Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Suikastlar Hamas’ın direncini kırabilir mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız Salih el-Aruri suikastı üzerine kaleme alınan makalede, Hamas ve Hizbullah’ın İsrail’e karşılık verip vermeyecekleri değerlendiriliyor. Aruri’nin Hamas içinde Devrim Muzafızlarına en yakın isim olduğunu ileri süren makalenin askeri ve savunma konularında önde gelen İsrailli gazetecilerden biri olan yazarı Amos Harel, Gazze’de İsrail’in kesin zafer kazanma kapasitesini sorguluyor. Harel, İsrail’in kesin zaferden ziyade “zafer tablosu” elde etmeye çalıştığını belirtiyor ve İsrail’in suikast hedeflerini bu pencereden yorumluyor. Harel, “Ancak suikasta uğramaları halinde örgütün savaşçı ruhunun tamamen kırılacağına dair bir kesinlik yok. Şimdilik ordu ve Şin Bet güvenlik servisi yakın gelecekte Hamas liderlerinin yerini tespit edebileceklerinden bile emin değil” diyor.

***

Lübnan’da Hamas Yetkilisinin Öldürülmesi Hizbullah’la Gerginliğin Daha da Artmasına Yol Açacak mı?

Savaş başladığından bu yana Hizbullah, İsrail’e yönelik günlük saldırılarını sınıra yakın bölgeyle sınırlandırarak savaş seviyesinin altında kalmaya özen gösterdi. Asıl soru, Hizbullah’ın kendi sahasında gerçekleşen bir suikasta nasıl karşılık vereceği.

Amos Harel

Hamas’ın üst düzey yetkililerinden Salih el-Aruri’ye Beyrut’ta düzenlenen suikast, savaşın başlamasından bu yana İsrail’in (resmi olarak üstlenmese de) örgütün lider kadrosundan böylesine kilit bir ismi vurmayı başardığı ilk kez rapor ediliyor.

Gazze Şeridi’nde bunun için büyük çaba sarf edilmesine rağmen, Hamas liderleri suikast girişimleri başladığı anda tünellerine sığındı.

Suikastın Hamas’tan, özellikle de Lübnan’dan sert bir karşılık alacağı tahmin ediliyor. Asıl soru, Hizbullah’ın kendi sahasında, yani Beyrut’un güneyindeki Şii mahallesi Dahiye’de gerçekleşen bir suikasta nasıl karşılık vereceği.

Hamas’ın yurt dışındaki lider kadrosu şu anda Katar, Türkiye ve Lübnan arasında dağılmış durumda. İsrail, Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’in güneyinde gerçekleştirdiği katliama karşılık olarak örgütün tüm üst düzey yetkililerine suikast düzenlemeyi planladığını açıklamış olsa da Doha’nın daha fazla İsrailli rehinenin serbest bırakılması için anlaşmaya varma çabalarına dahil olduğu göz önüne alındığında, Katar’da yaşamanın şu anda kendilerine bir sigorta poliçesi sağladığını varsaymış olmaları makul. İsrail’in şu anda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile gerilimi tırmandırmak istediği de açık değil.

Dolayısıyla Lübnan bir suikast için en uygun yerdi. Ancak belirtildiği gibi bu, Hizbullah ile gerilimin daha da tırmanması tehlikesini beraberinde getiriyor.

Geçen yaz Başbakan Binyamin Netanyahu Aruri’yi öldürmekle açıkça tehdit etmişti. Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah o zaman verdiği yanıtta hedefin Lübnanlı, İranlı ya da Filistinli olmasının örgüt için fark etmediğini, İsrail’in Lübnan topraklarında düzenleyeceği herhangi bir suikastın Hizbullah’ın sert tepkisine yol açacağını söylemişti. Ancak Gazze’deki savaşın ışığında işler şimdi biraz farklı görünüyor.

Savaş başladığından beri Hizbullah, İsrail’e her gün düzenlediği saldırılarla Filistinlilere olan borcunu ödüyor. Ancak bu saldırıları sınıra yakın bir bölgeyle sınırlı tutarak savaş seviyesinin altında kalmaya özen gösteriyor.

Yine de Nasrallah ve İranlı hamilerinin politikası aynı kalsa bile, Lübnan’dan gelecek tepki düzeyindeki artış, manevra alanını daraltacak ve karşılıklı yanlış hesaplama olasılığını artıracaktır.

7 Ekim’deki kitlesel vahşetin ardından Hamas’ın Gazze’deki lideri Yahya Sinvar’ın planlanan saldırının niteliği ve zamanlaması konusunda yurtdışındaki üst düzey Hamas yetkililerinin yanı sıra İran ve Hizbullah’ı da bilgilendirmediği ortaya çıktı. Görünüşe göre İsrail istihbaratından gizlemeyi başarmasının ana nedeni de bu.

Bununla birlikte İsrail artık Gazze’deki Hamas ile Gazze dışındaki Hamas arasında ya da örgütün askeri kanadı ile sözde siyasi kanadı arasında herhangi bir ayrım yapmıyor. Katliamdan bu yana İsrail’in hepsiyle hesaplaşmak niyetinde olduğuna dair çok sayıda açık ifade var.

Aruri, İsmail Heniyye ve Hamas’ın diğer dış liderliğinin 7 Ekim’de Katar’da bir tören düzenleyerek saldırının başarısı için şükranlarını sunmaları da bu kişilerin öldürülmesi kararını güçlendirmiş görünüyor.

Grubun ilk öldürülen üyesi olan Aruri’nin eski Mossad şefi Zvi Zamir’in öldüğü gün öldürülmesinin de tarihsel bir sembolizmi var, zira Zamir 1972 Münih Olimpiyatları’nda İsrailli atletlere yönelik katliamın faillerinin aranmasına başkanlık etmişti.

Hamas’ın İsrail’in merkezine roket atma kabiliyeti hâlâ sınırlı. Örgütün Lübnan’daki faaliyetlerinde de bir yenilik olan ve etkisi olması muhtemel başka türden bir tehlike bulunuyor. Hamas hücreleri, Hizbullah’la koordineli olarak Güney Lübnan’dan roket atmaya başladı bile. Nasrallah’ın onlara daha alan tanıyıp tanımayacağına ve daha güneydeki Acre ve Safed’e ateş açılmasına izin verip vermeyeceğine karar vermesi gerekecek.

Aruri, Hamas’ın İran Devrim Muhafızları nezdindeki en önemli adamıydı ve Nasrallah ile sık sık bir araya geliyordu. Şii ekseninin geçen hafta Şam’da üst düzey Devrim Muhafızları yetkilisi Razi Musavi’ye düzenlenen suikast nedeniyle İsrail’le hâlâ görülecek bir hesabı var.

Musavi, Nasrallah’a yakındı ve 1990’ların başında Hizbullah genel sekreteri olduğundan beri ona eşlik ediyordu. Nasrallah’ın çarşamba günü Beyrut’ta bir konuşma yapması bekleniyordu. Konuşmanın planlandığı gibi yapılıp yapılmayacağı konusunda çelişkili haberler var. Eğer konuşmayı seçerse, ne yönde ilerlemek istediğini anlamak daha kolay olabilir.

Aruri suikastı, intikam sembolizminin ve İsrail’in üst düzey Hamas yetkililerini vurmada başarılı olduğunu gösterme ihtiyacının ötesinde pratik bir önem de taşıyor. Üç yıl boyunca yargılanmadan hapiste tutulduktan sonra 2010 yılında Şin Bet güvenlik servisiyle yaptığı anlaşma uyarınca Batı Şeria’dan ayrıldı.

O tarihten bu yana Hamas’ın Batı Şeria’daki terör faaliyetlerini uzaktan yönetiyordu. Ayrıca Filistin Yönetimi’nin yönetimini zayıflatma girişimlerinin de arkasındaydı. Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, Şin Bet’in 2014 yılında Aruri’nin Batı Şeria’da faaliyet gösterdiği ve geniş bir şebekeyle Filistin Yönetimi’ne ve İsraillilere karşı saldırılar planladığını ortaya çıkarmasının ardından Aruri’ye öfkelenmişti.

Yahya Sinvar da muhtemelen Aruri için bir damla gözyaşı dökmeyecek. İkili son yıllarda örgüt içindeki pozisyonlar ve nüfuz için rekabet etti. Gazze ile Hamas’ın yurtdışındaki karargahları arasındaki iç güç mücadelesinin merkezinde yer aldılar.

Yerin altında kontrol

İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Hamas taburlarını vurmasının ardından Gazze’nin kuzeyindeki çatışmaların azalması, bölgede kalan Filistinlilere, yıkılan mahalleler de dahil daha fazla özgürlük sağlıyor. Aynı zamanda Gazze’nin güneyinden de ürkütücü haberler gelmeye devam ediyor, ancak oraya neredeyse hiç gazeteci gitmiyor ve haberlerin çoğu Filistinli muhabir ve kaynaklara dayanıyor.

İki Amerikan gazetesi, New York Times ve Wall Street Journal, son günlerde Gazze Şeridi’ndeki zor koşullarla ilgili haberler yaptı. Haberlerde 2,2 milyon Gazzelinin yaklaşık yarısının açlık riski altında olduğu ve bölge sakinlerinin yaklaşık yüzde 90’ının “düzenli olarak bir gün boyunca yiyeceksiz kaldıklarını söylediği” belirtiliyor.

Gazzelilerin yaklaşık yüzde 20’si kıtlığın ilk kriteri olan “aşırı gıda yetersizliğinden” muzdarip. Yiyecek bulunan yerlerde ise fiyatlar çok yüksek: bir çuval un savaş öncesi fiyatının 10-11 katına mal oluyor. Gazze’deki evlerin yaklaşık yüzde 70’i ve konutların yüzde 50’si İsrail’in hava saldırıları ve bombardımanı nedeniyle yıkıldı ya da ağır hasar gördü.

Hamas’ın askeri kabiliyetleri Gazze’nin kuzeyinde ciddi şekilde hasar gördü ama tamamen ortadan kalkmadı. Hamas’ın Gazze Şehri ve çevresindeki küçük güçlerini yeniden organize etmeye çalışması nedeniyle, buradaki 12 taburdan oluşan iki Hamas tugayı artık tugay olarak işlev görmüyor.

Bazı teröristlerin tüneller aracılığıyla yavaş yavaş savaş alanına geri döndüğü görülüyor. Hamas’ın kuzeydeki sivil idaresi tamamen çökmüş durumda, güneyde ise bölgeyi yönetecek ve bölge sakinleriyle ilgilenecek idari kapasiteye sahip.

Ancak yönetim oldukça zayıf ve büyük ölçüde uluslararası kuruluşlardan gelen yardımlara dayanıyor. Hamas yönetiminin, örgütün 7 Ekim’de Gazze sınırındaki topluluklara yönelik terör saldırısının ardından zor durumda kalan halkla ilgilenmek için fazla zaman ya da çaba harcadığı şüpheli.

İsrail çatışmalarının çoğunu 98. Tümen’in faaliyet gösterdiği güneydeki Han Yunus bölgesine yoğunlaştırıyor. Gazze’nin merkezindeki mülteci kampları çevresinde ise daha az çaba sarf ediyor; 36. Tümen güneyden saldırırken 99. Tümen kuzeyden baskınlar düzenliyor.  İsrail, Han Yunus’taki çabalarının yeraltındaki tüneller arasında saklandığına inanılan Hamas liderlerini hedef aldığı gerçeğini artık gizlemiyor. Muhtemelen kendilerini canlı kalkan olarak İsrailli rehinelerle çevrelemişler.

Han Yunus’taki operasyonlar Hamas liderlerinin ve İsrailli rehinelerin yerini tespit etmeye yönelik geniş çaplı bir çabayı içeriyor. Şehri çevreleyen büyük güçler banliyölere yerleşerek tünelleri, teröristleri ve mühimmatları metodik olarak arıyor.

İsrail, Yahya Sinvar’ın başını çektiği liderlerin hâlâ bölgede yeraltında olduğuna inanıyor. Bu varsayım, 7 Ekim’den önce orada toplandıkları ve şu anda örgütün zorlu savaş koşullarına ve kitlesel yıkıma rağmen işlemeye devam eden komuta zincirinin çoğunu yönettikleri anlayışına dayanıyor.

401’inci Zırhlı Tugay Komutanı Albay Benny Aharon salı günü Gazze’de son bir hafta içinde yaşanan çatışmalarla ilgili olarak gazetecilere yaptığı açıklamada, Hamas’ın kentteki askeri komuta kademesine hizmet eden ve kent merkezi ile doğu mahallelerinde ortaya çıkarılan son derece karmaşık bir tünel ve sığınak ağından söz etti.

Bu düzenek Hamas’ın yıllar boyunca savaş için ne kadar hazırlık yaptığını ve İsrail’in topraklarının derinliklerine girme ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Buna karşılık Aharon, ordunun Hamas’ın askeri kabiliyetlerini metodik ve sabırlı bir şekilde kontrol edip dağıttıklarını ve Hamas’ın orduyu durduramadığını anlattı.

Yine de bazıları Sinvar’ın tüneller üzerinden bir kaçış rotası hazırlamak yerine neden uzun süre Han Yunus’ta, IDF güçlerine yakın bir yerde kalmayı tercih ettiğini merak ediyor.

(Savunma Bakanı Yoav Gallant Sinwar’ın yakında “İsrail silahlarının namlularıyla” karşılaşacağı tehdidinde bulundu.)

Bir başka zorluk da Refah bölgesiyle ilgili. Silah yapımında kullanılan malzemelerin çoğu ve ithal edilen birçok mühimmat son yirmi yılda Mısır’dan tüneller aracılığıyla Gazze’ye sokuldu.

Mısır ordusu çoğu zaman kasıtlı olarak göz yumdu, çoğu zaman da bundan doğrudan yararlandı. Hamas’ın ana takviye kanalını, İsrail’in bölgede askeri bir harekâta girişmeden ve yeni sınır denetim düzenlemelerini yürürlüğe koymadan kapatmanın mümkün olmayacağı açık.

Ancak İsrail, Mısır’la karşı karşıya gelmekten korktuğu ve İsrail’in başka yerlerdeki saldırıları nedeniyle çoğu mülteci, yaklaşık bir milyon Filistinli Refah ve çevresine gitmek zorunda kaldığı için şimdiye kadar bunu yapmaktan kaçındı.

Eğer ordu önümüzdeki ay savaşın üçüncü aşamasına geçerse, tugaylar Hamas’ın kalan kalelerine baskın düzenleyecek. Ancak Refah’ta harekete geçmek daha büyük kuvvetler ve daha fazla zaman gerektiriyor. Şimdilik bu planların bir parçası gibi görünmüyor ve İsrail’in savaşı kesin olarak kazanma kapasitesinin ne kadar olduğu sorusunu gündeme getiriyor.

Gözlemciler, ordu ve siyasi liderlerin öncelikle savaşta bir “zafer tablosu” elde etmeye çalıştığını düşünüyor. Genel olarak Hamas’ın askeri liderliği, özel olarak da Sinvar, örgütün son yıllardaki stratejisinin şekillenmesinde ve katliam kararının alınmasında olağanüstü bir etkiye sahipti.

Ancak suikasta uğramaları halinde örgütün savaşçı ruhunun tamamen kırılacağına dair bir kesinlik yok. Şimdilik ordu ve Şin Bet güvenlik servisi yakın gelecekte Hamas liderlerinin yerini tespit edebileceklerinden bile emin değil.

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fransa’da solcu Yeni Halk Cephesi için sırada ne var?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Fransa’da seçimlerden birinci parti çıkmasına rağmen Emmanuel Macron tarafından hükümet kurmasına izin verilmeyen sol koalisyon Yeni Halk Cephesi (NFP), Barnier hükümetini deviren ana unsurlar arasında yer alıyor. Ama tüm güçlü görüntüsüne rağmen, NFP hem içsel gerilimlerden muzdarip, hem de kendi programını uygulayabilecek bir çoğunluktan yoksun. Aşağıda çevirisini verdiğimiz analiz, bütünlüklü bir söylem üretemeyen NFP’nin muhtemelen bölüneceğine ve Le Pen liderliğindeki Ulusal Birlik’in (RN) öne çıkacağına işaret ediyor.


Yeni Halk Cephesi için sırada ne var?

Philippe Marlière
Dissent
9 Aralık 2024

Temmuz ayında Fransa’da yapılan erken genel seçimlerde sol partilerin koalisyonu Yeni Halk Cephesi (NFP) birinci gelerek Ulusal Mecliste 193 sandalye kazandı. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u destekleyen merkezci blok 166, aşırı sağcı Ulusal Birlik (RN) 142 ve merkez sağ Cumhuriyetçiler kırk yedi sandalye elde etti.

Üç tartışılmaz gerçek göze çarpıyor. Birincisi, Macron’un iktidar koalisyonu seçimi kaybetti. İkincisi, Macroncuların ve solcuların belirleyici ikinci turda taktiksel oy kullanmaları ve stratejik olarak adaylarını geri çekmeleri, ilk turda en fazla oyu alan RN’nin seçimi tamamen kazanmasını engelledi. Bu “cumhuriyetçi cephe” stratejisi tüm beklentilerin ötesinde işe yaradı: RN, tüm partiler arasında en fazla oyu almasına rağmen sandalye sayısı bakımından üçüncü oldu. Sonuç olarak, seçim askıda bir parlamento ile sonuçlandı ve siyasi bir muamma yarattı. NFP Ulusal Mecliste en fazla sandalyeyi kazandı ama mutlak çoğunluktan neredeyse 100 sandalye eksik kaldı.

Manevra alanı sınırlı olan NFP, devlet memuru Lucie Castets’i başbakan adayı olarak öne sürdü. Ağustos ayında Macron, hükümetinin derhal bir güvensizlik önergesine boyun eğeceği gerekçesiyle Castets’in adaylığını reddetti. Bu, cumhurbaşkanının anayasal yetkilerinin tartışmalı bir yorumuydu. Bir NFP hükümetinin hızla gensoru alıp almayacağı ya da uzlaşmaya zorlandığında çöküp çökmeyeceği önemsizdir. Oylarını aşırı sağı yenmek için kullanan vatandaşlar bunu öğrenmeyi hak etti.

Gerçek şu ki Macron emeklilik reformunun geri alınmasını istemedi, bu yüzden sağa döndü ve Avrupa Birliği’nin eski Brexit baş müzakerecisi Michel Barnier’i atadı. Barnier, oyların yüzde 5,4’ünü alan ve cumhuriyetçi cephe stratejisine katılmayı reddeden bir parti olan Cumhuriyetçiler’in bir üyesi. Başında bulunduğu azınlık hükümetinin hiçbir siyasi meşruiyeti, birliği ve solu görevden uzak tutmak dışında gerçek bir amacı yoktu.

Ekim ayında Barnier, hükümetinin kamu açığını GSYİH’nin yüzde 6,1’inden yüzde 5’ine çekmeyi amaçlayan 2025 bütçe tasarısını sundu. Tasarı vergi artışları ve yarısı devlet bütçesinden, geri kalanı sosyal güvenlik ve yerel yönetimlerden karşılanmak üzere 40 milyar Avroluk harcama kesintisi içeriyordu. Ulusal Mecliste tasarıyı ileriye taşıyacak çoğunluğa sahip olmayan Barnier, başbakanın oylama olmaksızın yasa çıkarmasına olanak tanıyan Anayasanın 49.3 maddesini kullanmak zorunda kaldı. Solun gensoru önergesi vermekten başka çaresi kalmamıştı. Barnier’in RN’nin kilit bütçe taleplerini kabul etmesine rağmen Marine Le Pen, 4 Aralık’ta hükümete güvensizlik oyu vermek için solla birlikte oy kullanmaya karar verdi. Bu, 1962’den bu yana ilk başarılı gensoru önergesiydi ve Barnier, 1958’de Beşinci Cumhuriyet’in başlangıcından bu yana en kısa süre görev yapan başbakan oldu.

Barnier hükümetinin düşmesinden bir gün sonra Macron canlı yayına çıkarak 2027’deki görev süresinin sonuna kadar iktidarda kalacağını ve kısa süre içinde yeni bir başbakan atayacağını söyledi. Bu da sola bir hükümet kurma ya da en azından bir koalisyona katılma şansı verdi. Geçen yaz sol, Ulusal Meclis’teki en büyük bloğu kazanmasının ardından göreve getirilmediği için anlaşılabilir bir şekilde öfkeliydi. Boyun Eğmeyen Fransa (LFI, NFP koalisyonundaki en radikal parti) lideri Jean-Luc Mélenchon, Macron’un seçimi “çaldığını” ilan etti ve cumhurbaşkanının görevden alınması çağrısında bulundu. Yine de NFP muhalefette kalmaya devam etti.

Bundan sonra ne olabileceğine dair üç olasılık var. Birincisi bir NFP hükümeti. Macron solun hedeflerine derinden karşı çıkmaya devam ettiği için bu en az olası senaryo. Sol bir hükümet, milletvekillerinin yüzde 70’i aşırı sağcı değilse bile muhafazakâr iken ilerici yasaları nasıl geçirebilir? Bu, NFP’nin cevabını bulamadığı zor bir soru. İkincisi, Macroncular ve Cumhuriyetçilerden oluşan bir koalisyona liderlik etmesi için bir Barnier 2.0 atanması. Böyle bir atama halkın öfkesini daha da artırabilir ve kaçınılmaz olarak Macron’un göze alamayacağı yeni bir güvensizlik oylamasına yol açabilir.

Üçüncü olarak, merkez soldan bir ismin liderliğinde bir koalisyon hükümeti kurulabilir. Sosyalist Parti (PS) lideri Olivier Faure, sağ ile uzlaşmaya açık solcu bir başbakanın atanabileceğini ima etti. Bu kişi, gensoruya karşı dokunulmazlık karşılığında 49.3. Maddeyi kullanmadan hükümet etmeye kararlı olacaktır. Burada bir sorun var: PS’den bazıları bir koalisyon hükümetini kabul edecek ama LFI bunu reddedecektir. Bu durum NFP ortakları arasında büyük gerilimlere yol açabilir ve hatta koalisyonu bölebilir.

Sosyalist ve Macronist milletvekillerinin toplam sayısı (Macron’un merkezci müttefikleri de dahil olmak üzere) 252’yi bulacaktır ki bu da mutlak çoğunluğun (289) altında kalacaktır. Fakat Cumhuriyetçiler yeni koalisyona karşı çekimser oy kullanırsa bu yeni azınlık hükümeti işleyebilir; LFI ve RN birlikte hükümeti düşürmek için yeterli oya sahip olmayacaktır. PS böyle bir koalisyon hükümetine ancak yeterli sayıda Yeşil ve Komünist milletvekilinin de katılması halinde katılacaktır; Sosyalistler NFP’yi yıkan güç olarak görülmek istemiyorlar. Bu dağınık ve oldukça olasılık dışı senaryo, solun şu anda siyasi etki için en iyi şansı olabilir.

Birleşik Bir Sol

NFP, Macron’un Ulusal Meclisi feshetmesinin ardından 13 Haziran’da kuruldu. Fransız solunun dört ana partisinden oluşuyor: PS, Ekolojistler, Komünist Parti (PCF) ve LFI. Mayıs 2022’de parlamento seçimleri öncesinde kurulan ve LFI’nın Hamas’ı terör örgütü olarak sınıflandırmayı reddetmesinin ardından Ekim 2023’te dağılan Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Birliğine (NUPES) benzer bir seçim ittifakı.

NFP, adaylarından radikal bir sosyal demokrat platformu desteklemelerini istedi: Macron’un emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran emeklilik reform yasasını çöpe atmak; asgari ücreti ve kamu sektörü maaşlarını artırmak; temel gıda maddeleri ve enerji fiyatlarını dondurmak ve tüm bunları finanse etmek için bir servet vergisi getirmek ve en yüksek gelirlilerin gelir vergilerini artırmak.

NUPES ve NFP koalisyonları kısmen Sosyalistlerin son dönemde sola dönmesiyle mümkün oldu. Bir zamanlar baskın bir siyasi güç olan PS, Sosyalist seçmenlerin büyük bir kısmının Macron ya da Mélenchon için partiyi terk etmesiyle 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ezici bir yenilgiye uğradı. Buna karşılık Olivier Faure, ekonomi ve kanun ve düzen konularında sürekli sağa kayan François Hollande’ın cumhurbaşkanlığından uzaklaştı. Bu değişim faydalı oldu: PS geçtiğimiz haziran ayında yapılan Avrupa seçimlerinde tüm sol partiler arasında en fazla oyu aldı ve temmuz ayında Ulusal Meclisteki milletvekili sayısını ikiye katladı.

Sosyalistlerin bu göreceli yükselişi, Mélenchon’un popülaritesi düşerken gerçekleşti. İki yıl önce NUPES, başbakanlık için LFI liderinin arkasında toplanmıştı fakat bu kez partinin ortakları onun adaylığını kesin bir dille reddetti. Yarım asır önce François Mitterrand’ın PS’sinde yaşananlara benzer bir duruma tanıklık ediyor olabiliriz. Parti 1972’de, o zamanlar solun hakim partisi olan PCF ile bir seçim anlaşması yapmıştı. 1978’deki parlamento seçimlerinde PS, Komünistlerden daha fazla oy almıştı. Mitterrand’ın stratejisi plana uygun olarak işledi: solun birleştiği bir ortamda seçmenler daha ılımlı olan partiyi tercih etti.

Son seçimlerde birinci parti çıkmasına rağmen, sol azınlık bir güç olmaya devam ediyor. Kamuoyu yoklamaları ve akademik araştırmalar Fransa’nın göç, cinsellik, cinsiyet eşitliği ve idam cezası gibi konularda eskiye kıyasla daha liberal ve daha hoşgörülü olduğunu gösteriyor. Fakat bu eğilim sandıkta sola destek olarak yansımadı. Aksine, solun gücü azaldı. 2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda sol adaylar birlikte oyların yüzde 44’ünü almıştı. Bu oran 2022’de yüzde 32’ye düştü. Son yedi yıldır muhalefette olmasına rağmen sol, seçimlerde toparlanma belirtisi göstermiyor. 2024 yasama seçimlerinde NFP’nin dört partisi ilk turda oyların yüzde 28,1’ini, ikinci turda ise yüzde 25,7’sini aldı. Bu rakamları RN’nin ilk turda aldığı yüzde 33,2 ve ikinci turda aldığı yüzde 37 oyla karşılaştırın. Oyların üçte birinden azını alan birleşik sol gerçekten de bir azınlık bloğu.

Dahası, RN’ye verilen destek sosyal kategoriler arasında sola verilen desteği aşıyor. Avrupa Parlamentosu ve 2024 seçimlerinden sonra yayınlanan bir araştırma, özel sektör çalışanlarının yüzde 23’ünün parlamento seçimlerinde NFP’ye oy verirken, yüzde 42’sinin RN’ye oy verdiğini gösteriyor. Mavi yakalı işçilerin yüzde 22’si NFP’ye, yüzde 41’i ise RN’ye oy verdi. İşçilerin büyük bir kısmı oy kullanmıyor, fakat bu grubun seçimlere katılımının solun oy oranını artırıp artırmayacağını göreceğiz. RN son zamanlarda beyaz yakalı mesleklerde de başarılı olmaya başlamıştır. Kamu sektörü çalışanları arasında (solun geleneksel kalesi) sadece öğretmenler hâlâ solu destekliyor. Kamu sektörü çalışanlarının yüzde 36’sı RN’ye, yüzde 25’i ise NFP’ye oy verdi ki bu da geleneksel olarak kamu hizmetlerini savunan bir sol için endişe verici bir eğilimdir. Kamuoyu yoklamaları halkın bu hizmetlere talep gösterdiğini ama seçmenlerin çoğunluğunun solun bu hizmetleri iyileştireceğine ya da modernize edeceğine güvenmediğini ortaya koyuyor.

Mélenchon Sorunu

Jean-Luc Mélenchon 1976’dan 2008’e kadar PS üyesi ve parti yetkilisiydi ve Lionel Jospin hükümetinde bakanlık yaptı. Mitterrand’ın en yorulmaz savunucusu olan Mélenchon, özünde Fransız cumhuriyetçiliğinin değerlerinden ilham alan bir sol milliyetçi. Sosyal ve ekonomik konularda ise bir sosyal demokrat. Bugün yaygın olarak aşırı solcu bir politikacı olarak kabul edilen Mélenchon’un retorik radikalizmi, PS’nin sürekli sağa kaymasıyla açılan seçim alanından faydalanma stratejisinin bir parçasıdır. Üç etkileyici başkanlık kampanyasından sonra Mélenchon’un popülaritesi azalıyor gibi görünüyor. Fakat yine de sol siyaset üzerindeki sıkı kontrolünü sürdürüyor.

Mélenchon, üyelerinin yönetim organlarını seçme ya da önemli kararlara muhalefet etme yetkisi bulunmayan bir hareket olan LFI’nın kendi kendini tayin eden lideridir. Son zamanlarda iç demokrasinin yokluğunu kınayan LFI üyeleri sert sonuçlarla karşılaştı. Özellikle Mélenchon’un PS yıllarındaki iki tarihi müttefiki Alexis Corbière ve Raquel Garrido, feminist ve radikal sol bir figür olan Clémentine Autain ve kuzey Fransa’nın beyaz işçi sınıfı bölgesinden milletvekili seçilen tanınmış bir gazeteci olan François Ruffin olmak üzere, 2024 yasama seçimleri öncesinde birçok yüksek profilli milletvekili eleştirel yorumlarda bulunduktan sonra hareketten ayrıldı ya da tasfiye edildi.

Mélenchon 2008’den bu yana radikal solun farklı kesimlerini seçim koalisyonlarına dahil ederek birleştirmeye çalıştı. 2016’da halk ile elit kesim arasındaki bölünme teorisine dayanan popülist bir strateji benimsedi. Bugün Mélenchon’un sistem karşıtı söylemi, pek çok kişinin de belirttiği gibi, aşırı sağın repertuarı ile benzerlikler taşıyor. RN’den farklı olarak LFI ırkçılıkla mücadele ediyor ve çok sayıda kişi için sosyal reformları teşvik ediyor. Ama her iki parti de “elitlere” karşı aynı abartılı dili kullanıyor, siyasi kişilikleri (genellikle Macron’u) şeytanlaştırıyor, halkın öfkesini kışkırtıyor, komplo teorileri üretiyor (COVID-19 salgını sırasında hem LFI hem de RN’de aşı karşıtı duygular yükselişe geçti) ve ABD emperyalizmine karşı mücadele adına NATO’ya karşı çıkıyor.

Mélenchon, siyasi rakiplerine ve medyaya karşı düşmanlaştırıcı ve zaman zaman küfürlü bir retorik kullanarak, gençler, işçi sınıfı ve etnik azınlıklar da dahil olmak üzere siyasetten vazgeçmiş olanları harekete geçirdi. Fakat bu taktikler şu ana kadar sola seçimlerde fayda sağlamadı. Seçmenlerin çoğu LFI’yı “aşırı sol” bir hareket olarak görüyor ve uzlaşmaz yaklaşımı solcu müttefikleriyle sürekli bir gerilim kaynağı. Mélenchon’un tabanı küçük ve büyüyor gibi de görünmüyor. RN’in popülaritesi ve ana akım saygınlığı giderek artan Marine Le Pen’e karşı doğrudan bir seçimi nasıl kazanabileceğini hayal etmek zor.

Kayıp Bir Anlatı

Temmuz ayındaki seçim gecesinde Mélenchon, solun iktidara gelmesi ve “tüm programını” uygulaması gerektiğini ilan etti – NFP’nin mutlak çoğunluktan neredeyse 100 sandalye eksik olduğu düşünüldüğünde bu imkansızdı. Yeni başbakanın seçilmesi sürecinde de benzer bir siyasi yanılsama hüküm sürdü. NFP, koalisyon dışındaki unsurlarla geçici çoğunluklar oluşturmak zorunda olduğu gerçeğinden bihaber bir şekilde, bir aday üzerinde mücadele etmek için çok zaman harcadı. (Lucie Castets muhaliflerle temaslar kurulduğunu ve kendisinin “uzlaşmaya” hazır olduğunu ima etti ama bunların hepsi muğlak kaldı).

Macron’un Castets’i atamayacağı netleşince, destekçileri ve medya tarafından iki merkez sol adayın ismi ortaya atıldı. Bunlardan biri eski bir Sosyalist başbakan olan Bernard Cazeneuve idi. Diğeri ise Paris’in eteklerinde etnik çeşitliliğe sahip bir şehir olan Saint-Ouen’in genç Sosyalist belediye başkanı Karim Bouamrane idi. Macron’un her iki adayı da atayıp atamayacağını bilmiyoruz ama her iki isim de müsaitti ve bir koalisyon hükümeti kurmaya hazırdı. NFP liderleri sol birliğe zarar vereceği gerekçesiyle her iki ismi de reddetti ve Castets’e desteklerini yineledi. Gerçekte LFI her iki ismi de fazla “sağcı” olarak değerlendirdi ve PS de buna boyun eğdi. Macron’un sağa dönmek ve Michel Barnier’i atamak için bir bahaneye ihtiyacı olmasa da, Mélenchon bunu yapmasını kolaylaştırdı.

Şimdi Barnier hükümeti dağıldığına göre, sol bir kez daha denenmemiş bir alternatif olarak görünebilir. Fakat Barnier deneyi hiçbir azınlık hükümetinin uzun süre ayakta kalamayacağını göstermiştir. Eğer solun bazı kesimleri Cumhuriyetçiler ve Macron’un partisiyle bir koalisyon hükümetine girmeye karar verirse, bu NFP için büyük bir siyasi meydan okuma anlamına gelecek. Sonuç ne olursa olsun sol, siyasi tempoyu belirleyecek yeterli nüfuza sahip olmayan zayıf bir konumda kalacak.

Her şeyden önce bir seçim fiyaskosunu önlemeye yönelik bir koalisyon olan NFP’nin iddialı bir sosyal demokrat programı var. Sorun şu ki, birleştirici bir anlatısı yok. RN’nin ise her kesimden Fransız seçmen için giderek daha cazip hale gelen bir anlatısı var. Fransız toplumunu iki karşıt sınıfa ayırıyor: Bir tarafta çok çalışarak geçimini sağlayan ve vergi ödeyen “üreticiler” var. Diğer tarafta ise hem küreselleşmeden nemalanan ulusötesi iktisadi elitlerden hem de servetin yeniden dağıtımı ve sosyal yardımların “gayrimeşru alıcılarından” (göçmenler, yabancılar, Müslümanlar) oluşan “asalaklar” var. Bu anlatı, RN’nin kendisini, filozof Michel Feher’in deyimiyle, sömürücü zenginlere ve hak etmeyen yoksullara karşı “çalışkan Fransız halkını” desteklediği iddia edilen parti olarak konumlandırmasını sağlıyor. Ulusal elitlere ve uluslarüstü kurumlara (Avrupa Birliği gibi) yapılan saldırılar RN’nin mazlumların partisi gibi görünmesini sağlarken, göçmenlere ve yabancılara yapılan saldırılar seçmenlere sorunları için suçlayacakları birilerini veriyor. RN giderek namuslu Fransız vatandaşlarını önemseyen tek parti olarak görülüyor.

Buna karşılık sol, bir politika önerileri kataloğu ortaya koyuyor ama özgürleştirici bir anlatı ifade edemiyor. Solun sorunu birlik olmaması ya da iyi fikirlere sahip olmaması değil. Sol hiçbir zaman birlik olamadı ve muhtemelen hiçbir zaman da olamayacak. Politikaları mevcut koşullarda olabildiğince iyi. Zayıflığı farklı bir nitelikte. Liderleri ya seçmenlerin çoğu tarafından sevilmiyor (Mélenchon) ya da donuk (diğerleri).

Çoğu seçmen için anlamsız olan “kapitalizmden kopuş” gibi soyut vaatleri bir kenara bırakmanın ve bunun yerine işyerinde ve yaşam tercihlerinde somut özgürlük biçimleri için mücadele etmenin zamanı geldi. RN’ye oy veren milyonlarca kişi ırkçılıkla motive olmuş olsa da, beyaz işçi sınıfı veya kamu sektörü seçmenlerinden vazgeçmek çözüm değil. Bu seçmenlerin solu desteklemesinin üzerinden çok zaman geçmedi.

NFP, kentsel ve kırsal bölgelerdeki işçi ve orta sınıfları birleştiren ilerici bir anlatı bulmak zorunda. Bu kolay bir iş değil. Sendikalar ve dernekler aracılığıyla yerelde insanlarla yeniden ilişki kurmayı ve sosyal medyanın ötesine geçmeyi gerektiriyor. Bu hedefe ulaşmak için solun, 1971’de Mitterrand’ın PS’sinin yaptığı gibi, çeşitli siyasi gelenekleri kapsayabilecek baskın bir partiye –geniş bir cemaate– ihtiyacı var. Bu parti demokratik ve çoğulcu olmalı, radikalleri ve ılımlıları, “eski solu”, feministleri ve çevrecileri bir araya getirmelidir. Ağırlık merkezi sosyal demokrat olmalıdır. Abartılı sol dil ve sürekli ajitprop sadıklara hitap etse de çoğu seçmen için itici.

Fransız seçmenin kafası karışık ve öfkeli. Sol bu olumsuz havayı anlamalı ve ona göre tepki vermeli. İlkelerine sadık kalmalı ve Macronizme siyasi bir alternatif sunmalıdır ve bunu bir koalisyon hükümetinde başarmak kolay olmayacaktır – fakat solcu kampçılığı veya hizipçiliği de yardımcı olmayacaktır. Sadece pragmatik ve kararlı bir sol fark yaratabilir. Antonio Gramsci’nin çok kullanılan bir sözü mevcut koşullar için çok doğru: “Eski ölüyor ve yeni doğamıyor; bu ara dönemde çok çeşitli hastalıklı semptomlar ortaya çıkıyor.” Fransız solunun içinde bulunduğu durum özet olarak bu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English