Diplomasi
ABD ile Ukrayna arasındaki maden anlaşmasının nihai metnine bakış

Ukrayna’nın geleceği ve savaş sonrası yeniden inşası adına kritik olabilecek bir gelişme yaşandı. 30 Nisan’da Washington’da, ABD Hazine Bakanı Scott Bessent ve Ukrayna Ekonomi Bakanı Yuliya Sviridenko, bir süredir üzerinde çalışılan ABD-Ukrayna Yeniden Yapılanma Yatırım Fonu (RIF) anlaşmasına imza attılar.
Söz konusu anlaşma, kamuoyunda daha çok “nadir toprak elementleri anlaşması” olarak biliniyor ve şubat ayının başından beri iki ülke arasında müzakere ediliyordu.
Anlaşmanın lafzında neler var?
Anlaşma ile özünde, Ukrayna’nın sahip olduğu zengin yeraltı kaynaklarından elde edilecek gelirlerin bir kısmıyla finanse edilecek ortak bir yatırım fonu kuruluyor.
Bu fonun temel amacı, savaşın yaralarını sarmak, ülkenin yeniden inşasına katkıda bulunmak ve gelecek vadeden yeni projelere yatırım yapmak olarak açıklandı. Anlaşma, Ukrayna’nın, sahip olduğu doğal kaynakların araştırılması ve potansiyel olarak işletilmesi konusunda ABD’ye belirli bir erişim hakkı tanıyor.
1 Mayıs’ta Ukrayna Bakanlar Kurulu’nun internet sitesinde yayımlanan 12 sayfalık anlaşma metni, bu işbirliğinin çerçevesini çiziyor. Anlaşmanın bazı kilit noktaları şunlar:
— Ortak fon (RIF): İki ülke, Yeniden Yapılanma Yatırım Fonu’nu (RIF) birlikte kuruyor. Ukrayna hükümeti, bu ortaklığın herhangi bir yerli yasayla çelişmesi durumunda, anlaşmanın öncelikli olacağını taahhüt ediyor.
— Vergi muafiyeti: Fon ve fonla ilgili tüm faaliyetler, hem Ukrayna’da hem de ABD’de vergiden muaf tutulacak. Bu, fonun kârlılığını ve etkinliğini artırmayı hedefliyor.
— Para birimi ve transferler: Ukrayna, yerli para birimi Grivna’nın dolara serbestçe çevrilebilmesini ve fonla ilgili paranın herhangi bir ortak hesaba kolayca transfer edilebilmesini garanti ediyor.
— Yatırım hakları ve lisanslama: Ukrayna, ortaklık kapsamında doğal kaynakların geliştirilmesi, altyapının kullanılması ve diğer varlıklar için lisanslar vermeyi taahhüt ediyor. Ancak bu süreçlerin Ukrayna yasalarına ve ülkenin Avrupa Birliği’ne karşı yükümlülüklerine aykırı olmaması gerekiyor. Ayrıca, ABD’li ortağın, çıkarılan ürünlerin paylaşımı ve satın alınması konusunda müzakere etmesine olanak tanıyan hükümlerin lisanslara dahil edilmesi öngörülüyor.
— Finansman: Fonun nasıl finanse edileceği de önemli bir detay. Kiev, kira gelirlerinden elde edilen gelirin önceden belirlenmiş bir kısmını (yüzde 50) fona aktaracak. ABD’nin katkısı ise daha çok Ukrayna’ya sağladığı ve sağlayacağı askeri yardımlar (silah, mühimmat, teknoloji, eğitim) üzerinden hesaplanacak. Bu yardımların tahmini değeri, ABD’nin sermaye katkısını artırmış sayılacak.
— İhtilafların çözümü: Olası anlaşmazlıkların ikili istişareler yoluyla çözülmesi hedefleniyor.
Anlaşma kapsamında adı geçen doğal kaynaklar listesi oldukça uzun ve stratejik öneme sahip: Alüminyum, berilyum, lityum, titanyum, uranyum, kobalt, nikel, tantal, galyum, germanyum, nadir toprak elementleri, petrol ve doğalgaz gibi pek çok kritik maden ve mineral bu listede yer alıyor.
Taraflar ne diyor?
Ukrayna Ekonomi Bakanı Sviridenko, anlaşmanın detaylarını kamuoyuyla paylaşırken bazı önemli noktaların altını çizdi. Facebook üzerinden yaptığı açıklamada, kaynakların mülkiyetinin ve kontrolünün tamamen Ukrayna’da kalacağını vurguladı. Fonun sadece kritik materyaller ve petrol/doğalgaz alanındaki yeni projelerden elde edilecek gelirin yüzde 50’si ile finanse edileceğini belirtti.
Sviridenko ayrıca, anlaşmanın Ukrayna’nın mevcut borçlarıyla ilgili olmadığını ve Ukrnafta, Energoatom gibi devlet şirketlerinin mülkiyetinin devlette kalacağını da ekledi. Sviridenko’ya göre bu anlaşma, diğer küresel aktörlere Ukrayna ile on yıllarca sürecek “güvenilir ve uzun vadeli işbirliğinin” mümkün olduğuna dair bir sinyal niteliği taşıyor.
ABD tarafında ise Hazine Bakanı Scott Bessent, anlaşmanın Rusya’ya “açık bir mesaj” gönderdiğini ifade etti. Bessent’e göre bu mesaj, Donald Trump yönetiminin barış sürecine bağlılığını ve bu sürecin merkezinde “hür, egemen ve uzun vadede müreffeh bir Ukrayna” vizyonunun yer aldığını gösteriyor.
Bessent, “Şunu netleştirelim: Ukrayna’nın yeniden inşasından, Rusya’nın savaş makinesini finanse eden veya ona tedarik sağlayan hiçbir devlet veya kişinin faydalanmasına izin verilmeyecektir,” ifadelerini kullandı.
Beyaz Saray da anlaşmayı “türünün ilk örneği tarihi bir ortaklık” olarak nitelendirdi ve Ukrayna’nın yeniden inşasını ve uzun vadeli ekonomik başarısını güvence altına alacağını belirtti. Beyaz Saray ayrıca, ortaklığın eşit temsil esasına göre (her iki taraftan üçer yönetim kurulu üyesi) özel olarak kurulacak bir şirket tarafından denetleneceğini ve ABD’nin Ukrayna kaynaklarını kendisi için satın almak istemesi durumunda öncelik hakkına sahip olacağını açıkladı.
Başkan Trump ise daha önceki açıklamalarında, bu tür bir anlaşma yoluyla ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı ve kendi tahminine göre 350 milyar doları aşan yardımı teorik olarak geri alabileceğini ima etmişti.
Müzakerelerdeki belirsizlikler
Anlaşma metni, müzakere sürecindeki bazı iniş çıkışları ve uzlaşmaları da yansıtıyor. Başlangıçta Kiev’in, anlaşmada ABD’nin güvenlik garantilerine yer verilmesi konusunda ısrarcı olduğu biliniyor. Ancak bu talep, ABD tarafından kabul görmedi ve nihai metne girmedi.
Diğer taraftan, Washington’un Ukrayna’ya sağlanan askeri yardımların bir tür borç olarak kaydedilmesi yönündeki talebi de anlaşmada yer almadı.
Fakat pek çok detayın hâlâ belirsiz olduğu ve tarafların bu detayları ayrı bir “Sınırlı Sorumlu Ortaklık Anlaşması” ile netleştirmeyi planladığı anlaşılıyor. European Pravda‘nın haberine göre, müzakereler sırasında anlaşmanın birkaç parçaya bölünmesine karar verilmiş. İmzalanan bu ilk belge, daha çok yeraltı kaynaklarının geliştirilmesi, madenlerin satışı ve gelecekteki Amerikan yardımları (askeri yardımlar dahil) konusundaki işbirliğinin siyasi çerçevesini belirliyor.
Dikkat çekici bir diğer husus ise, anlaşmanın imzalandığı gün yaşandı. Kyiv Post‘un diplomatik kaynaklara dayandırdığı haberine göre, 30 Nisan’da Beyaz Saray, Kongre’ye Ukrayna’ya 50 milyon dolar değerinde savunma ürünleri ihracatını onaylayacağını bildirdi. Ancak bu ihracat, Joe Biden dönemindeki karşılıksız yardımlardan farklı olarak, doğrudan ticari satış (DCS) formatında gerçekleşecek. Bu, Trump yönetiminin 100 günlük iktidarındaki Kiev’e yönelik ilk askeri sevkiyat kararı oldu.
Bir yığın soru işareti
BUnun yanı sıra Trump’ın Ukrayna ile anlaşmayı öncelikle iç kamuoyuna yönelik bir mesaj olarak kurguladığı anlaşılıyor. Bu yaklaşımla, ABD’nin artık Biden dönemindeki gibi cömert bir destek sunmak yerine ekonomik çıkarlarını öne çıkardığı ve verdiği her desteğin karşılığını almak istediği mesajı veriliyor.
Ancak planın uygulanabilirliği konusunda ciddi soru işaretleri mevcut. Paranın nasıl geri alınacağına dair net bir yol haritası sunulmuş değil; Ukrayna’daki doğal kaynakların muhtemel getirisi ve işletme koşulları üzerine somut analizler de mevcut değil.
Devam eden savaş ve ülkenin gelecekteki sınırlarına dair belirsizlikler göz önüne alındığında, anlaşmanın büyük ölçüde sembolik bir değer taşıdığı ve seçim sürecinde verilen sözleri yerine getirme uğraşının bir parçası olduğu düşünülüyor.
Öte yandan, bu tür bir mutabakat Washington’un Ukrayna’ya olan siyasi bağlılığını artırarak Kiev için diplomatik bir kazanım anlamına gelebilir. Fakat bu, ABD’ye sahada askeri bir yükümlülük getirmiyor.
Bu anlaşmanın geçmişi, Zelenskiy’nin geçen yılın ekim ayında resmi olarak sunduğu “zafer planına” kadar uzanıyor. Planın stratejik ekonomik potansiyele ayrılan bölümünde Zelenskiy, Batılı ortaklara ülkenin sahip olduğu “trilyonlarca dolar değerindeki kritik kaynakların” (uranyum, titanyum, lityum, grafit vb.) ortak korunması ve bunlara ortak yatırım yapılması için bir anlaşma teklif etmişti.
Financial Times‘ın iddiasına göre, bu maddenin plana dahil edilmesinde, Trump’a yakınlığıyla bilinen Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham’ın tavsiyeleri etkili olmuştu. Zelenskiy’nin bu planı, geçen yılın eylül ayındaki ABD ziyareti sırasında bizzat Trump’a sunduğu da biliniyor.
Ukrayna’nın kaynakları ABD’nin beklentilerini karşılayacak mı?
Geçen haftalarda İspanyol gazetesi El Mundo, ABD’nin Ukrayna’dan elde etmek istediği hammadde kaynaklarının yeterliliğinin belirsiz olduğunu yazmıştı.
Gazete, ABD’nin Ukrayna’nın ekonomik toparlanmasından sorumlu özel temsilci eski yardımcısı Tyson Barker’ın görüşlerine yer verdi. Barker, yaptığı açıklamada, “Şu anda kimse Ukrayna’da yeterli nadir toprak elementi olup olmadığını bilmiyor,” dedi.
Barker, ülkede petrol, doğalgaz, lityum ve grafit rezervleri bulunduğunu ancak bunların dünyanın en büyük rezervleri arasında yer almadığını belirtti. Uzman, maden yataklarının varlığına dair en güçlü argümanın “büyük bir ülke olması gerçeği” olduğunu ifade ederek, “Alan ne kadar büyükse, potansiyel o kadar yüksek olur,” diye konuştu. Ancak Barker, bunun hammaddenin yeterli kalitede olacağını veya kârlı bir şekilde çıkarılabileceğini garanti etmediğini söyledi.
Gazete, madencilik sektörü uzmanı Amanda Marcillano van Dyke’ın değerlendirmesine de yer verdi. Van Dyke, Trump yönetiminin Ukrayna’daki nadir toprak metallerinin varlığına işaret eden “Sovyetler Birliği dönemine ait eski analizlere dayandığını” belirtti. Barker da bu tezi destekleyerek, “Sadece 1980’lerden kalma Sovyet jeologlarının raporları var,” ifadesini kullandı.
Ukrayna Ekonomi Bakanlığı, ülke topraklarında Avrupa Birliği’nin (AB) kritik olarak tanımladığı 34 faydalı mineralden 22’sinin yataklarının bulunduğunu bildirmişti.
Devlet Jeoloji ve Maden Kurumuna göre, ülke dünya grafit rezervlerinin yüzde 6’sına, lityumun yüzde 1-2’sine, titanyumun yüzde 1’ine ve uranyumun yüzde 2 ila 4’üne sahip. Reuters‘ın Jeoloji Enstitüsü’ne dayandırdığı haberine göre Ukrayna’da lantanyum, seryum, neodimyum, erbiyum ve itriyum gibi nadir toprak elementleri de bulunuyor.
ABD Jeolojik Araştırma Kurumu, ulusal güvenlik ve ekonomi için en önemli 50 element arasında berilyum, grafit, lityum, manganez, titanyum ve zirkonyumu sayıyor. Bu elementlerin yatakları Ukrayna’da da mevcut.
Fakat kurum, her birinin çıkarılmasının ekonomik olarak uygun olup olmadığına dair garanti vermiyor. Örneğin, bazı durumlarda geliştirme ve çıkarma için önemli yatırımlar gerektiren yataklardan bahsediliyor.
Diplomasi
Eski CIA analisti Johnson: İsrail, ateşkes görüşmesini pusu kurmak için kullandı

Eski CIA yetkilisi Larry Johnson, ABD’nin İsrail’in İran’a yönelik saldırısından tamamen haberdar olduğunu ve bu konuda “hiçbir şey bilmiyorduk” şeklindeki açıklamaların “saçmalık” olduğunu belirtti. Johnson, İsrail’in ateşkes teklifi görüşmelerini üst düzey yetkililere pusu kurmak için kullandığını iddia ederek, ne İsrail’e ne de ABD’ye müzakerelerde güvenilemeyeceğini vurguladı.
Eski CIA yetkilisi Larry Johnson, İsrail’in İran’a yönelik saldırısının ABD’nin tam bilgisi ve iştirakiyle gerçekleştirildiğini belirterek, Washington’un saldırıdan haberi olmadığı yönündeki iddiaları “saçmalık” olarak nitelendirdi. Johnson, İsrail’in büyük bir başarıya ulaştığına dair çıkan haberlerin de gerçeği yansıtmadığını ifade etti.
Schiller Enstitüsü tarafından düzenlenen “Nükleer Savaşa Giden Yolu Reddetmeliyiz” başlıklı çevrim içi panelde değerlendirmelerde bulunan Johnson, İran’ın hava savunma sistemlerinin başarısız olduğu ve İsrail’in büyük bir zafer kazandığı yönündeki haberlerin doğru olmadığını kaydetti.
Bu durumu, Ukrayna’nın Rusya’ya yönelik saldırılarında ilk başta büyük hasar verildiği yönünde çıkan ancak daha sonra hasarın sınırlı olduğunun anlaşıldığı olaylara benzeten Johnson, “Bu yüzden başlangıçta görünen kadar kötü değildi,” değerlendirmesinde bulundu.
‘Trump, İranlı yetkililerin ölümünü kutluyor’
Saldırının ABD’nin tam bilgisi ve katılımıyla yapıldığını vurgulayan Johnson, Donald Trump’ın New York Post‘a verdiği demeçlere dikkat çekti. Johnson, Trump’ın, “İsrail’in saldıracağını biliyordum. Her şeyi biliyordum,” dediğini aktardı. Johnson ayrıca Trump’ın, “Son zamanlarda muhatap olduğumuz İran hükümet yetkililerinin çoğu artık öldü,” diyerek bu durumu kutladığını belirtti.
Johnson, ABD’nin saldırıdan haberi olmadığı yönündeki açıklamaları eleştirerek, “Amerika şu an bu oyunu oynuyor: ‘Bu konuda hiçbir şey bilmiyorduk.’ Trump aynı şeyi Putin’e de yaptı. Bu saçmalık,” ifadelerini kullandı.
‘İsrail, ateşkes görüşmesini pusu için kullandı’
Johnson, İsrail’in güvenilmez bir aktör olduğunu ve müzakereleri kötüye kullandığını iddia ederek şok edici bir suçlamada bulundu. Johnson, “Hassan Nasrallah öldü. Diğer üst düzey Hizbullahçılarla bir ateşkes teklifini görüşmek üzere bir aradaydı. Ve bu ateşkes teklifini, onları pusuya düşürmek için kullandılar. Burada ortaya çıkan bir davranış kalıbı var. İsrail’e hiçbir tür müzakerede güvenilemez. Ayrıca, ABD’ye de,” dedi.
‘ABD, ‘herkesi her yerde vurabiliriz’ mesajı verdi’
Çatışmanın hâlen devam ettiğini, füzelerin uçuştuğunu ve en az 10 farklı şehir ile nükleer tesislerin hedef alındığını belirten Johnson, medyanın yer altındaki nükleer ve füze tesislerinden bahsetmediğini söyledi.
Johnson, bu saldırıyla ABD’nin dünyaya bir mesaj verdiğini ifade ederek, “Amerika şimdi başarılı bir ilke oluşturdu: ‘Herkesi, her yerde, sahip olduğumuz her şeyle vurabiliriz.’ Bu ilke ve mesaj gönderilmiştir,” diye konuştu. Johnson, sözlerini şöyle tamamladı:
“Özellikle Arap ve Müslüman dünyası bir araya gelip bununla yüzleşmez ve bir strateji çizmeye başlamazsa, bu durum devam edecektir.”
Diplomasi
Bhadrakumar: Asıl sorun İran’ın nükleer programı değil, İsrail’in bölgedeki hakimiyeti

Eski Hint diplomat M.K. Bhadrakumar, İran ile yaşanan krizin nükleer silahlanma meselesi olmadığını, asıl sorunun İsrail’in ABD ve Avrupa destekli bölgesel hakimiyetini sürdürme çabası olduğunu belirtti. Bhadrakumar, İran’ın Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan (NPT) ayrılmaya zorlanmasının en büyük tehlike olacağını vurgulayarak, diplomasi için hâlâ bir yol olduğuna inandığını söyledi.
Hindistan’ın eski diplomatlarından M.K. Bhadrakumar, İran ile İsrail arasında yaşanan gerilimin temelinde, Tahran’ın nükleer silah geliştirme ihtimalinin değil, İsrail’in bölgesel hakimiyetini sürdürme arzusunun yattığını ifade etti.
30 yıllık diplomatik kariyeri boyunca İran ile yakın temaslarda bulunduğunu belirten Bhadrakumar, en büyük korkusunun, İran’ın Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nı (NPT) terk etmeye zorlanması olduğunu dile getirdi.
‘Asıl sorun İsrail’in bölgedeki hakimiyeti’
Schiller Enstitüsü tarafından düzenlenen “Nükleer Savaşa Giden Yolu Reddetmeliyiz” başlıklı çevrim içi panelde konuşan Bhadrakumar, mevcut durumun İran’ın nükleer programından kaynaklandığına inanmadığını belirterek, “Bu bütün sorun burada. Aslında bu, İran’ın nükleer silahlar yarattığına inanmadım. Sonuç olarak, bugün biz neredeyiz? İsrail’in güvenliği hakkında. İsrail dünyanın büyük bir silah kuvvetidir. Dünyanın en büyük silah devletidir ve bu pozisyon, ABD ve Avrupa hükümetlerinin birleşikliğiyle sağlanmıştır,” değerlendirmesinde bulundu.
İran’ın NPT’ye taraf olduğunu ve uluslararası denetimlere açık olduğunu hatırlatan Bhadrakumar, sorunun jeopolitik olduğunu vurguladı. Bhadrakumar, “Sorun, jeopolitik olarak İsrail’in Orta Doğu bölgesinin sürekli domine edilmesi yolunu açmasıdır. Bence bu kriz için ayrıca şiddetli bir sorumluluk var,” dedi.
‘İran’ı NPT’den çıkmaya zorlamak en büyük tehlike’
2015 yılında imzalanan ve Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) olarak bilinen nükleer anlaşmaya dikkat çeken Bhadrakumar, İran’ın bu anlaşma kapsamında nükleer programını ciddi şekilde sınırlandırdığını ve kapsamlı denetimlere izin verdiğini söyledi.
Bhadrakumar, “Benim büyük korkum, İran’ın NPT’yi bırakmak için bir adım atabileceğidir. Bu benim en büyük sorunumdur,” ifadelerini kullandı.
30 yıl boyunca İranlı siyasi elitlerle iletişimde olduğunu aktaran Bhadrakumar, “İran’ın nükleer yetenekleri hakkında haklarından vazgeçeceğine dair çok az olasılık görüyorum. Bu şanssızlık bugünlerde bile tekrar edilmiştir,” diye konuştu.
‘Bölgedeki hareketler İran’ın icadı değil’
Bhadrakumar, Hamas ve Hizbullah gibi hareketlerin İran tarafından yaratılmadığını, bu yapıların bölgedeki çözülmemiş sorunların, özellikle de Filistin meselesinin doğal bir tezahürü olduğunu savundu. Bhadrakumar, konuyla ilgili şunları söyledi:
“Hamas, Hizbullah, bunların hepsi, bölgedeki doğal haklardan ve bölgenin sahip olduğu bir durumdan oluşan manifestasyonlardır. İran, paradoksal olarak bu grupların kendilerini ılımlılaştırması için etki edebilecek bir konumdadır ve eğer bir çözüm mümkün olacaksa tüm sorunlar için bir taraf olmalıdır.”
‘Diplomasi için hâlâ umut var’
Tüm olumsuzluklara rağmen diploması için hâlâ bir yol olduğuna inandığını belirten Bhadrakumar, Rusya’nın bölgedeki etkisine dikkat çekti. Rusya, Çin ve İran arasında Batı’ya karşı katı bir blok olduğu fikrini reddeden eski diplomat, bu ülkelerin kendi stratejik özerkliklerini koruduğunu belirtti.
Bhadrakumar, “Rusya’nın İran’da büyük bir nüfuzu var. Bu ülkeler kendi yollarındalar, stratejik otoritelerini kutladılar. Bu yüzden buna inanmıyorum. Ama aynı zamanda Rusya ve İran arasında bir birleşiklik var,” değerlendirmesini yaptı.
Son olarak Bhadrakumar, Rusya’nın geçmişte İran’ın uranyum zenginleştirme fazlasının kendi topraklarında depolanmasını içeren bir konsorsiyum önerdiğini hatırlatarak, bu tür çözümlerin hâlâ mümkün olabileceğini sözlerine ekledi.
Diplomasi
Çin arabuluculuk çabalarına devam ediyor: İsrail-İran krizinde “yapıcı rol” oynama talebi

Pekin, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının olası sonuçları konusunda “ciddi endişelerini” dile getirdi ve tüm tarafları daha fazla tırmanmayı önlemeye çağırdı. Çinli analistler de Pekin’in taraflar arasında koordinasyon ve ateşkes arabuluculuğu konusunda potansiyelini vurguladı. Krizin çözümünde “yapıcı rol” oynayabileceğini söyleyen Çin arabuluculuk çabalarına devam ediyor.
Cuma günü düzenli basın brifinginde, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian, Çin’in İran’ın egemenliği, güvenliği ve toprak bütünlüğüne yönelik her türlü ihlale ve “gerginliği tırmandıran” eylemlere kararlılıkla karşı olduğunu söyledi.
Lin, “Bölgedeki ani gerginlik artışı kimseye fayda sağlamaz” dedi. “Çin, tüm tarafları, durumun daha da kötüleşmesini önlerken, bölgesel barış ve istikrarı teşvik edecek önlemler almaya çağırıyor” diye ekledi.
Lin, Çin’in krizi yatıştırmada “yapıcı bir rol” oynamaya hazır olduğunu da vurguladı.
İsrail, İran’ın nükleer programına ve ülke genelindeki diğer askeri hedeflere önleyici bir saldırı düzenlediğini ve saldırıların birkaç gün süreceğini açıkladı.
Saldırılar, iki ülke arasındaki uzun süredir devam eden gerginliğin, Orta Doğu’nun diğer güçlerinin de dahil olduğu bölgesel bir savaşa dönüşebileceği yönündeki endişeleri artırdı.
Çinli analistler, gelişmelerin gidişatının kısmen Washington’un atacağı adımlara bağlı olacağını, Pekin’in ise arabulucu rolünü üstlenme potansiyeli olduğunu belirtti. Çin arabuluculuk çabalarını daha önceki bölgesel krizlerde de dile getirmişti.
Lanzhou Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Fakültesi profesörü Zhu Yongbiao, olayların nasıl gelişeceğini İran’ın itidalinin derecesine ve ABD’nin süreçteki rolüne bağlı olacağını söyledi.
South China Morning Post’a konuşan Zhu, “Özellikle, ABD’nin İsrail’e baskı yapmak için önlemler alıp almayacağı önemli. Şu anda ABD’nin durumun daha da tırmanmasını istemediği görülüyor” dedi.
Zhu, Pekin’in Washington ve Orta Doğu ülkeleriyle koordinasyon içinde veya Birleşmiş Milletler çatısı altında yapıcı bir rol oynayabileceğine inandığını söyledi.
Saldırı, Washington ve Tahran’ın pazar günü Umman’da İran’ın nükleer faaliyetleri konusunda altıncı tur müzakerelere başlaması planlanırken gerçekleşti.
Bir anlaşmaya varılması halinde, Washington’un İran’a uyguladığı bazı ağır ekonomik yaptırımları hafifletmesi ve Tahran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini önemli ölçüde azaltması söz konusuydu.
Geçen aydan bu yana Washington, İran ile nükleer müzakerelerde sıfırın üzerindeki her türlü zenginleştirmenin kabul edilemez olduğu yönünde daha sert bir tutum sergiledi, ancak Tahran sivil nükleer enerji programını sürdürme hakkını ısrarla savundu.
Şanghay Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü’nün Batı Asya ve Afrika Çalışmaları Merkezi’nde kıdemli araştırma görevlisi olan Li Weijian, mart ayında Pekin’de düzenlenen üçlü toplantıda vurgulanan Çin ve Rusya’nın İran’ın barışçıl nükleer enerji kullanımına verdiği desteğin, Tahran’ın ABD’nin taleplerini reddetme konusunda güvenini artırdığını kaydetti.
“Bu noktada, Çin’in bu sorunun çözümünde oynayacağı rol gelecekte daha da önemli hale gelecektir” diye ekledi.
ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, ABD’nin İsrail’in İran’a yönelik saldırılarına karışmadığını savundu. Cuma günü yayınlanan bir açıklamada, “İsrail, bu eylemin kendini savunmak için gerekli olduğuna inandığını bize bildirdi” dedi.
Ancak İran Dışişleri Bakanlığı, İsrail saldırılarının “ABD ile koordinasyon ve onay olmadan gerçekleştirilemeyeceğini” belirterek Washington’u suçladı.
Quincy Institute for Responsible Statecraft’ın başkan yardımcısı Trita Parsi, İsrail saldırılarının Washington-Tahran görüşmelerini rayından çıkarabileceğini söyledi.
“Bu saldırıların etkisi şu ki, müzakereleri rayından çıkaracak, çok önemli zaman kaybedilecek ve İran’ın pozisyonu sertleşecek – tabii bu noktada diplomasi yeniden canlanabilirse. Bu muhtemelen İsrail’in istediği sonuçtur” dedi.
Parsi, “Trump’ın İran ile diplomasisi de en az İran’ın nükleer programı kadar hedefteydi” diye ekledi.
Şanghay’daki Li, bölgedeki mevcut gelişmelerin İsrail için “kriz hissini artırdığını” da sözlerine ekledi.
“Washington’un İsrail’e geçmişte güvendiği koşulsuz desteği artık sağlamaması ve hatta başlıca rakibi İran ile müzakereler yoluyla gerilimi azaltmaya çalışması, İsrail için olumsuz bir gelişme olacaktır” dedi.
Saldırıdan bir gün önce, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın yönetim kurulu, İran’ın nükleer güvenlik önlemlerine uymadığını ilan eden bir kararı kabul etti. Bu karar, yaklaşık 20 yıldır ilk kez alındı. Çin, Rusya ve Burkina Faso karar aleyhinde oy kullandı.
Çin’in Kuzeybatı Üniversitesi Ülke ve Bölge Çalışmaları Fakültesi Dekan Yardımcısı Yan Wei, bunun doğrudan bir çatışmaya dönüşme olasılığı olduğunu, ancak sonucun uluslararası toplumun, özellikle ABD ve Çin gibi ülkelerin arabuluculuğu ve müdahalesine bağlı olacağını söyledi.
Yan, “ABD, İran ile İsrail arasında daha büyük çaplı bir çatışma istemiyorsa, mevcut gelişmeler Trump’ın Orta Doğu’dan stratejik çekilme politikasıyla tam olarak uyumlu olmayabilir” dedi.
“Bu koşullar altında, iki ülke arasında yakın vadede büyük çaplı bir savaşın çıkması olasılığını düşük görüyorum, ancak belirli bir kapsamda İsrail ile İran arasında karşılıklı saldırılar olasılığı var” diye ekledi. Çinli akademisyene göre, Çin arabuluculuk çabaları ile krizin çözümünde rol üstlenebilir.
Saldırının ardından, Çin’in İsrail ve İran büyükelçilikleri vatandaşlarına gelişmeleri yakından takip etmeleri ve olası saldırılara karşı güvenlik önlemleri almaları çağrısında bulundu.
Exeter Üniversitesi öğretim üyesi ve Torino Üniversitesi’nde Çin-Akdeniz (ChinaMed) projesinin araştırma başkanı Andrea Ghiselli, mevcut gelişmelerin, özellikle Suriye iç savaşı ve eski Suriye lideri Beşar Esad’ın hükümetinin zayıflamasının ardından, Çin siyasi çevrelerinde İran hükümetinin istikrarına ilişkin endişeleri yoğunlaştırabileceğini söyledi.
“İran rejimi düşmeye çok yaklaşırsa, [Çinli yetkililer] zor seçimlerle karşı karşıya kalabilir: kaybı kabul etmek veya örneğin askeri yardım şeklinde önemli destek sağlamaya başlamak,” dedi.
“Şu an için Çin’in bekleyip durumu izleyeceği ve durumun daha da kötüye gitmemesini umacağı çok muhtemel” diye ekledi.
İsrail İran’ın nükleer ve balistik programına saldırdı: İran’dan misilleme
-
Görüş2 hafta önce
ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?
-
Asya5 gün önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Dünya Basını7 gün önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Avrupa2 hafta önce
Max Otte: Alman ekonomisinde bir gerileme değil, çöküş yaşanıyor
-
Rusya2 hafta önce
Ukrayna’dan Rus stratejik bombardıman üslerine kamyonlardan kalkan İHA’larla saldırı
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 2
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya ve Ukrayna heyetleri tekrar İstanbul’da: Masada neler var?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savaş sonrası Suriye’yi dönüştüren ‘Sünni popülizm’