GÖRÜŞ
Rus Harp Akademisinin ‘Wagner’ raporu
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trİlber Vasfi Sel
Aşağıda okuyacağınız rapor, Rusya Federasyonu Askeri Bilimler Akademisi’nin uzmanları tarafından geçtiğimiz günlerde meydana gelen askeri isyan ve Özel Askeri Şirket “Wagner” hakkında hazırlandı.
Genel anlamda durumun özeti olan bu raporda dikkat çeken hususlardan birisi: Wagner’in isyanı sırasında kendi içerisinde ayrılıkların yaşandığını öğrenmemiz ve askeri bilimler akademisindeki uzmanların tıpkı diğer devlet kurumlarındakiler gibi yaşananlardan duydukları rahatsızlıktır.
DURUM KONTROL ALTINDA
- Hikayenin başı ve sonu
St. Petersburglu bir restoran işletmecisi ve yemek hizmetleri (catering) kralı Yevgeniy Prigojin liderliğindeki Wagner Özel Askeri Şirketi, 23 Haziran 2023 Cuma tarihinde Rusya’da askeri itaatsizlik eylemleri başlattı. Yevgeniy Prigojin’in talimatı altındaki bazı “Wagner” savaşçıları, Güney Askeri Bölge Ordu Karargahı’nı ele geçirdi. Karargah, Rusya’nın güneyindeki Rostov-on-Don şehrinde bulunuyordu. Buradan bazı savaşçılar, ekipler halinde Moskova’ya doğru ilerlemeye başladı.
Buradaki önemli olan bir husus ise: Üçüncü grup olarak bahsedilen bir savaşçı timinin Prigojin’in emirlerini reddetmesi ve anavatan Rusya’ya yönelik Ukrayna ve NATO işbirliğinde süregelen saldırganlığa karşı savaşmaya devam edeceklerini bildirmeleri oldu.
24 Haziran 2023 Cumartesi akşamı saat 21.00’da ise Prigojin’i yaklaşık 20 yıldır yakından tanıyan Belarus Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko’nun kişisel girişimleri ve Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in tavsiyesi ve onayıyla Prigojin ile bir anlaşmaya varıldığı resmen açıklandı. Nitekim her iki isim de bunu doğruladılar.
24 Haziran akşamı (21:00), Prigojin’i yaklaşık 20 yıldır tanıyan Belarus lideri Aleksandr Lukashenko’nun, kendi kişisel inisiyatifi ve Başkan Vladimir Putin’in ön tavsiyesi ve onayıyla Prigojin ile bir anlaşmaya vardığı resmen açıklandı. Her iki adam da bunu doğruladı.
Taraflar arasında yapılan anlaşmaya göre:
- Şu ana kadar ne kadar süreyle ve hangi sıfatla kabul edildiği belli olmayan bir şekilde; 24 Haziran 2023 tarihinden hemen önce hakkında Rusya Federasyonu sınırları içerisinde geçerli bir ceza davası açılan Yevgeniy Prigojin hakkındaki karara yönelik bir af ve Belarus’ta yaşaması yönünde alınan karar;
- Rusya Federasyonu’nun tüzel kişiliğine, yasalarına ve aldıkları kararlara sadakat gösteren özel askeri şirket savaşçılarının, Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı ile sözleşme imzalaması;
- Prigojin’in itaatsizlik emrini yerine getiren özel askeri şirket savaşçılarının Rostov-on-Don’da bulunan ordu karargahını tamamen boşaltması kararları alındı.
- Yaşananlar sonrası sorulması gerekenler
Tüm yaşananların ardından Yevgeniy Prigojin, temelsiz hırsları ve mantıksız davranışları olan biri olarak nitelendiriliyorsa; neden ona kendi komutası altında bir özel askeri şirket kurma izni verildi?
Özel askeri şirketin başındaki Prigojin’in Rusya’ya yönelik Ukrayna-NATO saldırganlığını en etkili şekilde nasıl durduracağına dair bir stratejisi varsa; bunu neden Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı ve Rusya Federasyonu Devlet Başkanlığı’na açıklamadı? Çünkü yalnızca Rusya Federasyonu vatandaşları değil, herhangi bir kişi mevcut tüm yollar aracılığıyla, herhangi bir engel olmadan Rusya Federasyonu devlet kurum ve kuruluşlarına ve Rusya Federasyonu Devlet Başkanı’na başvuruda bulunabilir.
- Olaydan alınacak dersler
Özel askeri şirket “Wagner” Başkanı Yevgeniy Prigojin önderliğinde vuku bulan askeri itaatsizlik eylemi, Rusya Federasyonu vatandaşlarının ezici bir çoğunluğunun Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Rusya’ya karşı Ukrayna ve NATO tarafından sebepsiz ve haksız bir saldırı yürütürken ülkede iç savaş çıkmasına izin verilmemesi çağrısını desteklediğini gösterdi.
Buna ek olarak: Hükumet, Federal Parlamento’nun her iki kanadı olan Konsey ve Duma sözcülerinin, valilerin ve federal cumhuriyet liderlerinin ve son olarak Patrik Kirill’in Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin ile birlikte olduklarını gördük. Hepsi Prigojin’in eylemlerini kınadı.
Gerçekleşen askeri itaatsizlik eylemine rağmen, Ukrayna’da devam eden özel askeri harekata katılan Rus birliklerinin tüm çatışma bölgelerinde daha da yoğunlaşarak ilerlediklerini görüyoruz. Ukrayna’da ön cephede herhangi bir çekilme veya itaatsizlik söz konusu değildir.
Her ne yaşandıysa, bu, yanlıştır ve Rusya için uygun değildir. Özel askeri şirketin başındaki işadamının kendi özel işlerinde pek de başarılı bir işadamı olmadığını da hesaba katarsak; mevzubahis grubun içerisindeki gönüllü savaşçıların Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı ile özel sözleşme imzalayıp, bakanlığın komuta ve kontrolü altında koordine edilmeleri koşuluyla bir özel birlik kurulabilir ve özel askeri operasyon sahasına geri dönmeleri sağlanabilir. Zaten şimdiye kadar bunun gibi birçok sözleşme başkalarıyla imzalandı.
- Belarus’ta neler olabilir?
Belarus lideri Aleksandr Lukaşenko’nun da belirttiği gibi Belarus Savunma Bakanlığı, Belarus Genelkurmay Başkanlığı ve Belarus istihbaratı KGB, özel askeri şirket “Wagner” hakkında bir strateji belirleyecek. Bu strateji içerisinde özel askeri şirkete bağlı birliklerin Belarus’ta bulunan Rus Taktik Nükleer Silahları’nı korumayacağı maddesinin ekleneceğini de Lukaşenko’nun sözlerinden anlıyoruz.
- ABD’deki yankıları
Amerika Birleşik Devletleri, süreçten faydalanabileceği hemen hemen her durumda rejim değişikliğini şevkle destekleyen bir yapıya sahiptir. Geçmişte birçok örnekte gördüğümüz gibi: Herhangi bir protesto hareketi, Amerikan çıkarlarına daha uyumlu bir hükumeti hedef aldığı takdirde ise Washington4 bunu hemen reddetmektedir.
Buna en iyi örnekler: 2014 Ukrayna Maydan Darbesi ve 2014 Gambiya Darbesi’dir. Kiev’deki Maydan Darbesi, “meşru başkana karşı meydana gelen bir isyan” iken Gambiya’daki durumu çok kısa bir sürede kınadılar ve “Beyaz Saray’ın ABD’nin ülkede anayasaya aykırı yollarla iktidarı ele geçiren güçleri asla tanımayacağı” açıklandı.
İlginizi Çekebilir
-
Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Kirill’den idam cezasının getirilmesine destek
-
Bükreş: Sandu, Putin’in propaganda makinesine karşı büyük bir zafer kazandı
-
Emekli Pentagon yetkisi: Ukrayna’daki savaş kazara nükleer savaşa evrilebilir
-
Putin, Kuzey Kore Dışişleri Bakanı Choi Son-hee ile görüştü
-
İsrail’den ambargo çağrısına “şer ekseni” suçlaması
-
Ukrayna Kursk’taki Kuzey Kore birliklerine ateş açtığını açıkladı
GÖRÜŞ
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
Yayınlanma
1 gün önce04/11/2024
Yazar
Ma Xiaolin30 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İsrail’e, BM tarafından görevlendirilen kurumlara karşı sergilediği son düşmanca davranışları düzeltmesi çağrısında bulunan bir karar aldı. Bu kararla birlikte, aralarında ABD’nin de bulunduğu tüm 15 üye ülke, İsrail’in Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini durdurma kararını geri almasını talep etti. Kararda, UNRWA’nın Gazze’deki tüm insani yardım çabalarında “hayati bir rol” oynadığı ve işgal altındaki Filistin topraklarında, Ürdün, Lübnan ve Suriye’de eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlerin yanı sıra “hayat kurtaran insani yardım” sağladığı vurgulandı.
Bu gelişme, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmanın keskin bir gerginlik noktasına ulaştığını ve ülkeyi giderek daha izole bir konuma soktuğunu gösteriyor. Tarihsel olarak İsrail’e destek veren ABD bile, İsrail’in BM ile ilişkilerini daha da zorlaştıran ve “sekizinci cephe” olarak adlandırılabilecek bu yeni çatışma alanında genişleme ve tırmanma çabalarına güçlü bir şekilde karşı çıkıyor.
28 Ekim’de İsrail parlamentosu, UNRWA’nın İsrail ve işgal altındaki Filistin topraklarındaki faaliyetlerini yasaklayan iki yasayı kabul etti. Bu yasaların gerekçesi olarak, ajansın terörü desteklediği iddiası öne sürüldü. UNRWA, 8 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nun 302 sayılı kararıyla Filistinli mültecilere yardım sağlamak amacıyla kuruldu. 1967 savaşının ardından, ajansın insani görev alanı Lübnan, Ürdün ve Suriye’yi de kapsayacak şekilde genişletildi. 1948 ve 1967 savaşları, sırasıyla yaklaşık 800 bin ve 1 milyon Filistinliyi yerinden etti. Bu mültecilerin çoğu Lübnan, Suriye, Ürdün ve Mısır gibi komşu Arap ülkelerine sığındı ve bu da dünyanın en büyük ve en uzun süreli siyasi mülteci krizini ortaya çıkardı.
5 Ekim’de, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ülkesinin “yedi cephede” çatışma halinde olduğundan yakınmıştı. Fakat, İsrail’in çatışmalarının bu yedi cephenin ötesine uzandığını ve BM ile yaşanan daha geniş kapsamlı yumuşak çatışmalar ile yerel düzeyde sert çatışmaları içeren bir “sekizinci cepheyi” de kapsadığını düşünüyorum. Pek çok okur, İsrail’in bu “sekiz cephesinin” kökeni ve doğası hakkında fazla bilgi sahibi olmayabilir, bu nedenle sistematik bir açıklama yapmak gerekli görünüyor.
Netanyahu’nun “yedi cephesi” şunları içeriyor: Filistin’de Gazze ve Batı Şeria, Lübnan, Yemen, Irak, Suriye ve İran. Benim tanımladığım “sekizinci cephe” ise, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmayı ifade ediyor. Bu çatışma, BM Genel Kurulu’ndan Güvenlik Konseyi’ne, New York ve Cenevre’deki BM merkezlerinden Gazze’deki UNRWA bürolarına ve İsrail-Lübnan sınırındaki BM barış gücü kamplarına kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Bu cephe, BM ve liderlerine yönelik sözlü saldırılarla birlikte, BM güçlerine yönelik ateş açma, bombardıman ve barış gücü kamplarının işgali gibi şiddet eylemlerini de kapsıyor. İsrail’in şu anki tutumu, uluslararası topluma meydan okuyan, cesur ve pervasız bir duruşu yansıtıyor, sanki egemen bir devlet olarak meşruiyetini sağlayan uluslararası kamuoyunu hiçe sayıyormuş gibi.
29 Kasım 1947’de, BM Genel Kurulu’nun ikinci oturumunda, Arap ülkelerinin karşı çıkmasına rağmen, Filistin’in bölünmesini öngören 181 sayılı karar zorla kabul edildi. Bu karar, toprakların yüzde 52’sini yerel nüfusun yalnızca üçte birini oluşturan Yahudi topluluğuna tahsis ederken, yüzde 48’ini ise nüfusun üçte ikisini oluşturan yerli Arap halkına —bugün “Filistinliler” olarak bilinen halka— ayırdı. Kudüs’ün egemenliği ise BM’ye bırakıldı. Bu karar, Avrupa’nın anti-Semitik ve soykırımcı tarihinin yükünü yerli Filistin halkına aktaran bir hamle olarak Arap dünyasında büyük bir tepkiye yol açtı ve Arap-İsrail çatışmasını başlattı. Bunun sonucunda İsrail, Filistin topraklarını daha da fazla işgal ederek yasa dışı ilhaklar gerçekleştirdi ve İsrail ile komşu Arap ülkeleri arasında ilerleyen yıllarda pek çok savaşa zemin hazırlamış oldu.
Yarım asrı aşkın bir süredir, çeşitli Filistinli örgütler içinde bulundukları durumu daha fazla kabullenerek bir uzlaşıya vardılar: Artık yalnızca Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü geri kazanmayı hedefliyorlar; bu topraklar, bölünme öncesi Filistin’in yalnızca yüzde 23’ünü oluşturuyor. Buna karşılık, Başbakan Netanyahu ve “Büyük İsrail” yanlısı diğer isimler, Filistin topraklarının tamamen ilhakını talep ediyor; hatta Mısır’ın Sina Yarımadası, Lübnan, Suriye ve Ürdün’ün bazı bölgelerini dahi istiyorlar. Bu iddialarını ise yalnızca, üstelik bu yaşam, hâkimiyet ya da yerlilikten ziyade bir mültecilik durumu olsa bile atalarının buralarda bir zamanlar yaşadığı gerçeğine dayandırıyorlar.
Birleşmiş Milletler, İsrail’e egemenlik meşruiyeti sağlarken Filistinlilerin haklarından ödün vererek İsrail’in uluslararası hukuktaki “annesi” olarak görülebilir. Ancak, ABD’nin uzun süreli koruması altında, İsrail ile ilgili BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararlarının büyük çoğunluğu veto edilmişti. Bu durum, İsrail’in dokunulmazlık ve meydan okuma ortamında hareket etmesine zemin hazırladı. Günümüzde İsrail’in eylemleri, uluslararası normlara karşı eşi benzeri görülmemiş bir kayıtsızlık sergileyerek, onu tarihsel zulümlerden dolayı bir zamanlar sahip olduğu küresel sempatiyi hızla tüketen “Orta Doğu’nun Oidipusu” konumuna getirdi. Bu pervasız tutum, mevcut çatışmaları körüklüyor ve uluslararası alanda hoşnutsuzluk yaratıyor.
BM Genel Sekreteri António Guterres, “Hamas’ın İsrail’e saldırısı bir durduk yere gerçekleşmedi,” ifadesiyle Filistin halkının 70 yılı aşkın süredir maruz kaldığı trajedi ve acıya dikkat çeken ölçülü bir açıklama yaptı. İsrail ise bu açıklamaya sert tepki göstererek, Guterres’in meşruiyetini sorguladı ve sürekli olarak istifasını talep etti. Nihayetinde onu istenmeyen kişi (persona non grata) ilan ederek kendisine vize vermeyi reddetti.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi’nden gelen yoğun eleştirilerin ortasında, İsrail, BM’yi kışkırtıcı bir şekilde “terör örgütü” veya terörü destekleyen bir yapı olarak tanımladı ve UNRWA’nın insani yardım görevini yerine getirmesini yasakladı. Daha da saldırgan bir adım olarak, uluslararası kınamalara rağmen İsrail güçleri, İsrail-Lübnan sınırında ateşkes anlaşmalarını denetlemek için konuşlanmış BM barış gücü birliklerini hedef alarak onları görevlerinden uzaklaştırmaya çalıştı.
Gazze ve Batı Şeria, İsrail’in birinci ve ikinci çatışma cephelerini oluşturuyor ve daha geniş bölgesel gerilimlerin tetikleyicisi olarak kabul ediliyor. 2005 yılında İsrail güçleri ve yerleşimcileri Gazze’den çekilmiş olsa da İsrail, hâlâ Gazze’nin kara sınırlarını, hava sahasını ve kara sularını kontrol ediyor. Bu nedenle Gazze, “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi” olarak anılan, işgal altındaki Filistin topraklarının ayrılmaz bir parçası olmaya devam ediyor. Bu bağlamda, İsrail ve Gazze arasındaki ilişki, işgalci ve işgal edilen olarak tanımlanırken, İsrail ve Hamas arasındaki ilişki, işgalci ve silahlı direniş olarak değerlendiriliyor. İsrail’in “İsrail-Hamas savaşı” olarak tanımladığı çatışma, Hamas’ı daha geniş Filistin direnişinden tecrit etmeyi amaçlayarak, “İsrail-Filistin çatışmasının” temel doğasını gölgede bırakmaya çalışıyor.
Batı Şeria, 6 bin kilometrekareyi aşkın bir alanı kapsarken, 360 kilometrekarelik Gazze Şeridi’nden yaklaşık 100 kilometre genişliğinde bir İsrail bölgesiyle ayrılmış durumda. Uzun bir süre boyunca, Batı Şeria, Hamas’ın siyasi rakibi olan el-Fetih’in kalesiydi. Ancak son yıllarda, Batı Şeria giderek “Hamaslaşmış” bir hâl aldı ve adeta ikinci bir Gazze veya “Hamasistan” gibi görünmeye başladı. Batı Şeria’daki daha fazla Filistinli, onlarca yıllık ılımlı yaklaşımı terk edip Hamas’a yöneldikçe bu bölgedeki siyasi yapı değişime uğradı.
1999’dan 2002’ye kadar Xinhua‘nın Gazze’deki muhabiri olarak çalıştığım dönemde, Hamas’a olan halk desteği yaklaşık yüzde 30 civarındaydı ve etkisi büyük ölçüde Gazze ile sınırlıydı. 2004’teki büyük İsrail-Filistin çatışmasında ana cephe Batı Şeria’ydı ve İsrail’in asıl rakibi el-Fetih’ti; Hamas ise Gazze’de daha pasif bir rol üstlenmişti.
2006’daki Filistin Yasama Konseyi seçimlerinde Hamas’ın zafer kazanmasından bu yana, Filistin’deki siyasi denge büyük ölçüde değişti. Sonraki İsrail-Filistin çatışmalarının merkezi Gazze oldu ve burada Hamas, daha radikal gruplar olan İslami Cihad ve Selefi militan gruplarla birlikte çatışmanın başını çekti. Filistin’de yıllar boyunca seçim yapılmadı, zira her anket Hamas’ın kazanacağını öngörüyor. Hatta İsrail tarafından on yıldan fazla hapis yatan üst düzey el-Fetih yetkilileri bile serbest kaldıktan sonra Hamas’a katıldılar. Hamas’ın Batı Şeria’daki nüfuzunun giderek artması, İsrail’i bölgede büyük kuvvetler konuşlandırmaya ve şiddetli direnişi bastırmaya yöneltti; bu ise Gazze’den yapılan sürpriz bir saldırıya fırsat tanıdı ve bu saldırı İsrail tarafında büyük kayıplara yol açtı. İşgal altındaki Filistin topraklarının coğrafi ve toplumsal anlamda “Hamaslaşması”, kısmen Netanyahu’nun Filistinliler arasında çift başlı bir güç yapısını kasten destekleyen “çim biçme” stratejisinin bir sonucu.
Mantık oldukça basit: İsrail 2000 yılında Güney Lübnan’dan çekilmiş olsa da Şebaa Çiftlikleri gibi stratejik öneme sahip ama sınırlı bölgeleri kontrol etmeye devam ediyor. Bu durum, uluslararası hukuk çerçevesinde Hizbullah’a İsrail’e saldırmak için bir gerekçe sağlıyor. İran tarafından desteklenen ve finanse edilen Şii bir militan grup olan Hizbullah, aynı zamanda Lübnan’daki Hristiyan gruplar ve Sünni Müslümanlarla hem açık hem de örtülü çatışmalara da karışmış durumda. Lübnan’a sürekli çatışma getirmiş olduğu bir gerçek olsa da Hizbullah aslında 1982’deki İsrail’in Lübnan işgalinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Dikkat çekici bir şekilde, Lübnan’daki hiçbir siyasi parti Hizbullah’ın işgal altındaki toprakları geri alma hakkına açıkça karşı çıkmadı.
1973 Yom Kippur Savaşı sırasında başarısız bir karşı saldırı sonucu 1200 kilometrekarelik Golan Tepeleri’ni kaybettikten sonra, Suriye İsrail ile soğuk bir barış durumu sürdürdü. 2011’de Arap Baharı’nın başlaması, Suriye’yi istikrarsızlaştırarak İran’ın Devrim Muhafızları, Şii milisler ve Hizbullah’ın, IŞİD’e karşı savaşma bahanesiyle müdahalede bulunmasına yol açtı. Bu da İsrail açısından doğrudan bir tehdit haline geldi. Son on yılda, İsrail Suriye’deki çeşitli hedefleri sürekli olarak vurdu; amaç Suriye hükümet güçlerini yok etmek değil, İran ve Hizbullah güçlerini bölgeden çıkarmaktı. Suriye hükümeti, Golan Tepeleri’ni geri alamadığı için, yabancı aktörleri İsrail’e baskı yapmak üzere kullanarak topraklarını bir vekâlet savaşı alanına dönüştürdü.
Irak, 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan bu yana İsrail’e karşı düşmanca bir tutum sergiliyor. 1958’de monarşiyi deviren devrim ve yaklaşık on yıl sonra Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesiyle birlikte Irak, yarım asır boyunca Filistin direnişi açısından önemli bir üs ve mali destek kaynağı haline geldi. 2003 sonrası Şiilerin yükselişinin ardından, İran’ın güçlü etkisiyle Irak’ın İsrail’e yönelik politikası değişmeden devam etti. Terörle mücadele bayrağı altında ortaya çıkan Şii milis grubu Haşdi Şabi (Halk Seferberlik Güçleri), yeni bir dönemin başlangıcına işaret etti.
Mevcut çatışma sırasında Haşdi Şabi, ilk kez Arap milliyetçiliği söylemini benimseyerek Irak ve Suriye’deki İsrail ve ABD askeri üslerine saldırılarda bulundu; bu nedenle “Irak Hizbullah’ı” olarak anılmaya başladı. Bu gelişme, Irak’ı Körfez Savaşı’ndan bu yana ilk kez doğrudan İsrail’le karşı karşıya getirirken, Irak hava sahası ve toprakları İran’ın füzelerine, insansız hava araçlarına ve İsrail jetlerinin saldırılarına açık hale geldi. Haşdi Şabi, Filistin’i özgürleştirme gerekçesiyle İsrail’e karşı bir cephe açtı; bu hamle, İran etkisi, Şii dayanışması ve Irak içindeki siyasi nüfuz mücadelesiyle besleniyor.
İran İslam Cumhuriyeti modelini benimseyen Husi hareketi ise İran ve Hizbullah ile karmaşık ilişkiler yürütüyor ve çoğunlukla koordineli hareket ediyor. Daha önce kendini Filistin davasının bir savunucusu olarak konumlandırmamış olan Husiler, bu çatışmaya ani ve güçlü bir şekilde dahil olarak “fırsatçı bir aşırı hamle” olarak nitelendirilen bir adım attı. Bu manevra, Husilerin Yemen’deki güçlerini konsolide etme çabalarını, Arap milliyetçiliği söylemiyle kendilerini meşrulaştırmalarını, Suudi Arabistan ve diğer yabancı güçlerin çekilmesini talep etmelerini ve komşu ülkeler tarafından Yemen’in meşru hükümeti olarak tanınma arayışlarını yansıtıyor.
Tarihsel olarak, 2500 yıl önce Pers İmparatoru Büyük Kiros, İsrail’in atalarını kurtardığı için İncil’de bir “Mesih” olarak övülmüştü. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana, İran sarsılmaz bir şekilde Siyonizme ve İsrail’in yayılmacı politikalarına karşı çıkıyor. İsrail-Filistin ve daha geniş Arap-İsrail çatışmalarındaki rolünü, İslami bir görev olarak nitelendiren İran, bu angajmanlarını bölgesel bir güç olarak kendini göstermenin bir aracı olarak da kullanıyor. Bu nedenle hem İsrail hem de ABD, İran’ı bölgesel istikrarsızlığın başlıca kışkırtıcısı olarak görüyor.
İsrail ve İran uzun süredir vekalet savaşları ve gizli operasyonlar yürütse de bu çatışmalar artık daha açık bir hale geldi ve doğrudan karşılaşmalara evrildi. Arap ülkelerinin İsrail’e karşı savaş yürüttüğü, 1982 Lübnan Savaşı’nın sonuna kadar süren geleneksel paradigma değişti. Yeni jeopolitik manzara, İran liderliğindeki “Direniş Ekseni” ile tanımlanmakta olup, bu eksende egemen Suriye ve Filistin, Lübnan, Yemen ve Irak gibi devlet dışı aktörler yer alıyor
İsrail, nadiren yalnız hareket etti; Birleşmiş Milletler’de ya da Orta Doğu’daki çatışmalarda ABD, İsrail’in daimî müttefiki oldu. Geçen yıl içinde ABD, Gazze’de ateşkes sağlanmasına yönelik beş Güvenlik Konseyi kararını veto etti, İsrail’e sürekli askeri destek sağlamış ve bazı askeri operasyonlarda işbirliği yaptı. Bu destekler arasında uçak gemisi saldırı gruplarını konuşlandırmak, İsrail’i korumak için THAAD füze savunma sistemini yerleştirmek, İran’ın füze ve insansız hava aracı saldırılarını engellemek, Hamas liderlerinin ortadan kaldırılmasını memnuniyetle karşılamak ve Husi ve Haşdi Şabi üslerine hava saldırıları düzenlemek yer alıyor. Sonuç olarak, İsrail’in “sekiz cephede” sürdürdüğü angajmanların büyük bir kısmı ABD’nin desteğiyle yürütülüyor, bu iki ülkenin aynı stratejik siper içinde yer aldığını simgeliyor.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Bolivya’da Evo Morales’e yönelik suikast girişiminin ardından Devlet Başkanı Luis Arce hükümeti, ülkeyi askerileştirmeyi planlıyor.
Bolivya’da tansiyon yüksek. Ülkenin Devlet Başkanı Luis Arce, 27 Ekim’de eski Devşet Başkanı Evo Morales’e karşı düzenlenen suikast girişiminin ardından ülkenin askerileştirilmesi için emir verdi. Bu emir doğrultusunda, Bolivya genelinde ordu ve polis güçlerinin Arce hükümetinin emirlerine uyup uymayacağı ise henüz belirsizliğini koruyor.
Askerileşme kararı, Morales’e sadık kalan asker ve polis güçlerinin etkisiz hale getirilmesi ve Morales destekçilerinin iki haftayı aşkın süredir devam eden yol kapatma eylemlerinin sonlandırılması amacıyla kamu düzeninin sağlanması gerekçesiyle alınmış görünüyor. Bu durum, Arce hükümetinin, Morales’in 2025 Ağustos’unda yapılması planlanan bir sonraki başkanlık seçimlerine aday olma ihtimalini kesin bir şekilde engelleme stratejisinin bir devamı olarak değerlendiriliyor.
Bolivya’nın ilk yerli başkanı Morales’in tam olarak nerede bulunduğu bilinmemekle birlikte, yaşamı ve siyasi geçmişi ile tarihsel olarak bağlantılı olan ülkenin tropikal bölgelerinde olduğu tahmin ediliyor.
27 Ekim 2024’te, Bolivya’nın eski devlet başkanı ve başkan adayı Evo Morales, haftalık radyo programına katılmak için Cochabamba şehrine giderken bir saldırıya uğradı. Morales’in aracına ateş açıldı ve saldırganlar helikopterle olay yerinden ayrıldı. Bu saldırıda Bolivya polisi ve ordusunun destek vermesi de dikkat çekti.
Bolivya Savunma Bakanı Edmundo Novillo, Devlet Başkanı Luis Arce’nin Evo Morales’e yönelik bir suikast planının varlığını reddetti. Hükümet kaynakları, koka yetiştiricisi olarak bilinen Morales’in daha önce de askeri ve polis personeline karşı silahlı eylemler gerçekleştirdiğini öne sürdü.
Evo Morales ise bu iddiaları reddederek, Amerika Halkları için Bolivarcı İttifak–Halkların Ticaret Antlaşması (ALBA-TCP) ve Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu’ndan (CELAC) bağımsız ve tarafsız bir soruşturma yürütmelerini talep etti.
Suikast girişiminin ardından Morales’in destekçileri, Bolivya’nın koka yetiştirilen bölgesindeki bir havaalanını ele geçirdi ve gösteriler düzenlemeye başladı. Morales’i destekleyen gruplar, Bolivya savcılığının Morales hakkında açtığı tecavüz, kaçakçılık ve reşit olmayanlara yönelik kaçakçılık iddialarına rağmen sokaklara dökülerek protestolarını sürdürüyor.
Bölgesel ve uluslararası etkiler
Bolivya, sahip olduğu zengin lityum rezervleri sayesinde küresel jeopolitik oyunun önemli bir parçası haline geliyor. Lityum, pil, cep telefonu, seramik, cam, madeni yağ üretiminde ve bipolar tedavisinde kullanılan bazı ilaçların yapımında kritik bir bileşen olarak yer alıyor. Bolivya, dünya genelinde en büyük lityum rezervlerine sahip ülkeler arasında yer alarak dikkat çekiyor.
İktisadi açıdan yüksek doğalgaz üretimi ve ihracatıyla zenginlik elde eden bir lider olarak Evo Morales, uygun koşullarda ülkenin ekonomik istikrarını sağlamayı hedefleyen bir vizyon ortaya koydu. Morales, devlet başkanlığı döneminde Bolivya’yı bölgesel entegrasyona açarak ALBA, UNASUR ve CELAC gibi Latin Amerika işbirliği örgütlerine katıldı. Bu örgütler, ABD’nin emperyal ajandasından bağımsız hareket eden bir blok olarak tanımlandı. Fakat Morales’in ardından gelen sağcı Jeanine Áñez’in geçici yönetimi (2019-2020), ALBA’dan çekilmeye yönelik kararlar aldı, UNASUR’dan ayrılma niyetini belirtti ve CELAC’la olan ilişkilerde gerilim yaşadı. 2020’de yeniden seçilen Luis Arce, Bolivya’yı bu örgütlere geri katmaya dönük adımlar attı.
Morales’in dönüşü, Bolivya’nın BRICS+ grubuna katılım sürecinde bu işbirliklerinin güçlendirilmesi anlamına gelebilir. Bu gelişmeler, Bolivya’nın bölgesel entegrasyonu ve Küresel Güney ile daha sıkı ilişkiler kurmasını sağlayacak. Dolayısıyla Morales’e yönelik saldırıyı, bu süreci sekteye uğratmaya çalışan bir girişim olarak değerlendirmek önemli. Bölgesel bir bakış açısıyla bakıldığında, Morales’e saldırı Maduro Moros’un seçim başarısını ve halkın çoğunluğunun kararını tanımayanların Bolivya’daki benzer bir girişimi olarak görülebilir.
Bu bağlamda Brezilya hükümeti, özellikle Venezuela’nın BRICS grubuna katılımını veto eden ve böylece kendini BRICS’in “Truva Atı” olarak konumlandıran bir rol üstlendi. Itamaraty’nin bu adımları ve Brezilya Devlet Başkanı Lula’nın Venezuela Devlet Başkanı Maduro’dan seçim sonuçlarını kanıtlamasını talep etmesi, bölgesel dayanışmayı sorgulayan politikaların bir parçası haline geldi. Brezilya’nın bu tutumu, sadece BRICS’in değil Latin Amerika’nın da “Truva Atı” olarak görülmesine yol açıyor.
Morales’e yönelik saldırı, Güney-Güney işbirliği ve bölgesel entegrasyona karşı bir müdahale olarak ABD ve müttefiklerinin emperyal politikalarıyla uyumlu bir siyasi eylem.
Son değerlendirmeler
Evo Morales’e yönelik saldırı, Bolivya’da siyasi atmosferi derinden etkileyecek nitelikte ciddi bir olay. 2006-2019 yılları arasında Devlet ve Hükümet Başkanı olarak görev yapmış olan Morales ile mevcut Bolivya hükümeti arasındaki bu çekişme, sadece iki solcu liderin güç mücadelesi değil.
Morales’in muhtemel ölümü, Bolivya’nın bölgesel entegrasyon politikasını sarsacak. Arce’nin görev süresince Bolivya’yı UNASUR, CELAC ve ALBA-TCP gibi Latin Amerika işbirliği bloklarına yeniden kazandırmış olmasına rağmen, sosyal taban desteğini kaybeden Arce, halk arasında yüksek bir imaja sahip değil. Bu nedenle Morales’in aday olmaması durumunda dahi, Arce’nin yeniden seçilme olasılığı garanti görünmüyor.
Morales’in ortadan kaybolması, Bolivya’da sağ açısından ciddi bir seçim avantajı anlamına gelecektir. Bu senaryo gerçekleşirse, Arce’nin tıpkı Jeanine Áñez gibi hareket edeceği ve Bolivya’yı ALBA, UNASUR, CELAC gibi bölgesel entegrasyon blokları ile BRICS+ gibi küresel işbirliği girişimlerinden çekerek Latin Amerika’da “Truva Atı” rolü üstleneceği öngörülebilir.
Enerji jeopolitiğinde ise, gazın gelecekteki kullanım değeri dikkat çekiyor. Uluslararası Enerji Ajansı, OPEC ve BP gibi kuruluşların değerlendirmelerine göre gaz, ilk tercih edilen enerji kaynaklarından biri olmaya devam edecek. Bolivya’da olası bir sağ hükümetin varlığı, ülkenin tabii kaynaklarının ulusötesi enerji hegemonyasına teslim edilme ihtimalini artırabilir.
Sonuç olarak, Morales’e yönelik başarısız suikast girişimi, halk desteğini bastırmak amacıyla Bolivya’nın askerileştirilmesi ve ülkede artan baskı, tek bir çözüm yolunu öne çıkarıyor: Güney Amerika’nın ilk yerli başkanının sürgüne gönderilmesi.
GÖRÜŞ
Son düzlükte Demokratlar panikte… Trump gerçekten önde mi?
Yayınlanma
5 gün önce31/10/2024
Yazar
Sarp Sinan HacırAmerikan seçimlerine günler kala anketler iyice zıvanadan çıktı. Geçtiğimiz seçimlerde zaten pek başarılı olmayan anket şirketleri bu sefer kafaları daha da karıştırmış haldeler. 7 gün arayla siyah seçmen üzerine anket yapıyorlar. Harris’e destek 15 puan fark ediyor. 7 gün içinde yaşanan bir olay yok, kavga yok, dövüş yok… Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?
Bazı anket şirketlerinin beceriksizliği, bazılarının “aman 2016’daki gibi rezil olmayalım” korkusu, bazılarınınsa kasti manipülasyonları anket meselesini içinden çıkılmaz bir hale sürükledi. Ancak ekim ayı her şekilde Trump’a yaramış gibi gözüküyor. Anketlerin çok büyük çoğunluğu ya Trump’ı önde ya da yarışı başa baş gösteriyor. Bunun önemini anlamak için eski seçimlere bakmak lazım. Trump’ın kazandığı 2016 seçimlerinde bir çok eyalette 8-10 puan fark, 2020 de ise 15 puana kadar varan farklar gözüküyordu. Trump, 2016’da bu farkı kapatıp öne geçmeyi başarmış, 2020’de ise yenilmesine rağmen ciddi bir fark yememişti.
Durum böyle olunca herkesin kafasında tek bir algı oluşuyor;
“Anketler başa baş diyorsa Trump kesin aldı bu işi!”
Evet, Trump bir siyasi figüre dönüştükten bu yana seçim bilançosuna bakıldığında durum böyle gözüküyor. Ancak papaz hep pilav yemiyor. Anket şirketleri 3. kez üst üste Trump’ın oyunu olandan ufak gösterecek mi? Bir argüman, şirketlerin var olan araştırmalara “gizli kalan” Trump oylarını hesaba katarak birkaç puan ekledikleri yönünde. Birçoklarına göre ülkede ciddi sayıda “gizli” Trump seçmeni var. Toplum içinde sosyal baskıdan çekinerek ya apolitik ya da Demokrat gibi davranıyorlar ama sandıkta Trump’a oy veriyorlar. Bir kaçıyla tanışma imkânım bile oldu. Kendilerini rahat hissedene kadar renklerini pek belli etmiyorlar.
Başka bir argümana göre anketörler araştırma yöntemlerini tamamen değiştirdiler ve kırsaldaki seçmene daha rahat ulaşıyorlar. İnternet üzerinden yapılan anketlerin yerini daha çok telefon ya da yüz yüze anketler alıyor. Hatta bu sistemlerin 2022 ara seçimlerinde kullanıldığı bile söyleniyor. 2022’de Cumhuriyetçilerin oyu anketlerde tam tersine abartılmıştı. Seçim sonuçlarında beklenen kırmızı dalga yaşanmamıştı. Tabii o zaman oy pusulasındaki isim Donald Trump değildi.
Ya anketler haklıysa?
Anket şirketleri yine de uyanıkça bir hamle yapıyor. Son çıkan salıncak eyalet anketleri Trump’ı 1 veya 2 puan önde gösteriyor. Mesela Atlas şirketinin final anketine göre 7 salıncak eyaletin North Carolina hariç 6’sında Trump kazanıyor. Ancak hep 1 ila 3 puan arası farkla. Hata payına dahil olabilecek bir fark. Muhtemelen kamuoyunda Trump’a karşı bir eğilim gözlemliyorlar ancak rezil olmamak için farkı hata payı içerisinde bırakıyorlar.
Tabii bu ihtimal daha var; o da Trump’ın ciddi bir fark atması. Biden çekildikten sonra hazırda bekleyen bağış parası ve sonunda genç bir adaya sahip olmanın verdiği heyecan Kamala Harris fırtınasını yarattı. 2020 ön seçim münazaralarının etkisiyle kendisinden kötü bir münazara performansı bekleyen kitlesini de Trump’a karşı mest ederek fırtınayı büyüttü. Ancak Harris’in albenisi ekim ayıyla birlikte düşüşe geçti. Harris, ön seçim kazanmamıştı. Aday belli değilken yapılan anketlerde de kamuoyunda desteği düşük gözüküyordu. 2 aylık kampanyada çizdiği görüntüyü kendisi özetledi:
“Başkan olsam hiçbir şeyi Biden’dan farklı yapmazdım”.
Zaten sorun da buydu ya! Amerikan halkı iyi bir dört yıl geçirmedi. Göçmen krizi kontrolden çıktı, enflasyon patladı, alım gücü düştü, dünya kıyamete adım adım yürüyor… Covid-19 öncesi Trump ekonomisine bir nostalji oluştu. Durum böyleyken seçmen Harris’e şu soruyu soruyor; “4 yıldır neredeydin?”
Seçimin en kritik olduğu eyalet Pensilvanya’da düz bir seçim anketinden daha iyisi yapıldı. Soru şuydu; Vaziyet Trump zamanı nasıldı, şimdi nasıl?
Ankete katılanların %54’ü Trump zamanı işler iyiydi dedi. Ancak sadece %27’si şu an vaziyet iyi diyor. İşte Kamala için en tehlikeli durum bu. O, mevcut iktidarın devamı olarak kendini lanse ediyor ve halk mevcut durumdan memnun değil.
2020’den başka bir Trump
2020 seçimlerine giderken siyasetteki görüntü tamamen farklıydı. Hemen her gün biriyle kavga eden, partisinde bile yalnız kalmış bir Trump vardı. İstihbarat kurumları dahil ABD’nin bir çok yapısı ona karşı doğrudan ve açık bir şekilde kampanya yürütüyordu. Ünlüler, zenginler teknoloji devlerinin CEO’ları birer birer Biden’a destek açıklıyordu. Böylesi bir sahnede Trump’ın kazanması akla yatmıyordu. Bu kadar çok düşman varken nasıl kazanabilirdi? Zaten kazanamadı.
Ancak bu yıl ortam biraz farklı. Başkan yardımcısı J.D Vance’in yakın olduğu Open AI hissedarlarından Peter Thiel’ı, X’in sahibi Elon Musk’ı, Eski Demokratlar Robert F. Kennedy Jr. ve Tulsi Gabbard’ı kendi çatısı altında toplamayı başardı. Bunlara ek olarak, uzun yıllar sonra ilk kez Washington Post, LA Times USA Today gibi büyük medya kuruluşları Demokrat adaya destek açıklamayacaklarını söylüyor. Washington Post dediğinizde aslında Amazon’un sahibi Jeff Bezos’tan bahsediyorsunuz.
Yani Trump, artık yalnız olmadığı gibi karşısındaki devasa bloğu da dağıtmayı başardı. Buna karşılık Kamala tarafından “Cheney’ler” hamlesi geldi. Eski Cumhuriyetçi kimliğini taşıyan, Irak Savaşı’nın mimarı Dick ve kızı Liz Cheney, Kamala’yı destekliyorlar. Hatta Liz Cheney Kamala ile birlikte mitingden mitinge koşuyor. Hatta Kamala bunu münazarada gururla bile söyledi. Artık Cheney’lerin ABD toplumunda ne kadar karşılığı var orası tartışılır tabii.
Trump’a kaybettirecek tek hata
2020’den bu yana birçok şey kötüye gitti. Ancak sadece bir tanesinden Trump sorumlu; kürtaj yasağı. Trump’ın görevi bırakmadan önce atadığı 3 Yüksek Mahkeme yargıcı dengeyi bozdu ve sahip oldukları çoğunlukla kürtaj meselesini federal bir hak olmaktan çıkardı. Karar Biden yönetimi altında 2022 yılında alınsa da sorumlunun Trump olduğu biliniyor. 4 yıl boyu Trump’ın oyunu düşürecek tek olay budur. Eğer Trump seçimi kaybedecekse kürtaj kararı yüzünden kadınların Demokratlara kaçmasıyla kaybedecek.
Kamala da en güçlü olduğu alanın bu olduğunu biliyor. Çekilen reklam filmleri büyük oranda bu konu üzerine kurulu. Trump ne kadar “ben kürtaja karşı değilim” dese de bu seçim döneminde en hasar aldığı alan bu oldu. Kendisini daha önce başarıya taşıyan banliyölü kadınlar demografisini kızdırmış oldu. Tabii Taylor Swift’ten nefret ettiğini söylemesi de hiç yardımcı olmadı.
Neyse… Yukarıda bahsettiğim Atlas anket şirketi, son seçim dönemlerinde gerçeğe en yakın final sonuçlarını veren şirket. 2020’de sadece 0.3, 2022 ara seçimlerinde 0.2 farkla yanıldı. Atlas’ın seçim öncesi son yaptığı toplam oy anketine göre Trump 2.7 puan farkla kazanıyor. Toplam oy meselesi önemli çünkü Demokratların kazanması için toplam oyda kesin olarak Trump’ı geçmeleri ve 2-3 puan da fark atmaları gerekiyor. Toplam oyu rakibi geçerek seçimi kazanan son Cumhuriyetçi George W. Bush’tu. Trump’ın son haftalarda salıncak eyaletler dışında mitingler yaptığı, geçtiğimiz günlerde New York’ta dev bir mitingle gövde gösterisinde bulunduğu düşünülürse, hedefi sadece seçimi kazanmak değil, aynı zamanda toplam oyu alarak meşruluğunu ispatlamak olacak.
Ben, şu ana kadar ki bilgiler, sandıklardaki erken oya ilgi ve sokaktan edindiğim izlenimle Trump’ı bir parmak önde görüyorum. Seçime kadar hala bazı şeyler değişebilir. Ancak bariz olan şu ki Demokratlar için tehlike çanları çalıyor.
Slovak muhalefet partilerinden Fico’ya “Çin ile stratejik ortaklık” eleştirisi
UCM Başsavcısı Han: Herkes ölene kadar mı beklemeliyim?
Netanyahu hükümetinde “Haredi” krizinde yeni perde
ABD’de seçim günü: Para konuşur
Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Kirill’den idam cezasının getirilmesine destek
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Türk dış politikasında eksen kayması
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
BRICS öncesi Hindistan ve Çin’den sınır kavgasına gelen ‘çözüm’ duyurusu
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Hint akademisyen Harici’ye değerlendirdi: ‘BRICS, Hindistan-Çin gerilimini yatıştıran bir platform’
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
İran: Sol el Araplarla kucaklaşmaya devam ederken, sağ el İsrail’le çatışıyor
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Foreign Policy: BRICS nihayet Batı ile başa çıkabilir mi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
WSJ: Hizbullah’ın direnişi İsrail için eziyete dönüşebilir