DÜNYA BASINI
Trump’ın zaferi Avrupa için dönüm noktası mı?
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.tr
Editorün notu: Aşağıda çevirisini okuyacağınız makalenin yazarı Dieter Stein, Almanya ve Avrupa’daki “Yeni Sağ” diye anılan çevrelerde iyi bilinen Junge Freiheit‘ın [Genç Özgürlük] kurucusu ve genel yayın yönetmeni. Stein’ın yazısı, Avrupa’daki sağ çevrelerin yeni Donald Trump iktidarından beklentilerini yansıtması açısından önemli. Bu çevreler, Trump’ın Amerika’sının Avrupa’da da bir tür “ulusal egemenlik” çağını yeniden başlatacağına inanıyorlar. Almanya özelinde ise, anketlerde birinci sırada görünen ana muhalefetteki CDU’nun ve lideri Friedrich Merz’in AfD’ye yönelik mesafeli yaklaşımını kırmak için özel bir çaba sarf ediyorlar. Özetle “liberal kurumların” çöküşü ve “ulusal egemenliğin” yükselişi teması baskın. Öte yandan Trump’ın olası ticaret savaşlarının bir ihracat devi olarak Almanya için yaratacağı “nazik” durumun da farkındalar. Tüm bunlara rağmen, Trump’lı bir ABD’nin Avrupa için yaratacağı fırsatların daha baskın olduğunu düşünüyorlar; Elon Musk gibi isimlere yönelik ölçüsüz hayranlıkları da cabası. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Trump’ın zaferi Avrupa için dönüm noktası mı?
Dieter Stein
European Conservative
15 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Hem Amerika’da hem de Avrupa’da güncel siyasetin köklü bir değişim geçirdiğine tanıklık ediyoruz. Donald Trump’ın ezici seçim zaferi, Atlantik’in her iki yakasındaki liberal kurumlarda şok etkisi yarattı. Ancak bu müspet sayılabilecek bir şoktu.
Yaşananlar, Avrupa siyasi sınıfını, özellikle de Almanları; bazı yanılsamalarını terk etmeye ve ekonomi ve güvenlik politikası konularında daha olgun ve özgüvenli olmaya zorluyor. Trump’ın Amerikan ulusal çıkarlarını ifade ederken kullandığı hoyrat üslup, siyasal arenaya taze bir soluk getirecek gibi. Tüm bunlar, hakikati ve küresel güç ilişkilerinin ardını görmemizi engelleyen sahte ahlakçılığı ve ucuz ideolojik perdeyi yırtıp atacak belki de.
Tarihin bir cilvesi olsa gerek, Trump’ın ezici seçim zaferinin ilan edildiği gün, [Almanya Şansölyesi] Olaf Scholz’un Sosyal Demokratlar (SPD), Yeşiller ve liberal FDP’den oluşan ve kendini “ilerleme koalisyonu” olarak tanımlayan koalisyon hükümeti çöktü. Scholz, yüksek kamu açıklarına direnen ve ülkedeki düşüşü tersine çevirmek için ekonomi politikasında değişiklik çağrısında bulunan liberal maliye bakanı Christian Lindner’i görevden aldı.
Scholz “Trafik lambası koalisyonu”nun sona erdiğini açıkladığında Almanya, derin bir nefes almış gibiydi. Sefil dönemin artık geride kaldığına bir işaretti bu. Scholz iktidarı, ülkeyi boğan ve bunaltan bir yönetimdi gerçekten de. “Trafik lambası” kelimenin gerçek anlamında bir felaketti ve savaş sonrası Almanya’sının “en sevilmeyen hükümeti” ödülünü haklı olarak kazandı; halkın sadece yüzde 14’ü hâlâ onu destekliyordu. SPD-Yeşiller ekseni, yıkıcı bir miras bırakan Angela Merkel’in 16 yılının ardından gerekli olan rota değişikliğini uygulamaya ne istekliydi ne de başarabilecek kudretteydi. Bunun yerine, Scholz, SPD ve Yeşiller -ve tabii Liberaller- yönetiminde, göndere çekilmiş gökkuşağı bayrakları eşliğinde ülkeyi uçuruma doğru son sürat götürüyorlardı.
Neredeyse yüz gün var, 23 Şubat 2025’te yeni seçimler yapılacak. Seçimlerin muhtemel galibi, yani bir sonraki dönemin Alman Şansölyesi, Hıristiyan Demokratların lideri Friedrich Merz olacağa benziyor. Merz pek çok seçmen için en acil konu olarak masada duran yasadışı göç dalgası başta olmak üzere önemli bir siyasal rota değişikliğine gidebilir. Hatta bunu hemen gerçekleştirebilir. Federal Meclis’te çoğunluk, merkez sağ partiler CDU/CSU, FDP ve Almanya için Alternatif’in (AfD) elinde. Ancak Merz, CDU’nun önerdiği herhangi bir yasa tasarısı için AfD’den oy kabul etmeyeceğini açıkça ilan etmişti. Hatta AfD’nin desteği sayesinde elde edilebilecek “şans eseri” bir çoğunluk yaratabilecek bu türden tasarıları sunmaktan kaçınmaya dahi söz verdi.
Merz, en güçlü ikinci parti olan AfD’yi hükümetten kalıcı olarak dışlamayı hedefleyen “güvenlik duvarının” adet cisimleşmiş bir hali gibi. Ancak antidemokratik güvenlik duvarı politikalarındaki bu ısrarı (ya da Belçika ve Fransa’daki adıyla cordon sanitaire) Merz’i gelecekteki koalisyonlar için sürekli olarak sol partilere bağımlı kılıyor. Merkez sağda net bir çoğunluğu reddeden Merz’in önünde soldaki partilerle işbirliği hariç pek de yol yok. Bu da CDU’nun muhafazakâr seçmen tabanını hayal kırıklığına uğratmasının etkisiyle AfD’ye geniş bir siyasal alan açmış/açacak olduğu anlamına geliyor. Nitekim hükümetin çökmesinin ardından yapılan ilk anketlerde AfD’nin hızla yükselişe geçtiği görülmüş, parti lideri Alice Weidel de trafik lambası koalisyonunun bozulmasını Almanya için bir kurtuluş anı olarak nitelendirmişti.
Merz’in Almanya’nın gerilemesine neden olan politikalarda köklü bir manevra yapabileceğine ilişkin şüphelerim var. Partisi, Başbakan Angela Merkel döneminde pek çoğu Orta Doğu ve Afrika’dan olmak üzere iki milyondan fazla göçmenin ülkeye kontrolsüz girişine izin veren ve tam anlamıyla bir felaket olan “açık kapı mülteci politikası”ndan sorumluydu. O vakitten bu yana suç oranı arttı. Kamu güvenliğindeki bozulmayı kentlerin yanı sıra küçük kasabalarda da izlemek olası hale geldi.
Merz, Yeşiller ideolojisinin etkisiyle şekillenen ve Merkel tarafından uygulamaya geçirilen büyük maliyetli “enerji dönüşümü” politikalarının artık geri döndürülemez olduğunu ifade etmişti. CDU’nun Yeşiller ile arasındaki belki de tek büyük anlaşmazlık, Merkel hükümetinin devre dışı bırakmaya karar verdiği nükleer enerjiyi desteklemeye geri dönmesi gibi görünüyor. Ne var ki, Almanya’daki nükleer santrallerinin hepsi kapatıldığı ve yıkımına başlandığı için artık çok geç. Merz, Yeşiller ile hâlâ flört eden güçlü bölgesel liderler varken Sosyal Demokratlarla bir koalisyona girmeyi tercih edecektir. Almanya için büyük bir siyasal rota değişikliği bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacağa benziyor.
Bir de şu var tabii: Almanya’nın bir sonraki hükümeti Atlantik’in öte yakasında tamamen farklı bir yönetimle karşı karşıya kalacak. Donald Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönüşü Avrupa’da büyük bir şok etkisi yarattı. Trump’ın ezici seçim zaferi, Amerika’da “faşizmin” yükselişinden yakınan ilerici elitler ve aktivistler arasında derin bir endişeye yol açtı. Almanya’nın Greta Thunberg’i sayılabilecek ünlü bir iklim aktivisti, X’te İngilizce çevirisiyle birlikte sadece tek bir kelime ile içinde bulunulan durumu anlattı: “Weltschmerz” [dünya ağrısı]. Yine haftalık Die Zeit gazetesinin genel yayın yönetmeni Trump’ın seçilmiş olmasını “bir kâbus” olarak değerlendirirken, Der Spiegel ise “Batı’nın sonu” diye yakındı. Nitekim bu durum, sol-ilerici politikaların ve dış politikamızın artık sorgulanmaya başlanacağı anlamına geliyor.
Yeşiller üyesi dışişleri bakanımız Annalena Baerbock tarafından savunulan ilerici “değerlere dayalı dış politika” kurgusu çöküyor. Pasifizm ve savaşçılık arasında gidip gelen, ancak güç politikalarına ilişkin temel bilgilerden yoksun olan bu naif dış politika, ülkesini ilk sıraya koyan [America first] bir Amerikan başkanıyla karşı karşıya kaldığında artık iyiden iyiye çöküşe geçmiş olacak. İşaretler sert bir Realpolitik’e geri dönüşün sinyallerini veriyor.
Trump’ın iktidara geri dönüşüyle birlikte dünyanın dört bir yanında kazananlar ve kaybedenler de netleşmeye başlıyor. Trump yönetimi Pekin’in aleyhine döner ve ekonomik, askeri ve diplomatik cephede koordineli bir geri püskürtme girişimi başlatırsa Çin büyük bir kaybeden olabilir mesela. Yine Trump’ın zaferinin en önemli faydalanıcılarından biri, Trump ve bazı kilit danışmanlarıyla yakından ilişkili olan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu olabilir. Avrupa’da Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, anketlerin Trump’ın zaferine işaret etmesinin ardından Trump’a sıcak bir kutlama mesajı gönderen ilk isim oldu. Ancak kıtamızdaki merkezci ve liberal siyasi liderler arasında, Avrupa’daki Amerikan askeri varlığının geri çekilmesinden ve Ukrayna’ya yönelik (mali) desteğin radikal şekilde azalmasından endişe edenler de mevcut.
Trump’ın dönüşü kesinlikle Batı’nın ya da Batı siyasal ittifakının sonu anlamına gelmiyor. Aksine, ulusal çıkarlara dayanan ve bu çıkarları gözeten ulus devletlerin temel siyasi özüne geri dönüş demek belki de. Avrupa genelinde duyulan derin korkuya rağmen, Trump yönetimindeki ABD’nin Ukrayna’yı Putin’in kaderine teslim edeceği yönünde kesin veriler yok elimizde. Ancak, Washington ve Moskova arasındaki ilişkilerde barış müzakerelerini kolaylaştırabilecek yeni bir başlangıç olacaktır; olmalıdır da. Böylesi bir gelişme, memnuniyetle karşılanacaktır.
İlginç ve şaşırtıcı bir şekilde, İngiliz The Economist dergisinin yakın tarihli bir makalesinde (“Volodimir Zelensky neden Donald Trump’ın zaferini memnuniyetle karşılayabilir?”) altının çizildiği gibi, Ukrayna hükümetindeki birçok üst düzey yetkili aslında (gizli saklı da olsa) Trump’ın zaferini ümit ediyordu. Zayıf Biden yönetimi ile “kuralları yerle yeksan edecek joker başkan” arasında seçim yapmak zorunda kaldıklarında, ikincisini seçeceklerdi; öyle de yaptılar.
Başkan Zelensky, Trump’ın “küresel meselelerde güç yoluyla barış yaklaşımını” övmekte gecikmedi ve ülkesi için “adil bir barış” sağlamak üzere yeni başkanla birlikte çalışmaya istekli olduğunu ifade etmiş oldu. Zelenskiy seçim sonrası seçilmiş başkanla yaptığı ilk telefon görüşmesinin ardından Trump’tan övgüyle bahsetti. Nitekim, The Economist bunu şöyle değerlendirecekti:
“Amerika’nın Ukrayna’ya Rusya topraklarına saldırı için uzun menzilli füzelerini kullanma izni vermemesi, zaten onaylanmış olan askeri yardım tedarikinde yaşanan ve artık kronikleşmiş gecikmeler ve sağlam güvenlik garantileri sunamaması [Ukrayna’da] her geçen gün daha fazla zayıflık ve ikiyüzlülük olarak algılanıyor. Ancak Bay Trump’ın zaferi, Bay Zelenskiy’e en iyi ihtimalle kanlı bir çıkmazdan, en kötü ihtimalle ise bir yenilgiden çıkış yolu sunabilir.”
Avrupa medyasının ekseriyeti, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan Amerikalı seçmen davranışını anlamakta ve öngörmekte bütünüyle başarısız oldu. Amerikan halkının, ekonomi, enflasyon ve kitlesel göç gibi konularda büyük endişesi var. Amerika “küresel iklim hükümeti” ya da dünya demokrasisi hayalleri uğruna dünyanın süper gücü olmaktan feragat etmeye hazır değil. Seçim sonuçlarından bir kez daha öğreniyoruz ki, sıradan işçi sınıfı Amerikalılar, vergilerinin wokeness¹, sol tandanslı kimlik siyaseti, DEI ideolojisi [çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık], iklim yanılsaması ve göçmenlere yönelik yaygın sosyal harcamalar için kullanılmasından bıktı usandı. Güvenliklerini ve kimliklerini intihar niteliğindeki bir açık sınır politikasına feda etmeyeceklerdi. Bu durum Almanya için de geçerli. Nitekim AfD’nin anketlerde yükselmesinin nedeni de budur.
Trump’ın korumacılığı ve getirilmesi muhtemel yeni gümrük tarifeleri Avrupa’nın ve Almanya’nın ihracata dayalı üretimine zarar verecektir. Otomotiv sektörü başta olmak üzere pek çok endüstrinin çeşitli endişeleri olduğu bir sır değil. Tarifelerin mütevazı bir sınırda tutulmasını ve zararın minimumda kalmasını umuyorum. Tüm bunlara karşın, mevcut vahametin, özellikle de Almanya’nın geleneksel endüstrilerindeki ekonomik rahatsızlığın Amerikan politikasından kaynaklanmadığını, tamamen içeriden kaynaklı olduğunu da kabul etmeliyiz: Yeşil enerjiye geçiş politikaları sebebiyle yaşanan artan enerji maliyetleri, yüksek vergi oranları ve işgücü maliyetleri ve aşırılaşmış bürokratik formaliteler rekabet gücünde sürekli bir kayba yol açtı.
19. yüzyılda Almanya sanayide lider ve ekonomik bir güç merkezi haline gelerek İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımlarından kurtulmuştu. Ancak bir süredir geriye düşüyor. ABD’nin bazı bölgelerine hâkim olan inovasyon düzeyinden bir hayli yoksun. Trump’ın yanında Elon Musk gibi çağımızın en başarılı girişimcisi ve yenilikçisinin olması da vizyoner bir çıkış anlamına geliyor. Amerika kelimenin gerçek anlamıyla yeniden yıldızlara ulaşıyor. Musk uzaya roketler gönderip parlak siber kamyonlar inşa ederken, Almanya’nın yeşil ilerici-aptalları arabaların yerine hantal kargo bisikletlerini koymanın hayalinde.
Almanya’da Musk’ın coşkulu iyimserliğini ve önlenemez başarı arzusunu bulmak pek mümkün değil. Aksine, Tesla ve X’in sahibi mütemadiyen yeriliyor. Der Spiegel dergisi geçtiğimiz günlerde Musk hakkında “İki Numaralı Halk Düşmanı” başlıklı bir haber yayımladı ve onu son derece absürt şekilde demokrasiyi yok etmekle suçladı.
Avrupalı solcu elitler Elon Musk’tan nefret ediyor çünkü o Twitter/X’i kısıtlardan kurtardı ve daha önce solcuların hakimiyetinde olan platformdaki güç dengesini yeniden tesis etti. Musk, en üst düzeyde fikir özgürlüğünü ve demokratik tartışmayı savunuyor. Bu da ülkedeki yerleşik söylemi kontrol etmeye ve hoşlarına gitmeyen görüşleri sansürlemeye alışkın kurulu düzen muhafızları için kâbus demek. Hoşlanmadıkları her şeye dezenformasyon diyerek görmezden geldikleri düşünüldüğünde Trump’ın zaferi, sol-kanat iptal kültürüne karşı kültür savaşında bir dönüm noktası olacak!
Trump’ın zaferini Avrupalılar ve Almanlar için daha da acı verici kılan şey, güvenlik politikası konusundaki zaaflarımızı ve yanılsamalarımızı gözler önüne sermesidir. Eski başkan, Almanya’nın yetersiz silahlı kuvvetlerini ve ABD’nin güvenlik garantilerine bel bağlamasını eleştirirken oldukça haklıydı. Son otuz yıldır, bilhassa da Merkel döneminde, Almanya’nın askeri harcamaları son derece yetersiz kaldı. Öyle ki, NATO’nun yüzde 2 olan gayrisafi yurtiçi hasıla hedefi de sürekli olarak ıskalandı.
Senatör J.D. Vance şubat ayında Financial Times için yazdığı makalede öne sürdüğü taleplerinde haklıydı: “Avrupa savunma konusunda kendi ayakları üzerinde durmalıdır”. Şu anda Almanya’nın Bundeswehr’i² tek bacaklı bir asker gibi adeta. Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, Baltık ülkelerine tek bir tugay göndermek için dahi yeterli kaynakları denkleştirmekte zorlanıyor. Şubat 2022’nin sonlarında, Rusya’nın Ukrayna’yı tamamen işgal etmesinin ardından, Şansölye Olaf Scholz Zeitenwende [dönüm noktası] ilan etti. Gerçekte ise Scholz’un sözlerinin arkası boştu, ardından dişe dokunur bir eylem gelmedi. Bundeswehr için borçla finanse edilen 100 milyar avroluk ek kaynak, somut ve kayda değer bir değişime yol açmadı. Almanya bugün hâlâ NATO’nun yüzde 2’lik harcama hedefinin çok çok gerisinde.
Trump, Schröder’den Merkel’e (ve Merkel’in eski maliye bakanı olan Scholz’a) kadar Alman hükümetlerinin bir biçimde kaçabileceklerine inandıkları faturayı bir kez daha önümüze koyacak. Komünist Sovyet imparatorluğunun çöküşünden sonra Almanlar, ulusal savunma harcamalarını kısmak, NATO’nun gölgesinde ve ABD’nin nükleer kalkanının koruması altında neredeyse bedavaya “barış getirisinden” yararlanabilmeyi umdular. Ama nihayet Trump bizi artık kendi silahlı kuvvetlerimize çok daha fazla yatırım yapmaya zorlayacak. Daha bağımsız ve egemen olmak istiyorsak önkoşul budur.
Trump’ın “Önce Amerika” politikaları, yasadışı göçe ve sol esintili çeşitlilik gündemlerine karşı çıkışı, Avrupa’daki sağcı partiler ya da sağcı hükümetler için ideolojik bir destek sağlayabilir. Ve evet, onun korumacılığı bizim işimizi zorlaştıracaktır. Fakat, ülkelerimize, uluslarımıza sahip çıkmalıyız. Kim bilir belki de yeni Trump hükümeti, transatlantik ilişkilerde Avrupalıların vasal devletler yerine gerçek birer siyasal ortak haline geldiği yeni bir aşama için bir fırsat açıyordur.
¹ ABD’de ortaya çıkan ve sosyal adalet ile etnik-ırksal eşitliği önceliklendiren hareketleri, kimlik temelli eşitsizliklere karşı duyarlılığı ve bu konulara yönelik aktif farkındalığı tanımlamak için kullanılan bir tür şemsiye kavram, “duyarcılık.” (ç.n.)
² Alman Silahlı Kuvvetleri. Almanya Federal Cumhuriyeti’nin kara, deniz ve hava kuvvetlerini kapsayan, ülkenin savunma politikalarını icra eden temel askeri organ. (ç.n.)
İlginizi Çekebilir
-
Çin, BYD’nin Meksika fabrikasının onayını erteledi
-
Lukyanov: Putin-Trump görüşmesinde Kiev ve Avrupa için iyi haber yok
-
Leyen 2030’a kadar ‘toplu silah alımı’ çağrısında bulundu
-
Kuzey Avrupa ve Baltık ülkelerinden Ukrayna’nın AB üyeliğini hızlandırma çağrısı
-
Putin’den Batılı şirketlere uyarı: Geri dönüşler kolay olmayacak
-
Hindistan, Rus uçaklarını Fransız uçaklarıyla değiştirecek

Amos Harel / Haaretz
İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.
Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.
Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.
İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.
Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.
Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.
Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.
İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.
İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.
ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.
Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.
Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.
Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi
Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.
Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?
Netanyahu’nun kovacağını açıkladığı Şin-Bet Direktörü’ne Başsavcı kalkanı
Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…
Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.
İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.
Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…
Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.
Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.
DÜNYA BASINI
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
Yayınlanma
2 gün önce17/03/2025

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.
***
Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası
Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.
Yossi Melman
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.
Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.
Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.
Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.
Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.
Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.
Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.
Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.
Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.
Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.
Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.
Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.
Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.
7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.
DÜNYA BASINI
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
Yayınlanma
1 hafta önce10/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”
Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:
Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.
Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.
6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.
Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.
Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Çin, BYD’nin Meksika fabrikasının onayını erteledi

Lukyanov: Putin-Trump görüşmesinde Kiev ve Avrupa için iyi haber yok

Leyen 2030’a kadar ‘toplu silah alımı’ çağrısında bulundu

Kuzey Avrupa ve Baltık ülkelerinden Ukrayna’nın AB üyeliğini hızlandırma çağrısı

Putin’den Batılı şirketlere uyarı: Geri dönüşler kolay olmayacak
Çok Okunanlar
-
AVRUPA7 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
AB’de silahlanma çılgınlığı
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor
-
ASYA1 hafta önce
Çinli yatırımcılar Elon Musk’ın şirketlerinden özel olarak hisse alıyor
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Küresel kahve sektörü şokta: Fiyatlar yüzde 70 arttı, alımlar durma noktasına geldi