Bizi Takip Edin

Görüş

Suriye’deki değişim Orta Doğu’nun manzarasını daha da değiştiriyor

Avatar photo

Yayınlanma

18 Aralık’ta, Suriye’nin başkentinin düşmesinden ve Beşar Esad rejiminin çöküşünden sadece on gün sonra, henüz iktidarı tam olarak ele geçirmemiş olan muhalefet, tüm düşmanlarından ön tanınma ve kabul gördü. Bu nadir rastlanan “siyasi ayrıcalık” göz kamaştırıcı ve bir ölçüde anlaşılması zor bir durum. On gün önce muhalefet güçleriyle doğrudan karşı karşıya olan Rusya ve İran’ın aniden tutum değiştirip eski düşmanlarıyla uzlaşmasını bir kenara bırakalım, Birleşmiş Milletler, ABD ve Avrupa Birliği gibi Heyet Tahrir el-Şam’ı (HTŞ) terör örgütü ilan edenler bile politikalarını tersine çevirerek bu güçlerin uzun süredir işlediği suçları seçici bir şekilde unutup onlarla doğrudan temas kurdular. Şimdi ise BM 2254 sayılı kararı çerçevesinde “Yeni Suriye”nin inşasını kolektif olarak desteklemeye hazırlanıyorlar.

Bir yılı aşkın süredir devam eden yeni Filistin-İsrail çatışması Orta Doğu’nun dengelerini derinden değiştirdiyse, “Suriye Savaşı 2.0” olarak adlandırılan bu durum, Filistin-İsrail çatışmasının “siyah kuğu olayı” olarak, bu dengenin daha da hızla değişmesine yol açacaktır.

Son Filistin-İsrail çatışması geçen yıl 7 Ekim’de patlak vererek “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nı tetikledi. Bu savaş, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “Yedi Hat Savaşı” ve benim tanımladığım “Sekizinci Cephe” olarak adlandırılan İsrail’in BM ile olan sivil ve askeri mücadelesini içeren bir hibrit savaş niteliği taşıyor.

Bu savaşa “Altıncı Orta Doğu Savaşı” denmesini onaylıyorum çünkü bu savaşın süresi, kapsamı, katılan güçler, kayıplar ve maddi zararlar ile küresel güvenlik ve istikrara etkileri açısından, 1948 ile 1982 yılları arasındaki beş Orta Doğu savaşından farklı olarak, tam anlamıyla büyük ölçekli bir bölgesel savaş niteliği taşıyor.

İlk beş Orta Doğu savaşı 1948’de Filistin’in bölünmesiyle başladı. O dönemde İkinci Dünya Savaşı yeni sona ermişti ve Soğuk Savaş düzeni henüz oluşmamıştı. Faşist Mihver güçlerini yenerek süper güç statüsüne yükselen ABD ve Sovyetler Birliği, Filistin meselesini kullanarak Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarını, İngiltere’yi ve Fransa’yı Orta Doğu’dan çıkarmayı ve yeni bir bölgesel düzen kurmayı hedefliyordu.

Bu sırada, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından doğan Arap devletlerinin sayısı sınırlıydı ve birlikten yoksundular. Bu durum, Filistin’in zorla bölünmesine ve Yahudilere Avrupa’daki zulüm ve katliamların bir tazmini olarak bir devlet kurulmasına yol açtı. İsrail’in kurulması, Arap halklarına ve Filistinli yerli halklara büyük bir adaletsizlik oluşturdu çünkü Yahudiler yaklaşık iki bin yıldır Filistin’de çoğunluk nüfusu oluşturmuyordu. Ancak büyük güçler, Birleşmiş Milletler adına “İsrail Devleti”ni Araplara, özellikle Filistinli Araplara empoze ettiler.

1956’da Süveyş Kanalı Savaşı patlak verdiğinde, ABD ve Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve İsrail’in Mısır’a yönelik ortak işgalini engellemek için işbirliği yaparak, İngiltere’nin Doğu Akdeniz ve Süveyş Kanalı üzerindeki kontrolünü daha da zayıflattılar.

1967 Altı Gün Savaşı, 1973 Yom Kippur Savaşı ve 1982 Lübnan Savaşı, ABD ve Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu üzerindeki hakimiyet mücadelesinin vekalet savaşlarıydı. Arap devletleri ya Sovyetler Birliği’ni takip ederek kaybedilen toprakları geri almaya çalıştı ya da kenarda durup tarafsız kalmayı tercih etti. Ancak İsrail her zaman “Orta Doğu’nun öksüzü” olarak kaldı.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın tarihi bağlamı ve bu savaşa dahil olan taraflar tamamen dönüşümsel bir değişim geçirdi. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 40 yılı aşkın bir süre sonra, Sovyetler Birliği’nin halefi olarak Rusya, Ukrayna-Rusya savaş alanına odaklanarak gücünün önemli ölçüde zayıfladığını gördü. Bu arada, ABD önceki üç Orta Doğu savaşında olduğu gibi İsrail’i desteklemeye ve savunmaya büyük çaba harcıyor. Arap ülkelerinin büyük çoğunluğu kenarda kalarak bu yeni, İsrail merkezli savaşa karışmaktan kaçınıyor. Ürdün, Suudi Arabistan ve BAE, nisan ayında İran’ın hava saldırısı sırasında İsrail’in savunmasına bile yardım etti.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı”nda İsrail’in ana rakibi artık Arap ülkelerinin koalisyonu değil, pan-Arap milliyetçiliğinden çok daha güçlü bir pan-İslamcı ton taşıyan “Direniş Ekseni”dir. İlk beş Orta Doğu savaşına katılmayan İran’ın Pehlevi hanedanı çoktan tarih oldu. 1979 devrimiyle iktidara gelen İslam Cumhuriyeti, uzun süredir İslami devrim ideolojisi ve Orta Doğu süper gücü olma hedefiyle İsrail ile vekalet ve gölge savaşları yürütüyor. Ancak, İsrail’in Suriye’deki İran diplomatik tesislerini bombalaması ve Tahran’da Hamas liderlerine suikast düzenlemesi, İran’ı açık alana çıkararak doğrudan çatışmaya sürükledi.

1973’ten bu yana Suriye, İsrail ile soğuk bir barış sürdürüyor ve İsrail’le tek başına yüzleşecek kapasiteye sahip değil. Ayrıca, 13 yıl süren iç savaşın ardından Suriye parçalanmış durumdaydı ve yalnızca İsrail-İran çatışmasının savaş alanı olarak pasif bir rol oynayabiliyordu. İran ve Suriye gibi iki devlet aktörünün yanı sıra Filistin’deki Hamas, Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki Husiler ve Irak’taki Halk Seferberlik Güçleri olmak üzere dört devlet dışı aktör, İsrail’e karşı direnişte ana rolü üstlenerek “Direniş Ekseni”ni oluşturdu.

Aynı zamanda, ABD, Birleşik Krallık ve Fransa, İsrail’i savunmaya devam etti ve İran ile Suriye’yi dizginlemek için yaptırımlar uyguladı. Sınırlı askeri operasyonlarla Yemen’deki Husileri ve Irak’taki Halk Seferberlik Güçlerini hedef alarak etkisiz hale getirdiler, ancak çatışmanın tırmanmasını ve genişlemesini dikkatle önlediler, özellikle Orta Doğu’daki bu yüzyıl tanımlayıcı savaşa sürüklenmekten kaçındılar.

Bu arada, Türkiye’nin desteklediği HTŞ ve Suriye Milli Ordusu (SMO) gibi çevresel aktörler, savaşın ilerleyen aşamalarında fırsat kollayarak bu yeni Orta Doğu savaşına dahil oldular. Başlangıçta kendileriyle doğrudan ilgisi olmayan bu savaştan önemli kazanımlar elde ettiler ve beklenmedik bir şekilde Beşar Esad rejimini devirdiler.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı” üç ana aşamada gelişti. İlk aşama, eylül ayına kadar tam bir yıl sürdü ve Gazze, ana savaş alanıydı. İsrail, Filistin’e yönelik “güney seferine” odaklandı. Eylülden kasım ayının sonuna kadar süren ikinci aşamada, İsrail, Lübnan’a yönelik “kuzey seferine” yoğunlaştı, Hizbullah’ın lider kadrosunu ve güçlerini hedef aldı, altyapısını yok etti ve Suriye üzerinden İran’a açılan stratejik hattı kesti.

Kasım ayı sonundan 9 Aralık’a kadar süren üçüncü aşamada, İsrail Hizbullah ile ateşkes sağladı ve Suriye’ye giriş-çıkış kara yollarını tamamen yok etti. Aynı zamanda, İsrail Suriye’nin kuzeybatısındaki askeri cephe hatlarına yoğun bombardıman düzenledi ve zaten zayıflamış ve morali bozulmuş olan Suriye ordusunun çökmesine neden oldu. Bu durum, altı aydır saldırı planlayan karma muhalefet güçlerinin önünü açarak, Şam rejiminin hızla dağılmasını sağladı.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı” Esad rejiminin çökmesine yol açtı ve tüm tarafları şaşırttı. Belki de İsrail, muhalefet güçlerini kullanarak Şam rejiminin kontrolünü daha da zayıflatmayı ve “Şii Hilali” ile “Direniş Ekseni”ni kırmayı amaçlamıştı. Muhalefet güçleri, düşmanlarının bu kadar savunmasız olacağını öngörememişti ve Esad’ı destekleyen Rusya ve İran’ın bu denli tükenmiş olmasını beklemiyorlardı. Alternatif olarak, Türkiye ve “Astana Süreci” çerçevesinde üç tarafın zaten bir anlaşma yapmış olması ve nihayetinde Esad rejiminin sonunu getirmek için işbirliği yapmaları da mümkün.

Beşar Esad rejiminin ani çöküşü, hem ABD’yi hem de İsrail’i şaşırttı. Bu nedenle ABD, B-52 stratejik bombardıman uçakları da dahil olmak üzere ağır silahlar kullanarak IŞİD’in kalan güçlerine ve kontrol altındaki bölgelere yoğun hava saldırıları başlattı. Bu arada İsrail, onlarca yıldır hoşgörüyle yaklaştığı Suriye savunma güçlerini tamamen yok etmek için tüm gücünü kullandı ve bu güçlerin yeni rejimin eline geçmesini önledi. İsrail ayrıca Golan Tepeleri’ndeki yasadışı işgalini genişletti ve savunma tampon bölgesini derinleştirmek amacıyla Şam’a daha da yaklaştı.

Sebep oldukça basit – HTŞ, El Kaide’den türemiştir ve ideolojisi “Cihatçı Selefilik” temellidir. ABD ve İsrail, ittifak tarafından “kötülük güçleri” ve tamamen yok edilmesi gereken “yeni haçlılar” olarak görülmektedir. İşgal altındaki toprakları geri almayı amaçlayan Esad rejimi ve Orta Doğu’daki jeopolitik etkisini genişletmeyi hedefleyen İran İslam hükümeti ile karşılaştırıldığında, en tehlikeli ve ölümcül tehdidin kim olduğu açıktır.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı” bir dizi zincirleme tepkiyi tetikledi ve “Suriye İç Savaşı 2.0″a yol açtı. Bu durum, El Kaide’nin Suriye kolunun beklenmedik zaferiyle sonuçlandı ve bu küresel düşmanın kazancı şok edici ve ironik bir dönüş oldu. Ancak bu yeni Orta Doğu savaşının tuhaf tarafı, Şam’ı ele geçirip bunu bir “İslami zafer” olarak ilan eden yeni yöneticilerin, İsrail’i düşman olarak görmeyeceklerini açıkça duyurmalarıdır. Yeni çatışmalar başlatma niyetinde olmadıklarını ifade ederek, bunun yerine tüm taraflarla normal ilişkiler kurmaya, istikrara, kalkınmaya ve yaşam koşullarını iyileştirmeye odaklandılar – sanki şeytanlar bir gecede meleklere dönüşmüş gibi.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı” sona yaklaşmış görünüyor ve Hamas’ın rehineleri serbest bırakması ve İsrail ile uzun vadeli bir ateşkese varmasıyla sonuçlanabilir. “Şii Hilali” zaten felç olmuş durumda, “Direniş Ekseni” tam anlamıyla geri çekiliyor ve Şam rejimi taraf değiştirmiş durumda. İsrail’in güçlü bir destekçisi olan Trump’ın göreve başlamasıyla, Orta Doğu’ya yönelik medya ilgisi, Filistin-İsrail çatışmasının başladığı Gazze’den Şam’a kayacak. Dünya, yeni rejimin tabanını istikrara kavuşturup kavuşturamayacağını, eski stratejik düşmanları olan ABD, Batı ve İsrail de dahil olmak üzere uluslararası toplumla hızla uzlaşıp uzlaşamayacağını ve BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı uyarınca kapsayıcı bir geçiş hükümeti kurup kuramayacağını yakından inceleyecek. Amaç, anayasa değişiklik sürecini yeniden başlatmak ve nihayetinde birden fazla etnik grup ve mezhebin bir arada yaşayabileceği, tüm tarafların çıkarlarını dengeleyen yeni bir Suriye inşa etmektir.

Teoride, “parçalanmış” bir Suriye’nin dönüşümü tamamen ya da büyük ölçüde Şam’daki yeni yöneticilerin iradesine bağlı değildir. Bunun yerine, Suriye satranç tahtasında daha önce kenara itilen ancak şimdi yeniden devreye giren ABD, Türkiye, Rusya, İran, İsrail ve Körfez Arap devletleri arasındaki pazarlıklara bağlıdır. Bu durum, küçük ülkelerin kendi geleceklerini bağımsız olarak belirleyemediği tarihsel gerçeği yansıtır. Bu, Orta Doğu’daki büyük güç rekabetinin kaçınılmaz bir sonucudur ve Orta Doğu meselelerinin sistematik olarak çözülememesinin temel bir engelidir.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın görünen kazananları, Suriye üzerindeki etkilerini ve kontrollerini genişleten İsrail ve Türkiye’dir. Ancak bu durum aynı zamanda iki ülke arasındaki rekabeti ve sürtüşmeyi artırarak, geleneksel İsrail-Arap ve İsrail-İran çatışmalarına yeni bir İsrail-Türkiye rekabeti boyutu eklemektedir. Uzun vadede bu, her iki ülkenin finansal ve kaynak yükünü kaçınılmaz olarak artıracak ve potansiyel olarak bölgesel genişleme politikalarını bir çıkmaza dönüştürebilir.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın görünen kaybedenleri ise Rusya ve İran’dır. Uzun süredir bağımsız bir şekilde nüfuz ettiği ve derinlemesine kontrol ettiği önemli bir Orta Doğu merkezini kaybetmişlerdir. Rusya açısından bu durum, ikinci bir cephe açma konusundaki sınırlamalarını ortaya koyar ve küresel bir güç olarak azalan etkisini vurgular. En azından Orta Doğu’da, Rusya artık birinci sınıf bir oyuncu olmaktan çıkarak, askeri üs varlığını zar zor sürdüren sıradan bir oyuncu rolüne düşmüştür.

İran için bu kayıp, jeopolitik hırslarının ulusal gücünü büyük ölçüde aştığını ortaya koyan ölümcül bir zayıflığı açığa çıkarmaktadır. 40 yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığı “Şii Hilali”nin batı kanadını kaybetmek ve “Direniş Ekseni”nin zayıflaması, İran’ı etki alanını Dicle-Fırat havzasına geri çekmeye zorlar. Bu, İran’ın Suriye koridorunu yeniden bağlama ve Doğu Akdeniz’e uzanma hedeflerini ciddi şekilde baltalar.

Ancak Rusya için Suriye’yi kaybetmek yıkıcı bir darbe olmayabilir. Bu durum, bir zamanlar birinci sınıf jeopolitik ve diplomatik dayanak noktasının kaybedilmesi anlamına gelir. Rusya bunun yerine Ukrayna savaşına odaklanarak mevcut kazanımlarını korumaya ve ABD ile bir tür denge aramaya çalışabilir. Hatta Rusya, etkisini genişletmek ve yeni bir dünya düzeni inşa etmek amacıyla diplomatik ve stratejik önceliklerini Avrasya ve Küresel Güney’e kaydırabilir.

İran için, hem “Şii Hilali” hem de “Direniş Ekseni” liderliğindeki bu çifte darbe sadece ciddi bir askeri ve diplomatik başarısızlık değil, aynı zamanda iç politik yansımalar yaratma riskini de taşır. Reformcular ve ılımlılar, muhafazakarlar ve sertlik yanlılarını sorumlu tutabilir, bu da halk öfkesini ve memnuniyetsizliği daha da körükler. Bu durum, İran’ın uzun süredir devam eden dış ve stratejik politikalarının rasyonelliğine yönelik benzeri görülmemiş bir meydan okuma anlamına gelir.

Bu anlamda, “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın dalgalanma etkileri Suriye’nin ötesine uzanacak. Bu etkiler, İran’ın siyasi sistemini istikrarsızlaştırabilir ve onu zor bir yol ayrımına itebilir: İran, İsrail’in egemen bir devlet olarak meşruiyetini reddeden on yıllardır süregelen İslami devrim politikasına devam mı etmeli, yoksa ulusal stratejisini kademeli olarak ayarlayıp devrim ideolojisini yumuşatmalı mı? İran, daha pragmatik bir tutum benimseyerek Orta Doğu barış sürecine katılabilir, genel jeopolitik ortamı iyileştirebilir ve nihayetinde İsrail’i işgal altındaki Arap topraklarından çekilmeye zorlayabilir. Bu, kapsamlı bölgesel barış, uzlaşı ve işbirliğine yol açarak karşılıklı istikrar, kalkınma ve refahın önünü açabilir.

Filistin için, özellikle Hamas gibi radikal güçler açısından, bir yılı aşkın süredir devam eden üçüncü büyük felaket Filistin halkına ağır bir darbe vurdu. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) altında birleşip birleşemeyecekleri ve Pekin uzlaşısı tarafından sunulan fırsatı değerlendirip değerlendiremeyecekleri kritik bir öneme sahip olacak. Samimi müzakereler yoluyla Filistinliler Gazze’yi, Batı Şeria’yı geri alabilir ve Doğu Kudüs’ü paylaşabilir. Bu, 1993 Oslo Anlaşmalarından bu yana Filistin-İsrail çatışmasının çözümü için ikinci tarihi pencereyi temsil eder ve Filistin ulusunun hayatta kalması açısından kritik bir an ve stratejik bir fırsattır.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Görüş

Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1

Avatar photo

Yayınlanma

Kontrol Hattı’nda dört gün süren hassas füze saldırıları, İHA saldırıları ve topçu çatışmalarının ardından Hindistan ve Pakistan, 10 Mayıs akşamından itibaren kara, hava ve denizdeki tüm askeri eylemleri durdurma konusunda anlaştı. Silahların sustuğu şu günlerde, 22 Nisan’dan bu yana Hindistan ve Pakistan hattında yaşanan gelişmeleri değerlendirme ve anlamlandırma zamanı geldi.

Hindistan Başbakanı Modi, yaptığı zafer dolu televizyon konuşmasında, Hindistan’ın askeri başarısını vurguladı. Hindistan’ın operasyonları “yalnızca askıya aldığını” ve “nükleer şantaj örtüsü altında gelişen terörist sığınaklarına kesin ve kararlı bir şekilde saldıracağını” söyledi. Ayrıca, büyük küresel terör saldırılarının Pakistan’daki “küresel terörizm üniversiteleri” olarak adlandırdığı yerlerden kaynaklandığını ileri sürdü. Hint yetkililer, füzelerle Pakistan’ın derinliklerindeki hava üslerini ve iddia edilen “terörist altyapısını” vurarak, Pakistan’ın sınır ötesi terörizme karışmasına karşı caydırıcı bir etki oluşturduklarını söylediler.

Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif de çatışmada daha büyük rakibine karşı “tarihi bir zafer” kazandığını iddia ediyor. Pakistan’ın anlatısına göre, Pakistan’ın karşı saldırıları saldırgan Hindistan’ı caydırdı. Pakistan terörizmi desteklediğini reddediyor ve olaydan sorumlu olmadığını söylüyor, olayla ilgili “tarafsız bir soruşturma” çağrısında bulunuyor, ancak Hindistan reddediyor. Ayrıca, Hindistan’ı kendi huzursuz batı bölgesi Belucistan’da ayrılıkçıları desteklemekle suçluyor.

İlk kez, her iki taraf da birbirlerinin şehirlerine insansız hava araçları gönderdi. Son çatışmalar, Hindistan’ın önceliği olan terörizm sorununu ön plana çıkarmada başarısız oldu ve bunun yerine uluslararası ilgi nükleer tehdide odaklandı.

Hindistan ve Pakistan, nükleer silahlara sahip komşularını savaşın eşiğine getiren kısa ve sert çatışmada zafer kazandıklarını iddia ediyorlar; ancak, ateşkesle sonuçlanan Amerikan müdahalesinin Pakistan’a diplomatik üstünlük sağladığı düşünülüyor.

Silahların susmasının ardından kutlamalara ilk başlayan Pakistan oldu. Hindistan’da da “Tiranga Yatra” (Hindistan bayrağına atfen- Üç Renkli Tören) kutlamaları düzenlendi.

Çatışma durumunda kayıplar olur; çatışmanın sisi altında bilgi manipüle edilir: Hindistan teröristleri vurduğunu söylüyor. Pakistan siviller diyor. Pakistan, Hint uçaklarını düşürdüğünü söylüyor. Hindistan reddediyor. Ve her şeyi yakında öğrenebileceğimiz de söylenemez. Bazılarının yanıtını yıllarca, hatta hiç öğrenemeyebiliriz. Örneğin Hindistan’ın 2019’daki çatışmalarda bir Pakistan F-16’sını düşürüp düşürmediği hala benim için net değil. Dezenformasyon ve inkar elbette yeni bir şey değil ve elbette dezenformasyon yaygın bir tehdit, ancak Hindistan-Pakistan ilişkilerinin mevcut durumunda aynı zamanda bir fırsat da olabiliyor: Gerilimi azaltma şansı. Olayların farklı versiyonları sayesinde her iki taraf da kazandığını iddia edebiliyor, örneğin. Her iki taraf da halkının duymak istediği şeyi söyleyebiliyor, her iki taraf da intikam aldığını iddia ederek tırmanıştan geri adım atabilecek fırsatı da kendiliğinden yaratmış oluyorlar; gerilimi azaltmak adına mantıklı, hatta bazı başarılarını uydursa veya abartsalar dahi…

Bu nedenle kim nereyi vurmuş kim kaç uçak düşürmüş vs. gibi rakamsal, anlatısal, spekülatif veya kanıta ve teyide muhtaç veya bir tarafın iddia ettiği diğer tarafın yalanladığı vs. gibi ayrıntılarla boğulmaya da boğmaya da hiç niyetim yok. Burada Pahalgam çıkarımlarımı, çatışma sonrası genel çıkarımlarımı, iki tarafın da kendi gördüğüm genel somut kazanımlarını/kayıplarını, olaydan çıkarımlarımı aktarıp geçeceğim. Bir de Amerika ve Çin parantezleri açacağım. Her defasında artık yazılarımı kısa tutacağım diye düşünüyor ve karar da veriyorum ancak her bu kararı verdiğimde yazılar çok daha uzun oluyor. Bu sefer de öyle oldu. Uzun bir yazı dizisine başlıyoruz…

Pahalgam’daki saldırı nasıl gerçekleşti?

Kurtulanların anlattıklarından, silahlı kişilerin saldırdığı 22 Nisan öğleden sonrası, çitle çevrili ve cezalı bir alan olan Baisaran Vadisi’nde yüzlerce turistin olduğunu ve civarda hiçbir güvenlik varlığının bulunmadığını öğrendik. Sayıları dörde çıkan teröristler, kurbanlarını seçmek için zaman ayırdılar. Ateş etmeden önce ‘Hindu mu Müslüman mı?’ diye sordular. Bazılarından Kalma’yı okumaları istendi. Vurulan adamların eşlerine geri dönüp hükümete kendilerine ne yapıldığını söylemeleri söylendi. Bu bir vur-kaç saldırısı değildi.

Ölen 26 kişiden biri, turistleri korumak için hayatını feda eden 29-30 yaşlarındaki bir “pony wallah” (midilli operatörü/rehber) olan Syed Adil Hussain Shah’dı. Adil, teröristlerin hedef aldığı bir Hindu turist değil, Keşmirli bir Müslümandı. Kolayca sessiz kalıp zarar görmeden kalabilirdi. Bunun yerine, bir teröristin silahını kapmaya çalıştı ve öldürüldü.

Jammu ve Keşmir Birlik toprağını doğrudan yöneten Hindistan hükümeti yeterli güvenlik önlemlerini almış olsaydı, Baisaran’daki turistler güvende olurdu. Ve Sindoor Operasyonu’na gerek kalmazdı.

Öldürülen turistlerin aileleri, Hindu-Müslüman nefret söylemine kapılmak istemedi ve hayatlarını mahveden teröristlerle, yanlarında duran sıradan Keşmirli Müslümanlar arasında ayrım yaptı. Kocasının cesedinin yanında çaresizce oturan fotoğrafı onu Pahalgam trajedisinin yüzü yapan Himanshi Narwal, bunu en iyi şekilde şu sözlerle dile getirdi: “Elbette adalet istiyoruz. Elbette katiller cezalandırılmalı. Ancak Keşmirlilere ve Müslümanlara karşı nefret istemiyoruz. Barış istiyoruz ve yalnızca barış.”

Sindoor Operasyonu sırasında, Dışişleri Sekreteri Misri günlük brifinglerde güven verici bir figürdü. Ölçülü ve telaşsız bir şekilde, Hintlerin teröristlerin onları bölme girişimini nasıl engellediğinden bahsetti. Brifinglere hitap etmek üzere biri Müslüman biri Hindu iki kadın askerin seçilmesi, birleşik bir yüz sunma yönündeki resmi bir çabayı yansıtıyordu.

Pahalgam (2025), 21. yüzyılın kasvetli trajedilerinin takvimine katıldı: Chettisinghpura (2000), Parlamento saldırısı (2001), Kaluchak (2002), Mumbai (2008), Uri (2016) ve Pulwama (2019), her biri kışkırtmak ve istikrarsızlaştırmak için tasarlanmış şok edici bir şiddet eylemiydi.

Peki ne değişti? Hindistan

Hindistan’ın yaptığı, Pahalgam terör saldırısına yanıt olarak 1971’den bu yana Pakistan’daki en büyük hava saldırısını gerçekleştirmekti. Hindistan dokuz yeri vurduğunu söylüyor (Pakistan altı yerin vurulduğunu kabul ediyor). Bunlar arasında Bahawalpur (Hindistan-Pakistan sınırına yaklaşık 150 km uzaklıkta) ve Lahor’a yaklaşık 40 km uzaklıktaki Muridke yer alıyor; ikisi de Pakistan’ın kalbi olan Punjab’da. Bahawalpur, Jaish-e-Mohammed’in karargahına ev sahipliği yapıyor ve Murdike, Leşker-i Tayyibe’nin üssü olarak biliniyor. Hindistan bu yerlere birden fazla saldırı düzenledi. Saldırıların, saldırı sonrası hava muharebesi sırasında düşman topraklarında bir jetinin düşürüldüğü 2019 Balakot saldırısının aksine, Hindistan hava sahasından başlatıldı. Bu sefer Hindistan daha geniş, daha sofistike ve sonuç odaklı saldırılar başlattı.

Geçmişte Hindistan, terör saldırıları nedeniyle Pakistan’ı diplomatik ve ekonomik yollarla cezalandırmaya çalıştı. Ancak 2016’dan itibaren oyunun kurallarını yeniden yazdı: Ekonomik ve diplomatik cezalar için adımlar devam edecek, ancak doğrudan askeri yanıt eklenecek. Nükleer silahlar sınırlı sınır ötesi saldırıları caydırmayacak. Bu riskli bir yol, ancak Hindistan son yıllarda daha büyük bir risk iştahı gösterdi. Bu yaklaşımı Sindoor Operasyonu’nda güçlendirmeye çalıştı.

Peki ne değişti? Dünya. Ve daha da önemlisi, Pakistan.

Bölgedeki stratejik dengeyi birkaç faktör değiştirdi. Jammu ve Keşmir, Hindistan’a daha fazla entegre oldu ve siyasi süreçler onu normale doğru itti. Seçimler yapıldı. Turizm gelişti. Normalleşme anlatısı oluştu. Merkez baskısı arttı. Halk daha da yabancılaştı. Ve Hindistan’ı çevreleyen jeopolitik ortam daha tehlikeli hale geldi.

Kuzeyde, Çin’in 2020’de Ladakh’a yaptığı müdahale önemli bir tırmanışa işaret etti, ancak son zamanlardaki geri çekilme bir rahatlama belirtisi sunuyor. Başka yerlerde, Gazze’den Ukrayna’ya kadar komşular arasındaki küresel çatışmalar tehdit algılarını değiştirdi ve uluslararası ilgiyi tüketti. ABD, geleneksel güvenlik varsayımlarını akışkan halde bıraktı.

En önemlisi, Pakistan’daki değişimler Hindistan’a olan düşmanlığını artırdı. İstihbarat başkanı olarak Pulwama saldırısının gerçekleştiği General Asim Munir, 2022’de ordu komutanı olarak görevi devraldı ve işlevsiz bir ulusa başkanlık etti. Çökmekte olan bir ekonomi, hapse atılmış bir halk lideri ve askeri kuruma karşı kamuoyunun nefreti, istikrarsız bir karışım üretti.

22 Eylül 1965’te, o zamanlar Ayub Khan hükümetinin bir parçası olan Zülfikar Ali Butto, BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı bir konuşmada, Pakistan’ın Hindistan’a karşı “1.000 yıl boyunca savaşacağını” ilan etti. Yıllar sonra, (daha sonra idam edilen) Başbakan Butto’yu devirerek 1977’de bir darbeyle iktidarı ele geçiren General Ziyaülhak, Butto’nun “1.000 yıllık savaşını”, Hindistan’ı kanatmaya devam etmek için militanlık ve sızma ile düşük yoğunluklu ve alt konvansiyonel savaş kullanarak “Bin Kesikle Hindistan’ı Kana Bulama” doktrinine dönüştürdü. Pakistan, Bangladeş’in kurulduğu 1971 savaşında ciddi bir yenilgi aldı. Konvansiyonel savaşta başarısız olan Pakistan ordusu, bu dolaylı yaklaşıma yöneldi. Doktrin, Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesinden sonra ivme kazandı. Pakistan, ABD ve Suudi Arabistan’ın desteğiyle, Afganistan’da ülkenin komünist rejimine ve Sovyet destekçilerine karşı ‘Bin Kesik’ taktiğini başarıyla uyguladı. Pakistan ve ABD destekli mücahitlerin bin kesiğiyle kan kaybeden güçlü Sovyet birlikleri, 1989’da Afganistan’dan çekildi.

Aynı yıl, Keşmir vadisinde militanlığın artışının başlangıcına işaret etti. 2000’lerin başında ülkenin diğer bölgelerine yayıldı. Hindistan Parlamentosu Aralık 2001’de saldırıya uğradı ve 2008’de ülkenin ticari merkezi olan Mumbai büyük bir terörist saldırıya uğradı. O zamana kadar, Pakistan’ın güvenlik teşkilatıyla yakın bağlantıları olan iki Hindistan karşıtı grup JeM ve LeT, Pakistan’da yaygın ağlar kurmuştu. Çoğunluğu sivil turistlerden oluşan 26 kişinin teröristler tarafından vahşice vurulduğu 22 Nisan 2025’teki Pahalgam katliamı, Hindistan’a göre yine bu ‘Bin Kesik’ doktrininin Rawalpindi’nin stratejik düşüncesinde canlı kalmaya devam ettiğinin en son işareti olarak algılandı. Saldırı, Pakistan’ın askeri şefi General Asim Munir’in “Keşmir bizim şah damarımızdır” demesinden birkaç gün sonra gerçekleşti. Bu, saldırıyı Pakistan’a bağlayan ama kanıt sunamayan Hindistan’ın tartışmalı bir dayanak noktası oldu. Hindistan’ın Leşker-i Tayyibe’nin bir cephesi olduğuna inandığı Direniş Cephesi (TRF), başlangıçta saldırının sorumluluğunu üstlendi ancak daha sonra herhangi bir rolü olduğunu reddetti.

Pakistan, Hindistan ile ilişkileri bir savaş olarak gören bir ordu tarafından yönetiliyor. Pakistan ordusunun hedefleri hâlâ aynı: Düşmandan (Hindistan) bir parça toprak (Jammu ve Keşmir) almaya çalışmak – ya da en azından düşmanı melez savaş yoluyla zayıflatmak. Belki siviller yönetimde olsaydı, ülke ekonomik kalkınmaya daha fazla odaklanırdı.

Bu arada Pakistan ile Rusya’nın davranışları arasında ilginç bir benzerlik var: İrredantizm. Hindistan, Jammu ve Keşmir’in tamamen kendisine ait olduğunu söylerken Pakistan, onu özgürleştirmek istiyormuş gibi Jammu ve Keşmir’in bağımsızlığı için savaştığını iddia ediyor. Pakistan, Jammu ve Keşmir’in Pakistan kontrolündeki kısmına “Azad” yani bağımsız adını veriyor. Pakistan, Keşmir’in bu bölgesinin kendi başbakanı ve cumhurbaşkanı olan bağımsız bir devlet olduğu kurgusunu sürdürüyor. Elbette Azad Jammu ve Keşmir gibi bir devleti kimse tanımıyor. Pakistan’ın kendisi dahi tanımıyor. Tamamen Pakistan kontrolündeki bir bölge. Bu Azad Keşmir, Donetsk ve Luhansk’ın Rusya’dan bağımsızlığı kadar bağımsız. Pakistan bu nedenle Keşmir’in kurtarılmasını misyonu (ve aynı zamanda Hindistan’ı zayıflatmanın bir aracı) haline getirdi. Gerçek şu ki artık bir tarafın diğerine ait Keşmir topraklarını ele geçirmesi neredeyse imkansız görünüyor: Her iki taraf da nükleer silahlara sahipken bu mümkün değil…

2016’ya kadar Hindistan’ın Pakistan’a bağladığı terör saldırılarıyla başa çıkma stratejisi büyük ölçüde üç önleme dayanıyordu: Pakistan’ı uluslararası alanda izole etmeye yönelik diplomatik çabalar, terör finansmanıyla ilgili ekonomik cezalar ve Pakistan’a terör ağlarına karşı baskı yapması yönünde baskı. Ve 2025: Gerilimler azalsa dahi, Hindistan-Pakistan ilişkileri kökten değişti. Hindistan, terör saldırılarına askeri olarak yanıt verdiği “yeni bir normal” oluşturdu. Bu, her iki ulusun stratejik dayanıklılığını test edecek uzun bir oyun. Hindistan’ın stratejisi uzun vadeli: Pakistan’ın konvansiyonel tepkisinin Hindistan’ın başlangıçta tahmin ettiğinden daha güçlü olmasına karşın Hindistan, Pakistan’ın uzun süreli bir Hint konvansiyonel saldırısını sürdürme kapasitesinin sınırlı olduğuna inanıyor. Bu arada Kontrol Hattı ateşkesi, muhtemelen yıpranacak olmasına karşın resmi olarak iptal edilmedi. Ve hacılar için Kartarpur koridoru kapatılmadı. Bu, kalibre edilmiş bir stratejiye işaret ediyor; iddialı ama pervasız değil.

Yazı dizisinin ikinci bölümünde bu krizden çıkan sonuçları işleyeceğiz.

Okumaya Devam Et

Görüş

Trump’ın Rusya-Ukrayna barışını teşvik girişimi stratejik açmaza dönüştü

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

22 Mayıs’ta Rusya Devlet Başkanı Putin, Ukrayna sınırı boyunca gerekli bir güvenlik tampon bölgesi kurmaya karar verdiğini açıkladı. Ukrayna Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nikolenko ise, Putin’in bu açıklamasının Rusya’nın barışın önündeki gerçek engel olduğunu gösterdiğini belirtti. Genel olarak sınır veya cephe hattı boyunca tampon bölge oluşturmak, taraflardan birinin ya da her ikisinin mevcut çatışma sonuçlarını kalıcılaştırmayı ve uzun vadeli bir ateşkes ya da fiili sınır oluşturmayı amaçladığını gösterir. Rusya’nın bu kararı, üç yılı aşkın süredir süren Rusya-Ukrayna savaşında toprak mücadelesi açısından zaferin artık açıkça Rusya’ya kaydığını göstermektedir. Rusya bu temelde savaşı barış görüşmelerine dönüştürmeyi ve yeni bir jeopolitik düzen ile güvenlik yapısı kurmayı hedeflemektedir.

Aynı gün, Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy, bir sonraki ikili görüşmenin en kısa sürede yapılmasını sağlamaya çalıştıklarını ancak Rusya’nın henüz bu konuda eşit düzeyde bir hazırlık göstermediğini ifade etti. Zelenskiy’nin açıklamaları da uzlaşmaz ve sert bir tutum sergiledi; yani toprak tavizine yanaşmadığını gösterdi.

Buna karşın, Rusya-Ukrayna savaşını hızla çözeceğini iddia eden ABD Başkanı Donald Trump, görünüşe göre artık ne bu konuda hevesli ne de umutlu. Trump, hayranlık duyduğu Putin’i gücendirmek istemiyor, küçümsediği Zelenskiy’i ise etkileyemiyor. Dolayısıyla, Beyaz Saray’a döner dönmez Rusya-Ukrayna barış sürecini başlatma hayali, bir sabun köpüğü gibi patladı. Aslında sadece Rusya ve Ukrayna değil, ABD ile Avrupa’nın pozisyonları da oldukça farklı. Trump yönetimi, “Ukrayna’yı savunma” sloganının Avrupa için ortak savunma ve birlik bilinci haline geldiğini fark edemedi. Bu yüzden Trump yönetiminin barış girişimi, ortak zemin bulamadığı için stratejik çıkmaza sürüklendi.

Trump, iktidara gelmeden önce ve geldikten sonra İsrail ile işbirliği içinde neredeyse tüm bölgesel düşmanlarını saf dışı bırakarak “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nı direniş ekseninin çöküşüyle sona erdirdi. Şu anda sadece Yemen’deki Husiler, zor durumda kalan Filistin direniş örgütü Hamas’a destek için İsrail’e karşı direniyor. Ayrıca Trump, üç Körfez ülkesini ziyaret ederek Türkiye ile ilişkileri güçlendirdi, ezeli düşman Suriye ile husumeti sonlandırdı ve Suriye-İsrail ilişkilerinde tarihi bir gelişme yaratmaya çalışıyor.

Orta Doğu’da düzen kurabilecek güçte olan Trump, aynı karmaşıklıktaki Rusya-Ukrayna savaşında ise başarısız oldu. “24 saatte savaşı bitireceğim” vaadinin sadece bir şaka olduğunu kabul etti. Ukrayna’ya ve Avrupa’ya uyguladığı baskı sonuç vermediği gibi, barış sürecinde öncülüğü de kaybetti.

16 Mayıs’ta, üç yıl aradan sonra Rusya ve Ukrayna doğrudan müzakerelere yeniden başladı. Taraflarla iyi ilişkileri olan Türkiye arabuluculuk yaptı. Ancak 1000 savaş esirinin takası dışında somut bir sonuç elde edilemedi çünkü barış şartları arasında uçurum var. Ukrayna heyetinin yarısının askeri üniforma giymesi, sonuna kadar savaşma kararlılığını gösterdi.

Rusya’nın koşulları herkesçe biliniyor: Ukrayna, Kırım üzerindeki egemenlik iddiasından vazgeçmeli, doğu ve güneydeki dört bölgeyi Rusya’ya bırakmalı ve NATO’ya asla katılmayacağına söz vermelidir. Ukrayna’nın ise bir karış topraktan bile vazgeçmeye niyeti yok ve NATO üyeliğini sürdürme hedefinde.

İstanbul görüşmeleri sonrası Putin, Rusya’nın tamamen kontrolüne aldığı Kursk bölgesini ziyaret etti ve ardından Donbas’a gidecek. Üç yılı aşan bu savaş şu an itibarıyla Rusya’nın geçici zaferiyle yeni bir çıkmaz safhasına girmiş durumda. Ezici askeri üstünlüğü ve geniş işgal alanlarıyla Rusya, Ukrayna’nın “önce ateşkes, sonra müzakere” teklifini kabul etmiyor. Bunun yerine, savaşırken müzakere etmeyi tercih ediyor ve böylece Ukrayna ordusunun yeniden yapılanmasına fırsat tanımıyor. Bu sayede, dört bölgede kalan Ukrayna kuvvetlerini çekilmeye zorlayarak bu toprakların tamamında egemenlik kurmayı hedefliyor. Putin’in bahsettiği “sınır tampon bölgesi” de bu yeni sınırın tesisini ve savaşın kesin zaferle sonuçlanmasını garanti altına alma amacı taşıyor.

Rusya savaş alanında inisiyatifi ve stratejik üstünlüğü elinde tutarken, Ukrayna geri adım atmaya yanaşmıyor, Avrupa ülkeleri de Ukrayna’yı terk etmeyi reddediyor. Bu karmaşık durum, Trump yönetiminin güvenini, sabrını ve cesaretini giderek tüketiyor ve artan şekilde “elini çekme” sinyalleri veriyor.

Trump, bir zamanlar Rusya’yı tehdit ederek, eğer bir anlaşma sağlanmazsa ABD’nin Rus petrolüne “ikincil gümrük vergileri” uygulayacağını söylemişti. Ancak 19 Mayıs’ta Putin’le yaptığı iki saatlik telefon görüşmesinden sonra bu sözlü tehdidi tamamen rafa kaldırdı. Sonrasında Avrupa liderleriyle yaptığı telefon görüşmelerinde Trump, ABD’nin sadece Rusya’ya yaptırım uygulamak istemediğini değil, aynı zamanda tamamen bu işten elini çekip, Rusya ile Ukrayna’nın kendi başlarına çözüm bulmalarını istediğini açıkça ifade etti. Trump net şekilde vurguladı: “Bu Amerika’nın savaşı değil. Bu Avrupa’nın sorunu ve hep öyle kalmalı.”

Rus TASS haber ajansı yorumcusu Hoffman, Trump ile Putin’in görüşmesini değerlendirirken, bunun ABD-Rusya ticari ilişkilerinden ziyade, Washington’un yeni bir jeopolitik gerçeği — yani uzun vadeli çözümün ana hatlarının Rusya tarafından belirleneceğini — kabul etmesi anlamına geldiğini söyledi. Diğer bir Rus yorumcu Ivanikov, bu telefon görüşmesinin tarihi bir barışın başlangıcı olduğunu ve artık sadece yasal olarak teyit edilmesi gerektiğini belirtti. Ayrıca “Trump, Ukrayna krizinin nedenleri konusunda açıkça Rusya ile aynı görüşü paylaşıyor” ifadesini kullandı.

Trump’ın Rusya-Ukrayna savaşını çözme çabaları ciddi şekilde sekteye uğradı ve bunun pek çok nedeni vardı. İlk olarak, Trump ve danışmanları, ABD liderliğinin Avrupa ortaklarını temel çıkarlarından vazgeçirmedeki etkisini abarttılar. Diğer ülkelerin topraklarını ve egemenliklerini ticarete açık birer meta gibi gördüler. İkinci olarak, Trump’ın danışman kadrosu çoğunlukla politikaya sonradan giren, onu körü körüne yücelten ve sorgusuz sualsiz takip eden amatörlerden oluşuyordu. Kissinger ya da Mearsheimer gibi stratejik ustalardan yoksun olmaları, ABD’nin arabuluculuk çabalarını jeopolitik gerçeklerden ve ulusal çıkar hesaplarından kopuk, kağıt üstü projelere dönüştürdü. Üçüncüsü ise, Trump ve birçok kabine üyesi Avrupa tarihine dair derin bir bilgiye sahip değildi ve “savaş başlatmak kolay, bitirmek zordur” ilkesini kavrayamamışlardı.

Avrupa tarihine bakıldığında, bugün yaşanan Rusya-Ukrayna krizi, çatışma ve savaş; aslında Rusya ile Avrupa ülkeleri arasındaki yüzyıllara dayanan gerilimin tekrarı ve devamıdır. Rusya’nın Batı’ya entegre olma çabalarının Batı tarafından kültürel olarak reddedilmesi, güvensizlik duygusuyla “imparatorluk alanı” yaratmaya çalışan Rusya ile Batı’nın köklü Rus düşmanlığı, korkusu ve karşıtlığı arasındaki çarpışmadır. Aynı zamanda Katolik dünyası ile Doğu Ortodoks kilisesi arasındaki dini meşruiyet ve egemenlik mücadelesinin uzun vadeli bir yansımasıdır.

Bu uzun Avrupa iç çatışmalar tarihi boyunca, Rusya ne kadar çok savaştıysa o kadar fazla toprak kazandı; çevresindeki büyük düşmanları ya tamamen yok edildi ya da küçük devletlere bölündü. Bu durum, Rusya’nın batıya doğru yayılma arzusunu güçlendirdi, mağlup olanların da Rus korkusunu pekiştirdi. Baltık ülkeleri sürekli olarak Rusya ile güçlü komşuları arasında el değiştirdi; Polonya ise Rusya (ve Sovyetler) tarafından dört kez parçalandı. II. Dünya Savaşı sonrası parçalanmış Avrupa, Atlantik’in ötesindeki güçlü ABD’ye yaslanmak zorunda kaldı ve NATO’yu kurdu — hem Almanya’nın üçüncü kez yükselmesini önlemek hem de Rusya’nın stratejik baskılarına karşı durmak için.

Sonunda Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşü, Batı’nın AB ve NATO genişlemeleriyle Rusya’nın stratejik alanını daraltmasına neden oldu. Bu da Rusya’nın ulusal güven duygusunu zedeledi ve Gürcistan savaşı, iki Karabağ çatışması ve bugün süren Rusya-Ukrayna savaşını doğrudan tetikledi.

Bu nedenle, Rusya’ya komşu küçük ülkeler olsun, cepheden uzakta bulunan Almanya, Fransa, İngiltere gibi geleneksel büyük güçler olsun, hiçbir Avrupa ülkesi Ukrayna topraklarını Rusya’ya “ödül” olarak vermeye yanaşmaz. Aksine, kararlılıkla savunma harcamalarını artırıyor, askeri hazırlıklarını güçlendiriyor ve Ukrayna’ya sürekli destek sağlıyorlar. Bu, ABD’nin müttefiklerini tamamen yüzüstü bırakması ihtimaline karşı, Ukrayna’yı ve Avrupa’yı bağımsız olarak savunmaya yönelik uzun vadeli bir stratejidir.

Bu koşullarda, Trump’ın, Ukrayna topraklarını feda ederek Avrupa’ya barış getirme veya Avrupa’nın güvenlik çıkarlarını feda ederek ABD-Rusya yakınlaşması sağlama beklentisi, Ukrayna ve Avrupa’nın çoğu ülkesi tarafından ortak direnişle karşılaşacaktır.

Elbette can sıkıcı gerçek şu ki, NATO’nun mutlak liderliği hâlâ ABD’nin elindedir. Avrupa ülkeleri, Rusya’yı yenilgiye uğratmak ya da Ukrayna’nın kaybettiği toprakları geri almak için NATO güçlerini tek başına kullanamaz. Kurulması planlanan bağımsız bir Avrupa ordusu ise henüz “hayali bile umut vermeyen” bir noktadadır. ABD’nin tam desteği olmadan, Avrupa; gevşek, hantallaşmış ve güçsüz, birçok cüceden oluşan bir “stratejik yetim” haline gelir. Ne tek başına ne de birlikte hareket ederek güçlü komşu Rusya’ya karşı durabilir. Ukrayna’nın topraklarının yarısını kaybettiği bu yeni durum da kolay kolay geri çevrilemez.

Trump yönetimi, Batı dünyasının liderliğinden ve NATO’daki baskın konumundan adım adım vazgeçiyor. ABD’yi tek başına güçlü kılmaya odaklanan bu yaklaşım, ülkenin Ukrayna’nın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü korumak ya da Avrupa’nın Rusya’yı sınırlama stratejik hayalini gerçekleştirmek uğruna ağır bedeller ödemeyeceğini gösteriyor. Her ne kadar Rusya-Ukrayna savaşı yeni bir doğrudan müzakere sürecine girmiş olsa da, kesinlikle “iki tarafın da kazandığı” bir sonuç çıkmayacaktır. Ukrayna ve Avrupa’nın şu anki en büyük umudu, mevcut durumu korumak ve Cumhuriyetçi yönetimin görevden ayrılmasını bekleyip, Demokratların yeniden iktidara gelerek önceki sert politikaları canlandırmasıdır. Ancak bu gerçekleşse bile, savaşın galibi ne Ukrayna ne de Avrupa olacaktır — ta ki Rusya’da içten bir devrim yaşanmadıkça ya da ülke parçalanmadıkça. Çünkü birleşmiş, bütünlük içinde ve milliyetçilik ekseninde hareket eden bir Rusya, özellikle de kendi sınırları içinde asla yenilmezdir.

Tarih, Rusya ile Avrupa arasındaki karşılıklı fetihlerin tanığıdır. Bu tarih bize şunu açıkça gösteriyor: Rusya, gerçekten yenilmeden, işgal ettiği ve ilhak ettiği toprakları — özellikle tarihi bağları olan ve nesiller boyunca çok sayıda Rus’un yaşadığı Kırım ile Doğu ve Güney Ukrayna’daki dört bölgeyi — asla gönüllü olarak geri vermez.

Üç yıl önce, Rusya-Ukrayna savaşı yeni başladığında yazar şu öngörüde bulunmuştu: Bu yüzyılın savaşı, “Rusya’nın acılı zaferi, Ukrayna’nın acı yenilgisiyle sonuçlanacaktır.” Ayrıca, bu çok taraflı Avrupa iç savaşının önce “Afganistanlaşacağı”, ardından “Filistinleşeceği” tahmin edilmişti. Ne yazık ki, bu öngörü adım adım gerçekleşmektedir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Diplomasi

Lavrov’un ziyareti ve Ermenistan’da son durum: Denge mi, savrulma mı?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, geçtiğimiz günlerde Ermenistan’a kritik bir ziyarette bulundu.

Birkaç yıl aradan sonra ilk kez Erivan’a resmi bir ziyarette bulunan Lavrov, ziyaret kapsamında Ermenistan Dışişleri Bakanı Ararat Mirzoyan, Başbakan Nikol Paşinyan ve Cumhurbaşkanı Vahagn Haçaturyan ile bir araya geldi.

Lavrov, Ermenistan Dışişleri Bakanı Ararat Mirzoyan’la düzenlediği ortak basın toplantısında, Batı öncülüğündeki güvenlik hamlelerini etkisiz ve önyargılı olarak nitelendirdi ve çok kutuplu, kapsayıcı ve uluslararası hukuka dayalı bir güvenlik düzeni önerdi.

Lavrov Erivan’da Rusya’nın Ermenistan’la tarihsel ittifakını hatırlattı ve Batı’yla yakınlaşmanın olası sonuçları konusunda Erivan’a uyarılarda bulundu.

Lavrov ayrıca, özellikle Fransa ve Avrupa Birliği’ni (AB) sert biçimde eleştirdi; bu aktörlerin Kafkasya’da istikrarsızlaştırıcı ve Rusya karşıtı bir gündem izlediğini öne sürdü.

Ancak Lavrov’un ABD-Ermenistan temaslarına değinmemesi ve Washington’a yönelik sert eleştirilerden kaçınması da dikkat çekici. Bunun elbette Trump yönetimiyle kurulan diyalogla ilgisi var.

Lavrov’un ziyareti, iki ülke arasındaki ilişkilerin gergin olduğu bir dönemde gerçekleşti. Ermenistan’da, Dağlık Karabağ konusunda Moskova’nın tepkisiz kalması/yeterli tepki göstermemesi nedeniyle Rusya’ya karşı artan hoşnutsuzluk gözle görülür düzeyde.

Bunun yanında Erivan, son dönemde Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’ndeki (KGAÖ) katılımını askıya aldı ve Fransa, Avrupa Birliği ve diğer Batılı aktörlerle diplomatik, ekonomik ve askeri ilişkilerini genişletti.

Rusya-Ermenistan ilişkilerinde ‘yeni sayfa’ mı?

Bu ziyaret, 2. Karabağ Savaşı’ndan bu yana bozulan Rusya-Ermenistan ilişkilerinde ‘yeni bir sayfa açıldığı’ yorumlarıyla takip edildi. Ancak aynı zamanda bu tablo, Ermenistan siyasetindeki ‘ikilemi’ de açık bir şekilde gösteriyor.

Ermenistan’ın ‘Rusya ve Batı arasındaki ‘ikili’ politikası, Paşinyan’a yakın çevreler tarafından ‘çok yönlü dış politika’ olarak tanımlansa da bu salınım aslında Paşinyan’ı iktidara taşıyan ve Kafkasya’nın Rusya’dan kopuşunu hedefleyen ‘Kadife devrimin’ doğal sonucuydu.

Tarihsel olarak Rusya-İran hattına yakın durmuş, Karabağ başta olmak üzere bölgesel problemler konusunda ‘Moskova’nın hakemliğine’ başvurmuş bu ülkenin siyasi rotası, 2018 ilkbaharında yaşanan ve Nikol Paşinyan’ı iktidara götüren ‘Kadife Devrim’in ardından bir daha eskisi gibi olmamak üzere değişmişti.

Klasik bir renkli devrim olan Kadife Devrim’le birlikte Ermenistan, renkli devrim kuşağında bulunan diğer eski Sovyet ülkeleri gibi Batı’yla yakınlaşma kavramıyla, Avrupa Birliği (AB) değerleriyle ve ‘demokrasiyle’ tanıştı. Kadife Devrim’in lideri Paşinyan, henüz eylemler döneminde ‘renkli devrim’ benzetmesini reddederek, hareketin yalnızca Ermenistan’ın iç işleriyle ilgili olduğunu ve Ermenistan’ın dış politikasında bir değişikliğe gidilmeyeceğini söylemişti. Ancak Kadife Devrim’den bu yana atılan bütün adımlar incelendiğinde, bugünkü ‘çok yönlü dış politikanın’ aslında Batı yönlü bir dış politika anlamına geldiği açıkça görülüyor.

Söz konusu politika, Rusya’yla ilişkiler bağlamında son yıllarda ciddi bir dönüşüm geçirdi:

Şubat 2024’te Erivan, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) üyeliğini fiilen dondurduğunu açıkladı. Aynı yılın Mayıs ayında üyelik aidatını ödemeyi durdurdu, Haziran’da resmen ayrılma niyetini açıkça dile getirdi ve geçen ay (Nisan 2025) bütçe çalışmalarına katılmayacağını bildirdi.

Ermenistan’ın bu tutumunun temelinde, KGAÖ’nün Ermenistan’ın güvenlik beklentilerini karşılamadığına dair artan bir memnuniyetsizlik yatıyor. Erivan, Rusya ve KGAÖ’nün Karabağ savaşında kendisine yardım etme beklentisi içerisindeydi.

Ancak Rusya ve KGAÖ, ‘birliğin yasal sınırları dışında kalan’ Karabağ konusuna girmek istemedi. Elbette asıl gerekçe, Paşinyan iktidarının Batı yanlısı rotasından duyulan rahatsızlık ve Azerbaycan’la dengeli ilişkilerini sürdürme isteğiydi.

Ermenistan’ın AB rotası

İhtiyaç duyduğunda sağlanmayan askeri güç nedeniyle Rusya’yı eleştiren Erivan, aynı zaman diliminde kronolojik olarak şu adımları atıyordu:

Nisan 2024: Ermenistan Dışişleri Bakanı Ararat Mirzoyan, Brüksel’de ‘AB üyesi ülkeler arasında yargı birliğini’ hedefleyen Eurojust ile adli işbirliği anlaşması imzaladı.

Eylül 2024: Ermenistan ve AB, Ermenistan vatandaşlarının AB’ye kısa süreli vizesiz seyahat edebilmesi için vize serbestisi diyaloğunu başlattı.

Şubat 2024: AB-Ermenistan Ortaklık Konseyi’nin beşinci toplantısında AB, Karabağ’dan yerinden edilmiş Ermeniler için 5.5 milyon euro insani yardım anlaşması yapıldı.

Nisan 2024: Brüksel’de düzenlenen AB-ABD-Ermenistan Üçlü Zirvesi’nde AB, 2024-2027 dönemi için Ermenistan’a 270 milyon euro’luk Dayanıklılık ve Büyüme Planı kabul edildi.

Ocak 2025: Ermenistan hükümeti, AB’ye katılım sürecini başlatan yasa tasarısını onayladı.

Şubat 2025: Ermenistan, AB’nin Uyum Politikası ailesine katıldı ve AB’nin Doğu Avrupa, Güney Kafkaslar ve Akdeniz havzasındaki ülkelerle işbirliğini güçlendirmeyi hedefleyen Interreg Karadeniz Havzası Programı’na ortak oldu.

Nisan 2025: Ermenistan Cumhurbaşkanı Vahagn Haçaturyan, AB’ye katılım sürecini başlatan yasayı imzalayarak yürürlüğe koydu.

Kuşkusuz, Ermenistan’ın dönüşümünde vites artırmasının Karabağ’ın ‘kaybedilmesiyle’ de ilgisi var. Karabağ’ın kaybı, Ermenistan için büyük bir yenilgiydi ancak aynı zamanda, Paşinyan yönetimi için tarihsel bir diğer yükten ‘kurtulmanın’ da adıydı.

Ancak Ermenistan’ın AB’yle ilişkilerinin tarihi çok daha eskiye dayanıyor.

Ermenistan, 1996 yılında AB ile Ortaklık ve İşbirliği Anlaşması imzaladı, 2001 yılında Avrupa Konseyi üyesi oldu. Erivan ayrıca, 90’lı yıllardan itibaren Avrupa Komisyonu’nun eski Bağımsız Devletler Topluluğu üyesi ülkelere, ‘pazar merkezli ekonomik sisteme uyum’ amacıyla yaptığı hibe ve teknik yardım programı olan TACIS programına dahil edildi ve uzun süre yardım aldı.

Ermenistan, 2004 yılında Avrupa Komşuluk Politikası (ENP) kapsamında AB ile ilişkilerini geliştirdi, 2009 yılında Doğu Ortaklığı (Eastern Partnership) girişimine katıldı, 2013’te Avrasya Ekonomik Birliği’ne (AEB) katılmasına rağmen 2017’de AB-Ermenistan Kapsamlı ve Genişletilmiş Ortaklık Anlaşması’nı (CEPA) onayladı, Kadife Devrim’le ‘demokratik reformlar’ hız kazandı.

AB Ermenistan’dan ne istiyor?

Avrupa açısından Ermenistan’ın önemini, Erivan’ın ‘Avrupa değerlerine’ olan bağlılığından çok, Rusya ve İran’a coğrafi yakınlığı belirliyor.

Avrupa Birliği üyeliği ise, ülkelerin kapısında uzun yıllar beklediği, Sovyetler Birliği’nin Estonya, Letonya ve Litvanya’dan oluşan yalnızca üç eski üyesinin tamamlayabildiği zorlu bir süreç.

Bu üç ülke dışında, Ukrayna, Moldova ve Gürcistan da uzun süredir ‘AB üyeliği’ ile siyasetleri şekillenen, ülke içinde ‘Rus yanlıları’ ile ‘AB yanlıları’ arasında şiddetli siyasi çekişmelerin yaşandığı, renkli devrim kuşağında bulunan eski Sovyet ülkeleri. Bu benzerlikler, Ermenistan’ın üyeliğinin de uzun yıllara yayılabileceğini gösteriyor.

Avrupa Birliği’nin öncelikli hedefi, Ermenistan’ın tam üyeliğinden ziyade, üyelik sürecinin devamı ve bu süreçte stratejik çıkarlarını hayata geçirmek gibi görünüyor. ‘Avrupalı’ bir Ermenistan’ın AB’ye kazandıracağı şey, Rusya’nın jeopolitik yenilgisi hedefiyle doğru orantılı.

Rusya Ermenistan’dan ne istiyor?

Ermenistan’ın Karabağ’ı kaybetmesindeki en önemli nedenlerden birinin ‘Rus yardımının eksikliği’ olduğu herkesin malumu.

Her ne kadar 28 yıllık Ermenistan işgalini Azerbaycan askeri gücü sonlandırsa da, bölgedeki bu uzun süreli krizde yaşanan değişikliğin en önemli sebebi ne yalnızca Azerbaycan’ın ‘Karabağ davası’, ne Türk SİHA’ları, ne de İsrail silahlarıydı. Bölgenin Azerbaycan lehine dönüşümüne yol açan en büyük etken, şüphesiz Paşinyan iktidarı ve onun siyasi çizgisiydi.

Bu açılardan baktığımızda, Karabağ krizi, eski Sovyet coğrafyasındaki mevcut tüm krizler gibi ‘artık uluslararası’ydı ve kriz dinamikleri ABD emperyalizminden, meşhur ‘Rusya’nın çevrelenmesi’ stratejisinden ve ‘renkli dönüşümlerden’ bağımsız düşünülemezdi.

Bölgedeki krizin uluslararası yansıması düşünüldüğünde, yıllar boyunca karşımızda en genel ifadeyle Ermenistan-Rusya-İran ile Azerbaycan-İsrail-Türkiye denklemi duruyordu. Ancak bu denklem Paşinyan yönetimiyle birlikte sarsıldı.

Dolayısıyla, Moskova’dan Erivan’a bakıldığında, ikili ilişkilerin düzeyi ve Ermenistan’ın iç siyasi dinamikleri kadar, Rusya’nın çevrelenmesi stratejisindeki yeri de belirleyici.

Batı’dan doğuya doğru bakıldığında; Moldova, Ukrayna, Kırım, Gürcistan, Ermenistan ve daha fazlası… Sovyetler Birliği döneminin tarihsel mirasını paylaşan ve Rusya Federasyonu’yla coğrafi yakınlığa sahip neredeyse her ülkede renkli devrimler meydana geldi, askeri çatışmalar yaşandı, bu ülkelerin siyasi iklimleri ‘Rusya-Batı yanlısı’ zemininde şekillendi.

Ancak bütün gerilimlere rağmen, coğrafi yakınlık, ortak tarih ve ekonomik mecburiyetler bu iki ülkenin tamamen kopmasının önüne geçti.

2024 yılı itibarıyla Ermenistan ile Rusya arasındaki ticaret hacmi, tarihi bir rekor kırarak 12.4 milyar ABD dolarına ulaştı. Bu, 2023 yılına kıyasla yüzde 56,5’lik bir artış anlamına geliyor. 2024’ün ilk yarısında Ermenistan, yaklaşık 66 ton altın ithal etti ve bu altının neredeyse tamamı Rusya’dan geldi. Aynı şekilde, tarım ve gıda ürünleri ticareti 2024’te yüzde 16.2 artış gösterdi.

Ancak aynı anda, rakamlar Ermenistan’ın Rusya’dan yaptığı ithalatın önemli ölçüde arttığını, ancak ihracatının azaldığını gösteriyor. Bu durum, Ermenistan’daki Batı yanlıları tarafından ‘Rusya’ya bağımlılık’ olarak tanımlanırken, Rusya yanlıları ise ihracattaki düşüşün faturasını Paşinyan’ın Batı yanlısı politikalarına bağlıyor.

Rusya’nın Paşinyan yönetimine bakışı öncelikle bir güvenlik konusu olsa da, Kremlin iki ülke arasındaki tarihsel ve ekonomik bağlara güvenerek, Güney Kafkasya’daki önemli bir bölgeyi daha Batı’ya kaptırmama niyetinde. Rusya’nın bütün gerilimlere rağmen günün sonunda olumlu mesajlar vermesinin altında yatan temel motivasyon da bu.

Bundan sonra ne olacak?

Lavrov’un Erivan ziyaretiyle açılmaya çalışılan yeni sayfada en önemli gündem maddesi yaklaşan Ermenistan seçimleri.

2026’da yapılması beklenen seçimler, Paşinyan yönetiminin önündeki en büyük sınav olacak.

Gallup Araştırma’nın Ermenistan’daki resmi temsilcisi MPG ‘Politring’ tarafından geçen ay yapılan bir ankette, “Bu pazar seçim olsa oyunuzu kime verirdiniz?” sorusuna katılımcıların yüzde 11,5’i Başbakan Paşinyan’ın liderliğindeki iktidar partisi Sivil Sözleşme, yüzde 8’i Robert Koçaryan’ın ‘Ermenistan’ bloğu, yüzde 3,7’si Serj Sarkisyan’ın ‘Onurum Var’ İttifakı yanıtını verdi.

1100 kişiyle telefonda yapılan ankette Paşinyan yine birinci gelse de, Paşinyan’ı tercih edeceğini söyleyenlerin iki katından fazlası (yüzde 23.7) seçimlere katılmayacağını söyledi.

MPG Başkanı Aram Navasardyan’a göre, Paşinyan’ın partisi küçük de olsa yeniden oy kaybı yaşadı. Buna karşılık Koçaryan’ın bloğu oy oranını kayda değer biçimde artırdı.

Asıl tablo seçimlere 2-3 ay kala netleşecek olsa da, yüzde 23.7’lik ‘umutsuz’ kesim, Paşinyan’ın kaderini belirleyecek nitelikte.

Ermenistan’ın bu belirsiz iç siyasi ikliminde uyguladığı ikili dış politikanın iki sonucu var: Moskova’nın güvenlik şemsiyesi, AB’nin siyasi ve ekonomik vaatlerine karşı…

Paşinyan yönetimi iki kapıyı da açık tutarak bir çeşit denge siyaseti güdüyor. Ancak denge siyasetiyle ‘aynı anda birden fazla sandalyeye oturmak’, sonuçlar bakımından birbirinden çok farklı noktalara işaret ediyor.

Seçenekleri günden güne tükenen Ermenistan’ın önündeki en büyük görev, yürüdüğü ikili yolun hangisinin sonunda daha sağlam bir sonuca ulaştığını belirlemek olacak.

Sonucu, Ermenistan’ın çıkarlarıyla Paşinyan’ın çıkarlarının çatıştığı nokta belirleyecek.

Kaynaklar:

  1. https://armenpress.am/en/article/1220023
  2. https://www.reuters.com/world/asia-pacific/armenia-adopts-law-launch-eu-accession-process-2025-04-04/
  3. https://carnegieendowment.org/posts/2020/10/why-russia-is-biding-its-time-on-nagorno-karabakh?utm_source=chatgpt.com&lang=en
  4. https://ecfr.eu/article/a_captive_ally_why_russia_isnt_rushing_to_armenias_aid/
  5. https://www.eurasiareview.com/09112020-russia-and-the-second-nagorno-karabakh-war-analysis/
  6. https://enlargement.ec.europa.eu/news/eu-and-armenia-launch-visa-liberalisation-dialogue-2024-09-09_en
  7. https://www.reuters.com/world/asia-pacific/armenia-adopts-law-launch-eu-accession-process-2025-04-04/
  8. https://caliber.az/en/post/armenia-joins-russia-s-top-10-trade-partners-in-2024
  9. https://tass.com/economy/1936739
  10. https://arminfo.info/full_news.php?id=91289
  11. https://www.specialeurasia.com/2025/05/23/lavrov-russia-armenia/

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English