Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Ukrayna savaşı ve Orta Koridor’un önemi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD ve Avrupa’nın uzak coğrafyalardaki nüfuzunu kaybetmesi, merkez Asya’daki aktörlere siyasi ve iktisadi anlamda özerklik şansı tanıdı. Fakat Rusya ve Çin’in varlığı bu eğilimi belirli sınırlar çizmiş olsa da Ukrayna’da yaşanan savaş, Orta Koridor güzergahının Kazakistan ve Azerbaycan gibi aktörlerin özerklik kazanma eğilimini desteklemiş görünüyor. Carleton Üniversitesi Avrupa, Rusya ve Avrasya Çalışmaları Enstitüsü’nün kıdemli araştırma görevlilerinden olan Robert M. Cutler’ın değerlendirmesi.


Rusya savaşı Orta Koridor’un önemini vurguluyor

Robert M. Cutler
The Asia Times
8 Haziran 2023

Bu geniş coğrafya, dünya siyasetinde görece özerk bir aktör olma fırsatına sahip.

Soğuk Savaş sona erdikten sonra Güney Kafkasya, Hazar Denizi havzası ve Orta Asya, bölgenin zengin enerji kaynaklarının ötesinde uluslararası ilişkiler açısından önemini fark eden Batılı jeopolitik stratejistler açısından pratik politikanın odaklandığı bölgeler haline geldiler. Ancak yeni yüzyılın ilk on yılının sonunda bu stratejik angajmana paydos verildi.

Şimdi, yani on buçuk yıl sonra, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Washington’daki karar alıcılar ve danışmanların buraya olan ilgisi yeniden canlandı ve buna şu ana kadar ılımlı olan yeni bir Avrupa varlığı eşlik etti.

Xian’daki son yüksek profilli zirvenin de örneklediği üzere, Çin ile beş Orta Asya ülkesi arasındaki diplomatik ve ekonomik alışverişin yoğunlaştığı bir ortamda, Hazar Denizi boyunca uzanan Orta Koridor’un önemi son yıllarda giderek arttı.

Xian’daki buluşmayla aynı tarihte Almatı’da düzenlenen ikinci AB-Orta Asya Ekonomik Forumu daha az dikkat çekti. Avrupa Birliği, böylece Orta Koridor’u Rusya’nın hakimiyetindeki altyapıya bağımlılığa karşı olası bir denge unsuru olarak kabul ettiğinin sinyalini vermiş oldu.

Almatı buluşması, Brüksel’in Haziran 2019’da Avrupa Birliği Konseyi tarafından kabul edilen ve Orta Asya ülkeleriyle daha yakın ilişkiler geliştirmeyi amaçlayan stratejik politika yöneliminin bir göstergesi.

Bu stratejik politika, sınır güvenliği ve çevre dâhil olmak üzere dayanıklılığa; bilhassa “sürdürülebilir ilişki” olmak üzere refaha ve bölgesel işbirliğinin teşvik edilmesine odaklanıyor.

Azerbaycan ve Kazakistan’ın rolü

Batı’nın odağının canlanması, iki kilit ülke olan Azerbaycan ve Kazakistan tarafından savunulan stratejik vizyonla örtüşüyor. Zira Orta Koridor’un hayata geçirilmesinde kilit rol oynayan bu ülkeler, Güney Kafkasya ve Orta Asya’nın özerk kalkınmasını teşvik etmek için çaba sarf ediyorlar.

Özellikle Azerbaycan, Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan coğrafi bağlantısı ve Orta Koridor yapısı içinde kritik bir ulaşım ve lojistik dayanak noktası olması nedeniyle önemli bir rol oynadı.

Orta Koridor’un faaliyete geçmesinin başlıca katalizörü, iki ülkenin 2017’den bu yana sürdürdüğü aktif ikili işbirliği oldu. Bu ikili işbirliği o zamandan bu yana bölgesel kalkınmayı teşvik etmek ve jeo-iktisadi manzaranın dönüşümüne katkıda bulunmaya yönelik çok taraflı bir platforma dönüştürüldü. Orta Koridor, jeo-iktisadi bir plandan siyasi açıdan önemli bir geçiş güzergâhına dönüştü.

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşını yeniden canlandırmasının ardından uluslararası ticaret modellerinde meydana gelen dönüşümler, Orta Koridor’un öneminin altını çizdi. Artan öneminin kanıtı niceliksel olarak da görülebiliyor; Orta Koridor boyunca yük hacmi sadece geçtiğimiz yıl iki kat artış kaydetti, ancak bu artış nihai anlamda nispeten düşük kaldı.

Çin’in niyetleri

Orta Koridor’u Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin bir bileşeni olarak tasvir eden hâkim anlatı, Pekin’in görüşünü yanlış anlıyor ve onun kendi farklı stratejik persektifini ihmal ediyor. Özünde, Çin’in Orta Koridor’a olan bağlılığı, Kuşak ve Yol Girişimi’nin ayrılmaz bir parçası olan diğer transit rotalara (Rusya üzerinden kuzey rotası ve güney deniz rotası) yönlendirdiği kaynaklarla karşılaştırıldığında sönük kalıyor.

Engellere rağmen Orta Koridor’un ilerlemeye devam etmesi, aslında Güney Kafkasya-Orta Asya bölgesinin siyasi ve iktisadi özerklik arzusunun bir simgesi.

Azerbaycan’ın modern çok işlevli Alat Limanı’nı kurması gibi kritik altyapının geliştirilmesinde atılan övgüye değer adımlara rağmen, Batılı güçlerin bu güzergâhın stratejik öneminin farkına varması henüz genişletilmesine dönük orantılı bir desteğe dönüşmedi. Bunun için Batılı güçlerin daha derin bir stratejik taahhütte bulunması ve çok taraflı yatırımların artırılması gerekiyor.

Orta Koridor zamanında geliştirilirse, Ukrayna’daki savaşın ardından gerilemeye devam eden Orta Asya’nın Rusya’nın etkisinden kurtulması konusunda bir kanal işlevi görme potansiyeline sahip olacaktır.

Çin’in Orta Koridor konusundaki sükunetini, Rusya’nın Orta Asya ülkeleri üzerinde askeri tehditler yoluyla baskı kurmaya dönük tarihsel eğilimi ve enerji piyasaları üzerindeki kontrolü açıklayabilir. Mesela Xian zirvesinde Pekin, Kırgızistan üzerinden Özbekistan’a, oradan da teorik düzeyde kuzey İran ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanması planlanan uzun güzergahın lansmanını yapmış oldu.

Orta Koridor’un en önemli bölümünü oluşturduğu daha geniş kapsamlı bir proje olan Trans-Hazar Uluslararası Ticaret Yolu (TITR) başta Çin ve potansiyel olarak Güneydoğu Asya mallarının Avrupa’ya ulaşması için alternatif bir güzergâh olarak düşünülse de Pekin’in bunu pratikte hiçbir zaman Kuşak ve Yol Girişimi’nin parçası olarak görmediği anlaşılıyor.

Çin’in TITR ve özellikle de Orta Koridor’a yaptığı yatırımlar gecikti. Bunun nedeni Çin’in Orta Koridor’u esas olarak Orta Asya’da kendi nüfuzunu genişletmek için bir kanal olarak görmesi.

Jeopolitik dengede kendi konumuna meydan okumaya yol açabilecek herhangi bir desteği vermekten çekinen Çin, bölgeyi başka yollarla kendi yönüne çekmeye çalışıyor.

Değişen koşullar artık TITR ve Orta Koridor’a Güney Kafkasya ve Orta Asya’da özerk iktisadi kalkınma ve entegrasyon açısından gerçek bir potansiyel kazandırıyor. Ermenistan’ın Azerbaycan ile kapsamlı bir barış anlaşması konusundaki mevcut fırsatı değerlendirmesi halinde bu durum özellikle Güney Kafkasya’nın işine yarayacaktır.

Batı’nın çıkarları

Batı’nın atacağı stratejik adımlar Orta Koridor üzerinden ticaret akışını artırabilir. Bu artan akışlar AB’ye temel hammaddelerin güvenilir bir şekilde tedarik edilmesini sağlarken bölgesel iktisadi kalkınma ve entegrasyonu da teşvik edebilir.

Bunun nihai sonucu, mevcut uluslararası sistemin 2040’ların başı ve/veya ortaları için öngörülen dağılışı ve çökmesi öncesinde bölgenin ekonomik coğrafyasının yeniden yapılandırılması olacaktır.

Bu uzun vadeli perspektifte, Orta Koridor —tartışmasız TITR’in belkemiği— Güney Kafkasya’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir bölgeyi dünya siyasetinde nispeten özerk bir aktör, yani sadece büyük güçlerin kaprislerinin nesnesi olmayan, kendi koşullarını yaratabilen bir aktör haline getirme potansiyeline sahip.

Böyle bir gelişme sadece daha geniş bir bölgenin —Güney Kafkasya, Hazar Denizi bölgesi ve Orta Asya— daha kapsamlı jeo-iktisadi dönüşümünü katalize etmekle kalmayacak, nihayetinde halihazırda devam etmekte olan küresel güç dengesinin yeniden yapılandırılmasını da etkileyecektir.

Bu yeniden yapılandırma Çin, İran ve Rusya’dan oluşan Yeni Üçlü İttifak’ın giderek yoğunlaşan hegemonyasını azaltacaktır. Dolayısıyla bu; Avrupa, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri ve Hint-Pasifik ülkelerinin çıkarına olacaktır.

Buradan Hint-Pasifik ülkelerinin TITR’i ve ilk etapta Orta Koridor’u desteklemek için daha fazla çaba sarf etmeleri gerektiği sonucu çıkıyor.

DÜNYA BASINI

ABD daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Donald Trump’ın göçmenlik politikalarıyla tarihsel bir paralellik kurarak, ABD tarihindeki zorunlu göç, kolonizasyon ve nüfus arındırma politikalarını inceliyor. Metin, 19. yüzyılda Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin kölelik karşıtı ama dışlayıcı politikalarından başlayarak, Thomas Jefferson ve Abraham Lincoln gibi ABD kurucu figürlerinin bu süreçteki tayin edici rollerine değiniyor. Yine, ABD’de tarihsel olarak kimin “gerçek Amerikalı” sayılacağına dair kadim tartışmaları, kölelik, Kızılderili Tehciri, 1924 Göç Yasası ve güncel göç politikalarına uzanan bir bağlamda ele alırken, bunun kapitalist ulus-devletin kurucu unsuru olan işgücü denetimi ve mülkiyet rejimleriyle ne denli iç içe geçebileceğini de nüanslı şekilde vurguluyor.

ABD’nin göç ve nüfus politikalarındaki tarihsel sürekliliğe dair bu hatırlatma, ülkedeki güncel göçmenlik politikalarının bir liderin ideolojik tercihlerinin ötesinde ABD’deki sermaye birikim süreçleri ve üretim ilişkilerinin tarihsel olarak oluşturduğu yapısal zorunluluklar üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.


Amerika daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Eric Foner
The Nation
25 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Donald Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında ortaya attığı sayısız vaat arasında hiçbiri, ABD’de yaşayan tahmini 11 milyon kağıtsız göçmeni sınır dışı etme planı kadar destekçilerinde coşku; karşıtlarında ise esef duygusu yaratmadı. Nüfusun böylesine kitlesel bir şekilde ve zorla yerinden edilmesi, birçok eyaletteki işgücü piyasasını kaosa sürükleyeceği gibi, dünyanın geri kalanı için de sarsıcı bir şok demek. Yine de bir toplumu istenmeyen kişilerden arındırma fikri çok da emsalsiz sayılmaz.

Modern tarihte, 1492’de İspanyol Yahudilerinin ve Yedi Yıl Savaşları sırasında Akadyalılar (İngilizler tarafından Nova Scotia’dan sürülen Fransız yerleşimciler) da dahil olmak üzere büyük nüfus gruplarının zorla yurtlarından edildiği pek çok örnek mevcut. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1830 tarihli Kızılderili Tehcir Yasası, Mississippi Nehri’nin doğusundaki Kızılderili nüfusunun neredeyse tamamının bugünkü Oklahoma’ya sürülmesine yol açmıştı; bu zorunlu yürüyüş bugün hala “Gözyaşı Yolu” olarak anılmakta. Yine 1929 Büyük Buhranı sırasında da eyalet yetkilileri ve ulusal yetkililer Meksika kökenli binlerce kişiyi ABD sınırları dışına sürmüştü.

Amerikan sınırları içinde siyasi liderlerden en büyük desteği alan nüfus arındırma planı ise 1816’da kurulan Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin (AKC) öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Yeni bir özgür Afrikalı Amerikalı nüfus yaratmadan köleliğe son vermeyi amaçlayan bu topluluk, köleleştirilmiş kadın, erkek ve çocukların (İç Savaş patlak verdiğinde sayıları 4 milyon kadar olan) kademeli olarak özgürleştirilmelerini ve halihazırda özgür olan yarım milyon siyahla birlikte Birleşik Devletler dışına taşınmasını önermişti.

Frederick Douglass’ın gözlemlerine göre “neredeyse her saygın adam” bu topluluğun üyesiydi: John Marshall, James Madison, Daniel Webster, Roger B. Taney ve hatta Harriet Beecher Stowe (Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi adlı kölelik karşıtı romanı, kahramanı George Harris’in “Afrika vatandaşlığını” onaylaması ve Birleşik Devletler’den göç etmesiyle sona erer mesela)… Sömürgeleştirme o topluma özgülüğüyle benzersiz bir Amerikan fikriydi. Harper’s Weekly’nin¹ de belirttiği gibi, Batı Yarımküre’deki birçok toplumda kölelik vardı, ancak başka hiçbir yerde “özgürleşmeden sonra kölelerin kökünün kazınması” önerilmemişti. Kolonizasyon fikri, savunucularının hem kölelikten hem de istenmeyen Afrikalı Amerikalı varlığından kurtulmuş bir toplum hayal etmelerine olanak sağlamıştı.

Günümüzde kağıtsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi fikri gibi, kolonizasyon da kimin “gerçek” Amerikalı olduğu ve ulusun kucaklayıcı mı yoksa dışlayıcı mı olması gerektiğine dair çok boyutlu tartışmanın önemli bir yanını oluşturuyor. Kolonizasyon fikrini destekleyenler ABD’nin “beyaz bir cumhuriyet” olması gerektiğine inanıyordu. Bu bağlamda Trump’ın güncel sınır dışı planı, Kızılderililerin tehciri, Çinlilerin dışlanımı ve güney ve doğu Avrupa’dan göçü ciddi şekilde azaltan 1924 yasası da dahil olmak üzere nüfusun arındırılmasına dönük diğer çabalarla birlikte değerlendirilmeli. 1862 yılında, henüz İç Savaş devam ederken, Temsilciler Meclisi Özgürleştirme ve Kolonizasyon Komitesi, “tüm ülkenin” siyahlardan arındırılarak beyazlar tarafından ele geçirilmesi çağrısında bulunmuştu. Bugün bu görüşün yankılarını, göçmenlerin beyaz Amerikalıların yerini aldığına dair komplo teorilerinde ve kitlesel yerinden etmelerin bunun panzehiri olduğunu savunan “ikame teorisi” yanlılarında izlemek mümkün.

Kolonizasyonun belki de en önde gelen savunucularından biri, Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı monografisinde siyahların fiziksel ve entelektüel kapasiteleri üzerine yaptığı meşhur tartışmaya ek olarak, kademeli özgürleştirme ve sınır dışı etme için ayrıntılı bir plan ortaya koyan Thomas Jefferson’dı. Bu çalışmada ayrıntılandırıldığı üzere, kölelerden doğan çocuklar kamu kaynakları aracılığıyla eğitilecek ve yetişkinliğe ulaştıklarında özgürleştirilip Afrika’ya taşınacaklardı. Eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine gemiler gönderilerek “eşit sayıda beyaz nüfusun” Birleşik Devletler’e getirilmesi sağlanacaktı. Jefferson, “bir grup işçinin yerine bir başkasını koymak” için bu kadar zahmete girmenin anlamsız göründüğünü kabul ediyordu aslında. Ne var ki, kolonizasyon olmaksızın köleliğin sona ermesini ırksal savaşın, ya da örtük şekilde bahsedilen, ırksal “karışım”ın, (ki bu Jefferson’ın kendisinin de uyguladığı ancak daha kitlesel bir nüfus söz konusu olduğunda hiçbir şekilde hoşlanmayacağı bir şeydi) izleyebileceği konusunda endişeliydi.

1824’teki ölümünden kısa bir süre önce Jefferson, federal hükümetin “her yıl artan çocukları” (yeni doğan çocuklar) sınır dışı etmesini önermişti. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ailelerin ayrılması politikasına [“sıfır hoşgörü”] benzer şekilde, “bebeklerin annelerinden ayrılmasının” insani itirazlara yol açacağını tahmin ediyordu. Ancak bu tür şikâyetler ona “pireyi deve yapmak” olarak göründü. Trump’ın kağıtsız göçmenler hakkındaki aleni yalanları, kolonizasyon topluluğunun başkanlığını yapmış olan Kentuckyli siyasetçi Henry Clay’in sözlerini anımsatıyor. Clay, siyah nüfusu doğuştan suça yatkın olmakla itham etmişti. Bu nedenle özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin “kesinlikle vazgeçilmez” olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.

“Büyük kurtarıcı” [Abraham Lincoln] bile yıllarca siyah Amerikalıların Afrika, Karayipler ya da Orta Amerika’ya devlet destekli olarak yerleştirilmesini savundu. İç Savaş’tan önce Lincoln, Illinois Kolonizasyon Topluluğu’nun Yönetim Kurulu’nda bulunuyordu. Başkanlığının ilk iki yılında kolonizasyonu teşvik etti ve kanun yapıcıları bunu uygulamak için fon ayırmaya çağırdı. Lincoln, Aralık 1862’de Kongre’ye gönderdiği yıllık mesajında açıkça “Kolonizasyonu şiddetle desteklediğimi daha açık ifade edemem” diyecekti.

Jefferson ve Clay, Lincoln’ün en hayranlık duyduğu devlet adamlarıydı. Fakat onların aksine, Lincoln’ün planı özgürleştirmeyi zorunlu değil “gönüllü kolonileşme” ile birleştiriyordu, zaten bu yüzden de hiçbir yere varamadı. Köle sahipleri, maddi tazminat teklif edildiği durumlarda dahi “insan mülkleri”nden vazgeçmek istemediler; siyah liderler ise, hatta neredeyse tamamı, halklarının Birleşik Devletler’in “renkli vatandaşları” olarak tanınması gerektiğinde ısrarcıydılar. Lincoln ırksal “karışım” ile kafayı bozmuş değildi ve siyahları beyaz Amerikalıların güvenliği için bir tehlike olarak damgalamıyordu. Beyaz Saray’da kendisiyle görüşen bir grup siyah Amerikalıya kolonileşmeyi desteklemesinin ardındaki sebebin, ırkçılığın Amerikan toplumunda fazlasıyla derinlere işlemesi ve eski kölelerin bu ülkede eşitlikten asla tam anlamıyla yararlanamayacağı olduğunu söylemişti.

1862 yılının sonuna gelindiğinde, Özgürlük Bildirgesi’ni yayımlamadan bir gün önce, Lincoln, İç Savaş sırasında Birlik ordusuna sığınan yüzlerce kölenin Haiti açıklarındaki bir adaya taşınması için şaibeli sayılabilecek bir girişimciyle sözleşme imzaladı. Ancak bildiriyle birlikte bakış açısında dramatik bir değişim yaşandı. Belgede sömürgeleştirmeye atıfta bulunulmuyor, bunun yerine azat edilen kölelerin Amerikan toplumunun “üretken birer üyesi” olarak yerlerini almaları öngörülüyordu. Diğer bir deyişle onları ABD’de “makul ücretler karşılığında sadakatle çalışmaya” çağırıyordu. Böylece Lincoln ilk kez siyah erkeklerin askere alınmasına alan açarak onları Amerikan yurttaşları olarak tanımaya dönük önemli bir adım atmış oldu.

Kökten değişen koşullar ve yaygın bir muhalefetle karşı karşıya kalan Lincoln, önceki planından vazgeçmişti. Köleliğe yaklaşımından sömürgeleştirmeyi çıkarması, ABD’nin eşitlerden oluşan iki ırklı bir toplum olarak hayal edilmeye başlanmasını sağladı. Donald Trump’tan da aynı evrimi bekleyebilir miyiz peki? İşte o biraz şüpheli.


¹ İlk kez 1857’de “bir uygarlık dergisi” olarak yayımlanmaya başlayan ve özellikle Amerikan İç Savaşı ile New York’taki Tammany Hall hakkındaki önemli haberlerle dikkat çeken dergi. İlk dönem yayın hayatı 1916’da sona erdikten sonra The Independent’a dâhil edildi. 1920’ler ve 1970’lerde kısa süreli canlandırma girişimlerinde bulunulsa da ancak 2000’lerin başlarında, haftalık bir haber özeti sunan elektronik “Harper’s Weekly Review” aracılığıyla, yeniden yayın hayatına dönebildi. (ç.n)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’ın düşüşü ‘Direniş Ekseni’ için ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Seyyid Ali Rıza, Batı Asya uzmanı
Press TV, 8 Aralık 2024

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Şam’daki hükümeti, geçen hafta Halep’ten başlayarak savaşın harap ettiği Arap ülkesini kasıp kavuran bir grup militan gruba yenik düştü.

Arap ülkesinin çöküşü, İsrail rejiminin binlerce sivilin hayatına mal olan ancak kayda değer bir askeri hedefe ulaşamayan yaklaşık 70 günlük dizginsiz saldırganlığının ardından geçen hafta başında Lübnan’da ateşkes ilan edilmesinden kısa bir süre sonra başladı.

Heyet Tahrir Eş-Şam (HTŞ)  (eski adıyla al-Nusra) liderliğindeki yağmacı militan gruplar Halep’e yıldırım hızıyla bir saldırı başlattı, ardından İdlib, Hama ve Humus’a doğru hızla ilerledi ve nihayetinde pazar günü erken saatlerde Şam’ı ele geçirdi.

Suriye Arap Ordusu’nun ilk direnişine rağmen hükümet güçleri kilit bölgelerden kademeli olarak geri çekilerek Batılı ve Arap devletlerin yanı sıra İsrail rejimi tarafından da desteklenen militan grupların Şam’a doğru çarpıcı askeri ilerlemeler kaydetmesini sağladı.

Devrik Suriye Devlet Başkanı’nın nerede olduğu bilinmiyor; ya Suriye içindeki bir Rus askeri üssünde saklandığı ya da BAE veya Rusya’ya kaçtığı yönünde spekülasyonlar var.

Filistin esas mesele

Suriye her zaman Direniş Ekseni’nin hayati bir dişlisi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir; Şam’da kontrolü kim ele geçirirse geçirsin bu durum değişmeyecektir. Ülkenin stratejik önemi azalmadan devam etmektedir.

Dahası, Suriye’deki dramatik gelişmelere rağmen, daha geniş Direniş Ekseni içindeki dinamikler etkilenmemiştir. Filistin, ittifak için temel mesele olmaya devam ediyor.

Suriye tarihsel olarak Lübnanlı ve Filistinli direniş hareketlerine silah ve diğer kaynakların sağlanmasında bir kanal görevi görmüştür. Ancak bu hareketler artık füzeler ve insansız hava araçları da dahil olmak üzere kendi silahlarını üreterek kendi kendilerine yeter hale geldiler.

İran’ın Direniş Ekseni’ne desteği Suriye’nin liderliğinden bağımsız olarak devam edecek ve Filistin, İslami Direniş ve bölgesel müttefikleri için en önemli öncelik olmaya devam edecek.

Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin son dönemde bölge genelinde gerçekleştirdiği diplomatik temaslar, bu gelişmelerin ortasında Filistin meselesinin ön planda kalmasını sağlamayı amaçlıyordu.

Cumartesi günü Doha’da Hamas’ın üst düzey yöneticileriyle bir araya gelen Arakçi, “İran İslam Cumhuriyeti’nin Siyonist rejimin işgal ve saldırganlığına karşı Filistin ve Lübnan halkını ve direnişini destekleyen ilkeli tutumu güçlü bir şekilde devam edecektir” dedi.

Arakçi, Rusya ve Türkiye’den mevkidaşlarıyla birlikte Suriye konulu bölgesel konferansa katılmak üzere Doha’da bulunuyordu.

Hızlı çöküşün sebepleri

Suriye hükümetinin hızla düşmesi pek çok kişinin bunun nasıl olduğunu sorgulamasına neden oldu. Bu çöküş, Taliban’ın yaklaşık üç yıl önce Kabil’i ele geçirmesinden bile daha dramatik olarak nitelendiriliyor.

Ancak bu bir gecede gerçekleşmedi. HTŞ’nin başını çektiği militan gruplar, kaleleri sayılan bölgelerde dış destekle yıllardır bu an için zemin hazırlıyordu.

İsrail’in Gazze’de devam eden soykırım savaşı ve Lübnan’daki saldırganlığıyla daha da şiddetlenen bölgedeki kaos, onlara kararlı bir şekilde saldırma fırsatı sağladı. Bu bekledikleri andı.

Birçoklarının haklı olarak savunduğu gibi bu militan (HTŞ vb.) grupların hiçbiri Gazze ya da Lübnan için ayağa kalkmadı çünkü Tel Aviv rejimini kızdırmak istemiyorlardı. Suriye’ye odaklanmaya devam ettiler.

Geçen haftadan itibaren Esad güçleri çok az bir direnişle geri çekildi. Suriye Arap Ordusu’nun militanların ilerleyişine karşı koyamamasının birkaç nedeni var ve bunlardan biri de Suriye toplumunun her kesimini etkileyen ülkedeki vahim ekonomik durum.

Suriye’nin ekonomik durumu yıllar içinde, özellikle de ABD’nin Aralık 2019’da “Sezar Yasası” kapsamında uyguladığı felç edici yaptırımlardan bu yana endişe verici bir şekilde kötüleşti. Bu yaptırımlar, ekonomik reformları başlatamadığı için Esad hükümetinin karşılaştığı zorlukları daha da artırdı.

ABD ayrıca Esad rejimine muhalif birçok militan gruba da destek verdi ki bu durum sızdırılan telgraflarda ve üst düzey ABD yetkililerinin açıklamalarında geniş bir şekilde belgelenmiştir.

Ancak Esad’ın devrilmesi ne Suriye için istikrara dönüş anlamına geliyor ne de yaptırımların kalkmasını ya da hafiflemesini garanti ediyor. Yeni yöneticiler uyumlu bir yapıdan ziyade farklı ideolojilere, bağlantılara ve siyasi hedeflere sahip militan gruplardan oluşan bir koalisyon.

Aralarında Katar, Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu bazı bölge ülkeleri, Esad hükümetini deviren bu militan grupları kendi bölgesel emelleri için doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi.

Taliban benzetmesi

Şam’daki yeni iktidar koalisyonu, Kabil’deki de facto Taliban hükümetine benzer şekilde, özellikle uluslararası meşruiyet kazanma konusunda önemli zorluklarla karşılaşacaktır.

Ayrıca bu militan grupların hedefleri temelde uyuşmadığı için eninde sonunda birbirlerine düşmeleri de güçlü bir olasılık. Her bir grubun güçten daha fazla pay alma arayışında olması muhtemeldir.

Bölgesel güvensizlik ve kaostan beslenen İsrail rejiminin durumu daha da kötüleştirmeye devam etmesi bekleniyor. Son raporlar, İsrail’in devam eden kargaşadan faydalanarak Suriye topraklarındaki işgalini halihazırda işgal altında olan Golan Tepeleri’nin ötesine genişletmeye çalıştığını gösteriyor.

Bu militan grupların Siyonist rejim tarafından sağlanan destekten faydalandıkları aşikâr olmakla birlikte, Suriye’nin demokratik yollarla seçilmiş hükümetini devirmiş olmalarından dolayı bu destek artık devam etmeyecektir.

Önümüzdeki günler ve haftalar bölgenin hangi yönde ilerleyeceğini belirleyecek kritik öneme sahiptir. Ancak kesin olan bir şey var ki o da direniş ekseninin sağlam ve daha güçlü bir konumda olduğu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Üç adımda ‘Çin’in borç tuzağı’ anlatısını çürütmek

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: İsveç’teki Kuşak ve Yol Enstitüsü’nün başkan yardımcısı Hussein Askary, Li Xing Yunshan Lider Akademisyeni ve Çin’deki Guangdong Uluslararası Stratejiler Enstitüsü’nde profesör olan Li Xing’in başkanlığında, 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu 2024 Uluslararası Düşünce Kuruluşu Forumu’nda düzenlenen “Kuşak ve Yol Girişimi ve Küresel Güney” başlıklı konferans oturumunda yaptığı sunumda, “Çin’in borç tuzağı” anlatısını çürütmek için üç temel soruya odaklanan bir araştırma yöntemi öneriyor. Arkasy’nin ortaya koyduğu verilere göre “Çin’in borç tuzağı” iddiası somut verilere dayanmayan bir propaganda aracı. Bilakis, Çin’in altyapı odaklı kredileri, borç yükü altındaki ülkelerin üretkenliğini artırma potansiyeline sahip. Ancak, bu ülkelerin tüm sorunlarını çözmek için daha geniş kapsamlı finansman stratejilerine ihtiyaç var.


“Çin’in borç tuzağı” anlatısını çürütmek: Üç adımlık yeni bir araştırma yöntemi

Hussein Askary, Li Xing

Brixsweden.org

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Mayıs 2018’den bu yana geniş çaplı finansman ve medya desteğiyle yoğun şekilde desteklediği Çin’in “borç tuzağı” anlatısına dair araştırmamız, bu iddiayı destekleyecek hiçbir somut kanıt olmadığını ortaya koyuyor.

Bu anlatı, esas olarak, Çin’in önerdiği Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) ilerlemesini engellemek ve Çin’in uluslararası itibarına zarar vermek amacıyla kullanılan bir jeopolitik propaganda aracı olarak hizmet ediyor.

Sri Lanka, Pakistan, Zambiya, Kenya ve Karadağ gibi ülkelerdeki son on yıllık mali ve iktisadi gelişmeleri incelediğimizde tutarlı bir model gözlemledik.

Bu model, bu ülkelerin yaşadığı mali sıkıntıların, hiçbir şekilde doğrudan Çin veya KYG ile ilişkilendirilemeyen, iç ve dış etkenlerin bir kombinasyonundan kaynaklandığını gösteriyor. Bu inceleme sayesinde, bu anlatının içerdiği ana yanlışları ortaya koymayı sağlayan sistematik bir yöntem geliştirdik.

Bu araştırma yöntemi, “Çin’in borç tuzağı” iddiasıyla gündeme gelen herhangi bir ülkenin durumunu incelemek ve böylelikle gerçekle efsaneyi ayırmak için kullanılabilir. Ayrıca, bu araştırma, karar mercilerinin önümüzdeki on yılda altyapı geliştirme kredilerine dair sağlam politikalar belirlemesine yardımcı olacak ve bu da ülkelerinin iktisadi kalkınmasının temel taşını oluşturacaktır.

Bu yöntem, borç tuzağı anlatısını kabul edenlerin şu üç temel soruya yanıt vermesi gerektiğini öne sürüyor:

1- Ülkenin borç yapısı ne?

2- Borçların niteliği nasıl?

3- Ülkenin mali sıkıntılarının kaynağı ne?

***

1. Borç yapısı

Borç yapısından kastedilen, bir ülkenin toplam dış borcunun farklı alacaklılara olan dağılımıdır ve bu dağılım genellikle yüzdelerle ifade edilir [bkz. Şekil 1]. Yaptığımız incelemede, Çin’e olan borcun toplam borcun yalnızca küçük bir kısmını oluşturduğunu hemen fark ettik (2022 yılında Sri Lanka için yüzde 10, 2024 yılında Kenya için yüzde 15,5).

Şekil 1. Kenya’nın 2024 ve Sri Lanka’nın 2022 yılı toplam dış borç dağılımı

Bununla birlikte, Batılı düşünce kuruluşları ve medya, semantik manipülasyon yaparak toplam dış borç yerine “ikili borç” (bilateral debt) kavramına odaklanıyor. Bu, sık sık şu şekilde sunuluyor: “Çin, Ülke X’in en büyük ikili alacaklısıdır” [bkz. Şekil 2]. Bu seçici çerçeveleme, Çin’in bu ülkelerin finansal sorunlarındaki rolünü orantısız bir şekilde büyüten yanıltıcı bir algı yaratıyor.

Şekil 2. Kenya’nın toplam dış borcu yerine Çin ile olan ikili borcunun vurgulanması

Bu nedenle, araştırmacılar yalnızca medya veya düşünce kuruluşlarının sağladığı bilgilerle yetinmemeli. Bunun yerine, her ülkenin maliye bakanlığı veya merkez bankası gibi kamuya açık resmi verilerini kullanmalı. Şekil 2’de, Kenya Ulusal Hazinesi’nin Ocak 2024 Aylık Bülteni’nden elde edilen bilgiler kullanılıyor.

Toplam borç kompozisyonu grafiklerine baktığımızda, Sri Lanka’nın borcunun yalnızca yüzde 10’unun Çin’e ait olduğunu; buna karşılık, borcun yüzde 80 ila yüzde 90’ının Batılı kurumlara veya Batılı devletlerle bağlantılı kuruluşlara ait olduğunu görüyoruz. Daha da önemlisi, veriler “gözden kaçan asıl gerçeği” ortaya koyuyor: Sri Lanka’nın borcunun yüzde 47’si ticari kredilerden oluşuyor ve bu borcun çoğu Amerikan BlackRock ve İngiliz Ashmore gibi Batılı özel tahvil sahiplerine ait. Bu tahvil sahiplerinin elinde, Çin’in Sri Lanka’ya verdiği kredinin dört katı borç bulunuyor. Kenya’da ise ticari krediler Çin’e olan borç miktarını aşıyor ve çoğunluğu Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu’na (IMF) ait olan çok taraflı krediler (multilateral loans), Çin’e olan borcun üç katını buluyor.

2. Borç niteliği

KYG kapsamındaki Çin kredileri neredeyse tamamen ulaşım, enerji, su, eğitim ve sağlık gibi sektörlerde modern altyapı inşasına yönelik. Bu projeler, alıcı ülkelerin üretkenliğini artıran verimli yatırımlar. Altyapıyı geliştiren bu krediler, sanayi, tarım ve hizmet sektörlerini destekleyerek ekonomilerin gelir elde etmesini ve borçları geri ödeyebilme kapasitesi kazanmasını sağlıyor. Buna karşın, ticari ve çok taraflı kredilerle sağlanan finansal kaynakların büyük kısmı, genelde mali ve ticaret açıklarını kapatmaya yöneliktir. Bahsi geçen ülkeler gibi ciddi iktisadi sıkıntılarla karşılaşan ülkeler, ani ekonomik krizleri çözmek için uluslararası tahvil piyasalarından ağır şekilde borçlanmak zorunda kalıyor.

Ülkeler, eski tahvilleri ödemek için tahvil piyasalarından yeni borçlar alır; ancak bu borçlar genelde çok daha yüksek faiz oranlarıyla yapılır. Örneğin, bu yılın şubat ayında Kenya hükümeti, haziran ayında vadesi dolacak olan 2 milyar dolarlık eurobond’larını geri almak için yeterli nakde sahip değildi. Bunun yerine, 7 yıl vadeli yeni bir tahvil çıkararak 1,5 milyar dolar topladı; ancak bu borç yüzde 6 faiz oranıyla alınan eski tahvillerin aksine, yüzde 10 gibi yüksek bir faiz oranına sahipti. Bu tür yeni borçlarla eski borçları daha yüksek faiz oranlarıyla kapatma döngüsü, tam anlamıyla bir “zehirli hap” etkisi yaratıyor. Hatta borçlanma altyapı projelerinde kullanılacak olsa bile, uzun vadede gelir sağlayacak projeler için kısa vadeli borçlanma yapmak, klasik bir hata olarak öne çıkıyor. İşte bu, gerçek borç tuzağının temel nedenlerinden biri.

Çin kredilerinin bir diğer önemli farkı, daha uzun geri ödeme süreleri ve daha düşük faiz oranları sunması. Örneğin, Çin İhracat-İthalat Bankası’nın Karadağ’daki Bar-Boljare otoyolu için sağladığı kredi, 20 yıl geri ödeme süresi, 6 yıl geri ödemesiz dönem ve yalnızca yüzde 2 faiz oranı gibi avantajlara sahip. Benzer oranlar ve koşullar, Kenya’daki Mombasa-Nairobi Demiryolu ve diğer projelerde de geçerli. Buna karşın, ticari krediler genellikle 5 ila 7 yıl gibi kısa vadeli olup, faiz oranları yüzde 6 ile yüzde 12 arasında değişiyor.

Çin, mali sıkıntı yaşayan ülkelere genellikle borç yapılandırma veya borç hafifletme imkânı sunarken, Batılı tahvil sahipleri Batı mahkemeleri aracılığıyla tam ve zamanında ödeme yapılmasını hukuki yollardan zorluyor.

Ayrıca, Çin kredileri herhangi bir siyasi veya iktisadi ön koşul içermezken, Batılı çok taraflı krediler genelde kur devalüasyonu, kamu altyapı yatırımlarında kesinti, belirli politik değişimlerin uygulanması, devlet işletmelerinin ve doğal kaynakların özelleştirilmesi gibi koşullara sahip. Bu tür koşullar, toplamda ekonomik üretkenliği düşürüyor. Örneğin, IMF’nin talimatıyla Zambiya’daki bakır madenciliğinin özelleştirilmesi sonucunda bu sektör, Batılı çok uluslu şirketlerin kontrolüne geçti ve Zambiya, doğal zenginliğinden ulusal ekonomiye çok az bir katkı alabiliyor. Bu nedenle, farklı borç türlerinin niteliksel farkları göz önünde bulundurularak her vaka incelenmeli.

Bu ülkelerin çoğu, KYG 2013 yılında başlatılmadan önce bile halihazırda mali sıkıntı içerisindeydi. Daha sonra, çeşitli iç ve dış gelişmeler bu sorunları arttı. İç savaşlar, terör, salgın hastalıklar, pandemiler, finansal yönetim eksiklikleri, yolsuzluk ve küresel finansal/para sistemindeki değişiklikler gibi nedenler, bu sıkıntıların kaynağını oluşturuyor ve bunların hiçbiri Çin ile doğrudan ilişkili değil. Başlıca nedenleri şu şekilde sıralayabiliriz:

a. Birçok ülke, yalnızca bir veya iki ana gelir kaynağına bağımlı ve bu durum, fiyat dalgalanmalarına veya faaliyet kesintilerine karşı onları savunmasız hale getiriyor. Örneğin hem Sri Lanka hem de Karadağ, büyük ölçüde turizme bağımlı. Sri Lanka, 2019’da terör saldırılarından etkilendi ve turizmde büyük bir düşüş yaşadı. 2020’de toparlanmaya çalışırken, bu kez Kovid-19 pandemisi ülke ekonomisini vurdu. Aynı şekilde, Karadağ ekonomisi 2021 ve 2022 yıllarında pandemiden ciddi şekilde etkilendi.

b. Sri Lanka ekonomisi düşük üretkenlik sorunlarıyla karşı karşıya. Örneğin, tekstil endüstrisi ithal edilen makineler, yakıt ve pamuk gibi girdilere dayanıyor ve yalnızca düşük maliyetli iş gücüyle katma değer sağlıyor. 2022’de Ukrayna krizi sonrası küresel yakıt fiyatlarının yükselmesi, bu sektördeki kâr marjlarını tamamen erozyona uğrattı.

c. Pek çok ülke, tarımda petrol, doğalgaz ve gübre ithalatına bağımlı. Bazı ülkeler, gıda ithalatı için yabancı kaynaklardan borç alıyor. Küresel fiyatlar arttığında, bu ülkeler ağır darbe alıyor.

d. Kur değer kaybı, borç yükünü kayda değer ölçüde artırıyor. Zira Çin kredileri dahil tüm dış borçlar Amerikan doları cinsinden ve kur değer kaybı, aynı dolar miktarını ödemek için ulusal zenginlikten daha fazla ödeme yapılmasına yol açıyor. Örneğin, ABD’nin 2022 yılında Enflasyon Azaltma Yasası’nı (Inflation Reduction Act) geçirmesiyle Amerikan doları, neredeyse tüm küresel para birimlerine karşı değer kazanmıştı. Bu durum, borçlu ülkeleri ciddi şekilde etkiledi.

Sonuç

Bu üç temel sorunun incelenmesi ve ele alınması, bu ülkelerin borç krizlerinin daha doğru ve nesnel bir şekilde değerlendirilmesini sağlayabilir. Çin, bu sorunların sebebi değil. Esasen, Çin’in bu ülkelere üretken kredi sağlama yaklaşımı, uzun süredir bu borç tuzağına hapsolmuş olan ülkelerin bu durumdan kurtulmalarına yardımcı olacaktır. Altyapı için sağlanan uygun finansman sayesinde, bu ülkeler üretkenliklerini artırabilir, mali dengelerini yeniden kurabilir ve hem Çin’e hem de diğer alacaklılara olan borçlarını daha kolay geri ödeyebilir.

Bu anlamda, Çin ve Kuşak ve Yol Girişimi, borç sorunlarının sebebi değil, çözümünün parçası. Fakat, Çin tek başına bu ülkelerin karşılaştığı tüm sorunları çözemez. Altyapı ve kalkınma projelerinin finansmanı için yeni yöntemler geliştirilmesine ihtiyaç var. Bu konu, ayrı bir makalede ele alınacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English