Dünya Basını
ABD Nijer’den neden kovuldu?

Jeopolitik rekabetin arttığı bir çağda Afrika ülkeleri artık seçeneksiz değil. Dolayısıyla Batı ülkelerine karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesini kazanmalarına rağmen “ikinci sınıf” muamelesi görmeye tahammül etmek zorunda kalmıyorlar. Aşağıda çevirisini okuyacağınız Foreign Policy’de yayınlanan makale de ABD’nin Nijer’den kovulma süreci ve kovulmasının altında yatan bu çok kutuplu yeni dünya gerçekliğine odaklanıyor:
***
Amerika Birleşik Devletleri Nijer’i Nasıl Kaybetti?
Sahel’de artan Rus, Çin ve İran etkisi, Washington’un giderek daha stratejik hale gelen kıtadaki nüfuzunu sınıyor.
Cameron Hudson
ABD’li üst düzey yetkililer geçen günlerde Nijer’in başkenti Niamey’e geldiklerinde Sahra’nın kumlarının ayaklarının altından kaymakta olduğunu bilmiyorlardı. Gezi, Nijer’in askeri liderlerinin geçen Temmuz ayında Washington’un bölgede tercih ettiği müttefikini devirmesinden bu yana ülkeye yapılan en üst düzey ziyaretti. Bu ziyaret, Nijer’in yeni darbe hükümetine askeri yardımı askıya almasına rağmen Washington’un ülkedeki insansız hava aracı üssünü kullanmasına olanak sağlayacak güvenlik ilişkisini kurtarmak için son bir girişim olarak tasarlanmıştı.
Ancak üç günlük bekleyişin ardından heyet, ülkenin askeri komutanı General Abdurrahmane Tchiani ile görüşemeden ülkeden ayrıldı. Bir gün sonra bir cunta sözcüsü Washington’un güvence altına almak için geldiği askeri ortaklığın sona erdiğini açıkladı.
Son on yılda ABD, Nijer’e yaklaşık 1 milyar dolar harcayarak temiz su ve sağlık hizmetleri sağlamak, iklim değişikliğinin zararlı etkilerine karşı koymak ve dünyanın en yoğun cihatçı saldırılarına karşı kuşatılmış bir orduyu eğitmek ve donatmak için geniş bir yelpazede yardım sağladı.
Ancak, güç dinamiklerinin hızla değiştiği bir dünyada Washington’un kalkınma yardımlarının pek bir önemi olmadığı ortaya çıktı. Bu yeni çok kutuplu dünyada, hâlâ tartışmasız dünyanın en zengin ve en güçlü ülkesi olan ABD’nin, dünyanın en yoksul ve en zayıf ülkelerinden biri olan Nijer’e, Nijer’in kendisine duyduğu ihtiyaçtan daha fazla ihtiyacı var gibi görünüyor.
Washington’un Nijer’e ve diğer Sahel ülkelerine ilgisi, 11 Eylül saldırılarından sonraki aylarda, bölgenin geniş, seyrek nüfuslu çölünü ve korunaksız sınırlarını yeni terörist gruplar için ideal bir kuluçka merkezi olarak görmesiyle ortaya çıktı. Pan Sahel Girişimi’ni 2002’de başlatan Washington, Nijer’de “sınırları içinde ve ötesinde şüpheli insan ve mal hareketlerini tespit etme ve bunlara müdahale etme” konusunda yardımcı olacak istekli bir ortak buldu.
2013 yılına gelindiğinde Başkan Barack Obama, istihbarat toplama amacıyla Nijer’de ilk 100 ABD askerinin görev yapmasına izin verdi. Bölge hâlâ Libya’da Muammer Kaddafi rejiminin çöküşünün sarsıntısını yaşarken 2016 yılına gelindiğinde ABD, ülkenin kuzeyindeki Agadez kentinde 1.000’den fazla ABD askerinin konuşlanacağı bir insansız hava aracı üssü inşa edildiğini duyurarak varlığını iki katına çıkardı.
Başlangıçta Nijer, böylesine büyük ve kamuya açıklanmış bir ABD varlığının güvenliği üzerinde ters etki yaratacağından ve daha fazla terörist grubu çekeceğinden endişe ediyordu. Ancak beş yıllık operasyonların ardından Nijer, komşusu Mali ya da Burkina Faso’ya kıyasla daha az terör saldırısına maruz kalıyordu ve bu da 20 yılı aşkın süredir devam eden terörle mücadele işbirliğini sona erdirme kararını daha da sarsıcı hale getiriyor.
Bir cunta sözcüsüne göre Niamey’in Washington’la askeri anlaşmasını feshetme gerekçelerinden biri ABD’li yetkililerin “küçümseyici” tavrı ve Nijer’in ortaklarını belirleme konusundaki “egemenlik” iddiasıydı. Bu argümanlar ne kadar geçerli olursa olsun, cuntanın Washington’un öncelikli taleplerinden kaçması için de uygun bir kılıf oluşturuyor: Nijer’in sivil ve demokratik yönetime dönmesi ve devrik Cumhurbaşkanı Muhammed Bazum’un serbest bırakılması
Ancak, Washington’un geçen Temmuz’daki darbenin ardından askıya aldığı yıllık 260 milyon dolardan fazla askeri yardım ve kalkınma yardımını ancak Nijer’in sivil yönetime geri dönme yoluna girmesi halinde yeniden başlatma sözü gibi vaatlerine Nijer’in artık sabrı kalmadı.
Güvenlik yardımı ve yatırımcılara demokrasi dersi vermeyen alternatiflere sahip olan Afrika ülkelerinin, küçümsenmeye tahammülleri giderek azalıyor. Niamey, Washington ile güvenlik ilişkilerinin sona erdiğinin açıklanmasından bu yana geçen iki hafta içinde, ülkedeki madencilik faaliyetlerini genişletmek isteyen Çinli petrol yöneticilerinden oluşan bir heyeti ağırladı; Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile güvenlik ilişkilerinin güçlendirilmesi konusunda doğrudan görüştü; ve ülkenin uranyum sektörüne yatırım yapmak istediği bildirilen Tahran ile resmi diplomatik ilişkilerin kurulmasını tamamlamak üzere İran büyükelçisini kabul etti.
Nijer’in ya da herhangi bir ülkenin kendi topraklarını ABD’nin sadece kendi çıkarına istihbarat toplamak amacıyla kullanmasına izin vermesini beklemek (ayrıca bu istihbaratı kendisi de aynı şiddet ve aşırılık yanlısı örgütlerle mücadele eden ev sahibi ülke ile paylaşmaması) gerçekten de küçümseyici. Rus askeri danışmanlar bölgeye yayılmışken ve diğerleri uzun vadeli yatırımlar yapmak için çabalarken böylesine üst düzey bir heyetin bu talepte bulunmayı makul görmesi, ABD’nin jeopolitik durumdan son derece habersiz, tarihsel bağlamdan bihaber ve öz farkındalıktan yoksun bir yaklaşım sergilediğini gösteriyor.
Aynı şey Paris’in 1899’dan beri büyük bir gururla daimi asker bulundurduğunu iddia ettiği komşu ülke Çad’daki Fransızlar için de söylenebilir. Kısa süre önce Burkina Faso, Mali ve Nijer’den kovulan Fransa, Paris’in Sahel’de kalan son askeri karakolunun kira süresini uzatmak amacıyla, ülkede yaklaşan başkanlık seçimlerinde başlıca rakibi olan kuzeninin suikastla öldürülmesinden kısa bir süre sonra Çad’ın geleneksel otokratıyla görüşmek üzere bir elçi gönderdi.
Çad’ın demokratik yönetime geçiş sürecine duyduğu “hayranlıkla” Fransa, Çad’ın kendisine olduğundan çok daha fazla ihtiyacı olduğunu da göstermiş oldu. Ancak Paris uzun zamandır değerlerini Afrika’daki çıkarlarına tabi kıldı ve Fransa’nın varlığını kabul etmeye istekli olan her rejimi desteklemeye hazır.
Ancak Fransa eski sömürgeleriyle daha karmaşık bir mirasa sahipken ABD de bugün kendisine benzer bir mercekten bakıyor. Birçok Afrikalı lider ülkelerini İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenin kurbanları olarak görüyor. Onlara göre Washington, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumları kendi çıkarları için kullanırken, Afrika ülkelerine acı verici koşullar dayatıyor. Rusya’nın propaganda çabaları bugün sadece bu görüşe odaklanıyor.
Benzer şekilde, Washington’un Zaire’nin Mobutu Sese Seko’sundan Ekvator Ginesi’nin Teodoro Obiang’ına kadar Afrikalı diktatörlere uzun süredir verdiği destek ve 2011’de NATO’nun Kaddafi’ye karşı yürüttüğü savaşta olduğu gibi çıkarlarına karşı olanları devirmeye istekli olması, Washington’un şimdi ortak değerler gündemiyle satmaya çalıştığı güvenirliğine Afrikalı ortakları nezdinde zarar verdi. Avrupalı müttefiklerinin aksine Washington, kıtayı bir asırdan fazla bir süre önce bölmemiş olabilir, ancak zaman içinde kendi çıkarlarının peşinden amansızca koşuşu ona belki de dünyanın önde gelen yeni-sömürgeci gücü olarak ün kazandırdı.
İşin ironik yanı pek çok yetkilinin bu anın gelmekte olduğunu bir süredir görüyordu. Biden yönetiminin 2022 Afrika stratejisi, kıtanın artık ABD politikalarının “istemeden de olsa Sahraaltı Afrika’ya ayrı bir dünya muamelesi yaptığı” ikinci sınıf ilgiye mahkum edilemeyeceğinin sözünü veriyordu. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ise “Afrika ülkelerine çoğu zaman eşit ortaklardan ziyade küçük ortaklar -ya da daha kötüsü- olarak muamele edildiğini” kabul etti. Bunlar önemli görüşler olsa da, hâlâ somut bir kararlılıktan yoksunlar.
ABD’nin öne sürdüğü bir diğer argüman da Afrika’nın diğer ülkelerle ortaklıklarını sınırlamak istemediği. Blinken 2021’de yaptığı bir konuşmada,”Size seçim yaptırmak istemiyoruz. Size seçenekler sunmak istiyoruz” dedi. Ancak ABD, bu söylemine rağmen Nijer ve Orta Afrika Cumhuriyeti gibi Afrika ülkelerine, Washington’un taahhütleri karşılığında Moskova ile güvenlik ilişkilerinden vazgeçmeleri için özel olarak lobi yapmaya devam etti.
Söylem ve gerçeklik arasındaki bu uçurum, ABD’li yetkilileri Niamey’den gönderen ve askeri nüfuz, stratejik mineraller ve siyasi ortaklıklar arayışında olan yeni talipler Afrika’ya geldikçe Washington’un zemin kaybetmeyi sürdürmesine neden olacak olan şeydir.
Washington ülkelere sadece seçenek sunmak yerine rakiplerinden daha cazip teklifler sunmaya odaklanmalı. Ülkelere ortak değerler satmak yerine, Washington’un onları ortak çıkarlar etrafında bir araya getirmesi de iyi olacaktır – bunlar birbirini dışlayan şeyler değil (Fransa’nın modelinde olduğu gibi). Eğer Biden yönetimi gerçekten de “21. yüzyıl ortaklıkları” dediği eşitler ilişkisine dayalı bir arayış içindeyse, o zaman Afrika’nın bu ortaklıkların neye benzeyeceğine dair vizyonuna da uyum sağlamaya hazır olmalı.
Angola Devlet Başkanı João Lourenço için bu, geçen Kasım ayında Beyaz Saray’dan milyarlarca dolarlık bir altyapı yatırımını duyurmak ve dört aydan kısa bir süre sonra sanayi yatırımları ve kredi anlaşmalarını görüşmek üzere Pekin’e resmi bir ziyaret gerçekleştirmek anlamına geliyor. Nijer örneğinde böyle bir ortaklık, cihatçı tehdidine karşı Rus güçleriyle çalışan bir orduya Washington’un istihbarat sağlaması ve demokratik yardımını ülkenin hükümetine değil, kuşatılmış sivil toplumuna odaklaması anlamına gelebilir.
Bu ortaklıklardan bazıları hem ABD değerleri hem de çıkarları açısından kırmızı çizgiyi aşabilir ama aynı ülkelerden çekilmek ya da kovulmak da öyle. Artık küresel terörizmin merkez üssü olarak tanımlanan bir bölgede Washington, cihatçı grupların planlarına karşı giderek daha kör ve orada tutunmak için gereken iyi niyetten yoksun bir şekilde çekiliyor ve hayati stratejik çıkarlarını tehlikeye atıyor.
Jeopolitik rekabetin arttığı bir çağda Afrika ülkeleri, geleneksel güç dinamiklerini altüst eden bol seçenekleriyle yeni bir güç kazandılar. Washington ya bu yeni gerçekliği kabul edecek ve bu ülkelerle niyetlendiğini söylediği gibi gerçekten eşitler olarak ilişki kurmanın bir yolunu bulacak ya da giderek daha stratejik hale gelen bir kıtada hem değerlerinin hem de çıkarlarının azaldığını görmeye devam edecek.
Dünya Basını
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek

The Economist dergisinde, gelişmiş ülkelerin içine girdiği demografi krizini ve olası sonuçlarını ele alan “Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek“* başlıklı bir makale yayımlandı. Sizler için çevirdik.
John Uwagboe 2008’de İskoçya’ya taşındığında birkaç hafta boyunca başka bir siyahi erkek görmedi. Nihayet Edinburgh sokaklarından birinde karşıdan gelen bir siyahi adam gördüğünde tanışmak için hemen onun yanına gitti. Tanışmalarıyla birlikte uzun zamandır kayıp arkadaşlar gibi kucaklaştılar, birlikte yemeğe gittiler. “Adam aslında Nijeryalı bile değildi,” diye hatırlıyor Uwagboe, “Ganalıydı!”
2001 yılında İskoçya’da yaşayan Afrikalı sayısı sadece 5.000 idi; yani büyük oranda beyaz olan nüfusun %0.1’ini oluşturuyorlardı. 2022 nüfus sayımına göre bu sayı 11 kattan fazla artmış durumda ve muhtemelen o zamandan beri daha da büyüdü. Uwagboe, eğitim için geldiği İskoçya’da önce bir bankada çalıştı, sonra kendi restoranını açtı. Şimdi sadece Edinburgh’daki Nijeryalılar için kurulmuş bir WhatsApp grubunda 3.000’den fazla üye olduğunu söylüyor. Katıldığı Pentekostal kilisesinin 10 şubesi var. “Kesin olan bir şey varsa, o da Afrikalıların gelmeye devam edeceğidir,” diyor.
Bu kulağa tuhaf gelebilir; Donald Trump göçmenleri sınır dışı ediyor, Avrupa’daki siyasetçiler yerelciliğe yöneliyor, medyada ise Afrika’dan gelen göçmenler çoğunlukla kaçak yollarla sızan teknelerde anlatılıyor. Oysa Afrikalıların büyük çoğunluğu yasal ve normalyollarla kıtayı terk ediyor. Bu tür göç, göçmen karşıtı söylemlerin yükselmesine rağmen artmaya devam etti ve muhtemelen önümüzdeki on yıllarda daha da artacak. Bu eğilim, hem göç alan ülkelerde hem de Afrika’da derin etkiler yaratacak.
Bu artış, Afrika’nın –dünyanın en genç ve en hızlı büyüyen kıtası– ile diğer tüm bölgeler arasındaki olağanüstü demografik ayrışmadan kaynaklanıyor. Afrika’da işgücü artarken, diğer birçok bölgede azalıyor. Bu nedenle, Cornell Üniversitesi’nden demograflar Kathryn Foster ve Matthew Hall “Göçün geleceği Afrika menşeli olacak” diyor.
Danışmanlık firması McKinsey’in bu yıl yayınladığı “yeni demografik gerçeklik” raporuna göre Amerika, Çin, Japonya, Güney Kore ve Avrupa ülkeleri dahil olmak üzere ilk dalga ülkelerin 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu (15-64 yaş) 340 milyon azalacak. Ortalama yaşam süresinin uzaması ve doğurganlık oranlarındaki büyük düşüş nedeniyle bu ülkelerde çalışma çağındaki kişi sayısının 65 yaş üstüne oranı 1997’de 7:1 iken, bugün 4:1’e geriledi. 2050’de bu oran 2:1’e düşecek.
İş Var, İşçi Yok
Benzer bir düşüş gelişmekte olan ülkelerde de yaşanıyor. BM’ye göre, 2060 yılına kadar Brezilya’da destek oranı 6.2:1’den 2.3:1’e, Vietnam’da ise 7.5:1’den 2.4:1’e düşecek. George Mason Üniversitesi’nden Michael Clemens, “Tarih boyunca bu kadar hızlı işgücü kaybı görülmedi” diyor.
Bunun istisnası Sahra Altı Afrika. Doğurganlık oranları burada da düşüyor ama yavaş ve yüksek bir seviyeden başlıyor. Bu bölge demografik geçişin daha başında. 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu yaklaşık 700 milyon artarak iki katına çıkacak. 2030 yılına kadar küresel işgücü piyasasına katılan her iki kişiden biri Sahra Altı Afrika’dan olacak.
Ancak bu insanlar kendi ülkelerinde iş bulmakta zorlanacak. Her yıl yaklaşık 15 milyon kişi işgücü piyasasına girerken, yalnızca 3 milyon formel iş yaratılıyor. Afrobarometer’ın yaptığı bir ankete göre, 24 Afrika ülkesinde halkın %47’si göç etmeyi düşündüğünü, %27’si ise bunu “ciddi şekilde düşündüğünü” belirtti. “Daha iyi iş fırsatları” en çok belirtilen neden oldu.
Göç eğilimleri, ülkelerin kişi başına düşen geliriyle karşılaştırıldığında çan eğrisi benzeri bir grafik oluşturur. Kişi başına düşen gelir yaklaşık 5.000 dolara ulaşınca göç artar, 10.000 dolarda zirveye ulaşır, sonra düşer. Yani çok fakir ülkelerde insanların gitmeye gücü yetmez, zengin ülkelerde ise ihtiyaç duymazlar. Orta gelirli ülkelerde ise hem istek hem imkan vardır.
Göçle özdeşleşen Meksika ve Filipinler gibi ülkeler artık bu zirveyi geçmiş durumda. Oysa Sahra Altı Afrika nüfusunun %94’ü (yaklaşık 1.1 milyar kişi), kişi başına gelirin 10.000 doların altında olduğu ülkelerde yaşıyor. “Afrika’dan göç durdurulamaz bir güç,” diyor Clemens.
Gerek Var Ama İstek Yok
Göçmen kabul eden ülkelerdeki siyaset ise bu güce karşı hareketsiz bir nesne gibi duruyor. Trump, Afrikalı göçmenler arasında popüler olan “çeşitlilik vizesini” askıya aldı. AB, Afrika’dan gelen yasa dışı göçü azaltmak için milyarlarca euro harcıyor. Eski İngiliz hükümeti, Ruanda’dan gelen göçmenleri kabul etmektense İngiltere’deki göçmenleri Ruanda’ya göndermeye daha hevesliydi.
Yerlilik savunusu, Afrika’dan göçü kısıtlayabilir. Ancak bu tür kısıtlamaların siyasi bedelleri olur. Örneğin İngiltere’de Ulusal Sağlık Sistemi için hemşire ve doktor bulmak zorlaşır. Emek açığı ve sosyal güvenlik açıkları karşısında daha az tercih edilen önlemler (emeklilik yaşını yükseltmek gibi) gündeme gelir. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni seçim kampanyasında göçü azaltacağını vadetti, fakat iktidara geldikten sonra AB dışı ülkelere verilen çalışma vizesi sayısını artırdı. Brexit sonrası İngiltere’de net göç oranı yükseldi. Zengin ülkeler işgücü açığını kapatmak istiyorsa, bunu en çok Afrikalılarla yapacak.
Zaten Yapıyorlar
2024’te, BM verilerine göre 45 milyon Afrikalı ülkesi dışında yaşıyor. Bu, küresel göçmen nüfusunun %15’i. 1990’da bu oran %13’tü. O dönem Afrikalı göçmenlerin yalnızca %35’i Afrika dışındaydı; bugün bu oran %45. Yani Afrika dışındaki Afrikalı göçmen sayısı 1990’dan bu yana üç katına çıkarak 20.7 milyona ulaştı. Bu, Hindistan dışındaki Hintlilerden (18.5 milyon) ve Çin dışındaki Çinlilerden (11.7 milyon) fazla.
Avrupa’daki Afrikalı göçmen sayısı 1990’da 4 milyonken, 2024’te 10.6 milyona çıktı. Fransa’da 4 milyon, İngiltere’de 1 milyon Afrikalı göçmen var. Yeni gelenler, sömürge dönemine dayanan eski diasporalara katılıyor. Daha önce gelenlerin çocukları İngiltere’de sınavlarda ortalamanın üstünde başarı gösteriyor. Özellikle Britanyalı Nijeryalılar spor (rugby kaptanı Maro Itoje), iş dünyası ve siyasette (Muhafazakar Parti lideri Kemi Badenoch) öne çıkıyor.
Afrikalılar artık sadece doktor ya da mühendis olarak değil; bakım evlerinde çalışmak gibi daha mütevazı işler için de geliyor. 2023’te İngiltere’deki bakım evlerinde çalışan yabancı uyruklular arasında Nijeryalılar ilk sıradaydı. Zimbabwe ve Gana’dan da on binlerce kişi bu tür işlerde çalışıyor.
Yeni Azınlık
Son on yılda Amerika, Sahra Altı Afrika’dan en çok göç alan ülke olarak Fransa’nın önüne geçti. 1960’ta Afrika kökenliler toplam göçmenlerin %1’inden azını oluştururken, 2020’de bu oran %11 oldu. 1990-2020 arasında Amerika’ya gelen Afrikalı sayısı, köle ticareti dönemindekinden dört kat fazla.
Columbia Üniversitesi’nden Neeraj Kaushal’ın yakında çıkacak kitabı, “Amerika’nın geleceği Kara Afrika’da” tezini işliyor. Nijerya, Etiyopya, Gana ve Kenya diasporaları, 1980’deki Hint diasporasıyla aynı büyüklükte. Hintli göçmen nüfusu o zamandan beri 13 kat arttı. Benzer bir artış, 2060’a kadar bu dört Afrika diasporasından 10 milyon yeni göçmen anlamına gelir.
Kaushal, Trump döneminde bazı kısıtlamalar getirilse de uzun vadede Amerika göçmen ülkesi olarak kalmak istiyorsa, Afrika’nın en büyük kaynak olacağını savunuyor. Zira Afrika’dan gelen göçmenler hem eğitimli hem çalışkan: Nijeryalı Amerikalıların %64’ü üniversite mezunu. Amerika genelinde bu oran %33. Ayrıca iş gücüne katılım oranları da ortalamanın üstünde.
Göçmenler o kadar başarılı ki bazı Afro-Amerikalı akademisyenler, çocuklarının pozitif ayrımcılık uygulamalarından faydalanmaması gerektiğini savunuyor. Yeni gelenler “Afrikalı-Amerikalı” kavramını da dönüştürüyor. Atlanta’daki Kongo Koalisyonu’ndan Carl Kananda, “Ben Afrikalıyım. Amerika’ya gelene kadar siyah olduğumu öğrenmemiştim” diyor.
Batı Dışında da Varlar
2024 itibariyle, Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinde 4.7 milyon Afrikalı göçmen var; bu rakam 1990’dan beri üç katına çıktı. Suudi Arabistan, Kenya’ya en fazla döviz gönderen ikinci ülke. Ancak Körfez’deki Afrikalı işçiler çoğu zaman kötü muamele görüyor. Kenya’dan gidenlerin %99’u patronlarından kötü muamele gördüğünü söylüyor. Uganda’da aktivist Marie Mwiza, kadın hizmetçilerin “domates çuvalı gibi” görüldüğünü söylüyor.
Yine de pek çok kişi gitmeye devam ediyor. Uganda’da çalışan Steven Nuwuguba Katar’da zorlu koşullarda çalıştı ama ülkesiyle kıyasla yüksek kazanç elde etti. Birçok kişi bu gelirle iş kurabiliyor.
Afrikalılar Çin’de de var. Nijeryalılar, Endonezyalılardan fazla; Güney Afrikalılar neredeyse Taylandlılar kadar. Yiwu ve Guangzhou gibi şehirlerde binlerce Afrikalı ticaret yapıyor. 2018’de Çin’deki Afrikalı öğrenci sayısı 80.000’di; bu sayı Amerika’daki Afrikalı öğrenci sayısından daha fazlaydı.
Afrika İçin Etkileri
Göç, “beyin göçü” korkularını da beraberinde getiriyor. Ancak Kamerunlu ekonomist Narcisse Cha’Ngom’a göre bu daha karmaşık. Evet, nitelikli iş gücü, tüketim ve vergi tabanı kaybediliyor. Ama göçmenlerin gönderdiği döviz, doğrudan yatırımlardan ve yardımlardan fazla. Göç ihtimali, ülkede eğitime olan talebi bile artırıyor.
Cha’Ngom’un 2023 tarihli çalışmasına göre, göç veren ülkelerin çoğu, kişi başına düşen GSYİH açısından göçten net fayda sağlıyor. Ancak bu faydayı artırmak için doğru politikalar gerekiyor. Filipinler hemşire ihracını sağlık eğitimiyle eşleştirdi. Hindistan, göçmenlerini ülkeye beceri ve sermaye getirmeye teşvik ediyor.
Afrika ülkeleri de benzer politikalar geliştiriyor. Kenya, Almanya ile mesleki eğitim ve dil kurslarını içeren bir göç anlaşması yaptı. Hedefleri, yılda 1 milyon Kenyalıyı yurt dışına göndermek. Etiyopya ve Tanzanya da benzer girişimlerde bulunuyor.
Yine de pek çok Afrikalı hükümetlerinin bu fırsatı doğru kullanabileceğine inanmıyor. İşçi ihracatı yapan şirketlerin siyasi elitlere ait olması kuşkuları artırıyor. Ancak yurt dışında şansını denemek isteyen genç Afrikalılar için bu durum pek caydırıcı değil.
Afrikalıların işe ihtiyacı var; dünyanın da işçiye. Bu çıkar birliği büyük bir fırsat. Yeter ki her iki taraf da bu fırsatı değerlendirmeyi bilsin.
Dünya Basını
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı

Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ve uzun süredir Asya uzmanı olan Kurt Campbell, ABD’nin Çin’le tehlikeli bir sarmalın içine girmekten kaçınması gerektiğini söyledi. ‘Önce Amerika’ politikası ‘Yalnız Amerika’ politikasına dönüşmemeli dedi.
Campbell, bu hafta Tokyo ve bölgede yaptığı ziyaret sırasında Nikkei Asia‘ya verdiği özel röportajda, “Muhtemelen Çin ve ABD kadar birbirine bağımlı iki ülke yoktur” dedi. Ancak “bu karşılıklı bağımlılıktan daha rahatsız olan iki ülke de yok” diye ekledi.
Joe Biden yönetiminin ikinci diplomatı olarak görevinden ayrıldıktan sonra ilk kez Asya’yı ziyaret eden Kurt Campbell, mevcut Başkan Donald Trump’ın Çin ile ticaret savaşı küresel ekonomiyi ve Asya’yı sarsarken konuştu. ABD, rakibine %145’e varan yeni gümrük vergileri uygulayarak bazı ürünlerin efektif vergisini %245’e kadar yükseltti. Pekin ise Amerikan mallarına %125 gümrük vergisi uygulayarak misilleme yaptı. Campbell, şu anda “Pekin ile Washington arasında neredeyse hiçbir iletişim kanalı bulunmaması”nın riski artırdığını söyledi.
Trump bu hafta iki tarafın müzakere halinde olduğunu ısrarla belirtirken, Çin görüşmelerin yapıldığını yalanladı.
Kurt Campbell, “ABD ile Çin arasında kasıtsız bir yanlış hesaplamadan endişe duyuyorum” diyerek, öncelikli hedefin “kasıtsız bir askeri çatışmaya girilmemesini sağlamak” olduğunu vurguladı.
ABD-Çin ilişkilerinin “derin rekabet” ile tanımlanmaya devam edeceğini belirten Campbell, Washington’daki herhangi bir yönetimin hedefinin “bu rekabeti mümkün olduğunca istikrarlı ve sağlıklı hale getirmek” olması gerektiğini söyledi.
2013 yılında kurucularından olduğu Washington merkezli danışmanlık şirketi The Asia Group’un başkanlığını yürüten Campbell, her iki tarafın da sessiz, kapalı kapılar ardında görüşmelerin yolunu aradığını düşündüğünü söyledi. Ancak “hiçbiri yüzünü kaybetmek istemediği” için diyalog yolunu bulmak “zor olacak” dedi.
Trump, anlaşma halinde gümrük vergilerinin “önemli ölçüde” indirilebileceğini belirtirken, Çin bazı ABD ürünlerine uyguladığı vergileri muafiyet kapsamına almayı düşünüyor.
Geri adım atma görevi, daha geniş uluslararası ilişkilerdeki değişiklikler nedeniyle karmaşık hale geliyor.
Rusya ve Kuzey Kore vurgusu
Kurt Campbell ayrıca, “Şu anda en çok endişe duyulan ilişki, açıkçası Rusya ile Çin arasındaki ilişkidir” dedi. Pekin’nin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline devam etmesini sağlayarak, ekonomik destek ve çeşitli çift kullanımlı teknolojiler sağladığını savunan Campbell, bunun karşılığında Çin’in, ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına “derinden aykırı” denizaltılar ve diğer yeteneklerle ilgili teknolojiler aldığını düşünüyor.
Aynı şekilde Campbell, Kuzey Kore’yi “tehlikeli bir joker kart” olarak nitelendirdi. Trump’ın Pyongyang ile “bir tür diplomasi kurmanın yollarını bulmakla ilgilendiğini” düşünse de, başarısız adımların tekrarlanmasından endişe duyuyor.
1994 tarihli ikili anlaşma çerçevesi, 2000’li yıllarda yapılan altı taraflı görüşmeler ve Trump’ın Kuzey Kore lideri Kim Jong Un ile yaptığı çok sayıda toplantıya atıfta bulunarak, “Önceki çabaların başarılı olmadığını unutmamalıyız” dedi. Bu arada Kuzey Kore’nin, “nükleer silahlar ve bunları uzun menzilli füzelerle fırlatma kapasitesi” konusunda ilerleme kaydettiğini kaydetti.
Bunun da ötesinde Campbell, Trump’ın ilk dönemine kıyasla “dünyanın, Kuzey Kore’nin Rusya ve Çin ile güçlenen ilişkileri göz önüne alındığında, ABD ile diplomasiye daha da dirençli hale gelebileceği şekilde değiştiğini” söyledi.
Güney Kore ve Japonya ile üçlü işbirliği ve gemi inşası
Campbell’a göre ABD’nin izlemesi gereken yol, Trump yönetiminin dost ve düşmanlara gümrük vergileri uygulayıp baskı yapmasına rağmen ittifakları güçlendirmektir.
“Atabileceğimiz en önemli adımlar, caydırıcılık ve benzer düşünen ülkelerle ortak çabalardır” dedi, bu ülkeler arasında, bölgedeki iki uzun soluklu müttefik olan Japonya ve Güney Kore ile üçlü işbirliğinin de yer aldığını belirtti.
Campbell, ticari ve askeri önemi ve Çin’in hakim konumu nedeniyle bu alanı ‘en büyük zorluklarımızdan biri’ olarak nitelendirerek, üçlü işbirliği için doğal bir alan olarak özellikle gemi inşasını gündeme getirdi. Güney Kore ve Japonya bu alanda en büyük ikinci aktörlerdir.
Campbell, “Bu tür bir işbirliğini zorlaştıran birçok kısıtlama var, ancak Başkan Trump’ın belirttiği şeylerden biri, iş yapmaya açık olduğu” dedi. “O, belirli alanlarda, askeri teknolojide ve özellikle gemi inşasında daha güçlü ilişkiler kurmak için uzun süredir var olan engelleri aşmaya hazır” ifadelerini kullandı.
Japonya bölgede ABD için en önemli ilişki
Trump’ın gümrük vergilerini bir baskı aracı olarak kullanmasına ve Tokyo’nun Washington ile bir anlaşma arayışına girmesine rağmen, Campbell “ABD’de bunun sadece önemli bir ilişki değil, ABD için en önemli ilişki olduğu ve bu ilişki üzerine bir dizi başka şey inşa ettiğimizin farkında olunduğunu” söyledi.
Campbell, Japonya’nın her zamanki gibi “geride kalma” zamanının değil, katılım ve fırsatları değerlendirme zamanı olduğunu söyledi.
Tokyo’ya “iki farklı yolda, tam hızla ilerlemesi” tavsiyesinde bulundu. Bunlardan biri, “Washington ile derin bir işbirliği içinde stratejik bir şekilde çalışmak için mümkün olan her şeyi yapmak.” Diğeri ise, çok taraflı ticaret çerçevelerini güçlendirmek, iklim değişikliği ve temiz enerji konusunda öncülük etmek ve Trump yönetiminin ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı (USAID) kapatarak yarattığı boşluğu doldurmak için Afrika, Pasifik ada ülkeleri ve Güneydoğu Asya’ya yardım sunmaya devam etmek gibi “Japonya’nın dünyadaki rolünü güçlendirmek için giderek daha bağımsız adımlar atmak.”
ABD-Japonya ittifakının güvenlik yönüne gelince, eski müsteşar, bunun “paternalist olamayacağını” ve “tamamen eşit bir ortaklık olması gerektiğini” söyledi.
“Genişletilmiş caydırıcılıkta Japonya’nın [daha büyük] bir rol oynamasını dışlamıyorum” dedi.
İmparatorluk ve işgalin hatıralarının hala taze olduğu bir bölgede, daha aktif Japon kuvvetleri muhtemelen şüpheyle karşılanacaktır. Ancak Kurt Campbell, “Mesajım şudur: Şimdi cesur olmak, kendinden emin olmak, dış politikada bazı riskler almak ve Japonya’nın küresel sahnedeki rolünü ilerletmek için doğru zaman” dedi.
“Zorluklar ve riskler olduğu kesinlikle doğru, ancak fırsatlar da var. Bu fırsatları şekillendirme zamanı” diye ekledi.
Campbell ayrıca, ABD’nin askeri varlığının ve nükleer caydırıcılığının önemini vurgulayarak, “Dikkatli olmalıyız ve Amerikan dış politikasının en büyük başarılarından birinin, çoğu ülkenin Avrupa ve Asya üzerinde ABD’nin genişletilmiş caydırıcılığını açık ve net bir şekilde kabul etmesi olduğunu kabul etmeliyiz” dedi ve ekledi: “Barış ve istikrarın korunması için çok önemli olan bu sağlam taahhüdü ülkelerin sorgulamasına neden olmayacak adımlar atmaya devam etmeliyiz.”
Tayvan vurgusu
Ona göre bu, Tayvan için de geçerli.
Campbell, Washington’un Pekin’i tanıyan ve Taipei ile gayri resmi ilişkiler için bir çerçeve belirleyen 1979 tarihli Tayvan İlişkileri Yasası’nı “dış politikadaki en önemli yasama liderliği örneği” olarak nitelendirdi. Tayvan’da barışı korumak ABD’nin çıkarlarına uygun olduğunu savundu.
“Sadece şunu söylemek isterim: [Tayvan ile] gayri resmi ilişkilerimizi derinleştirmek ve güçlendirmek ABD için hayati önem taşıyor ve Tayvan’ın Pasifik’te, güvenlik ve teknoloji alanlarında yaptığımız pek çok şeyde demokratik bir aktör ve gayri resmi ortak olarak gücünü kutlamalıyız” dedi.
Pekin, Tayvan yakınlarında askeri tatbikatlar düzenlerken, “saldırganlığı caydırmak, özellikle Tayvan Boğazı’nda hiç bu kadar önemli olmamıştı” dedi.
Campbell, Çin’in 1,4 milyarlık nüfusu ve ekonomik gücüyle Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetler Birliği’nden daha zorlu bir rakip haline geldiğini belirterek, bunun yine ittifakların güçlendirilmesine bağlı olduğunu savundu.
“Nihayetinde Çin’i caydırmanın en iyi yolu, ortaklarla birlikte hareket etmektir” dedi. Ancak ABD’nin gümrük vergileri ve diğer adımlarıyla kendini izole ettiğini belirtti.
Campbell, ‘Amerika Önce’ politikasının ‘Amerika Yalnız’ politikasına dönüşmemesi gerektiğini vurguladı. ‘Yalnız Amerika’, ABD’yi zayıflatacak, bizi daha fakir, daha güvensiz ve açıkçası hala bir dereceye kadar Amerikan liderliğine ihtiyaç duyan bir dünyada çok daha endişeli hale getirecektir.”
Dünya Basını
Bender Abbas patlaması: Sabotaj mı kaza mı?

Tahran ile Washington nükleer anlaşma için kritik aşamaya yaklaşırken, İran’ın Bender Abbas kentindeki en önemli limanında yaşanan ve en az 46 kişinin öldüğü patlamanın sabotaj mı yoksa kaza mı olduğu tartışılıyor.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz haber, bu soruyu patlamayla ilgili İran basınında yapılan tartışmaları ve yetkililerin açıklamalarına yer vererek yanıtlamaya çalışıyor:
***
İran-ABD diplomasisi ilerlerken İran’ın önemli limanında büyük yangın
Amwaj.media / 28 Nisan 2025
Olay: İran ve ABD, Tahran’ın nükleer programı konusunda üçüncü tur dolaylı müzakereleri tamamladı. Müzakereler, ayrıntıların olası anlaşmanın geleceğini belirleyeceği kritik bir aşamaya girerken, iki taraf Avrupa’da bir araya gelecek. Bu gelişmeler yaşanırken, İran’ın güneyindeki liman kenti Bender Abbas’ta meydana gelen ölümcül patlama, bunun bir kaza mı yoksa müzakereleri sabote etmeye yönelik gizli bir İsrail operasyonu mu olduğu sorularını gündeme getirdi.
Nükleer müzakereler: 26 Nisan’da Umman’da yapılan görüşmelerin ardından taraflar, 3 Mayıs’ta yeniden toplanmak üzere ön anlaşmaya vardı. Üst düzey İranlı bir siyasi kaynak Amwaj.media’ya yaptığı açıklamada, bir sonraki turun Avrupa’da olacağını ancak yine Umman’ın arabuluculuk yapacağını belirtti.
-Muskat’ta yaklaşık altı saat süren görüşmelere İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi ve ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff katıldı. İlk kez teknik uzmanlar düzeyinde de paralel görüşmeler yapıldı ve bu, nükleer silahların yayılmasını önleme ve yaptırımların kaldırılması gibi teknik konuların detaylıca tartışılmasına zemin hazırladı.
-Irakçi görüşmeleri, “çok ciddi” olarak tanımladı. Baş müzakereci Irakçi, ilerleme kaydedildiğini kabul etti ancak “hem önemli konularda hem de detaylarda hâlâ farklılıklar” bulunduğunu söyledi.
-Irakçi, “Müzakere sürecinden ve hızından memnunum. Ciddiyet ve kararlılık var. Ancak anlaşmaya varılabilir mi? Umutluyum ama çok temkinliyim” dedi.
-İsmi açıklanmayan bir ABD’li yetkili de Axios’a “ilerleme kaydedildiğini” doğrularken, “hala yapılacak çok iş olduğunu” belirtti.
İran basını 27 Nisan’da müzakereler konusunda iyimser bir ton sergilemeye devam etti ancak müzakerecilerin anlaşma detaylarına odaklandıkça ilerlemenin yavaşlayabileceğini de kabul etti.
-Reformist günlük Hammihan gazetesi, müzakerelerdeki “hızlı ilerlemeyi” överken, ekonomi odaklı Donya-e Eqtesad gazetesi ise “anlaşmaya yönelik ortak bir istek” olduğunu savundu.
-Siyasi yorumcu Abdülreza Feracirad, reformist Arman-e Melli gazetesinde yazdığı makalede, “teknik müzakerelerin daha zor ve zaman alıcı olacağını” belirtti. Bu nedenle, başarılı bir sonuca ulaşmanın “her iki tarafın da daha fazla sabır, hassasiyet ve esneklik göstermesini gerektireceğini” ifade etti.
NYT: İsrail’in İran saldırısı ABD’deki çatlak nedeniyle rafa kalktı
-Muhafazakâr Horasan gazetesinde yazan yorumcu Muhammed Mehdi Rahimi ise, 2015 İran nükleer anlaşmasında yer alan ve İran’a yönelik BM yaptırımlarının otomatik olarak geri getirilmesine yol açan “snapback” mekanizmasının, planlandığı gibi Ekim 2025’te sona ermesi gerektiğini savundu. Bu değerlendirme, Batı’nın 2015 anlaşmasının süresi dolan hükümlerini yeni bir anlaşmayla uzatma çabalarına ilişkin haberlerin gündeme geldiği bir dönemde yapıldı.
Patlama: Umman’daki görüşmeler sürerken, Bender Abbas’taki Şehid Recai Limanı’nda bir konteyner terminalinde büyük bir patlama meydana geldi. En az 40 kişi hayatını kaybetti, binden fazla kişi yaralandı.
-İran Parlamentosu Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu üyesi Ali Hezriyan, patlamanın güçlü devlet kuruluşu Müstezafin Vakfı’na bağlı bir holding ve yatırım şirketi olan Sina Liman ve Denizcilik Hizmetleri şirketinin kullandığı bir terminalde meydana geldiğini açıkladı.
-Şirketin CEO’su Said Caferi, aynı gün yaptığı açıklamada, “son derece tehlikeli malların” normal ürünler gibi etiketlenerek terminale yerleştirildiğini iddia etti.
-İçişleri Bakanı İskender Mumini, patlamanın yaşandığı terminalin, limanın toplam 30 bin konteynerlik kapasitesinin onda biri kadar bir alanı kapladığını ancak olayın yine de büyük bir felaket olduğunu söyledi.
Bazı gözlemciler, çıkan turuncu dumanın, füze yakıtı üretiminde kullanılan kimyasalların yanarken çıkardığı dumana benzediğini iddia etti.
-Ancak Savunma Bakanlığı Sözcüsü Rıza Taleenik, 27 Nisan’da yaptığı açıklamada, olayın yaşandığı bölgede askeri amaçlı veya başka türde herhangi bir yakıtın depolandığı iddiasını kesin bir dille reddetti. Sözcü, yabancı medyayı “hedefli sahte haberler” yoluyla “psikolojik operasyonlar” yürütmekle suçladı.
-Olayla ilgili soruşturma devam ederken, yetkililer şu ana kadar patlamanın resmi nedenine ilişkin herhangi bir açıklama yapmadı.
Özellikle patlamanın zamanlaması, İran’da birçok kişinin olayın kasıtlı bir sabotaj olup olmadığı konusunda şüphe duymasına yol açtı.
– İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in kıdemli danışmanı Ali Şamhani’ye bağlı Nour News, Umman’daki nükleer görüşmelerle aynı zamana denk gelen patlamanın “bir kaza mı yoksa kasıtlı bir plan mı” olduğunu sorguladı. Ajans, erken sonuçlara varmaktan kaçınılması gerektiğini söyledi ve ABD ile nükleer müzakereler boyunca “sabırlı olunması” çağrısında bulundu.
– Muhafazakar Kayhan gazetesi, yetkililere soruşturmayı hızlandırmaları ve olayın “ihmal ve hata” sonucu mu yoksa “başka faktörlerden” mi kaynaklandığını bir an önce açıklamaları çağrısında bulundu.
-Reformist gazeteci Armin Montazeri ise Şehid Recai Limanı’nın ticari önemine ve olayın zamanlamasına dikkat çekerek, “yabancı müdahale olasılığının yüksek” olduğunu belirtti.
Patlamanın nedeni üzerindeki tartışmalar sürerken, bu trajedi İran genelinde büyük bir dayanışma dalgası yarattı.
-Vatandaşlar, yaralılara yardım etmek için hızla bölgedeki kan bankalarına akın etti. Öte yandan, Bender Abbas’ta faaliyet göstermeyen yolculuk paylaşım uygulaması Tapsi, rakibi Snapp üzerinden şehir sakinlerine ücretsiz yolculuk kodu sağlayarak kan bağışı merkezlerine ulaşmalarına yardımcı oldu.
-İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, 27 Nisan’da Bandar Abbas’a giderek patlamada yaralananları ziyaret etti ve patlama alanında incelemelerde bulundu.
Aynı gün, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney de hayatını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı dileklerini iletti.
-Yayımladığı açıklamada Hamaney, yetkililere olayın arkasında herhangi bir ihmal veya kasıtlı eylem olup olmadığının “titizlikle araştırılması” ve “uygun yasal adımların atılması” talimatını verdi.
-Ayrıca, hükümet 28 Nisan’ı ulusal yas günü ilan etti.
Bağlam / Analiz: Şehid Recai Limanı, İran’ın en büyük ve en modern konteyner limanı. Ülkenin toplam ticaretinin %55’i ve tüm konteyner faaliyetlerinin yaklaşık %85’inden fazlası bu liman üzerinden gerçekleşiyor.
-Yılda 100 milyon ton mal işleme kapasitesine sahip liman, ülkenin ana ticari limanı olarak hizmet veriyor.
-Hürmüz Boğazı’na yakın stratejik konumuyla bu tesis, İran’ı dünyanın dört bir köşesinden 80 farklı limana bağlıyor ve hem ithalat, hem ihracat hem de bölgesel transit için hayati öneme sahip. Büyüklüğü ve bağlantı ağı nedeniyle Şehid Recai Limanı, İran ekonomisinin ve uluslararası ticaret akışının merkezinde yer alıyor.
Konteyner terminalinde füze yakıtı üretiminde kullanılabilecek tehlikeli maddelerin depolandığı iddiasını yetkililer resmen yalanlasa da yılın başlarında böyle maddeleri taşıyan gemilerin limana yanaştığına dair haberler bulunuyor.
-Batılı medya kuruluşları, açık kaynak verilerine dayanarak, 2025 yılı Şubat ve Mart aylarında, her biri yaklaşık bin tonluk iki büyük sodyum perklorat sevkiyatının Şehid Recai Limanı’na ulaştığını bildirdi. Sodyum perkloratın katı füze yakıtı üretimi için kritik bir kimyasal madde olduğu biliniyor.
Öte yandan, İran’ın nükleer programının ister diplomasi ister askeri müdahale yoluyla olsun tamamen sökülmesini talep eden İsrail’in, İran’a yönelik uzun bir gizli operasyon geçmişi bulunuyor. Bu operasyonlar özellikle İran’ın nükleer ve füze programlarını hedef alıyor.
-İsrail’e atfedilen önceki gizli operasyonlar arasında, 2010 yılında ABD ile ortak yürütüldüğüne inanılan Stuxnet siber saldırısı yer alıyor. Bu saldırı, İran’ın uranyum zenginleştirme santrifüjlerine ciddi zarar vermişti.
-Ayrıca Tel Aviv, İranlı nükleer bilim insanlarına yönelik bir dizi suikastın, İran’daki askeri ve nükleer tesislerde meydana gelen patlamaların ve 2018 yılında İran nükleer arşivlerinin çalındığı iddia edilen olayın da arkasında olmakla suçlanıyor.
Gelecek: Bender Abbas’taki patlamaya ilişkin İran’ın yürüteceği soruşturma, yalnızca İran içinde değil, aynı zamanda yabancı hükümetler ve istihbarat servisleri tarafından da yakından izlenecek.
-Eğer olayın bir sabotaj olduğu doğrulanırsa, bu durum nükleer müzakerelerde yeni bir güven bunalımı yaratabilir ve İran’ı müzakere masasında daha sert bir tutum almaya itebilir. Bununla birlikte, Tahran’daki karar alıcılar, üçüncü tarafların sabotaj girişimlerinin amacının diplomasi sürecini sekteye uğratmak olduğunu bilerek, pozisyonlarını buna göre dikkatle ayarlayacaklardır.
-Öte yandan, eğer olayın resmi olarak bir kaza olduğu açıklanırsa, yetkililer diplomatik sürecin zarar görmemesi için patlamanın etkisini hafifletmeye çalışabilir.
Bu arada, bir sonraki müzakere turunda, özellikle ABD Başkanı Donald Trump’ın 2017-21 dönemindeki ilk görev süresi sırasında 2015 nükleer anlaşmasından tek taraflı olarak çekilmesi nedeniyle, uranyum zenginleştirme, yaptırımların kaldırılmasına ilişkin takvim ve gelecekteki ihlallere karşı garantiler gibi teknik konulara daha derinlemesine girilmesi bekleniyor.
-Hem İranlı hem de Amerikalı yetkililer, süreci ilerletme konusunda kararlı görünse de, müzakereciler için anlaşmayı sonuçlandırmak adına zaman daralıyor.
-Müzakereler uzadıkça hem iç hem de uluslararası siyasi baskıların artması ve İran-ABD diplomasisine karşı olan üçüncü taraflara fırsat doğması riski büyüyor.
-
Avrupa1 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir
-
Görüş2 hafta önce
Antalya’dan notlar: En azından diyalog var!
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Diplomasi2 hafta önce
Çin’in ABD’den enerji ithalatındaki düşüş Rusya’ya kapı açtı
-
Avrupa2 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
ABD’den Suriye’ye “İran” baskısı: DMO terör örgütü ilan edilsin