevi Maliye Bakanı Leszek Balcerowicz’in serbest piyasa reformlarına atfedilebilir.

Polonya 40 yıllık komünizmin ardından ışığa göz kırparken Balcerowicz planlı ekonomiyi ortadan kaldıracak bir plana — yeni bir tür plana — sahip olan adamdı.

Balcerowicz’in planı yüksek riskli, hızlandırılmış türden bir Thatcherist şok doktriniydi ama işe yaradı. Büyük patlama Polonya iş dünyasını küresel pazara açtı ve iş dünyası gelişti. Pandemi patlak verene kadar Polonya dünyanın en uzun kesintisiz büyüme dönemine — 28 yıl — sahipti.

Polonya ekonomisinin 2022 yılının son üç ayında yüzde 2,4 oranında küçülmesine rağmen geçen yıl toplamda yüzde 4,9 oranında büyümüş olması Polonya’nın dayanıklılığının bir göstergesi.

Polonya siyasetinde tarih hiçbir zaman ikinci planda olmadı.

Almanlar Holokost’ta üç milyon Polonyalı Yahudiyi katletti; üç milyon etnik Polonyalı da öldürüldü ve nüfusun büyük bir kısmı İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yerlerinden edildi. Bu kâbusun anıları, Rusya’nın komşu Ukrayna’yı işgaliyle yeniden canlandı.

Savaş büyük bir sığınmacı akınını da beraberinde getirdi. Bir yıl içinde 11,5 milyon Ukraynalı sınırı geçti ve bunların yaklaşık 1,4 milyonu Polonya’da kaldı.

Bu bağlamda Polonya, Britanya’nın yaklaşık 10 katı kadar sığınmacı kabul etti. Yine de akılda tutulması gereken önemli bir nüans var.

Polonya, Avrupa’daki en düşük doğum oranlarından birine ve dolayısıyla en hızlı yaşlanan nüfusa sahip. Ülkenin göçe ihtiyacı var ama etnik ve dilsel çeşitliliği kabul etme konusunda isteksiz davranıyor.

Ukraynalılar Polonya toplumuna daha kolay uyum sağlıyor ve orada birçoğunun aile fertleri var. Savaştan önce bile Polonya-Ukrayna sınırı AB’nin en gözenekli sınırlarından biriydi.

Yine de Polonya’nın Ukrayna’nın çıkarlarına direndiği epey önemli bir konu var; tahıl.

Ukrayna’dan ucuz ithalata karşı şiddetli bir karşı çıkma hali var. Direniş Polonya ve diğer dört AB üyesi ülkedeki — Macaristan, Romanya, Slovakya ve Bulgaristan — çiftçilerden geliyor. Sonuncusu hariç hepsinin Ukrayna ile sınırı var ve tamamının hükümetleri çiftçileri destekliyor.

Korumacılık, Polonya liderliğindeki bu bloku kontrol eden popülist hükümetler için bir inanç konusu. Geçtiğimiz haftalarda Ukrayna’dan buğday, mısır, kolza ve ayçiçeği tohumu ithalatına tek taraflı yasaklar getirdiler.

Geçtiğimiz salı günü Brüksel, Kiev Merkez Bankası’na göre Ukrayna’ya maliyeti en az 160 milyon pound olan bu yasakları meşrulaştırarak taleplerine boyun eğdi.

AB anlaşması uyarınca Polonyalılar ve ortakları, Ukrayna tahılının sınırdan sevkiyatına izin verecek, ancak sadece diğer ülkelere yeniden ihraç edilmek üzere. Enflasyonun yüksek olduğu bir dönemde Polonyalı tüketiciler şüphesiz daha ucuz ekmek, makarna ve diğer ürünleri memnuniyetle karşılayacaktır ama tarım lobisi de oldukça etkili.

Polonya’nın iktidar partisi Hukuk ve Adalet (PiS), bu sonbaharda üst üste üçüncü kez seçilebilmek için büyük ölçüde kırsal kesimdeki seçmenlere bel bağlıyor.

Siyasi paranoya

Polonya’nın süper güç olma çabasının önündeki en büyük engel iç politika olabilir. Hukukun üstünlüğünün altını oymak ve kamusal tartışmaları bastırmakla suçlanan Hukuk ve Adalet, uzun süredir ülke siyaseti üzerinde paranoya havası estiriyor.

Başbakan Mateusz Morawiecki ve Cumhurbaşkanı Duda’nın her ikisi de Hukuk ve Adalet Partisi’ne mensup. Fakat Polonya’nın nihai iktidar sahibi, partinin başkanı ve kurucu ortağı Jaroslaw Kaczynski.

Şu anda 73 yaşında olan Kaczynski, yüksek bir makamda bulunmaktansa seçkin bir kişi olmayı tercih ediyor, fakat destekçileri ondan “devlet şefi” diye bahsediyor; bu unvan şimdiye dek Polonya’nın 1920’lerdeki gayri resmi hükümdarı Mareşal Pilsudski’ye aitti.

Mazideki askeri diktatörün bu yankıları, doğal olarak eski Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk’ın başını çektiği liberal muhalefeti telaşlandırıyor.

Tusk ve partisi Sivil Platform, Hukuk ve Adalet’i Avrupa Birliği’ne ve bağımsız yargı ve özgür basın da dahil olmak üzere Polonya demokrasisinin kurumlarına düşman, sadece Kaczynski’nin gerici Katolik tarikatı olarak görüyor.

Kaczynski ise Tusk ve partisini komünist dönemin iflas etmiş mirasçıları olarak görüyor. Milliyetçilik, sosyal muhafazakarlık, cömert refah ve askeri güçten oluşan ideolojisi, yoksul seçmenler arasında popüler olduğunu ispatladı.

İronik bir şekilde, her iki lider de Dayanışma hareketinin eski üyeleri. Kaczynski ve ikiz kardeşi Lech bir zamanlar Dayanışma’yı temsil eden, komünizme karşı muhalefete liderlik eden ve daha sonra Cumhurbaşkanı olan eski elektrikçi Lech Wałesa ile yakın çalıştılar.

Yurt dışındaki şöhretine rağmen gizli polis ile işbirliği yaptığı yönündeki ısrarlı iddialar Wałesa’yı Polonya’da bölücü bir figür haline getirdi.

Wałesa davası, komplo teorilerinin Polonya siyasetindeki toksik rolünü örnekliyor. Belki de en çarpıcı olanı, eski Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski’nin 2010 yılında Smolensk yakınlarında meydana gelen ve Polonyalı seçkinlerin diğer pek çok üyesinin de ölümüne neden olan uçak kazasında hayatını kaybetmesi etrafında dönüyor. Hayatta kalan ikiz olarak Jaroslaw, kardeşinin öldürülmesinden sürekli olarak Rusları sorumlu tuttu.

Polonya heyetinin, Sovyet örtbaslarının en bilindik olanı 1940 Katın katliamının kurbanlarını anmak üzere yola çıkmış olması ya da Rus tarafındaki genel sorumlunun Vladimir Putin’den başkası olmaması işe yaramadı.

Kaczynski 2016’da iktidara döndüğünde yeni bir soruşturma başlatılması talimatını verdi ve bu soruşturmada pek çok usulsüzlük ortaya çıktı ama kazanın bir kazadan ziyade sabotaj olduğuna dair net bir kanıt bulunamadı.

Polonya siyasetinde paranoyanın araçsallaştırılması büyük ölçüde bir eleştiri geleneğinin olmamasından kaynaklanıyor. Muhalefetin ana televizyon kanalı TVN’in sahibi Warner Brothers. Yine de 2021 yılında Polonya Sejm’i (parlamento) ülkedeki medyanın yabancıların mülkiyetinde olmasını yasaklamaya çalışmıştı.

Nihayetinde Beyaz Saray, Polonyalıları devlet güdümündeki medyaya karşı popüler bir alternatiften mahrum bırakacak olan tedbirleri engellemek için müdahale etmek zorunda kaldı.

Tarihten dersler

Hükümete yönelik belki de en ciddi suçlama, yandaşları hâkim ve savcı olarak atamakla kalmayıp muhalif avukatları fiilen tasfiye etmiş olması. Adil bir yargılama ya da aslında herhangi bir yargılama bulmak giderek zorlaşıyor.

Bu konuda öne çıkan örneklerden biri, önde gelen İngiliz-Polonyalı tarihçi Adam Zamoyski. Kendisine karşı herhangi bir suçlama yöneltilmeden pasaportuna el konuldu ve yaklaşık 18 aydır soruşturmaya tabi tutuluyor. Fiili olarak geçim kaynağından mahrum bırakıldı ama habeas corpus yok ve dolayısıyla mahkemeye çıkma hakkı da yok.

Kendisine Hukuk ve Adalet diyen bir partinin yönetiminde hukukun üstünlüğünün tehdit altında olması ironisi pek çok Polonya vatandaşının da gözünden kaçmıyor. Kısmen bu nedenle hükümete güven oranı yalnızca yüzde 34,2. Bu rakam Polonya’da Britanya, Fransa ya da Almanya’dan çok daha düşük.

Tarih bir kez daha günümüz Polonya siyasetine bakarken faydalı bir kılavuz. Zamoyski, Varşova 1920 adlı kitabında Mareşal Pilsudski ve Polonya Lejyonu’nun Avrupa’yı Lenin’in beş milyonluk ordusundan nasıl kurtardığını anlatıyor. Zaferleri “Vistül’deki mucize” olarak anılmaya başladı.

Bunun yanında daha az hayırlı bir sonuç da ortaya çıktı. Zamoyski, savaştan sonra Pilsudski ve gazilerinin çoğulculuğu Polonya’nın kamusal hayatının dışına itmeye çalıştığını belirtiyor: “İster iktisadi ister siyasi olsun, her sorunla başa çıkmak için giderek daha fazla ulusal dayanışmaya başvurduklarından, Polonyalı azınlık ile Almanlar, Ukraynalılar ve özellikle de Yahudiler gibi çeşitli azınlıklar arasındaki husumeti beslediler.”

Savaş öncesi İkinci Polonya Cumhuriyeti’nin bu tasviri, günümüz Üçüncü Cumhuriyeti’nde yaşayanların pek çok insana rahatsız edici ölçüde tanıdık geliyor. Kaczynski, Duda ve Morawiecki hiçbir şekilde Yahudi karşıtı olmasalar da tarihçilerin Polonya’nın itibarını zedelemeye yönelik teşebbüsü olarak gördükleri şeylere karşı aşırı hassaslar. Diğerleri ise bunu normal bir bilimsel araştırma olarak görüyor.

Amerikan, İngiliz ya da İsrail medyasında Polonya’nın geçmişte ya da günümüzde Yahudi azınlığa yönelik muamelesini sorgulayan haberlerin yanlış bir şekilde, Polonya aleyhtarı, art niyetli oldukları varsayılıyor.

Her şeye rağmen Polonya bugün hala güçlü bir demokrasi. Polonyalılar cumhuriyetleri ve silahlı kuvvetleriyle gurur duymakta haklı. Fakat paranoyaya yer olmamalı. Polonya’yı bir kurban ya da şehit olarak görmelerine gerek yok.

Polonya siyasetinin bundan sonra izleyeceği güzergâh ne olursa olsun, Varşova’nın yükselen güç olduğu hakikatini görmezden gelmek zor.

Yüzyıl önce Vistül’de yaşanan mucize gibi, Polonya’nın ekonomik mucizesi de olağanüstü bir başarı. Avrupa’nın doğrulup bunu fark etmesinin vakti geldi.

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English