Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Richard Haass yazdı: ABD İran-İsrail gerilimi konusunda ne yapmalı?

Yayınlanma

Richard Haass, Council on Foreign Relations’ın (CFR) eski başkanı
Financial Times
02 Ağustos 2024

Tüm gücüne rağmen Amerika’nın etkisi kesinlikle sınırlıdır. Ancak sınırlı olması var olmamasıyla aynı şey değildir.

Orta Doğu öyle bir noktaya geldi ki, eylem ile tepkiyi birbirinden ayırmak giderek zorlaşıyor, hatta imkansız hale geliyor.

Geçen hafta Hizbullah’ın işgal altındaki Golan Tepeleri’nde bir Dürzi köyüne düzenlediği ve neredeyse kesin olan saldırının ardından İsrail, üst düzey bir Hizbullah komutanını öldüren bir hava saldırısıyla karşılık verdi. Ardından Hamas’ın siyasi lideri ve Gazze ateşkes görüşmelerindeki baş müzakerecisi İsmail Haniye İran’da suikasta uğradı. Günler önce de İsrail ile İran’ın desteklediği üçüncü bir örgüt olan Husiler arasında askeri bir gidiş geliş yaşandı.

Tüm bunlar, İsrail-Lübnan sınırında aylarca süren ve 60,000 kadar İsraillinin ve en az bir o kadar Lübnanlının evlerinden tahliye edilmesine neden olan askeri çatışmaların ardından gerçekleşti.

Asıl soru bundan sonra ne olacağı? Ve ABD bu konuda ne yapmalı?

Bu noktada Gazze görüşmelerinin başarıya ulaşmasını hayal etmek zor. Suikastlardan önce bile iki taraf çatışmaların durdurulmasının kapsamı ya da İsrail’in Gazze’deki askeri varlığının devamının kabul edilebilirliği konusunda hemfikir değildi. Şimdilik elde edilebilecek en fazla şeyin Gazze’de yoğunluğu azaltılmış bir çatışmanın devam etmesi olması oldukça muhtemel.

İsrail ve Hizbullah arasında büyük bir tırmanışın önlenip önlenemeyeceği belirsiz. Daha da büyük bir soru ise İsrail ile İran arasında doğrudan bir çatışmanın önlenip önlenemeyeceği. İki ülke nisan ayında, bir başka İsrail suikastının ardından İran’ın 300’den fazla insansız hava aracı ve füzeyle İsrail topraklarına saldırmasıyla savaşa girmekten kıl payı kurtuldu. İsrail -biraz da ABD’nin teşvikiyle- önemli bir hasara yol açmaktan ziyade İran’ın savunma sistemlerine nüfuz etme kabiliyetini göstermeyi amaçlayan ölçülü bir karşılık vermeyi tercih etti.

Şimdi kritik soru, ABD’nin olayları yatıştırmak için ne yapabileceği olabilir. Tüm gücüne rağmen Amerika’nın etkisi kesinlikle sınırlı. Ancak sınırlı olmak var olmamakla aynı şey değil.

Washington dört şeye odaklanmalıdır. Birincisi, Biden yönetimi Gazze’de ateşkes çağrılarından geri adım atmamalıdır. Açıkçası ateşkesi sağlamak her zamankinden daha zor olacak. Ancak İsrail’in savaşı sürdürmek için askeri bir gerekçesi giderek yok oluyor. Ayrıca askerlerini ve teçhizatını diğer cephelere yeniden odaklamak için yeni bir teşviki var ve rehinelerin serbest bırakılması için önemli bir iç baskı var. Dolayısıyla bu çaba boşa gitmeyecektir.

İkinci olarak, ABD İsrail’e güney Lübnan’daki duruma diplomatik bir yaklaşıma açık olması için baskı yapmalıdır. Hizbullah’ın cephaneliğindeki 100,000’den fazla roket göz önüne alındığında, Hizbullah’la savaşın İsrail’i nasıl daha iyi bir duruma getireceğini görmek zor- ki bunlar İsrail’in nüfus merkezlerine ulaşabilecek ve zaten zayıflamış ekonomisine kötü zarar verebilecek roketler. Bu arada tarih, İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesinin olumlu sonuçlar vermeyeceğini göstermektedir. Amaç, kuzey İsrail’de yaşayanların evlerine dönmelerini mümkün kılmak olmalıdır. Karşılıklı olarak bazı güçlerin geri çekilmesi mümkün olabilir.

Üçüncü olarak, Haniye’nin İran’ın yeni cumhurbaşkanı ve dini lideriyle görüşmesinden sadece birkaç saat sonra kendi topraklarında suikasta uğramasının yarattığı aşağılanmaya İran’ın karşılık vermesi kaçınılmazdır. İran’ın sınırlı bir tepki vermesini teşvik etmek için Çin’e (İran petrolüne önemli ölçüde bağımlı olan) baskı yapmak mantıklıdır. Ardından, nisan ayında olduğu gibi, ABD İsrail’in sınırlı bir karşılık vermesini savunabilir.

Dördüncü olarak ABD, Hamas’a karşı Filistinlilerin makul siyasi hedeflerine hitap edecek ve İsrail’le barış içinde yaşayacak bir siyasi alternatif yaratma yönündeki daha büyük ve uzun vadeli hedefinden vazgeçmemelidir. Suudi Arabistan burada doğal bir ortak olmaya devam ediyor. İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye istekli olması İsrail’deki siyasi tartışmalar üzerinde gerçek bir etki yaratabilir.

ABD’nin yapmaması gereken bir şey de var. Washington’un İsrail’e silah yardımını kesmesi gerektiğini savunanlar olacaktır. Elbette Gazze’de yaygın sivil kayıplara neden olan seçici mühimmatın engellenmesi için güçlü bir gerekçe vardı. İsrail’in yerleşim faaliyetleriyle ilgili siyasi ve ekonomik yaptırımlar da tartışılabilir. Ateşkes ve rehinelerin iadesi için yürütülen müzakerelerin merkezinde yer almasına rağmen Haniye’nin öldürülmesinden önce ABD’yi uyarmayan Başbakan Benjamin Netanyahu’ya kızmak için de azımsanmayacak bir sebep var.

Ancak şimdi odak noktası Gazze’den (askeri operasyonlar kış aylarındaki zirvesinden sonra azaldı) İsrail ile Hizbullah ya da İsrail ile İran arasında yeni cephelerin açılma ihtimalini azaltmaya doğru kaymış durumda. Bu değişen bağlamda, İran’ın ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin güçlü olduğunu ve kendisinin ya da vekillerinin silahlı tırmanışının istenen sonuçlara ulaşmayacağını anlaması kritik önem taşıyor.

Son bir nokta. İsrail’e silah sağlamanın ABD’nin bu silahları nasıl kullanacağı üzerindeki etkisini artırma ihtimali de var. Biden yönetimi Gazze krizi sırasında bu yola girme konusunda isteksiz davrandı ve İsrail Amerika’nın çıkarlarına -ve zaman zaman tartışmalı bir şekilde kendi çıkarlarına- aykırı eylemlerde bulunurken büyük ölçüde görmezden geldi. ABD’nin bu tutumunu yeniden gözden geçirmesi gerekebilir zira kendisini yakında başka bir savaşı desteklerken, hatta savaşırken bulabilir.

DÜNYA BASINI

Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin veren Batı hangi riskleri göğüslüyor?

Yayınlanma

Yazar

Geçen hafta İngiliz basınında çıkan haberlere göre, İngiltere hükümeti Ukrayna’ya uzun menzilli Storm Shadow füzelerini verme kararı aldı. The Guardian gazetesine konuşan hükümet kaynakları, bu füzelerin Rusya’nın iç bölgelerini hedef almak için kullanılabileceğini belirtti. Kaynaklar, kararın alındığını ancak henüz kamuoyuna duyurulmadığını ifade etti.

The Times gazetesi ise konuyla ilgili farklı bir boyuta dikkat çekti. Gazeteye göre, ABD yönetimi Ukrayna’nın İngiliz ve Fransız yapımı uzun menzilli füzeleri Rus topraklarına karşı kullanmasına onay verirken, kendi üretimi olan ATACMS füzelerini vermekten kaçınıyor. Başkan Joe Biden’ın bu tutumunun arkasında, çatışmanın daha fazla tırmanmasını engelleme çabası olduğu belirtiliyor.

Öte yandan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, konuyla ilgili yaptığı açıklamada ilginç bir iddiada bulundu. Putin, Kiev’in bu tür ileri teknoloji füzeleri kendi başına kullanamayacağını, Batılı ülkelerin uydu istihbaratına ihtiyaç duyacağını öne sürdü. Ayrıca, bu füze sistemlerinin uçuş planlamasının yalnızca üretici ülkelerin askeri uzmanları tarafından yapılabileceğini iddia etti. Şu anda Quincy Enstitüsü kadrosunda olan CIA’in eski Rusya analisti George Beebe, ilgili kararın Batılı ülkeler açısından yaratacağı risklere işaret ediyor.


Ukrayna için fark yaratacak kadar uzun menzilli füzeler yok

Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin vermek, bizi doğrudan savaşın içine çekebilir

George Beebe, Responsible Statecraft

Rusya ile Batı arasındaki gerilim tırmanıyor ve askeri çatışmayı önlemek için hareket alanı giderek daralıyor.

ABD ve İngiltere’nin Rusya’nın iç bölgelerine saldırı için Batı menşeili füzelerin kullanımını onaylayacağı söylentileri üzerine, Putin dün sert bir açıklama yaptı. Bu hamlenin “çatışmanın doğasını değiştireceğini” ve NATO ile Rusya’nın fiilen savaşta olacağı anlamına geleceğini belirtti. Rusya’nın “gerekli adımları atacağı” konusunda uyarıda bulundu.

Buna karşılık İngiltere Başbakanı Keir Starmer şöyle konuştu: “Bu çatışmayı Rusya başlattı. Rusya, Ukrayna’yı hukuksuz bir şekilde işgal etti. Rusya isterse bu çatışmayı hemen bitirebilir. Ukrayna’nın kendini savunma hakkı var.”

Rusya’nın kararlılığını sınamanın askerî açıdan mantığı net değil. Havadan fırlatılan seyir füzelerinin kullanılması, Rusya’nın nüfus ve askeri üretim açısından büyük avantaja sahip olduğu bu yıpratma savaşında, Ukrayna’nın kazanma şansını kayda değer ölçüde artırmayacak. Ruslar, Ukrayna’nın iyi eğitimli ve donanımlı güçlerini savaşa sokma kabiliyetini zayıflatıyor ve seyir füzeleri bu durumu değiştirmeyecek.

Ayrıca, Ruslar Ukrayna’nın daha uzun menzilli saldırı yeteneklerine uyum sağlayabilir. Nitekim HIMARS topçuları ve ATACMS karadan fırlatılan füzelerine karşı halihazırda önlem aldılar. Örneğin, ikmal depolarını taşıdılar ve gelişmiş Batı silahlarını etkisiz hale getirmeye dönük elektronik harp yöntemlerini daha etkin kullanmaya başladılar.

Ukrayna’nın Rusya anavatanına gerçek manada zarar verebilmesi için, Batı’nın çok sayıda uzun menzilli füze sağlaması gerekecek. Fakat Batı’nın bu miktarda füze temin etme kapasitesi sınırlı ve bu füzelerin sağlanması neredeyse kesin olarak Rusya’nın doğrudan misillemesine yol açacak.

Rusya’ya yönelik derin saldırılara onay vermenin siyasi mantığı da belirsiz. Bu tür saldırıların Putin üzerinde savaşı sona erdirme baskısı yaratacağı veya onu müzakere masasına oturtacağı konusunda iyimser olmak için pek sebep yok. Bilakis, Rusya’nın Ukrayna halkıyla değil NATO ile savaştığı iddialarını güçlendirmesi muhtemel. Tarihte geniş çaplı bombardımanların halk direnişini artırdığına dair çok sayıda örnek var. Şimdiye dek Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırıları da bunu kanıtladı ve Ukrayna milliyetçiliğini ve Rusya karşıtı duyguları körükledi.

İstenmeyen bir başka muhtemel sonuç, Batı’nın artan askeri desteğinin, Rusya’nın gelecekteki müzakerelerdeki taleplerini sertleştirmesi. Batı, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kullanmaya ne kadar istekli görünürse, Ruslar da bir çözümün koşulu olarak Ukrayna’nın kapsamlı bir şekilde silahsızlandırılması konusunda o kadar ısrarcı olacak.

Öte yandan, riskler olası kazanımlara göre çok daha büyük. En büyük tehlike, Rusya’nın “caydırıcılığını yeniden tesis etmek” zorunda hissetmesi ve Batı’ya, Ukrayna’ya sağladığı silahların etkisini ve menzilini sonsuza dek artıramayacağını göstermek istemesi. Putin, kendi ülkesinde, Rusya’nın NATO ile geniş çaplı bir savaştan başka seçeneği kalmayana kadar Batı’nın müdahalesini derinleştirmemesi için Batılı bir hedefi vurarak net bir sınır çizmesi yönünde baskı altında kalabilir.

Putin hangi “gerekli önlemleri” alabilir? Rusya’nın derhal nükleer bir tırmanışa gitmesi pek olası değil. Bunun yerine, Avrupa’daki sabotaj eylemlerini (şimdiye kadar büyük saldırılardan çok uyarı niteliğindeydi) ciddi ölçüde artırabilir; Hizbullah’a veya Husilere füze ve uydu istihbaratı sağlayabilir; ya da daha ileri gitmek isterse, Ukrayna saldırıları için kritik öneme sahip Batı uydularına saldırabilir.

Bu eylemlerden herhangi biri Batı’ya ciddi zarar verebilir ve Batı’nın tepkisine yol açabilir. Bu da sonu belirsiz, son derece tehlikeli bir tırmanma döngüsünü tetikleyebilir.

Sınırı nerede çizeceğini yalnızca Putin bilebilir. Ancak dünyanın en büyük nükleer güçleri arasında doğrudan bir savaşın tehlikeleri göz önüne alındığında, bu sınırın nerede olabileceğini zorlamaya devam etmek bizim açımızdan oldukça riskli.

Rusya bu savaşı kayıtsız şartsız kazanamaz. Ukrayna’nın geniş topraklarının tamamını ele geçirip yönetemez, zira bu Rusya’nın mevcut ordusunun kat kat üstünde bir işgal gücü gerektirir. Fakat Ukrayna’yı harap edebilir, yeniden inşa edilemeyecek ya da kimseyle ittifak kuramayacak kadar işlevsiz bırakabilirler.

Ukrayna’nın bağımsızlığını koruyan ve müreffeh bir gelecek fırsatı sunan bir çözüme ulaşmayı zorlaştırmak ne Batı’nın ne de Ukrayna’nın çıkarına.

Ukrayna’nın şu anda acilen ihtiyaç duyduğu şey uzun menzilli silahlar değil, bu savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesi ve Ukrayna’ya kendini yeniden inşa etme ve refaha kavuşma konusunda gerçekçi bir şans tanıyan uygulanabilir bir plan.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fransa’da “Macro-Lepenizm” dönemi başladı

Yayınlanma

Editörün notu: Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, bütün teamüllere aykırı olarak ve bir “darbe” görüntüsü ile solcu Yeni Halk Cephesi’ne hükümet kurma şansı vermeyip Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN) ile zımni bir anlaşma ile muhafazakâr başbakan Barnier’yi ataması tartışmaları alevlendirdi. Macron’un düşmanı gibi görülen Le Pen ve sağcı partisi, görünen o ki göç gibi bazı meselelerde takındığı tutumdan memnun kalarak Barnier’ye güven oylamasında destek çıkacak. Bu, Macron-Le Pen iktidarının ilk adımı gibi görünüyor; ama bunun da ötesinde, Batı’da “proto-faşist” gibi görünen partilerin ana akım “neoliberal” unsurlarla kutsal olmayan ittifakında önemli bir aşama kat edildiğini de gösteriyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çeirmene aittir.


Macron ve Le Pen’in “kutsal olmayan” iktidarı: Bu tehlikeli birliktelik, Avrupa’yı yeniden şekillendirebilir

Thomas Fazi
Unherd
7 Eylül 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Macron, temmuz ayında aldığı parlamentoyu erken seçime götürme kararı nedeniyle acımasız eleştirilere maruz kaldı. Le Pen’in Ulusal Birlik’in (RN) Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ilk sıraya yükselmesinin ardından halktan bir “açıklama” istediğini söyleyen Macron, yapılan seçimlerde çoğunluğu kaybederek “asılı parlamento” ile karşı karşıya kaldı. Bunu Fransa’yı kaosa sürükleyen iki aylık siyasi tıkanıklık süreci takip etti. Gerçekten de Cumhurbaşkanı’nın fevri kumarı başta feci bir şekilde ters tepmiş gibi görünüyordu.

Ancak 5 Eylül’de şaşırtıcı bir gelişme yaşandı ve Élysée sonunda yeni başbakan üzerinde uzlaşıldığını duyurdu. Bu tanıdık bir isimdi: AB’nin önceki dönem Brexit baş müzakerecisi Michel Barnier. Macron onu “ülkenin hizmetinde birleştirici bir hükümet” kurmakla görevlendirmişti. İlk bakışta bu zayıf bir ihtimal gibi görünebilir. Zira Barnier Fransa’da ne popüler ne de o kadar iyi tanınıyor, partisi Cumhuriyetçiler de son seçimlerde ancak yüzde 5 kadar oy alabildi. Dört kez hükümette bakanlık ve iki kez de AB komiserliği yapmış olan 73 yaşındaki Barnier, uzun zamandır merkezci, liberal görüşlü bir neo-Gaullist olarak görülüyor ve (seçmenlerin kitlesel olarak reddettiğini gördüğümüz) müesses nizamın bir temsilcisi. Hatta “Fransız Joe Biden” olarak biliniyor. Macron için uzun süredir devam eden bir dizi siyasi kumarın sonuncusu olan bu hamle belki de pek yakında dahice olarak anılacak.

Daha iki ay önce, Macron’un Avrupa seçimlerinde Le Pen karşısında aldığı ezici yenilgi, onu derin bir gayrimeşruluk girdabının içine sokmuştu. Bir zar attı ve Le Pen’i uzak tutmayı başardı- ancak karşılığında Macronizm’in yeminli düşmanı Jean-Luc Mélenchon’un sol-popülist partisi Boyun Eğmeyen Fransa’dan [La France insoumise] oluşan yeni bir sol kanat bloku güçlendirdi. Macron şimdi hem solda hem de sağda iki düşman arasında sıkışmış durumda. Oysa hem kurumsal protokol [teamül gereği] hem de temel demokratik mantık, en çok sandalyeyi kazanan koalisyon olan Yeni Halk Cephesi’nden bir başbakan atanması gerektiğini dikte ediyor.

Ne var ki bu Macron için pek çok bakımdan felaket anlamına gelebilirdi: Yeni Halk Cephesi [Nouveau Front populaire], diğer vaatlerinin yanı sıra, emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran ve Macron’un amiral gemisi niteliğindeki oldukça tartışmalı emeklilik yasasını yürürlükten kaldırmayı taahhüt etmişti. Bu senaryoyu bertaraf edebilmek için Macroncu blok ve Fransız müesses nizamı ciddi bir manevra yaptı. Le Pen’i yenmek için bir “cumhuriyetçi cephe” kurmada solun desteğini başarıyla aldıktan sonra aynı mantığı bu kez solun kendisine karşı kullandı. Artık iktidardan uzak tutulması gereken “tehlikeli radikaller” ya da “aşırı sağdakiler” değil, “aşırı soldakiler” idi. Bununla tutarlı olarak da Mélenchon’un partisi ile çalışmayı ya da herhangi bir iş birliğini ivedilikle reddetti.

Yeni Halk Cephesi, başbakan adayı olarak 37 yaşında, pek de radikal sayılmayacak bir devlet memuru olan Lucie Castets’i ortaya attığında, Macron bir açıklama yaparak sol koalisyondan bir başbakan atamayacağını, çünkü onların istikrarlı şekilde hükümet edebilecek bir durumda olmadıklarını öne sürecekti. Bu ilk bakışta belki de şok edici bir demokrasi ihlaliydi. Fakat Fransız cumhurbaşkanının günden güne daha baskıcı olan tekno-otoriter yönetimi ve sağa karşı solu kendi çıkarına kullanma, karşılığında ise hiçbir şey sunmayan pratiği düşünüldüğünde bütünüyle tutarlıydı.

Her ne kadar Yeni Halk Cephesi’nden bu kararın bir “rezalet” ya da “kabul edilemez bir irade gaspı” olduğu şeklinde pek çok ses çıksa da Macron ekonomik reformlarını korumak ve solu iktidardan uzak tutmak için elinden ne gerekiyorsa yapacaktı. Temel demokratik ilkeleri göz ardı etmekten çekinmeyecek ve hatta Le Pen ile anlaşmaya varmaktan dahi geri durmayacaktı.

Barnier’e gelelim. Belki de Macroncu blok ile AB karşıtı Ulusal Birlik arasındaki olası anlaşmaya aracılık etmesi beklenmeyen bir aday. AB’nin baş Brexit müzakerecisi olarak üstlendiği görevde, karşılıklı fayda sağlayacak bir ilişki kurmaya çalışmaktansa Birleşik Krallık’ı birlikten ayrılmaya cüret ettiği için “cezalandırmaya” daha niyetli görünen radikal bir AB yanlısı ideolog olarak ün kazandı. Pazarın bütünlüğü ve İrlanda sınırı meselesi başta olmak üzere AB’nin kırmızı çizgileri konusundaki ısrarı, Brexit yanlıları tarafından Birleşik Krallık’ın tatmin edici bir anlaşma elde etmesini engellediği ve benzer ayrılıkları düşünen diğer üye devletler için caydırıcı olduğu şeklinde değerlendirilmişti.

Yeni başbakanı onaylamak için resmi bir ittifaka gerek olmasa da –Le Pen’in Macron ile resmi bir anlaşma sürecine girmesi kendi siyasi intiharı anlamına geleceğinden elbette böyle bir şey söz konusu değil– Cumhurbaşkanı, Le Pen ile önden anlaşmadan Barnier’in ismini telaffuz edemezdi. Le Pen’in, adı geçen başbakana karşı sol ile birlikte bir güvensizlik önergesini desteklemesi riski göze alınamazdı zira (ki sol cephe böylesi bir oylamayı gündeme getirme sözünü zaten vermişti). Le Pen ise yeni hükümeti bazı tekil politikaları konusunda desteklemeye açık olduğunun sinyallerini çoktan vermiş durumda: “Michel Barnier en azından talep ettiğimiz ilk kriteri karşılıyor gibi görünüyor, yani farklı siyasi güçlere saygılı ve Ulusal Meclis’teki birinci parti olan Ulusal Birlik ile diyalog kurabilecek bir isim.”

Anlaşmanın nasıl gerçekleşmiş olabileceğini tahmin etmek pek zor değil aslında: Ulusal Birlik’in Macron’un ekonomik reformlarına karşı çıkmaması ve Fransa’nın mevcut Ukrayna politikasını desteklemesi ön koşuluyla yeni hükümet, başta göç olmak üzere Ulusal Birlik’in öncelik bellediği bazı konulara eğilecek. Elbette bu anlaşmanın geçerli olup olmayacağının ya da devam edip etmeyeceğinin bir garantisi yok. Ancak sürecin buraya kadarki kısmını dahi Macron için büyük bir zafer olarak görmemek güç. Tek hamlede solu marjinalleştirirken, Ulusal Birlik’i ana akım siyasetin içine çekti ve ekonomi ve dış politika konularında sivri yanlarını köreltmeye zorladı – öyle ki müesses nizama yanaştığı düşünülürse partiye olan desteğin azalma ihtimali dahi var. Sadece birkaç ay önce siyasi olarak ölü kabul edilen biri için hiç de fena bir netice sayılmaz.

Elbette bu, kilit konularda hükümet politikasını etkileyebilme potansiyeline sahip Le Pen için kötü bir sonuç değil. Macron yanlısı blok ve geriye kalan merkez sağ partiler mutlak çoğunluğa sahip olmadığından, Le Pen’in partisi hükümet politikası üzerinde fiili bir veto yetkisine sahip. Merkezde yer alan bir milletvekilinin ifadesiyle Barnier’in kaderi fiilen “Ulusal Birlik’in elinde” olacak. Yine de burada asıl kazananın müesses nizam olduğunu görmek lazım: Macron, göç ve güvenlik konularında verdiği tavizin karşılığında, ekonomi ve dış politikadaki mevcut yönelimi –AB’nin dayattığı bütçe kesintileri ve neoliberal yapısal reformlar ile NATO bayrağı altında Ukrayna’ya mali-askeri desteğin devam ettirilmesi– sürdürecek bir istikrar sağlamayı başardı.

Fransız tarihçi Emmanuel Todd’un 2018’de ortaya attığı “Macro-Lepenizm” kavramı düşünüldüğünde, bu sonucun çoktan öngörüldüğü fark edilecektir. Bu kavram, Macron’un temsil ettiği finans sermayesi ile Le Pen’e zımni olarak atfedilen otoriterlik arasındaki örtük bir anlaşmayı imliyor. Todd, Macron ve Le Pen’in siyasi yelpazenin farklı uçlarını temsil ettiği iddialarına rağmen, politikalarının ve eylemlerinin görünenden daha derin bir uyumu olduğunu savunuyor. Todd’a göre her iki isim de daha büyük toplumsal değişimler pahasına yönetici sınıfın, özellikle de servet sahiplerinin çıkarına olacak bir siyasal sistemi destekliyor. Todd’un ortaya koyduğu temel eleştirilerinden biri hem Macron’un hem de Le Pen’in otoriter eğilimler sergilemesiydi: Örneğin Le Pen, Fransız polisinin Sarı Yelekliler protestoları karşısındaki, acımasız saldırganlığını desteklediğini değişik biçimlerde ifade etmişti. Tüm bunlar, bu ittifakın olası bir iktidarının Fransa coğrafyasını aşan siyasal sonuçlar doğuracağını söylüyor bize.

Merkezci-liberal ve sağ-popülistler arasındaki bu ittifak –“liberal-muhafazakâr popülizm” olarak adlandırabiliriz– pekâlâ diğer Avrupa ülkeleri için de bir model haline gelebilir. Yani daha katı göç politikaları ve ilericiliğe karşı kültürel gericilik, AB-NATO çerçevesinde dizayn edilmiş ana akım bir ekonomi ve dış politika yaklaşımıyla yan yana gelebilir. Bunu sağ-popülizm için hem bir zafer hem de bir yenilgi olarak görmek mümkün: Başta göç ve kamu güvenliği olmak üzere muhtelif alanlardaki politikaları değiştirmeyi başaracağı ölçüde bir zafer; hâkim ekonomik-politik düzene radikal şekilde meydan okumayacağı başaramayacakları ve Le Pen örneğinde olduğu gibi müesses nizamın içine çekilecekleri anlamına geleceği ölçüde ise yenilgi.

Tam da bu noktada AB’nin yapısı büyük bir rol oynamaktadır: Brüksel’in üye ülkeler, özellikle de Avro bölgesine dahil olanlar üzerinde uyguladığı ekonomik ve mali kontrolün derecesi, mevzubahis sağ-popülist partiler olduğunda bile AB’nin diktalarına uymaktan başka seçenekleri olmadığı anlamına gelir. Bu anlamda Barnier’in Brüksel ile olan yakın ilişkisi kilit önem taşıyacaktır, zira Fransa’yı Avrupa gündemiyle uyumlu tutma konusunda AB ile el ele çalışması bekleniyor. İlk açıklamasında Fransa için bir tür “yeşil kemer sıkma” müjdesi vermesi bu bağlamda tesadüf olmasa gerek. Başbakan olarak insanlara “gerçekleri, söylemesi zor dahi olsa, söyleyeceğini” ifade etmişti -kamu borçlarının yanı sıra çocukların omuzlarına yüklenen çevresel/ekolojik gerçekleri de-.

Fakat sağ popülist partiler de sorumluluğun bir kısmını paylaşıyor: Güvenlik sorununu daha geniş bir ekonomik güvenlik bağlamından ziyade neredeyse sadece göçe dönük daha sıkı tedbirlerle çerçeveleyerek ve AB’nin yapısının gerçek değişimlerin önünde yapısal engeller koyduğunu kabul etmeyerek müesses nizam tarafından içerilmek için kolay bir av haline geldiler. Bu gidişle “Macro-Lepenizm” kalıcı olacak.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’


Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları

Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”

Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…

Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?

McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid(1) atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar(2) bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.

McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.

18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.

Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.

McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.

McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.

Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?

Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).

Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.

McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.

Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.

Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.

Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.

Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi

Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.

O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.

Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriffin “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).

McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.

Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu”(3) olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.

Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.


(1) Şempanze ve bonobo, goril, insan ve orangutan cinsi hayvan türlerini içerisinde barındıran, “hominidae” ailesinin üyelerini içeren adlandırma. (ç.n)
(2) İnsan (Homo sapiens), günümüzde yaşayan, hominid bir hayvan türü. (ç.n)
(3) Thomas Piketty’nin sol partilerin günden güne işçi sınıfı tabanından uzaklaşarak yüksek eğitimli seçmenler ve elitlerin hakimiyetine girmesine ilişkin bir analojisi. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English