Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

İsrail’in New York başkonsolosu: Katar yeniden yapılandırılan bölgede merkezi rol oynayacak

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makalede İsrail Başbakanı Netanyahu’nun 7 Ekim’in sorumluluğunu üzerinden atmak için Katar’ı hedef tahtasına oturtmasının neden yanlış olduğu açıklanıyor. İsrail’in New York başkonsolosu olarak görev yapmış eski diplomat Alon Pinkas’ın kaleme aldığı makalede, böyle bir girişimin sadece yanlış değil aynı zamanda stratejik bir hata olacağı değerlendiriliyor.

Çünkü Pinkas’a göre Katar, benzersiz bir konumda ve yeniden yapılandırılan bölgede merkezi rol oynayacak. Peki bölge nasıl yeniden yapılandırılacak?

Pinkas, bu konuda ABD’nin Gazze Savaşı’nı iki rakip eksenin oluşması ve güçlenmesi için bir katalizör olarak gördüğünü belirtiyor: “Rusya’nın desteği ve akıl hocalığıyla İran, Suriye, Hizbullah, Hamas ve Yemen’deki Husileri kapsayan anarşi, düzensizlik ve terörizm ekseni. Diğer tarafta Amerikalıları, Suudi Arabistan’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’ni, Mısır’ı, İsrail’i ve evet Katar’ı kapsayan ‘düzen ekseni’ diyebileceğimiz eksen.”

***

Netanyahu, Katar’ı 7 Ekim Katliamının Sorumlusu Yapmak İstiyor. Ona İzin Vermeyin

Katarlılar Hamas’ı yıllarca finanse etti, liderlerini barındırdı ve siyasi bir güç olarak meşrulaştırdı. Ancak yaptığı her şey İsrail’in tam rızası ve teşvikiyle yapıldı. Şimdi, Katar Ortadoğu siyasetinde bir tür ‘tarafsız devlet (swing state)’ olduğu için, onu eleştirenler yeniden yapılandırılmış bir bölgede kilit bir role sahip olacağını kabul etseler iyi olur

Alon Pinkas

Pek çok İsrailliye ve bazı Amerikalılara sorduğunuzda size öfkeyle tüm bunların Katar’ın suçu olduğunu söyleyeceklerdir. Argüman ne kadar zayıf olursa olsun, son üç aydır İsrail’de en çok konuşulan konu bu oldu: Hamas’ın 7 Ekim’deki alçak ve vahşi terör saldırısındaki mali ve siyasi suç ortaklığı nedeniyle Katar’ı yüksek sesle suçlamak.

Bu eleştirmenler Katar’ın Hamas’ı cömertçe finanse ettiğini, Hamas liderlerini barındırdığını ve grubu siyasi bir güç olarak meşrulaştırdığını söylüyor. Kısacası, hepsi Katar’ın suçu.

Bu doğru olabilir, ancak siyasi bağlamdan tamamen yoksun. Bu haliyle, eleştirileri azaltmak veya saptırmak ve sorumluluğu, başta Başbakan Binyamin Netanyahu olmak üzere, üstlenmesi gerekenlerden uzaklaştırmak için suçu kötü adama yüklemenin tembelce uygun bir yolu.

Birincisi, vahşeti Hamas gerçekleştirdi, Katar değil. İkincisi, Katar İsrail’in talebi üzerine Hamas rejimini ayakta tutmak için Gazze’ye para akıttı. Üçüncüsü, Katar 2018’de ödemeleri durdurup durdurmamayı tartışırken, İsrail Doha’ya üst düzey temsilciler göndererek Katarlılara devam etmeleri için ricada bulundu. Dördüncüsü, Katar İsrailli rehinelerin serbest bırakılması için arabuluculuk yapmak konusunda vazgeçilmez. Bunu zaten yaptı ve yapmaya devam ediyor. Beşinci olarak, savaş sonrası Orta Doğu’nun daha geniş jeopolitik boyutlarında Katar çözümün merkezi bir parçası olabilir ve olmalıdır, kesinlikle sorunun değil.

Hamas’ın finansmanı en ilgili, acı ve rahatsız edici konu gibi görünüyor. Gerçek şu ki, Katar’ın yaptığı her şey İsrail’in tam rızası, teşviki ve kasıtlı bir politikanın parçası olarak yapıldı.

Mossad’ın Harpoon biriminin (Hamas’ın finansmanını incelemek için kurulan ve sonradan dağıtılan ekonomik savaş birimi) eski başkanı Udi Levi, Katar’ın bu işe karışmasının taraftarı değil. Ancak Katarlıların yaptığı her şeyin nasıl İsrail ile koordinasyon içinde yürütüldüğünü ayrıntılı olarak anlatıyor.

New York Times 10 Aralık’ta İsrail’in Katar’ın Hamas’ı finanse etmesini ne ölçüde teşvik ettiğini ortaya koyan uzun bir araştırma makalesi yayınladı. Udi Levy bir hafta sonra aynı gazetede Netanyahu’yu Mossad’ın Katar’ın finansmanıyla ilgili uyarılarını görmezden gelmekle suçladı.

Katar Gazze’ye gizlice yasadışı fon aktarmıyordu. İsrail ne istediyse ve İsrail neye göz yumduysa onu yaptı. Bunu kabul etmek bazıları için rahatsız edici olabilir ama gerçekler bunlar.

İsrail Katar’ı Gazze Şeridi’ne para aktarması için teşvik etti çünkü bu bir politikaya hizmet ediyordu. Kötü bir politika ama yine de bir politika. Bu, Sayın Netanyahu’nun Hamas’ı güçlendirmenin Filistinlilerin siyasetinde bir karşı ağırlık yaratarak Filistin Yönetimini zayıflatacağı ve böylece kendisini herhangi bir diplomatik süreçte Filistinlilerle uğraşmak zorunda kalmaktan muaf tutacağı yönündeki çok aleni, çok tutarlı ve çok hatalı konseptinin bir parçasıydı.

Mart 2019’da Likud parlamento grubuna konuşan Netanyahu, “bir Filistin devletinin kurulmasını engellemek isteyen herkesin Hamas’ı desteklemesi ve Hamas’a para aktarması gerektiğini” söyledi. Bundan bir yıl önce, 2018’de kabinesi Katar’dan Hamas’a para transferini onaylamıştı. Netanyahu’nun şimdi bu politikayı inkâr etmeye ya da yumuşatmaya çalışması, onun manipülatif ve yalancı karakterine yakışan bir davranış. Ancak çok sayıda insan gerçekleri biliyor ve Katar’a yönelik hiçbir saldırı bunu değiştirmeyecek.

Katar’a yönelik bu suçlama Washington’da da yavaş yavaş ortaya çıkıyor ve Körfez suç ortaklığı iddiası sorgulanıyor. Ancak ABD Hava Kuvvetleri Katar’da devasa el Udeid Hava Üssü’nü ve aynı zamanda ABD Merkez Komutanlığı’nın (CENTCOM) ileri karargahını bulunduruyor. Bu, Katar’a daha kapsamlı bir bakış açısına katkıda bulunuyor.

Washington’da, savaş sonrasında Ortadoğu’nun jeopolitik manzarasına ilişkin daha geniş bir perspektifin şekillendirilmesine yönelik- yavaş da olsa- bir süreç var ve bu süreç İsrail tarafından hâlâ inkâr ediliyor. ABD, savaşı iki rakip eksenin oluşması ve güçlenmesi için bir katalizör olarak görüyor: Rusya’nın desteği ve akıl hocalığıyla İran, Suriye, Hizbullah, Hamas ve Yemen’deki Husileri kapsayan anarşi, düzensizlik ve terörizm ekseni. Diğer tarafta Amerikalıları, Suudi Arabistan’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’ni, Mısır’ı, İsrail’i ve evet Katar’ı kapsayan ‘düzen ekseni’ diyebileceğimiz eksen.

Katar birçok açıdan bölgesel dış politikası ve ABD, Suudi Arabistan, Hamas ve İsrail ile açık iletişim kanallarıyla benzersiz konumda. Yeniden yapılandırılan bölgede merkezi bir rol oynayacak.

Müslüman Kardeşler hareketiyle olan ilişkileri ve bu hareket üzerindeki etkisi nedeniyle Katar, Ortadoğu siyasetinde bir tür “kararsız devlet” haline geldi. Bu açıdan, Amerikalıların başını çektiği düzen eksenine dahil edilebilir.

Jason Pack, Kasım ayında Foreign Policy’de şöyle yazmıştı: “Bölgesel barışa giden yol Doha’dan geçiyor. Katar sadece Hamas’ın siyasi kanadının ikamet ettiği yer değil, aynı zamanda Hamas’ın kumbarası ve uluslararası finans sistemine giriş noktası. Dolayısıyla sadece Katar Hamas’ı dizginleyebilir, yenilmiş bir Hamas’ın tekrar dirilmemesini garanti edebilir ve Sünni Arap güçlerinin istikrarsızlaştırıcı Rus ve İran vekillerine karşı birleşmesini sağlayabilir.”

Aynı zamanda “Rant İslamcılığı: Müslüman Kardeşler’in Körfez Monarşilerindeki Etkisi” kitanının yazarı Courtney Freer’dan da alıntı yapıyor: ‘Katar liderliğinin, [devlet dışı İslamcı] gruplarla bağlarını sürdürme arzusu mutlaka onları desteklemek için değil, aynı zamanda arabuluculuğu kolaylaştırmanın bir yolu olarak nüfuzunu güçlendirmek istemesinden de kaynaklanıyor.”

Bu Katar’ın elinde tutmak ve genişletmek isteyeceği bir rol. Ancak eleştirmenler Doha’nın Hamas’ı ayakta tutmak gibi bir çıkarı ya da ideolojik bir eğilimi olduğunu iddia ediyor. Bu hiç mantıklı değil.

Bu, 7 Ekim’de ve sonrasında yaşananlar göz önüne alındığında, tamamen yanlış yönlendirilmiş, art niyetli bir eleştiri ve asıl amacı sorumluluğu Sayın Netanyahu’dan uzaklaştırmak. Aslında bu, Katar’ın dış politikasına ve arabulucu ve yumuşatıcı olma imajına da aykırı. Hamas 7 Ekim’de Katar’ın konumunu tehlikeye atmış ve prestijini zedelemişken, Gazze’ye katliam ve yıkımdan başka bir şey getirmeyen bir terör örgütünü yeniden canlandırmakta Katarlıların ne çıkarı olabilir ki?

Savaş sonrası Gazze’nin bir kondominyum (paylaşılan geçici egemenlik), uluslararası mütevelli heyeti veya sınırlı uluslararası güce sahip olması konusunda Katar’ın Suudiler, BAE, Mısır ve Filistin Yönetimi ile birlikte öne çıkması gerekecek. Daha geniş jeopolitik haritaya gelince, 7 Ekim’den önce tartışılan ABD-Suudi-İsrail üçlü anlaşması şimdi daha aciliyet kazanmış olabilir. Ancak bu anlaşma Katar’ı da içerebilir ve içermeli.

Katar 1996’da İsrail ile diplomatik ilişki kuran ilk Körfez ülkesi oldu (İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki Dökme Kurşun Operasyonu nedeniyle 2009’da ilişki koptu). Ağustos 2023’te Katar Başbakanı Muhammed bin Abdurrahman es-Sani, “İsrail’le savaşımız yok, İsraillilerin Filistinliler üzerinde bir işgali var” dedi. İsrail’in Katar’a yönelik saldırılarını azaltması akıllıca olacaktır, tıpkı bazı Kongre üyelerinin yapması gerektiği gibi. Stratejik hususlar çok daha önemli.

DÜNYA BASINI

“İsrailli yetkililer hakkında yakalama kararı almaması UCM’nin sonunu getirebilir”

Yayınlanma

Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Kerim Han’ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında yakalama kararı talep etmesinin üzerinden 5 ay geçmesine rağmen karar henüz çıkmadı. E. BM yetkilisi Moncef Khane, bugüne kadar sadece Afrikalıları yargılayan ve sadece Batı’nın hedef aldığı bir ülkenin “beyaz” lideri hakkında yakalama kararı çıkaran UCM’nin meşruiyetinin zaten sarsılmış olduğuna dikkat çekiyor. İsrailli yetkililer hakkında adım atmaması durumunda mahkemenin sonunun gelebileceğine dikkat çekiyor.

***

UCM’nin güvenirliği pamuk ipliğine bağlı

Eğer mahkeme İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Yoav Gallant hakkında tutuklama kararı çıkarmazsa, halihazırda zaten sarsılmış olan meşruiyetini de kaybedecek.

Moncef Khane

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Roma Statüsü’nün 2002’de yürürlüğe girmesiyle birlikte savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırımın cezasız kaldığı döneminin kapanacağına dair bir umut doğmuştu.

Yirmi iki yıl sonra, Gazze’deki kitlesel zulümden sorumlu olanlara karşı hızla harekete geçme çağrılarını görmezden geldiği için mahkemenin uluslararası meşruiyeti tehlikede. Mayıs ayında UCM Savcısı Kerim Han mahkemeden İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant ile birlikte üç Hamas lideri hakkında tutuklama emri çıkarılmasını talep etti. İsrail’in soykırıma varan şiddeti nedeniyle Gazze’de artan ölü sayısına ve yıkıma rağmen UCM henüz bir karar vermedi.

Savaş suçlarını yargılayacak daimî bir uluslararası mahkeme fikri, ilk olarak I. Dünya Savaşı’nın ardından galip devletlerin hukuk çevrelerinde ortaya çıktı, ancak hayata geçirilemedi. Tahminen 75-80 milyon insanın ölümüne neden olan 2. Dünya Savaşı’ndan sonra çeşitli “adalet” kavramları ortaya atıldı.

SSCB, ABD ve İngiltere devlet başkanlarının savaş stratejisini görüşmek üzere bir araya geldikleri 1943 Tahran Konferansı’nda Sovyetler Birliği lideri Joseph Stalin, Alman komuta kademesinden en az 50.000 kişinin ortadan kaldırılması gerektiğini öne sürdü. ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in şaka yollu 49.000 kişinin idam edilmesi gerektiği yanıtını verdiği bildirildi. İngiltere Başbakanı Winston Churchill ise savaş suçlularının bireysel sorumlulukları nedeniyle yargılanması gerektiğini savundu.

Sonunda müttefikler, sırasıyla 24 Alman ve 28 Japon askeri ve sivil liderini suçlayan Nürnberg ve Tokyo askeri mahkemelerini kurdu. Ancak müttefik güçlerin hiçbir lideri ya da askeri komutanı savaş suçları nedeniyle yargılanmadığı için bu, özünde galiplerin adaletiydi. Sonuçta bu mahkemeler, tartışmalı bir şekilde, saldırı savaşları yürüten ve soykırım yapanların yargılanmasına yönelik sembolik bir girişimdi.

Takip eden on yıllar boyunca, savaş suçlularının adalet önüne çıkarılması için böyle bir uluslararası çaba gösterilmedi. Dolayısıyla, örneğin, sömürgeci ve emperyal güçlere karşı ayaklanan halkların katilleri hiçbir zaman yargılanmadı.

Uluslararası adalet kavramı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1991-1995 ve 1998-1999 yılları arasında eski Yugoslavya’da işlenen suçlar ve 1994 Ruanda soykırımı için iki ad hoc mahkeme kurmasıyla 1990’larda yeniden canlandı. Bu mahkemeler amaçlarına hizmet etse de Batılı güçlerin hâkim olduğu Güvenlik Konseyi tarafından kurulmaları nedeniyle etkinliklerini, maliyetleri ve bağımsızlıkları sorgulandı.

Burada da “galiplerin adaleti” kavramı özellikle Yugoslavya mahkemesinin kararları üzerinden yeniden gündeme geldi. Zira mahkeme özellikle 1999’da NATO’nun Federal Yugoslavya Cumhuriyeti’ne karşı düzenlediği yasadışı gibi görünen bombalama kampanyasını yargılamak bir yana soruşturmadı bile.

Ruanda mahkemesi ise Batılı güçlerin soykırımdaki olası suç ortaklığını ve/veya 1948 Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi uyarınca soykırımı önleme veya durdurmadaki başarısızlıklarını soruşturmadı.

Bu bağlamda, 1998’de imzalanan ve 2002’de yürürlüğe giren Roma Statüsü, savaş suçu, insanlığa karşı suç ve soykırım işleyenlerin, çatışmada hangi tarafta olduklarına bakılmaksızın yeni mahkeme tarafından yargılanacağı umudunu doğurdu.

2018 yılında, niteliği, ağırlığı ve ölçeği itibariyle Birleşmiş Milletler Şartı’nın ihlalini teşkil eden bir saldırı eyleminin planlanması, hazırlanması, başlatılması veya icrası olarak tanımlanan saldırı suçu da mahkemenin yargı yetkisine eklendi.

Ancak UCM’ye yönelik büyük umutların boşa çıkması uzun sürmedi. Roma Statüsü’nü imzalayan bazı ülkeler artık Taraf Devlet olmak istemediklerini resmen beyan ederek yükümlülükten kurtuldular. Bunlar arasında İsrail, ABD ve Rusya Federasyonu da vardı. Çin ve Hindistan gibi diğer büyük güçler ise tüzüğü imzalamadılar bile.

UCM’nin ilk 20 yılında yargılamaya çalıştığı 46 şüphelinin tamamının, aralarında devlet başkanlarının da bulunduğu Afrikalılardan oluşması da UCM’nin güvenirliğine yardımcı olmadı.

Bu statüko ilk kez Haziran 2022’de, mahkemenin 2008’deki Rusya-Gürcistan savaşı sırasında savaş suçu işlemekle itham edilen ayrılıkçı Güney Osetya bölgesinden üç Rus yanlısı yetkiliyi suçlamasıyla kırıldı. Bir yıl sonra, Mart 2023’te mahkeme, Başsavcı Han’ın talebinden sadece 29 gün sonra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin için tutuklama kararı çıkararak sansasyonel bir hamle yaptı.

Karar esasında oldukça şaşırtıcı. Şubat 2022’den bu yana Ukrayna’da devam eden savaşın ölümcüllüğüne ve sivil hedeflere yönelik saldırıların rapor edilmesine rağmen, yakalama emri Putin’in “nüfusun (çocukların) yasadışı sınır dışı edilmesi ve nüfusun (çocukların) Ukrayna’nın işgal altındaki bölgelerinden Rusya Federasyonu’na yasadışı transferi” konusundaki “bireysel cezai sorumluluğu” iddiasıyla çıkarıldı.

BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerinden birinin görevdeki başkanına karşı çıkarılan yakalama emri kendi başına UCM’nin bağımsızlığının ve delillerin götürdüğü yere gitme kararlılığını gösterebilirdi. Ancak Batı ile Rusya arasındaki açık psikolojik savaş göz önüne alındığında, mahkemenin kararını genellikle Batılı destekçilerinin etkisinin bir başka kanıtı olarak görüldü.

Mahkeme, İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarla ilgili ezici deliller doğrultusunda harekete geçseydi, bu algı hafifletilebilirdi. 2018’de Filistin Devleti, UCM’ye, “mahkemenin yetki alanına giren geçmişte, halen ve gelecekte işlenen tüm suçların soruşturulması” için başvuruda bulundu. Mahkemenin, Mart 2023’te Filistin Devleti’nde “duruma ilişkin soruşturma” başlatabileceğine karar vermesi beş yıl sürdü.

Kasım 2023’te, Güney Afrika ve beş ülke UCM’ye bir başvuruda daha bulundu ve ardından Başsavcı Han, 2023’te başlatılan soruşturmanın “7 Ekim 2023’te meydana gelen saldırılardan bu yana tırmanan düşmanlık ve şiddeti de kapsadığını” doğruladı. Han, Gazze’de işlenen savaş suçları konusunda Netanyahu ve Gallant’ın kişisel sorumluluğuna dair oldukça fazla delil olmasına rağmen, mahkemeden tutuklama kararı talep etmesi yedi ay sürdü. Aynı talebi, ikisi daha sonra İsrail tarafından öldürülen üç Hamas lideri için de yaptı.

ABD’nin ve İsrail’in yurtdışında suikastlar konusunda uzmanlaşmış kötü şöhretli istihbarat teşkilatı Mossad’ın desteğini arkasına alan Netanyahu’nun tutuklanmasını talep etmenin zaman ve cesaret gerektirdiği söylenebilir. Mayıs ayında İngiliz The Guardian gazetesi, Han’ın selefi Fatou Bensouda’nın “bir dizi gizli toplantıda” Mossad’ın o dönemki başkanı ve “Netanyahu’nun en yakın müttefiki” Yossi Cohen tarafından tehdit edildiğini ortaya çıkardı.

Cohen, Bensouda’yı “savaş suçları soruşturmasından vazgeçmeye” zorladı ve iddiaya göre ona şöyle dedi: “Bize yardım edersen biz de sana göz kulak oluruz. Kendinin ya da ailenin güvenliğini tehlikeye atacak işlere bulaşmak istemezsin.”

Bensouda, mevcut soykırım savaşından önce işlenen savaş suçları iddialarını soruşturduğu için tehdit edilmiş ve şantaja uğramışsa, Han’ın karşılaştığı veya korktuğu gerçek ya da farazi baskı ve tehditleri ancak tahmin edebiliriz.

Görevini yerine getirdiğine göre, yakalama kararının çıkarılıp çıkarılmayacağına karar vermek ön yargılama dairesinin üç yargıcına düşüyor. Bensouda ile aynı tehditlerle karşı karşıya olup olmadıkları bilinmiyor, ancak Netanyahu ve Gallant için tutuklama kararının daha fazla gecikmeden çıkarılmaması halinde UCM’nin güvenirliğinin de tehlikeye gireceğinin farkında olmalılar. Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım ve saldırı suçu işlediklerine dair açık ve olağanüstü miktardaki kanıtlar, sorumluluklarından kaçmaları durumunda UCM’nin sonunu getirebilecek kadar güçlü.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şöhret akademisyenler

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Neoliberal sermaye birikim rejiminin yükseköğretime ilk yansıması, eğitim harcamalarına yeni “paydaşların” dahil edilmesiyle olmuştu. O güne dek devletin üstlendiği mali külfetin öğrencilere yüklenmesi ile somutlaşan bu pratik, neoliberal devletin, eğitimi piyasa toplumunun sürekli bir unsuru haline gelecek şekilde dönüştürme hedefinin en açık yüzüydü. Yüzyıllar boyunca aklın olgunlaşması ve derinlemesine sorgulama ile karakterize olan ve bu yönüyle insanı ve toplumu yeniden yaratabilme potansiyelini barındıran (bilimsel) eğitim, kapitalist rekabetin yoğunlaştığı ve teknolojik yeniliklerin baş döndürücü bir hızla ilerlediği 1980’lerden itibaren ticarileştirme saldırısıyla karşı karşıya kaldı. Bir aydınlanma kurumu olarak tarih boyunca din, devlet ve piyasa karşısında göreli bir özerkliğe sahip olup bilimsel bilgi üretimini tüm insanlığın yararına sunması beklenen üniversiteler, “minimal devlet”çilerin gözünde artık kâr kaynağı, ihraç getirisi ve rekabet alanı idi.

Küresel kapitalizmle bütünleşmeyi “dünyayla bütünleşme” olarak satan piyasa ideolojisinin tam yörüngesinde, birkaç on yıl içinde, var oluş amacından ve bir sosyal kurum olma niteliğinden bütünüyle koparak neredeyse sadece network girişimleri, uydu kampüsler, şirketlere/markalara özel erişim ve uluslararası fonlara katılım gibi eğitim dışı büyük sermaye projeleri ile anılır oldular. Artık karşımızda “sosyal” mülahazalarla mesafelenmiş, piyasanın arzularını kışkırtan, bire bir şirket gibi çalışan piyasa odaklı işletmeler vardır.

Oxford Üniversitesi’nde Hint Tarihi alanında çalışan Profesör Faisal Devji tarafından kaleme alınan ve aşağıda çevirisini verdiğimiz bu makale, akademik yıldızların lüks, şatafat ve ayrıcalıklar iklimi ile şekillenen finansman modelinin nasıl ayrılmaz bir parçası haline geldiğini anlatırken akademik şöhreti de Hollywood şöhretiyle karşılaştırmalı olarak tartışıyor.

Son olarak, her ne kadar 2020 yılında yazılmış olsa da, eğitime dönük piyasacı saldırılar devam ettiği müddetçe bu makalenin tartıştığı meselelerin güncelliğini ve geçerliliğini korumaya devam edeceğini de belirtmemiz gerek.


Şöhret akademisyenler

Faisal Devji
Hurst
29 Mayıs 2020
Çev. Leman Meral Ünal

Neoliberal 1990’larda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir model haline geldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhret akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar.

Neoliberalizmin kurumsallaştığı 1990’lı yıllarda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir modeldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhretli akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar. Üniversitenin piyasalaşması, yüksek öğretim öğrencilerden alınan astronomik eğitim harçlarıyla ayan beyan ortaya serilirken, üniversiteler de sadece bir eğitim programı sunmanın ötesine geçerek, şatafat, çevre edinme [networking] ve markalara özel erişim vaat ederek öğrencileri cezbediyordu. Bu tanıdık sürecin ironisi ise, Beşeri ve Sosyal Bilimler [Humanities and Social Science] alanında çalışan ve neoliberalizmi, hatta kapitalizmin kendisini eleştiren akademik şöhretlerin, bizzat kendi isimlerini bu finansman tertibine ödünç vermeleriydi.

Şayet şöhret kültüründe radikalizmin metalaştırılması, üniversitenin ekonomik modelini süslemeye yaradıysa bile, bunun kurumsal sonuçları başka tür bir maskaralığı beraberinde getirdi. 1990’ların ilk yıllarında, Chicago Üniversitesi’ndeki profesörlerimden biri Hollywood’un akademide nasıl işlediğini irdelemeye girişmişti: Amerikalı akademisyenler eşitlik tasavvuruna demokratik bir ideal olarak inanmalarından dolayı, üniversite hayatını tanımlayan ve kurumsal liyakat testleriyle meşrulaştırılan entelektüel sıralamalara şüpheyle yaklaşıyorlardı. Tarafsız olduğu varsayılan “liyakat” fikrinde saklı olan sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini sorgulayarak, hiyerarşiyi anlamanın yeni bir yolunu mümkün kılmış oluyorlardı.

Tıpkı sinema yıldızları gibi akademik yıldızlar da bir tüketici kitlesine, yani aslında piyasaya bağlılar. İşte şöhreti demokratik kılan biraz da budur, çünkü şans ve dış görünüş bunda öylesine büyük bir rol oynar ki hemen herkes bu türden bir yıldızlık mertebesine ulaşma hayali kurar. Klişe bir tabirle, herkesin başına gelebilir, tıpkı piyango tutturmak gibi. Yine piyangoda olduğu gibi, şöhret olma vaadi, bunu arzulayanların kendi yoksunluklarına katlanmalarını, mesleğin yoksunluğunu ise kalıcı olarak kabul etmelerini gerektirir. Hollywood, Amerika’da hiyerarşinin kabul edilebilir olduğu belki de tek biçimdir; zira izleyici kitlesinin puta tapar gibi taptığı idollerden bir anda vazgeçebilmesi, bu hiyerarşiyi bir “armağan” haline getirir. Aynı şey politikacılar ve seçmenleri [arasındaki ilişki] için de geçerlidir. Zaten bunun dışında kalan her şeye de elitizm denir.

Ancak politikacılardan farklı olarak ve Hollywood yıldızlarına benzer şekilde, akademik şöhretin herkese hitap etmesi gerekmez. Beşeri ve Sosyal Bilimler’de şöhret, genellikle kendine has bir tavır veya görünüm, esrarlı bir kelime dağarcığı ve zorlayıcı fikirlerle karakterize edilen ayırt edici bir kişiliğin üretimi ve pazarlanmasıyla karakterize olur. Bunlar genellikle yurtdışından, özellikle de bahsi geçen on yılda [1990’lar] Fransa’dan ithal ediliyordu ve iyi talihle bağlantılı fetişler ve diğer esrarengiz maksatları içeriyordu. Ya da belki de, İngilizler karşısındaki tarihsel yenilgilerini unuttururcasına, Fransızların entelektüel şecerelerini sunmak suretiyle nihayetinde Amerika’yı fethettikleri bir tür hanedan evliliği versiyonlarını temsil ediyorlardı.

Ne var ki tıpkı Hollywood’da olduğu gibi, Avrupalılar sadece Amerika’da yıldız oldular. Bu parıltının bir kısmını kendi memleketlerine taşımış olsalar bile, kamu üniversitelerinin egemen olduğu ve nispeten şeffaf maaş skalaları ve tek tip ders yüklerine sahip yerlerde paralel bir şöhret sistemi kurulamamış oldu. Şöhretliler, en azından Beşerî ve Sosyal Bilimler’de, özel isimleri reddeden düşünce okullarına yöneldiler; ki bunların en önemlileri post-yapısalcılık, post-modernizm ve post-kolonyalizmdi. Bu isimler, şöhretlilerin entelektüel projesinin tamamlayan şeyin inşa etmekten çok eleştirmek olduğuna işaret ediyor ve onları kaçınılmaz olarak anti-temelci yaklaşıma zamklıyorlardı.

Yarattığı tüm hoşnutsuzluklar bir yana, akademik şöhret, entelektüel sıralamanın ve ayrıcalığın görünüşte daha demokratik ve kesinlikle daha eğlenceli bir biçimini temsil ediyordu. Zira bu ün, eleştirmenler kadar taliplerinin zihninde de elitistlik ve kurumsal liyakat kriterlerinden ziyade şans, talih ve başka birtakım kaidelerle ilişkiliydi. İster Hollywood’da ister Harvard’da olsun, öyle ya da böyle yıldız, “keşfedilmesi” ve statüsüne karar verecek olan seyirciye sunulması gereken astrolojik bir figürdü. Diğer bir deyişle, yıldız olmayı mümkün kılan asıl şey alanında uzman, münhasır ve kurumsallaşmış meslektaşlarının yargısı değil, sinemaseverlerin, öğrencilerin ve genç meslektaşlarının genelleştirilmiş hayranlığı idi.

Ancak bu şöhret kültürü hem şöhret sisteminin kendisini hem de imparatorluk mertebesine yükselttiği akademisyenleri harcayacaktı. Bugün de aynı derecede zeki, üretken ve popüler akademisyenler var, fakat ufukta yeni akademik yıldızlar görünmüyor. 1990’ların eskileri ise ya yazmayı bıraktı ya da artık okunmuyorlar. Belki hâlâ önemli mevkilerdeler, genç meslektaşlarını himaye edebiliyorlar veyahut geniş bir hayran kitleleri var, ancak Paskalya Adası’ndaki başları hatırlatırcasına¹, sadece kaybolmuş bir geçmişin anıtları gibiler. Değişen Amerikan üniversiteleri mi, yoksa şöhretlilerin düşüşü, Hollywood’un ve yıldızları merkeze alan filmlerinin Y kuşağı öğrencileri arasındaki popülaritesinin azalmasıyla mı ilişkili?

Üniversiteler bu yıldızları, ne kadar kusur barındırırsa barındırsın [hâlâ] bir tür “eşitler cemaati” olarak işleyen profesörler topluluğunun üzerine çıkararak, gücü fakültelerden alıp yöneticilere kaydırmayı başardı. Şöhret olmanın cazibesi akademisyenlerin sadece meslektaşlarıyla aralarının açılmasına neden olmadı, aynı zamanda ünün getirdiği avantajlar ve ayrıcalıklarla sadakatlerini satın alan üniversite yönetimleriyle ortak bir zemin kurmalarını da sağladı. Artık bu şöhretlilerin takipçi kitlesi akademiyi eklesiyastik model gibi işleten senato ya da kardinaller koleji değil, ücret ödeyen öğrenciler ve onların anne babaları ile bu akademik ünlülerin genç meslektaşları ve tabii onların potansiyel halefleriydi.

Ne var ki akademisyenlerden müteşekkil bu konklav bir kez yok edildiğinde ya da en azından üniversitedeki karar ve güç merkezinden uzaklaştırıldığında, artık akademideki kalite kriterlerini de belirleyemez hale geldi. Bu da kriterlerin artık müşterilerden oluşan entelektüel pazar tarafından belirleneceği anlamına geliyordu. Akademik yıldızlar pazarı, geçerken belirtmek gerekir ki, çoğu zaman profesörler kurulunun koyduğu kurallara nazaran çok daha talepkâr olurdu, ancak tanımı gereği sınırlı bir pazardan söz ediyoruz. Akademik şöhretler, meslektaşlarının yargılarının altını oyarak akademisyenliğin daha da fazla piyasalaşmasına kapı aralarken bu durum eş anlı olarak onların da uzmanlaşmış becerilerini gözden çıkarılabilir kılıyordu. Dolayısıyla, namlı akademik çalışmaları şekillendiren “post” ön ekli entelektüel akımlar, yerini kolektif bir projeden ziyade bir okur piyasası tarafından değer biçilen bireylere bıraktı.

Bu dönüşümü, yeni entelektüel pazardaki akademik disiplinlerin gidişatında gözlemlemek mümkün. Edebiyat ya da dil bilimi gibi alanlar, 1990’larda akademik şöhretin zirvesindeyken, yeni şöhretler üretmenin yanı sıra Avrupa’dan yeni fikirlerin gelmesine de aracılık ediyorlardı. Bunun bir nedeni, kısmen felsefe gibi daha geleneksel disiplinlerin bu tür düşünürleri ağırlamakta isteksiz olmasıydı; tam da bu noktada karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinin diğer alanlardaki bizler için nasıl “trend belirleyici” olduğunu anımsıyorum. Dünün yıldızlarının bu ilk yuvaları, araştırmaların kalitesindeki düşüşten ziyade pazarlarının büyüklüğü nedeniyle de böylesi bir rol üstlenmeyi bıraktılar.

Yalnızca üç akademik alan, bilim, tarih ve iktisat, üniversite kapısının dışında da kayda değer bir izleyici kitlesine sahip; sosyoloji ve teoloji de bunlara eklenebilir belki. Popüler bilim, popüler tarih ve popüler iktisat aslında kendi başlarına birer alan olarak varlar ve her biri dünyanın dört bir yanındaki havaalanlarında çok sayıda kitap satıyorlar. Uzun süre boyunca, bu vasata hitap eden pazarların akademik dünyada önemsiz olduğu, sadece yazarlarına biraz da olsa para kazandırmak için var olan utanç verici uğraşlar olduğu düşünülüyordu. Bugün ise bu kesimler başlıca okuyucu kitlemiz haline geldiler ve bunu yaparken de bilim dışındaki disiplinlerden tarih ve iktisadı çağımızın akademik trend belirleyicileri arasına soktular.

Akademisyenlerin yanı sıra genel kamuoyunun ilgisini çekecek bir kitap yazmak pekâlâ mümkün ve pek tabii akademisyenlerin her zaman genel kamuoyuyla ilişki kurma yükümlülüğü var. Ancak bu genel kamuoyu, entelektüel güvenilirliği “etki” ve üretim hızı gibi ölçütlerle değerlendiren üniversitelerin birincil kitlesi haline geldiğinde, akademisyenliğe dair çok önemli bir yön kaybedilmiş demektir. Uzmanlaşmış bir kitle için yazmaya giderek daha az ilgi duyan akademisyenler, yaptıkları işin git gide küçülerek zayıflamasına katkıda bulunmakta ve sonuç olarak yeni bilgi üretme olasılıkları giderek azalmaktadır – ya da sadece dijitalleşme ve kelime işlemcilerinin sağladığı imkânlarla yeni bilgi yığınları üretebilirler.

Akademik yıldızlar, en azından, meslekten olmayanlara hitap etmek zorunda kalmasalardı bu sayede entelektüel riskler almaya daha istekli olurlardı. Oysa genel okuyucu kitlesi için yazmanın sorunu, ajanslar tarafından satılan ve ticari yayınların editörleri tarafından düzeltilen kitapların -muhtemel ki- daha güvenilir olmasıdır. Ya da daha çok ilgi ve satış uğruna “kışkırtıcı” olabilirler. Velhasıl her iki durumda da birbirine benzeme eğilimindedirler; iki ya da üç kelimelik başlıkları, ardından “nasıl” ile başlayan ve tarih için geçmiş, ekonomi için ise gelecek zaman kipiyle kullanılan daha uzun bir cümle… Bu durum bilhassa hükümet politikalarını etkilemeyi amaçlayan kitaplar için geçerli; politikacılardan ve devlet bürokratlarından farklı ve onlara meydan okuyan bir retorik kullanmak yerine, büyük ölçüde onların dilini ve üslubunu tuttururlar.

Bu türden “değerli” çalışmalar, benim alanım da dahil olmak üzere birçok disiplinde artık bir ideal haline geldi. Bu çalışmalarda yanlış bir şey yok, fakat heyecan verici ya da çığır açıcı olma eğiliminde de değiller. Belki daha da önemlisi, akademik uzmanlaşmayı daraltarak onu daha yüksek düzey bir gazetecilik türü haline dönüştürüyor. Neoliberalizmin zafer yürüyüşüyle aynı döneme denk gelen şöhret akademisyenliğin altın çağı, Soğuk Savaş’ın son günlerinde başladı ve Terörizmle Savaş’ın erken dönem salvolarıyla sona erdi. Tüm bunlarla birlikte ise, profesörlüğün özerkliğinin yok olması, akademik yıldızların kayışına ve akademisyenliğin bir “evet adamlığı” olarak yükselişine yol açtı.


¹ Moai. Şili’nin yaklaşık 3700 km batısındaki Paskalya Adası’nda bulunan ve çoğunluğu sadece kafadan oluşan som taştan devasa heykeller. (ç.n)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FT: İsrail birlikleri Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyecek

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber, İsrail’in Hizbullah bahanesiyle sınırlı olduğunu iddia ettiği Lübnan işgalinin daha da derinleşebileceğinin sinyallerine yer veriliyor. Haber, çoğu İsrailli uzman ve Batılı yetkililerin görüşleriyle destekleniyor.

***

İsrail’in Lübnan’da artan saldırıları uzun süreli savaş korkularını körüklüyor

Tahliye emirlerinin boyutu ve değişen söylemler, komşu ülkeye daha derin bir müdahaleye işaret ediyor.

James Shotter, Neri Zilber, Andrew England 

İsrail’in 98. tümenine bağlı askerler yaklaşık yirmi yıl sonra Lübnan’a ilk kez girdiklerinde İsrailli yetkililer operasyonu “sınırlı, yerel ve hedefe yönelik” olarak nitelendirmişti.

Ancak geçen hafta içinde İsrail’in Hizbullah’a yönelik kara saldırısının boyutu hızla büyüdü. 98. tümen, üç diğer tümenle desteklendi ve binlerce İsrailli asker, batıdaki Rosh Hanikra’dan doğudaki Misgav Am’a kadar çeşitli noktalardan Lübnan’a ilerledi.

Aynı zamanda İsrailli liderler de kendilerini neyin beklediği konusunda söylemlerini sertleştirdiler. Başbakan Binyamin Netanyahu salı günü Lübnanlıları Hizbullah’a karşı ayaklanmaya çağırdı ve bunun alternatifinin “Gazze’de gördüğümüz gibi yıkım ve acıya yol açacak uzun bir savaş” olduğu uyarısında bulundu.

İsrail’in siyasi liderliğinden gelen değişen söylemler ve ordunun tahliye emirlerinin boyutu -Financial Times’ın hesaplamalarına göre, Lübnan’da sınır köylerinden 60 km kuzeydeki kıyı bölgelerine kadar 110’dan fazla alanı kapsıyor- bölgedeki ve batılı başkentlerdeki yetkililer, saldırının yakında sona ereceğine dair umutlarını yitirmiş durumda.

Batılı bir yetkili “İki hafta önce İsrailliler birkaç haftalık sınırlı bir kara harekâtından söz ediyorlardı ama bu iki hafta her geçen gün uzuyor gibi görünüyor. İsrail’in [5 Kasım’daki] ABD seçimlerinden önce duracağına dair umut yok gibi.”

İsrail ordusunun Lübnan’ın güneyindeki işgali ve yıkımı belgelendi

İsrailli askeri yetkililer şimdilik kara harekatının tam niteliği ve ölçeği konusunda ketum davranıyor ve ayrıntıların çoğunu savaşın sisi ve askeri sansürün gölgesinde gizleniyor. Ancak operasyonların hedefe yönelik olduğunda ısrar ediyorlar ve İsrail güçleri, Akdeniz kıyısından İsrail birliklerinin işgali başlattığı Metula çevresindeki tepelik araziye kadar yılan gibi kıvrılan ve iki ülkeyi ayıran BM tarafından belirlenmiş “Mavi Hat”tın nispeten yakınında kalmaya devam ediyor.

İsrail’in ilerleyişini gösteren yüksek çözünürlüklü uydu görüntüleri 100 km’lik sınırın tamamı için mevcut değil. Ancak Marun er-Ras bölgesinden alınan görüntülerde İsrail tankları ve diğer araçların Lübnan içinde kısa bir mesafede ilerlediğini gösteriyor. Yaklaşık 27 araçlık bir grup sınırın 250 metre içinde, başka bir daha küçük grup ise sınırın bir km kadar içine girmiş durumda. Diğer görüntüler, İsrail güçlerinin Avivim ve Yiron köyleri yakınında sınırı ihlal ettikleri noktaları gösteriyor.

İsrailli yetkililere göre bu saldırının amacı, Hizbullah’ın sınır ötesi saldırı tehdidini ortadan kaldırmak ve İsrail topluluklarına yönelik tanksavar füzeleri gibi silahların doğrudan ateş hattını temizlemek, böylece çatışmalar nedeniyle yerinden edilen İsraillilerin evlerine dönmesini sağlamak.

Birçok Lübnanlı, ABD’nin İsrail’in Hizbullah’a karşı artan saldırılarına yeşil ışık yaktığından endişe ediyor. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Matthew Miller bu hafta Washington’ın “Hizbullah’ın kapasitesini azaltma çabalarında İsrail’i desteklediğini” belirtti. Ancak Miller, “nihayetinde bu çatışmaya diplomatik bir çözüm bulmak istediklerini” de ekledi.

WSJ: ABD, İsrail’in Lübnan işgalini fırsata çevirmeye çalışıyor

Hizbullah geçen yıl Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından sonraki günlerde İsrail’e ateş açmaya başlamış, 50’den fazla kişinin ölümüne yol açmış ve 60 bin İsrailliyi kuzeydeki evlerini terk etmek zorunda bırakmıştı. O tarihten bu yana geçen bir yıl içinde İsrail’in Lübnan’a düzenlediği saldırılarda iki bin 100’den fazla kişi öldü ve çoğu son birkaç hafta içinde olmak üzere bir milyon 200 binden fazla kişi yerinden oldu. Bombardıman aynı zamanda büyük bir yıkıma yol açarak sınıra yakın köy ve kasabaları yerle bir etti.

Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Ehud Yaari, İsrail’in saldırısını, Mavi Hat’tın kuzey tarafında, kara birlikleri ile iki km derinliğindeki bir şeritte hava saldırılarından daha kolay tespit edilen hedeflere yöneltilen bir “öğütücü” olarak nitelendirdi.

İsrailli yetkililer çatışmaların ilk haftasında 500 Hizbullah savaşçısının ve dokuz İsrail askerinin öldürüldüğünü iddia ediyor.

Yaari şöyle dedi: “Hizbullah’ın sınır bölgesinde kurduğu sistemleri yerle bir ediyorlar. Güçler tek bir şeye odaklanmış durumda: Hizbullah’ın bu bölgedeki tüneller, sığınaklar, silah ve mühimmat depoları gibi şaşırtıcı büyüklükteki askeri altyapısını yok etmek.”

“Bu sistemlerin bazıları köylerin içinde, ancak diğerleri bu sistemleri gizlemek için kullanılan sık çalılık ve çalılıklarla dolu kırsal alanlarda bulunuyor” diye ekledi.

Sınır boyunca yürütülen operasyonlara İsrail ordusunun İran’ın Hizbullah güçlerine ikmal yapma girişimlerini engelleme çabaları da eşlik ediyor. İsrail geçen ay saldırılarını genişlettiğinden beri jetleri Lübnan ile Suriye arasındaki sınır kapılarını ve Suriye’nin güneyindeki diğer hedefleri defalarca bombaladı. Ayrıca örgütün güçlü olduğu Bekaa Vadisi’ndeki Hizbullah hedeflerini de vurdular.

İsrail’e BM askerini vurmak bile serbest

Cuma günü İsrail jetleri Suriye ile Lübnan arasında 3,5 km uzunluğunda bir tüneli imha etti. İsrailli yetkililer tünelin Hizbullah’ın silah sevkiyatı yapmakla görevli 4400 numaralı birimi tarafından kullanıldığını söyledi. Geçen hafta başında İsrail Beyrut’ta düzenlediği bir hava saldırısında birimin komutanı Muhammed Cafer Kasır’ı öldürmüştü.

Eski bir İsrail Savunma Kuvvetleri istihbarat yetkilisi olan ve şu anda Meir Amit İstihbarat ve Terörizm Bilgi Merkezi’nin başında bulunan Shlomo Mofaz, “Suriye’den Lübnan’a ve Irak’tan Suriye’ye giden tedarik zincirini kesiyoruz” dedi.

İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal ederek ülkenin güneyinde 18 yıl süren bir işgale dönüşmesi de dahil daha sonra genişleyen operasyonlar başlatma geçmişi ve kuvvetlerinin sınırlı kayıplar verdiği göz önüne alındığında, batılı yetkililer İsrail birliklerinin eninde sonunda Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyeceğini düşünüyor.

Salı günü sosyal medyada yayınlanan görüntülerde İsrail askerlerinin Marun er-Ras’ta ülke bayrağını göndere çektiği görülüyordu.

İsrailli yetkililer, 2006’daki son savaşın sonunda kabul edilen ancak iki tarafın da uygulamadığı 1701 sayılı BM kararında öngörüldüğü üzere, nihai hedeflerinden birinin Hizbullah’ı Mavi Hat’tın 30 km kuzeyine kadar uzanan Litani nehrinin gerisine itmek olduğunda defalarca ısrar ettiler.

Ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda muğlak kaldılar.

Batılı bir yetkili şunları söyledi: “Bence İsrailliler Hizbullah’a mümkün olduğunca çok zarar vermek ve sınır ile Litani nehri arasında mümkün olduğunca çok alanı temizlemek istiyor. Ancak bundan sonrası net değil.”

“Şimdi durmalarını ve zaten büyük ölçüde üzerinde anlaşılmış olan siyasi bir planı kabul etmelerini istiyoruz. Ancak öyle görünüyor ki askeri başarıları onları devam etmeye teşvik ediyor.”

Hizbullah: Bizim için tek çözüm direnmek

Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı ve Washington’daki Amerika Ulusal Güvenlik Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Yaakov Amidror kara harekâtının nasıl gelişeceğinin siyasi ve askeri bir mesele olduğunu söyledi.

Ancak operasyonun askeri “mantığının” Hizbullah’ın Litani’nin güneyindeki varlığını kuşatmak ve yok etmek, ardından da geri dönmesini engellemek olduğunu söyledi.

Amidror şunları söyledi: “Başka cephelerde başka sorunlarımız varken, mevcut koşullarda bunu yapabilir miyiz? Daha uzun bir savaşa İsrail’in tepkisi ne olur? İsrail’in en azından güneyde Hizbullah’ı ezme planına devam ettiği açıkken dünyanın tepkisi ne olur? [Ama] askerî açıdan bakıldığında kara kuvvetleriyle yapılacak bir işgali haklı çıkarabilecek tek mantık bu.”

Mofaz, İsrail’in saldırısının hala Hizbullah’ı yok etmekten ziyade zayıflatmayı ve ardından ABD ve Fransa gibi uluslararası oyuncuların desteğiyle Hizbullah’ın Güney Lübnan’a dönmesini engelleyecek bir siyasi anlaşmaya ulaşmayı amaçladığına inandığını söyledi.

Ancak İsrail’in önceki operasyonlarının bunun değişebileceğini gösterdiğini de sözlerine ekledi: “Şimdilik bu sınırlı bir operasyon. Ancak Lübnan’da nerede ve ne zaman başlayacağınızı bilirsiniz. Ama ne zaman ve nerede bitireceğinizi asla bilemezsiniz.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English