Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Almanya’nın hiper-Siyonizme yolculuğu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Berlin’in İsrail’e verdiği koşulsuz destek yeni bir olgu değil. 2021 yılında da Almanya, İsrail ile savunma anlaşmaları yaparken Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işgal altındaki topraklarda işlenen savaş suçlarını soruşturma hakkına karşı çıkmıştı. Aralık ortasında, yirmi bin Filistinli katledilmiş ve salgın hastalıklar yerinden edilen milyonları tehdit ederken Die Welt hala “Özgür Filistin yeni Heil Hitler’dir” iddiasında bulunacak kadar ileri gitti. Burada pekâlâ Alman milliyetçiliğinin, İsrail milliyetçiliğine desteğin himayesi altında rehabilite edilmeye ve yeniden canlandırılmaya başlandığını’ söylerken abartıyor gibi görünebilir. Alman siyasetçiler ve kanaat önderleri Netanyahu, Smotrich, Gallant ve Ben Gvir’e koşulsuz dayanışma eli uzatırken ırkçılık ülke içinde yükseliyor ve Alman makamları dünyanın geri kalanına karşı sorumluluklarını yerine getirememe riskiyle karşı karşıyalar.


Siyonizm Über Alles

Hans Kundnani

Dissent Magazine

15 Mart 2024

Alman siyaset kurumu, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediği inancını terk etti ve bunun yerine sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklendi.

7 Ekim’den bu yana geçen beş ay boyunca dünyanın dört bir yanındaki insanlar, Almanya’nın İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşına dair eleştirileri susturmak için Holokost anısını kullanmasını dehşet içinde izledi. Alman hükümetinin çatışmaya tepkisi ABD’den çok da farklı olmadı; her ikisi de İsrail’e silah tedarikini artırdı ve Uluslararası Adalet Divanı’nda Güney Afrika’ya karşı İsrail’i destekledi. Ancak Almanya, Filistin halkına sempati duyan ve onlarla dayanışma içinde olduğunu ifade eden protestoculara, sanatçılara ve entelektüellere zulmetme konusunda ABD’den çok daha ileri gitti. Almanya, çok uzak olmayan bir soykırımdaki mesuliyetini bir tür ahlaki otorite olarak kullanıyor.

İsrail’e dönük eleştirileri kontrol altına almak için Holokost’a başvurulması, pek çok uluslararası gözlemcinin bir zamanlar geçmişle hesaplaşmanın örnek bir biçimi olarak kutladığı Erinnerungskultur ya da hatırlama kültüründen epey uzak. Beş yıl önce, Almanya’nın hatırlama kültürünü ABD’nin de model almasını isteyen bir kitap yazan filozof Susan Neiman bile artık bu kültürün “sapıttığını” düşünüyor. Neiman, özellikle Almanların “filozofik McCarthyciliğinden” söz ediyor; gerçi New Yorker yazarı Masha Gessen ve sanatçı Candice Breitz gibi İsrail’i eleştiren Yahudilere de yöneltildiği için buna “Siyonist McCarthycilik” demek daha doğru olabilir.

Her ne kadar dikkatler haklı olarak bu bireysel zulüm vakalarına odaklanmış olsa da Almanya’nın hatırlama kültürünün doğuşu ve evrimi daha az tartışılıyor. Özellikle ABD’de, Almanya’nın nispeten ilerici bir ülke olduğunu düşünen pek çok kişi, Holokost hatırlama kültürünün her zaman İsrail’e koşulsuz destek vermeyi öngördüğünü varsayıyor. Fakat gerçek daha karmaşık ve çok daha tuhaf. Holokost hafızası Federal Cumhuriyetin siyasi kurumlarında ancak 1980’lerde yerleşik hale geldi. Son yirmi yılda Almanya, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediği inancını terk edip bunun yerine sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklediği için bu hatırlama kültürü geriledi.

Bu gerilemenin suçunun büyük bir kısmı, son yirmi yılın büyük bir kısmında Alman siyasetine hâkim olan Angela Merkel’e ait. Bununla birlikte, son birkaç on yılda birleşen siyasi güçler Alman merkez solu ile Amerikan ve İsrail sağı arasında tuhaf bir hizalanma yarattı. Almanya bugün Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlardan oluşan bir koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyor ve Neiman’ın yazdığı gibi İsrail konusunda “AIPAC’ın sağında bir yere” düşüyor.

Bu tuhaf uyumu anlamak için, ilk kitabım Ütopya ya da Auschwitz’de anlattığım üzere, Alman hatırlama kültürünün Nazi geçmişiyle yüzleşmeye çalışan yeni soldan doğduğu 1960’lara geri dönmek gerekiyor. Bu aktivistler, milli kimliklerini ülkenin Holokost’taki sorumluluğuna bağlayan ilk Almanlardı. Onların yaklaşımı, bugün Almanya’da hâkim olan miyop hiper-Siyonizmin aksine, Almanya’nın kendi vicdanını rahatlatmakla meşgul olsalar bile, İsrail’e tikelci bir odaklanma yerine Holokost’tan çıkarılan derslere dair evrenselci bir anlayışa yaslanıyordu.

68 kuşağı ve İsrail

Amerikalı boomer kuşağı Nazilerle savaşan kuşağın, yani En Büyük Kuşak’ın çocuklarıyken, Batı Alman meslektaşları “Auschwitz kuşağı” olarak adlandırdıkları kuşağın çocuklarıydı. 1968 kuşağı ya da Achtundsechziger için Nazizmle hesaplaşmak ve Holokost’tan ahlaki dersler çıkarmak hem varoluşsal olarak önemli hem de son derece şahsiydi. Yaşları ilerledikçe, Almanya’nın çok da uzak olmayan Nazi geçmişi hakkındaki sessizliğe meydan okumaya başladılar.

Batı Almanya’nın ilk şansölyesi Hıristiyan Demokrat Konrad Adenauer, Nazizm ile gerçek bir ilişkiyi etkili bir şekilde bastırmıştı. Nazi rejimine dahil olanların pek çoğu rehabilite edilmiş ve eski görevlerine iade edilmişti; 1950’lerin ortalarına gelindiğinde kamu hizmeti, yargı ve akademideki elit kesim büyük ölçüde Üçüncü Reich dönemindeki koltuklarına geri dönmüştü. Batı Almanya’da büyüyen pek çok genç, görüştüğüm bir kişinin ifadesiyle “Naziler tarafından kuşatıldıklarını” hissediyordu. 1960’ların ortalarına gelindiğinde, sadece kişisel devamlılıkları değil yapısal devamlılıkları da görmeye başlamışlardı: Federal Cumhuriyet, faşist ya da en azından “pre-faşist” bir devletti. Öğrenci hareketi bu gerçek ve hayali sürekliliklere karşı bir protesto olarak ortaya çıkmıştı.

2 Haziran 1967’de Batı Berlin polisi, İran Şahı’nın kenti ziyaretini protesto eden Benno Ohnesorg adlı bir öğrenciyi öldürdü. Üç gün sonra İsrail Altı Gün Savaşı’nı başlattı. O zamana kadar Batı Alman yeni solu, sosyalist bir proje olarak gördüğü İsrail’i destekleme eğilimindeydi. Ancak Ohnesorg’un öldürülmesinden sonraki günlerde radikalleşen öğrenci hareketi, artık Amerikan emperyalizminin Orta Doğu’daki köprübaşı olarak gördüğü İsrail’e karşı da tavır aldı; bu tavır kısmen nefret edilen sağcı medya patronu Axel Springer’in İsrail’e verdiği şiddetli desteğe bir tepkiydi (Springer savaş sırasında İsrail gazetelerini altı gün boyunca Almanca olarak yayımladığını söylemişti).

Sonraki on yıl içinde, İsrail’e giderek daha fazla odaklanan ve eleştiren Batı Alman solundan bazıları Siyonizm karşıtlığından antisemitizme geçiş yaptı. Bu sol antisemitizm 1976 yılında, Frankfurt öğrenci hareketinden çıkan iki Filistinli ve iki Batı Almanın bir Air France uçağını kaçırarak Uganda’daki Entebbe’ye götürmesi ve İsrailli ve Yahudi yolcuları diğerlerinden ayırarak serbest bırakmasıyla zirveye ulaştı (Binyamin Netanyahu’nun kardeşi Yonatan, rehineleri kurtarmak üzere yapılan İsrail baskınında öldürülmüştü; Netanyahu bu hadiseyi siyasi hayatının başlangıcı olarak nitelendiriyor).

Entebbe, aralarında Devrimci Mücadele adlı Frankfurtlu örgütün önde gelen isimlerinden Joschka Fischer’in de bulunduğu Batı Alman yeni solundaki pek çok kişiyi şoke etti. Fischer, uçak kaçıranlardan biri olan Winfried Böse’yi Frankfurt’un solcu çevresinden tanıyordu. Fischer, daha sonra biyografi yazarına uçak kaçırma hadisesinin ve özellikle de Yahudi ve Yahudi olmayan yolcuların ayrılmasının kendisine “kendilerini Nasyonal Sosyalizmden ve onun suçlarından kesin bir şekilde ayrı tutanların Nazilerin suçlarını neredeyse takıntılı bir şekilde nasıl tekrarladıklarını” gösterdiğini söyledi. Sonraki yıllarda, yeni sol siyasi projesinin başarısızlığı ve özellikle de terörle iç içe geçmesi, Fischer’in dünya görüşünü kararlı bir şekilde parçaladı ve onu siyasi tutumlarının çoğunu yeniden düşünmeye zorladı. Nazi geçmişi ve Almanya’nın bu geçmişteki sorumluluğu onun için merkezi önemde kalmaya devam etti ama bundan çıkardığı dersler değişti.

Özellikle Fischer daha önceki Siyonizm karşıtlığından yavaş yavaş uzaklaştı. Örneğin 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde, yeni katıldığı siyasi parti Yeşiller’den gelen eleştirilere karşı İsrail’i savundu. Pek çok eski yoldaşıyla birlikte o da artık hayal kırıklığına uğramış aktivistlere faşizme karşı kırılgan bir demokratik siper olarak görünen Federal Cumhuriyet ile uzlaştı. Alman tarihçi Heinrich August Winkler, buna “ölümünden sonra Adenauerci sol” adını verdi, yani öğrenci hareketinin faşist bir devlet olarak gördüğü Konrad Adenauer’in tutumlarının çoğunu benimseyen bir sol.

Auschwitz ve Alman Staatsräson’u

Fischer, artık Nazi geçmişinin Alman dış politikası üzerindeki etkileri meselesiyle giderek daha fazla meşgul olmaya başladı. 1985 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da sona ermesinin kırkıncı yıldönümünde Fischer, haftalık Die Zeit gazetesinde şu kanaate varan bir makale kaleme aldı: “Yalnızca Almanların Auschwitz’e ilişkin mesuliyeti, Batı Almanya’nın Staatsräson’unun özü olabilir. Geri kalan her şey daha sonra gelir.” [Biraz arkaik bir terim olan Staatsräson bazen yanlışlıkla raison d’être (varlık sebebi) olarak çevrilir ancak raison d’état ya da ulusal çıkar gibi bir şey olarak çevrilmesi daha doğrudur). Fischer, Holokost’un sorumluluğu ilkesinden Alman dış politikası için bir vizyon çıkarmaya çalıştı.

O dönemde bu ilkenin askeri güç kullanımını reddetmek anlamına geldiğine inanıyordu. Ancak 1995’teki Srebrenitsa katliamından sonra bu tutumundan vazgeçti. Mayıs 1968’de Paris olaylarının yıldızı olan ve daha sonra Frankfurt’a taşınarak Devrimci Mücadele’yi kuran arkadaşı Daniel Cohn-Bendit’in peşinden giden Fischer, soykırımı önlemek için askeri müdahale fikrini desteklemeye başladı. O zamana kadar bu görüşü sadece merkez sağ savunuyordu; Yeşiller bunu Almanya’nın yeniden militarizasyonu için bir bahane olarak görüyordu. Fakat Fischer, partisine yazdığı açık mektupta, “kendi kuşağının soykırımı önlemek için tüm araçları kullanmaması durumunda Nazi döneminde ebeveynlerinin yaptığı gibi başarısız olmayacak mıyız?” diye sordu.

Üç yıl sonra Fischer, Sosyal Demokrat Gerhard Schröder liderliğindeki kırmızı-yeşil hükümette dışişleri bakanı olduğunda —bir başka Achtundsechziger (Nazi artığı), ancak Fischer’in Holokost’la ilgili kaygısını paylaşmayan biri— fikirlerini uygulamaya koyma şansına sahip oldu. Auschwitz’in Alman dış politikasına etkileri konusu, Kosova’daki etnik temizliği önleme maksatlı askeri müdahale sorusuyla çabucak doruğa çıktı. Tartışma özellikle hem barış fikrine hem de Holokost’un sorumluluğuna bağlı olan Yeşiller arasında yoğundu. İki ilke arasında bir seçim yapmak zorunda kalmış görünüyorlardı: “Bir daha asla” ilkesi bazılarının NATO’nun Sırbistan’a askeri müdahalesine ya da en azından Almanya’nın bu müdahaleye katılmasına karşı çıkmasına neden olurken, “Bir daha asla Auschwitz” ilkesi de diğerlerinin (Fischer gibi) müdahaleyi ve Almanya’nın dahilini desteklemesine neden oluyordu.

Auschwitz’e olan bu takıntı, çoğu zaman söz konusu bölgeden (bu örnekte Balkanlar) ziyade Almanya’nın kendisiyle ilgili gibi görünen narsist bir dış politika tartışmasına yol açtı. Bununla beraber Fischer, Entebbe’den sonra olduğundan daha fazla İsrail’i savunuyor olsa da “Bir daha asla Auschwitz” fikri, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir soykırımı önlemeye yönelik evrenselci bir istek olarak kaldı.

Evrenselcilikten tikelciliğe

Fischer, 1999’da Kosova konusundaki tartışmayı kazanmış olsa da —dört Alman Tornado’su Yeşiller’in desteğiyle NATO’nun Sırbistan bombardımanına katılmıştı— daha sonra “Auschwitz’i siyasi amaçlar için araçsallaştırdığı” konusunda bir fikir birliği oluştu. Daha sonra Almanya Dışişleri Bakanlığı’nda müsteşar ve daha sonra Münih Güvenlik Konferansı direktörü olan Wolfgang Ischinger ile görüştüğümde, bana eski patronunun “argümanı kamuoyu desteği kazanmak için abarttığını” dile getirdi. O tarihten sonra Auschwitz, 1990’larda olduğu gibi Alman dış politika tartışmalarında artık gündeme gelmiyordu.

Fakat İsrail açısından bir istisna söz konusuydu. Almanya’nın İsrail’e desteği, 1952’de tazminat ödemeyi kabul eden ve ülkeye silah tedarik etmeye başlayan Adenauer’e kadar uzanıyordu. Dış politika tartışmalarında Auschwitz’e atıfta bulunmak gözden düştüğünde, sağ kesimden bazıları Almanya’nın İsrail’e karşı mesuliyetini daha sert bir şekilde ifade etmek için Fischer’in 1985’teki makalesinde yeniden canlandırdığı Staatsräson terimini kullanmaya başladı. Gazeteci Patrick Bahners’in 2002 yılında Frankfurter Allgemeine Zeitung’da yazdığı üzere “Bu Almanya’nın, Hitler’in ölümünden sonra kazanmasına izin verilemeyecek olan ulusal çıkarıydı,” idi. Yahudi halkının etrafı hala düşmanlarla çevriliydi ve bu düşmanların zafere ulaşmaması Almanya’nın ulusal çıkarları için olduğu kadar, ülkenin bir Nazi tarafından ele geçirilmesini önlemek için de önemliydi.

Kırmızı-yeşil hükümet 2005 yılında Merkel’in Almanya Şansölyesi olarak görevi devralmasıyla sona erdi; Merkel, bu görevi on altı yıl boyunca sürdürecekti. Göreve geldikten üç yıl sonra Knesset’te yaptığı ve bir Alman şansölyesi tarafından yapılan ilk konuşma olan konuşmasında, kendisinden önceki tüm şansölyelerin Almanya’nın İsrail’in güvenliği konusundaki özel tarihsel sorumluluğunun farkında olduğunu iddia etti. Merkel, “Bu tarihsel sorumluluk benim ülkemin ulusal çıkarının bir parçası,” dedi.

Merkel’in konuşması, 2000-2005 yılları arasında Almanya’nın İsrail Büyükelçisi olarak görev yapan Rudolf Dreßler’in 2005 yılında yazdığı makalede “İsrail’in güvenli bir şekilde var olması Almanya’nın ulusal çıkarına ve dolayısıyla ulusal çıkarımızın bir parçası,” şeklindeki ifadelerinden etkilenmişe benziyor. Spiegel’in son haberine göre, bu terim aslında Fischer’e ait olsa da Merkel’in kurmayları bunun kulağa sert bir “Hıristiyan Demokrat dili” gibi geldiğini düşünmüştü. Başka bir açıdan da Merkel’in tipik bir örneğiydi; siyasete “alternatif yok” yaklaşımıyla bilinen Merkel, Almanya’nın İsrail’e dönük politikasını demokratik çekişme alanından çıkarmaya ve İsrail’in güvenliğine bağlılığı tarihçi Jürgen Zimmerer’in ifadesiyle “sorgulanamaz, alternatifsiz bir ilke” haline getirmeye çalıştı.

Merkel başarılı da oldu: İsrail’e bağlılık Alman devletinin bir ilkesi olarak siyasi yelpazede bir konsensüs haline geldi. 2021 yılında Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlardan oluşan yeni koalisyon hükümeti, tanıdık bir cümleyi içeren ve dikkatle müzakere edilmiş bir anlaşmaya vardı: “Bizim için İsrail’in güvenliği ulusal çıkardır.” Şansölye Olaf Scholz, 7 Ekim saldırılarından on gün sonra İsrail’i ziyaret ederek —ki bu esnada İsrail, Gazze’ye binlerce bomba atmıştı— bu açıklamayı yineledi [Scholz’un ulusal güvenlik danışmanı Jens Plötner, Dreßler’in büyükelçi olduğu dönemde İsrail’deki Alman büyükelçiliğinde görev yapmıştı].

Merkel’in görevden ayrılmasından bu yana, özellikle iktisadi çıkarları güvenliğin önüne koyduğu Çin ve Rusya konusunda olmak üzere, dış politika mirasına yönelik eleştiriler giderek artıyor. 7 Ekim’den bu yana Merkel’in, Almanya’nın İsrail’e yönelik politikası açısından da feci bir miras bıraktığı açıkça ortaya çıktı. Merkel’in Knesset konuşmasından bir yıl sonra, 2009’da Netanyahu ikinci kez iktidara geldi ve o tarihten bu yana İsrail giderek daha da sağa kaydı. Almanya, artık Gazze halkını sürerken ve yok ederken bile İsrail’i eleştiremiyor ya da eleştirmek istemiyor.

Hiper-Siyonist bir Almanya

2010’larda, azalan iç kamuoyu desteğinin Almanya’nın İsrail’e olan bağlılığında bir zayıflamaya yol açıp açmayacağını merak ediyordum. Nazi geçmişinin kendileri için varoluşsal ve şahsi olduğu Nazi artıklarının yerini, bu geçmişe daha mesafeli ve kayıtsız yaklaşan Almanların almasıyla bir kuşak değişimi yaşanıyordu [Etkili bir kitap olan Opa war kein Nazi (Büyükbaba Nazi değildi) bu neslin fertlerinin, büyükanne ve büyükbabalarının vahşete katılmış olabileceğini nasıl hayal edemediklerini göstermişti]. Dahası, Alman toplumu da giderek çeşitleniyordu ve göçmenlerin Nazi geçmişinden aldıkları derslere dair kendi algıları vardı.

Son on yılda ortaya çıkan şeyin post-Siyonist bir Almanya’dan ziyade hiper-Siyonist bir Almanya olması beni şaşırttı. Holokost’un kolektif hafızası kuşaklar arası ve demografik değişimle karmaşıklaşırken bile Alman elitleri İsrail’e olan bağlılıklarını iki katına çıkardılar. Aslında bunu yapmalarının bir nedeni de Nazi geçmişinden çıkardıkları derslerin artık geniş kitlelerce paylaşılmadığından korkmaları ve çok geç olmadan bunu tartışılmaz hale getirmek istemeleri.

Joschka Fischer’in Yeşiller Partisi’ndeki halefleri, Nazi geçmişinden çıkarılan derslere ilişkin evrenselci anlayıştan tikelci bir anlayışa geçişi kabul etmekle kalmadılar, aynı zamanda bunun en saldırgan savunucuları haline geldiler. Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Ekonomi Bakanı Robert Habeck gibi önde gelen Yeşil politikacılar, İsrail’in en sadık destekçileri ve Siyonizm karşıtı ve Filistin yanlısı seslerin en sert eleştirmenleri arasında yer alıyor. Fakat Amerikalı muhafazakârların aksine, İsrail’e verdikleri koşulsuz desteği Nazizm karşıtlığının bir ifadesi, yani ilerici bir tutum olarak görüyorlar. Fischer, karşı çıktığı 2003 Irak işgali öncesinde Amerikalı yeni muhafazakârlarla girdiği çatışmayla hatırlanıyor. Ancak bugün bazı Yeşiller soldan ziyade yeni muhafazakârlara daha yakın.

Springer medya şirketinin İsrail konusundaki tutumu, 1967’de Springer’in İsrail’e verdiği destekle radikalleşen yeni solcuların halefleri de dahil olmak üzere, fiilen tüm Alman siyaset kurumunun tutumu haline geldi. Son dönemde Springer, İsrail’i eleştirenlere karşı yürütülen cadı avının bir kısmına öncülük etti; örneğin Filistin asıllı Alman gazeteci Nemi el-Hasan, Alman kamu yayın kuruluşu ZDF tarafından işten çıkarıldı. Şirket çalışanlarının İsrail’e destek beyannamesi imzalamaları gerekiyor. Almanya’nın bir eyaletinde Hıristiyan Demokratlar İsrail’e dönük benzer bir taahhüdü vatandaşlık şartı haline getirdi ve diğer eyaletler de aynı şeyi yapmayı öneriyor, sanki tüm Alman vatandaşları artık Springer çalışanıymış gibi.

Geçtiğimiz yıl Die Zeit, Springer CEO’su Mathias Döpfner’in sızdırılan e-postalarına dayanan şok edici bir araştırma yayımladı. E-postalardan birinde Döpfner, siyasi inançlarının bir özetini veriyor ve bu özet, Almanya’da son birkaç on yılda ortaya çıkan siyasi konsensüsü de uygun bir şekilde tanımlayan olağanüstü ve tüyler ürpertici bir cümleyle bitiyor: “Siyonizm über alles.”

Hristiyan Siyonistler Yahudiler hakkında ne düşünür?

DÜNYA BASINI

Fidel Castro’nun SSCB’deki zafer turu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Küba devriminin lideri Fidel Castro’nun Nisan-Mayıs 1963’te yaklaşık 40 gün süren ve Özbekistan, Gürcistan ve Ukrayna gibi Sovyet cumhuriyetlerini içeren gezisine dair notlar, bu gezi esnasında gerçekleşen Castro-Hruşçov görüşmeleri ve Hruşçov’un geziye ilişkin Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Prezidyumuna sunduğu rapor ilk kez yayımlandı.

Sovyet lider Hruşçov’un Amerikalıların Türkiye’nin Sovyet sınırına füze yerleştirmelerine karşılık Küba’ya “Jüpiter füzeleri” olarak adlandırılan orta menzilli nükleer füzeler yerleştirmeye karar vermesi ile dünyayı (birkaç günlüğüne dahi olsa) nükleer bir savaşın eşiğine getiren süreci imleyen “füze krizi”, ABD ile Sovyetler’in Türkiye ve Küba’dan habersiz giriştiği stratejik pazarlıklar sonucu her iki ülkeden de füzelerin sökülmesiyle sona ermişti.

Ne var ki bu birkaç haftalık kriz, dünyadaki iki sosyalist devletin lideri, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Birinci Sekreteri Nikita Hruşçov ile sosyalist Küba’nın önderi Fidel Castro arasında soğuk rüzgarlar estirir. Her iki lideri yeniden yakınlaştırma vesilesi taşıyan bu geziye dair Rus arşivlerinden çıkan yeni belgeler, sadece geziyi değil uluslararası komünist harekette başlayan ayrışmaları, iki liderin sosyalist devrim kavrayışındaki nüansları, küresel meselelerdeki yaklaşım farkını, fakat her koşulda devam eden yoldaşça dayanışma ilişkisini detaylandırıyor.

Gizliliği kaldıran belgelerin tamamını okumak isteyen okur, National Security Archive’a (ABD Ulusal Güvenlik Arşivi) yönlendiren aşağıdaki bağlantıyı ziyaret edebilir. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Fidel Castro’nun Zafer Turu: Rus Arşivlerinden Çıkan Yeni Belgeler

Ed. Svetlana Savranskaya
National Security Archive
29 Nisan 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Rus arşivlerinden toplanan ve 29 Nisan’da Ulusal Güvenlik Arşivi tarafından yayımlanan yeni belgeler, Fidel Castro’nun Nisan-Mayıs 1963’te SSCB’ye yaptığı ve Sovyet lideri Nikita Hruşçov’un Küba Füze Krizi sonrasında bozulan ilişkileri düzeltmek için bir fırsat olarak gördüğü o müstesna geziye dair pek çok ayrıntı sunuyor. Rus devlet arşivlerinden yeni tercüme edilen kayıtlar Küba lideri Castro’nun birçok Sovyet cumhuriyetini gezdiğini, üst düzey Sovyet liderleriyle görüşüp sohbet ettiğini ve belki daha da önemlisi Küba Füze Krizi nasıl sonuçlanmış olursa olsun Sovyetler Birliği’nin Küba’nın güvenilir ortağı ve hamisi olarak kalacağına dair çok sayıda güvence ve güvenlik ve ekonomik yardım vaadi aldığını gösteriyor.

Fidel Castro, 1968 yılında üst düzey yöneticilerine hitaben gece boyu yaptığı gizli bir konuşmada, Küba Füze Krizi’nin ana odağını oluşturan füzelerin geri çekilmesine ilişkin Hruşçov’un Amerikalılarla arkadan pazarlık yapmasını “Sovyet ihaneti” olarak gördüğünü ve bundan dolayı kendisini aşağılanmış hissettiğini söyleyecekti. Castro anlaşmanın koşulları, özellikle de ABD füzelerinin Türkiye ve İtalya’dan kaldırılması konusunda hiçbir zaman tam olarak bilgilendirilmemişti. Fakat Castro Küba’nın reform tedbirleri için hem maddi hem de ideolojik eğitim anlamında Sovyet yardımına ihtiyacı olduğunu da biliyordu.

Hruşçov ve üst düzey Sovyet liderliği, Batı yarımküredeki tek başarılı komünist devrim olan bu önemli müttefikini elinde tutmak için her şeyi yapmaya hazırdı. Stratejik tüm nedenlerin yanı sıra, Hruşçov’un “Küba’yı kaybetmesinin” iç politikada yaratacağı tepkiden korkmak için de son derece gerçek nedenleri vardı. Nitekim Sovyet Başbakan Yardımcısı Anastas Mikoyan Kasım 1962’de (krizi çözmek üzere) Küba’da bulunduğu sırada bir eliyle Sovyet füzelerini geri çekerken diğer eliyle de Castro’ya mümkün olan her türlü ekonomik yardımın sözünü vermeye çalışıyordu.

Küba Füze Krizi’nden aşağı yukarı üç ay sonra Sovyet Başbakanı Castro’ya hem füzeleri yerleştirme hem de hızlı bir şekilde geri çekmesine neden olan motivasyonunu açıklayan son derece içten bir mektup yazdı. Esasen bir yandan özür diliyor, bir yandan da Castro’yu Sovyet saflarına geri döndürmek için pratik adımlar atmaya çabalıyordu. Böylece Hruşçov Castro’yu SSCB’nin farklı bölgelerini göreceği ve Sovyet liderliğiyle vakit geçireceği kapsamlı bir geziye davet etti.

Castro’nun ‘zafer turu’ başlıyor

Castro, 27 Nisan 1963’te Havana’dan Murmansk’a aktarmasız bir uçuşla gizlice geldi (uçak, oldukça kötü bir havada ancak üçüncü denemede iniş yapabildi). Burada binlerce insan sokaklara dökülerek onu bir kahraman gibi karşıladı. Nikolay Leonov yolculuk boyunca Castro’ya tercümanlık yaptı, ev sahipliğini ise Mikoyan ve Kuzey Filosu Komutanı Amiral Kasatonov. Castro, Sovyet denizaltılarını görmesi için Severodvinsk’e götürüldü (fakat kriz sırasında Küba’ya giden denizaltılar gösterilmedi), denizcilerle bir araya geldi ve dünyanın nükleer enerjiyle çalışan ilk buzkıranı olan Lenin’de bir resepsiyon verildi.

Murmansk’tan sonra Moskova’ya geçen Castro, Lenin’in Mozolesi’nin tepesinde Sovyet liderliğiyle birlikte 1 Mayıs kutlamalarına katıldı ve Zavidovo’da devlet daçasında kaldı. Zavidovo’da iki lider, komünizmin dünyadaki ve özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki kaderini enine boyuna tartıştı. Burada Hruşçov bir “öğretmen”, Castro ise sadık fakat kendi fikirleri olan ve sık sık öğretmenini sorgulayan bir “öğrenci” rolündeydi.

Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadeleleri, küresel meselelerdeki yaklaşım farkını gösteriyor

Castro özellikle Afrika’daki kurtuluş mücadelesinin durumundan endişe ediyordu. Hruşçov’dan “Afrika kıtasının gelecekteki siyasi gelişimi”ne ilişkin görüşlerini ifade etmesini istemiş, bu sırada kimi Afrika devletlerinin hızlı siyasi ilerleme beklentisine dair kendisinin de oldukça eleştirel olduğunu belirtmişti. Castro, devrimci lider Ben Bella’nın daveti üzerine Cezayir’i ziyaret etmeyi planlıyordu, fakat Hruşçov, emperyalistlerin Castro’ya (mesela bir mola esnasında) suikast düzenlemesinin çok kolay olabileceğini söyleyerek onu vazgeçirdi. Yine Sovyet lider, Afrika ülkelerindeki komünist zaferlerin karmaşık beklentileri hakkında görüşlerini açık yüreklilikle dile getirmişti, buna Gine lideri Sékou Touré’den “fahişe” olarak bahsetmesi de dahil. Bu tartışma aslında iki liderin küresel meseleler hakkındaki düşünce tarzlarının bir karşılaştırmasını da sunmaktadır: Castro’nun Marksizm-Leninizm’in eninde sonunda galip geleceğine olan samimi inancı ile Hruşçov’un çok daha pratik ve bazen de alaycı görüşleri ile bilhassa münferit liderlere ilişkin değerlendirmeleri.

‘Castro’nun duyması istenen son şey’

Yaptıkları görüşmeler arasında Hruşçov için en belki de önemli konu, Castro’ya 1962 sonbaharındaki Füze Krizi sırasında nükleer silahlar da dahil olmak üzere büyük Sovyet güçlerinin adaya konuşlandırılması ve adadan çıkarılmasına ilişkin Sovyet kararının ardındaki motivasyonu açıklamaktı. Hruşçov’un, Castro’nun ziyareti sırasındaki ana hedefi, Küba liderinin bu olaydan dolayı incinmiş olması muhtemel duygularını teskin etmek ve ABD’den Küba’ya müdahale etmeme taahhüdü alarak elde ettikleri “zafer” ile Küba devriminin güvenliğinin bizzat SSCB tarafından garanti altında olduğuna Castro’yu ikna etmekti. Bu konuşmalar burada yer almıyor çünkü bu yazının yayımlandığı tarihte Rus arşiv yetkilileri tarafından (henüz) gizlilikleri kaldırılmamıştı. Ne var ki, Hruşçov’un 7 Haziran 1963’te Prezidyuma sunduğu rapordan ve Castro’nun 1992’de Füze Krizi’nin 30. yıldönümünde Ulusal Güvenlik Arşivi ve Brown Üniversitesi’nden James Blight ve Janet Lang tarafından düzenlenen önemli bir sözlü tarih konferansında anlattıklarından görüşmelerin gerçekleştiğini ve içeriği hakkında pek çok şey biliyoruz.

4 Mayıs 1963’te Hruşçov Castro’ya kriz sırasında ve sonrasında Sovyetlerin ABD ile ilişkisine dair “gizli kanal” belgelerini gösterdi. Hruşçov belgeleri Küba liderine, Castro’ya sık sık tercümanlık da yapan ve SSCB gezisinde kendisine eşlik eden Meksika’daki Sovyet vatandaşı Nikolay Leonov’un simultane tercümesiyle okudu. Bu çok gizli belgelerin okunması ve tartışılması neredeyse koca bir gün sürdü ve Castro ilk kez bu sırada, hatta görünüşe göre kazara, Küba’daki Sovyet füzelerinin Türkiye ve İtalya’daki ABD füzelerinin sökülmesi karşılığında kaldırıldığını öğrendi. Castro bunun “duymasının isteneceği son şey” olduğunu fark etti: “Türkiye’den füzelerin çekilmesinin Küba’nın savunmasıyla hiçbir ilgisi yoktu.” Castro, Hruşçov’dan bu paragrafı yeniden okumasını istedi fakat Sovyet lider sadece “o müstehzi kahkahasını” atmakla yetindi.

Moskova’daki görüşmeler sonrasında Castro uzun bir Sovyetler Birliği turuna çıktı. Volgograd’da bir traktör fabrikasını ve Mamaev Tepesi’ndeki Sovyet savaş anıtını ziyaret etti. Özbekistan’a yaptığı gezi tarım reformu fikirleri açısından önemliydi; traktör sürücüleriyle bir araya geldi, ipek üretimini gördü ve az gelişmiş bir ülkenin bu denli ilerleme kaydetmesinden ve tarımdaki makineleşmeden etkilendi. İşte fikir tam da buydu: Küba da Sovyet yardımı ve himayesiyle hızla gelişebilirdi. Castro Taşkent’ten sonra İrkutsk’a gitti, Angara’da yerel bir balıkçıyla balık tuttu ve Bratsk hidroelektrik santralini gördü. Her şehirde, her tren istasyonunda, Kübalı devrimci lidere gerçekten büyük bir hayranlık duyan coşkulu ve geniş halk kitleleri tarafından karşılandı. Sibirya’daki bir diğer durağı ise Sverdlovsk (bugünkü Yekaterinburg) oldu. Onur konuğu Sverdlovsk’tan Leningrad’a, oradan ise Kiev’e uçtu.

Emperyalistlere Küba’dan bir selam

Moskova’ya döndüklerinde Hruşçov, Castro’ya bir ICBM (kıtalararası balistik füze) görme fırsatı sundu ve hatta Küba lideri R-16 füzesinin gövdesine adını yazarak imzaladı (böylece Amerikan emperyalistleri, füzenin kullanılması gerektiğinde Küba’dan bir selam taşıdığını bileceklerdi). 23 Mayıs’ta Kremlin’de bir dizi Küba-Sovyet anlaşması imzalandı ve Castro “Sovyetler Birliği Kahramanı” olarak onurlandırıldı. Moskova’daki Lujniki Stadyumu’nda düzenlenen ve 125 bin kişinin katıldığı büyük bir etkinliğin ardından Hruşçov ve Castro, Hurşçov’un Sohum yakınlarındaki Pitsunda’da bulunan en sevdiği güney daçasına uçtular.

Gürcistan gezisi esnasında ikili Küba Füze Krizi hakkında konuşmaya devam etti (transkripsiyonun gizliliği henüz kalkmadı ama [oğul] Sergey Hruşçov, Hruşçov ile Castro arasında Sovyetler’in ABD Başkanı Kennedy ile müzakere etmediği bir durumda Küba devriminin Amerikan işgaline kaç gün direnebileceğine dair bir münakaşadan bahsediyor). Yine Küba ekonomisi ve sosyalist bloktaki durum (Romanyalılar hâlâ burjuva milliyetçi duygulara sahiptiler ve diğer sosyalist ülkelerle iş birliği yapmaktan imtina ediyorlardı) ve Küba’daki Sovyet uzmanlar (çoğu katıksız bürokrattılar ve artık evlerine gönderilmeleri gerekiyordu) da diğer önemli tartışma başlıklarıydı. Castro bu gezi esnasında işlerin gerçekte nasıl yürüdüğüne dair paha biçilemez bilgiler edinerek gerçek anlamda bir sosyalist eğitim müfredatına maruz kaldı.

‘Biz kazandık, kazanan biziz!’

Castro, gizlice gelişine benzer şekilde, Havana’ya Murmansk üzerinden yine gizlice döndü. Tüm gezi boyunca bir kahraman olarak ağırlandı, SSCB’nin en üstün askeri nişanlarıyla ödüllendirildi ve Küba sanayisi ve tarımına dair tüm alanlarda ekonomik yardım taahhütleri aldı ve somut anlaşmalar yaptı. Bu kelimenin gerçek anlamıyla bir zafer turuydu.

Ne var ki Hruşçov’un hâlâ yapması gereken bir iş vardı: Prezidyumu Castro’nun Füze Krizi’ne ilişkin Sovyet anlatısını kabul ettiğine (Castro’nun daha sonra 1968’de Küba liderliğine yaptığı gizli konuşma hiç de böyle bir kabulün olmadığını gösterse de) ve sadık ve güvenilir bir müttefik ve Çin’i değil Sovyetler Birliği’ni asıl öğretmeni olarak gören hevesli bir öğrenci olarak kaldığına ikna etmek. Hruşçov’un Prezidyuma sunduğu rapor, (Çin Komünist Partisi ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi arasındaki tartışmanın alenileştiği) 1963’te olduğu gibi Füze Krizi sırasında da Çin’in Sovyetler için önemli bir endişe kaynağı olduğunu ortaya koyuyor. Hruşçov, Prezidyuma Çin meselesini Castro’ya açıkladığını ve Castro’nun “Sovyet pozisyonunu doğru anladığını” belirtmişti. Bunu yaparken Sovyet liderinin, Prezidyumu, sadece Castro’yu ikna ettiğine değil, Sovyetlerin Küba’dan çekilmesinin bir fiyasko değil bir zafer olduğuna inandırmaya çalıştığı ve bunu farklı biçimlerde tekrarladığı da anlaşılıyor: “Amacımıza ulaştık, dolayısıyla biz kazandık, kazanan biziz.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Anneler Günü’nü kim icat etti?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Mayıs ayının ikinci pazar günü tüm dünyada Anneler Günü olarak kutlanıyor. Bu özel günlerin her birinin belli başlı çıkış noktaları var ve bazılarının mazisi son derece karanlık. Anneler Günü öyle bir gün. Küçük ev aletleri satan dükkanların, züccaciyelerin ve çiçekçilerin vurgun yapması gibi tali durumların dışında, bu günün Nazilere dayanan ilginç bir tarihi var.


Anneler Günü’nü kim icat etti?

Heidrun Holzbach-Linsenmaier

Emma

1 Mayıs 1997

Anneler Günü’nün tarihine yakından bakıldığında, kökenlerinin duygusal bağlamdan ziyade ticari faaliyetlerle (özellikle çiçekçiler) ve propagandayla (Nasyonal Sosyalistler tarafından) yakından alakalı olduğu görülüyor. Heidrun Holzbach-Linsenmaier’ın Anneler Günü’nün kökenlerine dair analizi.

Siz de Anneler Günü’nde annenize çiçek veriyor musunuz? Bu, uzun süredir süregelen bir gelenek gibi görünüyor, değil mi? Yanılıyorsunuz. Almanya’da Anneler Günü geleneği, sadece 1923 yılından itibaren biliniyor, o da Alman Çiçekçiler Birliği sayesinde. Kurum, bu fikri 1914’ten bu yana Anneler Günü’nün resmî tatil olarak kutlandığı Amerika’dan ithal etmişti. Fakat Almanya’da Anneler Günü yalnızca Hitler diktatörlüğü döneminde gerçek manada onurlandırıldı. 1939’dan itibaren, savaş yılı olan bu dönemde, Führer’e pek çok Aryan oğul ve kız bahşeden iyi Alman anneler “Anne Haçı” verilerek taçlandırılmıştı.

Almanya’da çiçekçilerin Anneler Günü’nün tanıtılmasına yönelik kampanyası Weimar Cumhuriyeti’nde yeşermeye başlamıştı. Dernekler, Anneler Günü fikrinin çiçekçi dükkanlarının aşırı öne çıkmasının zararlı olabileceğini fark ettiler. Bu sebeple, fikrin tarafsız bir platformda yayılabilmesi için kâr amacı gütmeyen bir kuruluş arayışına girdiler. Bu arayış, 1919’da kurulan ve halk sağlığı, nüfus politikası ve eğitim gibi konulara odaklanan Arbeitsgemeinschaft der Volksgesundung (Halk Sağlığı Çalışma Grubu) adlı dernekle nihayete erdi. Bu derneğin üyeleri arasında devlet yetkilileri, kiliseler ve bağımsız sosyal yardım kuruluşlarının temsilcileri vardı.

Arbeitsgemeinschaft für Volksgesundheit’ın genel müdürü Hans Harmsen, aynı zamanda İç Misyon Merkez Komitesi üyesi, Protestan Hastaneleri Genel Birliği’nin genel müdürü ve öjenik Protestan Konferansı’nın başkanıydı. Harmsen, Anneler Günü’nü, derneğin hedeflerini daha geniş bir kitleye tanıtmak için “oldukça makul bir fırsat” olarak değerlendirmişti.

Hedef, sadece Almanya’da doğum oranını artırmak değil, aynı zamanda “tüm ulusu zararlı kalıtsal faktörlerden” kurtarmaktı. “Kalıtsal olarak üstün, sosyal olarak yetenekli sınıflardaki” çocukların sayısının da özellikle “uygunsuz, aşağı nüfus gruplarındaki” çocuk bolluğunu dengelemek için yüksek olması gerekiyordu.

Anneler Günü lehine yapılan propaganda, kadınların rolünün belirgin şekilde tanımlanmasıyla alakalıydı. Bir çalışma grubu, 1927 tarihli bir memorandumda kadının “gerçek mesleğinin” “kocasının sürüsünde bir rahibe ve çocuklarının annesi” olmaktan ibaret olduğunu beyan etti. Aynı dönemde, kürtaja ve cinsel özgürlüğe karşı güçlü bir kampanya yürütüldü. Özellikle 1929 ile 1932 arasındaki dönemde, 218. Anayasa maddesine karşı mücadelenin doruk noktasında olduğu zamanlarda Anneler Günü propagandası daha da yoğunlaştırıldı.

Çiçekçiler, çalışma grubunun yanında, görünüşte siyasetten uzak olan Anneler Günü’nü tanıtmaya devam etti. Bu, çiçekçilerle nüfus politikacıları arasında etkili, ancak örtük bir iş birliğiydi; çalışma grubu konunun çiçekçilerle olan alakasını, çiçekçiler ise çalışma grubunun ideolojik kaygılarını gizledi. Anneler Günü, kamu bilincinde bir gelenek olarak yerini bulmaya başladı ve çiçek satışları arttı.

Naziler iktidara geldikten hemen sonra, mayıs ayının ikinci pazar gününü “Alman Anneler Onur Günü” olarak ilan ettiler. Bu gün, “Führer’in Doğum Günü” ve “İktidarı Ele Geçirme Günü” gibi Nasyonal Sosyalist kutlama takviminin bir parçası haline geldi. Anneler Günü kutlamaları, artık ülke genelinde okullar da dahil olmak üzere düzenlendi ve bu vesileyle Nazi şairleri tarafından yazılmış adanmışlık oyunları, ilahiler ve sahneler sergilendi.

Kız ve erkek çocuklar, günün kahramanı olan Alman annelerine gençlik yemini sunmakla yükümlüydü. Erkekler, toprağı verimli tutacaklarına ve anavatanı koruyacaklarına söz vermekteydi. Kızlar ise, güçlerinin sessizlikte, sıcak ve derin kanlarında yattığını ifade ediyorlardı. Bir başka sahnede ise şunlar söylenmişti: “Genç adam kavga ve aşk için çabalıyor. Yarı şüpheci, yarı bilinçli kız şimdi annelik mücadelesi veriyor. Erkeğe katılır ve kendisi de bir anne olur.”

Hitler, kendisi de Nazi erkek devletinde kadınların rolünü birçok kez açıklamıştı. Örneğin, 1934’te Reichsfrauenschaft önünde şunları dile getirmişti: “‘Kadınların özgürleşmesi’ terimi, Yahudi zihniyeti tarafından uydurulmuştur. Kadınların erkeklerin dünyasına girmesini, onların alanına müdahale etmesini doğru bulmuyoruz. Fakat, bu iki dünyanın ayrı olduğunu düşünüyoruz. Erkek savaş alanında kahramanlık gösterirken, kadın sonsuz bir sadakatle, sonsuz bir dayanma gücü ve tahammülle ona destek olur. Doğurduğu her çocuk, halkının varlığı ya da yokluğu için verdiği bir savaşın bir parçasıdır. Bu nedenle, her ikisi de her birinin doğanın ve kaderin kendisine verdiği rolü yerine getirdiğini gördüklerinde birbirlerini takdir etmeli ve saygı göstermelidir”.

Hitler, bilinçaltında kadınların aslında daha değerli insanlar olduğunu düşünüyordu. Zira sürekli olarak kendilerini feda etmek zorunda olduklarını, oysa erkeklerin fedakârlığının sadece savaşta gerektiğini savunuyordu. BDM liderliği de kadın rol modelini şu şekilde tanımlamıştı: “Bu kadınlar makam ve mevkiler için çabalamazlar, sadece hizmet etme ve kendilerine verilen görevleri yerine getirme hakkı talep ederler, başka herhangi bir ‘hak’ arayışında değillerdir”.

1933 yılında Joseph Goebbels, kadınların “günlük siyasetten” dışlanmasını şu şekilde açıklamıştı: “Bunu kadınlarda aşağı bir şey gördüğümüz için değil, onlarda ve misyonlarında farklı bir şey gördüğümüz için yapıyoruz… Erkeklere ait olan şeyler de erkeklerde kalmalıdır. Buna siyaset ve savunma gücü de dahil”.

Yalan propaganda, güya modern ancak gerici bir kadın politikası adına daha etkiliydi, zira klasik rol dağılımı, özellikle de orta sınıf için yaşamın gerçekliği olarak kabul ediliyordu ve bu koşullar sadece olumlu bir şekilde onaylanmakla kalmıyor, yüceltiliyordu da. Tek yüksek rütbeli Nazi politikacısı olan “Reichsfrauenführerin” Gertrud Scholtz-Klink, 1981 yılında Amerikalı tarihçi Claudia Koonz’a verdiği mülakatta, kadınlara yönelik siyasi propagandanın ne kadar hesaplı olduğunu açıkça ortaya koymuştu: “Siz genç kadınlar, normal ev kadınlarına hayatlarını boşa harcadıklarını söyleyebileceğinizi sanıyorsunuz… Size bir şey söyleyeyim: Hayatlarının olduğu yerden başlamalısınız; onları kararlarında cesaretlendirin, başarılarını övün. Mutfaktan ve çocuk odasından başlayın. Biz de öyle yapmıştık”.

Fakat övgü ve onurlandırma, çalışan kadınların —iş gücünün üçte biri— ev işlerine geri dönüp daha fazla çocuk doğurmalarını teşvik etmek için yeterli değildi. Naziler iktidara geldiklerinde, özellikle kadın istihdamını azaltmayı arzulamışlardı, zira seçmenlerine çifte gelirlilere karşı yürütecekleri kampanyanın işsizliği çözeceğini söylemişlerdi. Bu, günümüzde hala muhafazakâr politikacılar tarafından kullanılan bir günah keçisi yaklaşımının bir örneği.

1933’te kabul edilen bir yasa, evli kadın memurların, eşlerinin geliriyle geçinmeleri mümkün olduğunda işten çıkarılabilmelerini öngörüyordu. Ayrıca, kadınların daha düşük maaş derecelerine sınıflandırılmasını ve “resmi ihtiyaçlar” gerekçesiyle kadın memurların üst düzey görevlerden alınmasını mümkün kılıyordu. Bu yasa sonucunda, örneğin, sadece Prusya’da daha önce Sosyal Demokratlar tarafından yönetilen kız ortaokullarındaki kadın müdürlerin sayısı 1933 ile 1939 yılları arasında üçte iki oranında azaldı!

Ağustos 1933’te Reich İş ve İşçi Bulma Kurumu, “kadınların özgürleşmesinin giderek artan inatçı ve kör taleplerini geri püskürtmek” amacıyla yeni atamalarda erkekleri tercih etmeyi zorunlu kıldı. 1933 yazından itibaren, evlenmek isteyen çiftlere, “Alman kökenli” olmaları, “siyasi açıdan kusursuz davranışlara sahip olmaları” ve “fiziksel ile genetik sağlığa” sahip olmaları şartıyla, müstakbel eşin işini bırakması koşuluyla faizsiz kredi veriliyor, bu kredi miktarı bin marka kadar ulaşıyordu. Evlilikten doğan her çocuk için, bu miktarın dörtte biri geri ödenmesi gerekmeyen bir hibe olarak veriliyordu.

Aralık 1933’te Reich İçişleri Bakanı Wilhelm Frick, birinci sınıftaki kız öğrencilerin sayısını, yeni kayıt yapan tüm öğrencilerin yüzde onuyla sınırlamaya karar verdi. 1934 yılında liseden mezun olan 10 bin kız öğrenciden sadece 1500’ü lisans programına başlayabildi. Toplam kız öğrenci sayısı 1939’da 6 binin altına düştü, yani 1932 seviyesinin üçte birinden az oldu!

1934’ten itibaren, kamuda çalışan doktorlara yönelik yeni bir ruhsat yönetmeliği yürürlüğe girdi; bu da “yeterince” kazanan evli kadın doktorların ruhsatlarının iptal edilmesi anlamına geliyordu. Kadınlar, ruhsatlandırma sürecinde erkeklerin ardından ikinci sıraya düşürüldü. Yetkililer, hastanelerde kadın doktorların istihdam edilmemesi yönünde talimat verdi. Ancak, huzur ve bakım evlerinde pozisyonlar onlara açıktı.

1935’ten itibaren her kız sınıfının ortaokul ders programında haftada iki saat el işi bulunmalıydı; ancak, bir saat İngilizce ve bir saat matematik derslerinin yerini almıştı. Ağustos 1936’da Hitler, “kadınların hâkim ya da avukat olamayacağını” duyurdu. Dolayısıyla kadın avukatlar yalnızca kamu hizmetinde veya idarede istihdam edilebilecekti.

Erkekler, kadınların yüksek mevkilerden uzaklaştırılmasındaki bu etkili baskıdan kazançlı çıktılar. Ancak, işgücü piyasası politikası açısından sonuç pek de belirleyici değildi, zira bu mevkilerdeki kadınlar, ekonominin genelinde hala mutlak bir azınlık konumundaydılar. Geniş kadın işgücü, çoğunlukla mali olarak “çifte gelire” bağımlıydı; bu işçiler, aile hizmetçileri ve düşük maaşlı çalışanlardan oluşuyordu.

Her ne olursa olsun, birkaç yıl sonra rejim kadınların kariyerlerini yeniden düzenlemek zorunda kaldı. Devletin silahlanma politikasıyla canlanan ekonomi, işgücüne olan talebi artırdı ve şirketler daha ucuz işgücünü tercih etmeye başladı; kadın işçiler erkeklerin maaşlarının sadece yüzde 70’ini alıyordu. Bu nedenle, Ekim 1937’de evlilik kredisi yönetmeliği değiştirildi: Müstakbel eş artık kariyerinden vazgeçmek zorunda değildi.

Savaş sırasında, kadınlar kaçınılmaz olarak işgücünde giderek daha fazla erkeğin yerini almaya başladılar. Hitler, kadınların siyasi hedeflerini savaşın gereksinimlerine uygun hale getirmenin zor olduğunu kabul etmişti. 1944’te, halihazırda çalışan nüfusun yarısından fazlasının kadın olduğu dönemde, Alman İşçi Cephesi’nin iş performansını artırmak amacıyla kadınların ücretlerini artırma önerisini reddetti: Führer, karargâhındaki bir toplantıda, “Kadınların ücretlerini erkeklerin ücretleriyle eşit seviyeye getirmek isteyerek Nasyonal Sosyalistlerin milli birliği koruma ilkesine tamamen karşı çıkmış olursunuz,” dedi.

Ancak savaş, Nazilerin en katı biçimde kısıtladığı alan olan üniversiteleri ve akademik kariyerleri geniş ölçekte yeniden kadınlara açmaya zorladı. 2 Ocak 1943 tarihli Reich Şansölyeliği notuna göre, “en azından kadınlar”, “yeterli sayıda genç erkek tekrar bulunana kadar” akademik görevleri üstleneceklerdi.

Mecburiyetten doğan bu değişiklik, parti makamları nezdinde mutlak desteğe sahip olmadı. Münih Gauleiter’i Paul Giesler, Ocak 1943’te kız öğrencilerden açık açık, okumak yerine “Führer’e bir çocuk vermelerini” ve tercihen her üniversite yılında “erkek çocuk şeklinde bir sertifika” sunmalarını istedi. Ayrıca, “Bazı kızlar bir erkek arkadaş bulacak kadar çekici değilse, her birine yardımcılarımdan birini atamak isterim ve ona hoş bir sonuç vaat edebilirim,” dedi.

Savaş, “safkan” genç yetenek üretimini daha da önemli hale getirdi. Hitler’in 1938 yılında Noel’de Alman halkına duyurduğu Alman Annesi Onur Haçı’nın çıkışı da bu bağlamda değerlendirilmeli.

1939’da ilk kez kutlanan Anneler Günü’nde, Anne Haçı adı verilen ödül, farklı kademelerde (dört çocuk için bronz, altı çocuk için gümüş ve sekiz çocuk için altın) sunuluyordu. Fakat, çok çocuk sahibi olmak “Alman anne” unvanını almak için tek başına yeterli değildi. Nazilerin belirlediği ilk ve en önemli kriter, “Alman kanına” sahip olmaktı.

1939’da Nazi Partisi’nin başbakanlık tarafından yönetimler ve parti büroları için yayımlanan “seçim broşürlerinden” biri, annenin “değersiz” olmasına ya da “kalıtsal olarak hasta” veya “anti sosyal” ailelerden gelmesine müsamaha yoktu. Kürtaj nedeniyle halihazırda kendini cezalandırılmış olan kadınlar “değerli” olarak kabul edilmiyordu. Naziler, “kalıtsal hastalıkları” şu şekilde tanımlıyordu: “embesillik, şizofreni, manik-depresif sendrom, Aziz Vitus dansı, epilepsi, körlük, sağırlık, dilsizlik, ciddi alkolizm, belirgin fiziksel deformiteler ve tehlikeli ahlak suçları”.

Mesela, “vatan hainleri, ırk istismarcıları, işten kaçınanlar, cinsel sınırları olmayanlar, sürekli bağımlılık içinde olanlar, fahişeler ve kürtajdan mahkûm olanlar” gibileri anti sosyal olarak nitelendiriliyordu.

Milyonlarca Alman kadın, yaşlılar da dahil olmak üzere, “Onur Haçı” alırken aileleri rejimi eleştirmeyen reddedilmiş anneler ciddi bir sosyo-psikolojik baskı altında kaldı. Irmgard Weyrather, Der Kult um die ‘deutsche Mutter’ im Nationalsozialismus (Nasyonal Sosyalizmde ‘Alman Anne’ Kültü) adlı çalışmasında, torunlarının tamamı Hitler Gençliği’ne katılan 79 yaşındaki bir kadınınki gibi tamamen kasıtlı “ayıklamanın” etkilerinin canlı örneklerini aktarıyor. Bu kadın, Hitler’e şunları yazmış: “Führer’im, artık o kadar mutsuzum ki, yaşlı bir kadın olarak torunlarımın yüzüne bakamaz oldum, hep bana büyükannelerinin neden haç almadığını soruyorlar”.

Halk arasında “Tavşan Nişanı” olarak bilinen Anne Haçı için aynı derecede saçma ve insanlık dışı kriterler, bir kuşak kadınının karakterini belirledi: Umut vaat eden anne onuru kampanyasının ardında, en alt düzeydeki parti görevlisi bile, münferit durumlarda her kadının aleyhine yorumlanabilecek olan “iyi Alman anne” standardından sapma tehlikesi yatıyordu. Hiçbir kadın “değersiz” ya da “anti sosyal” olarak görülmek istemezdi.

Anne Haçı başvuruları reddedilenlerin bilgileri, sağlık yetkililerinin zorla kısırlaştırma, sınır dışı etme ve öldürme gibi uygulamaların bürokratik olarak hazırlandığı “kalıtsal dosyalarında” saklanıyordu. Herhangi bir nedenden ötürü “ayıklanma” korkusu, kadınların uyum sağlama isteğini artırdı. Nasyonal Sosyalist erkek devleti, kadınların henüz yeni başlamış olan özgürleşmesini aniden durduran etkisini 1945’ten sonra da sürdürdü.

Bugün 12 Mayıs, Anneler Günü bir kez daha geldi. Herkese kutlu olsun!

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Birkaç bin bombanın eksikliği ABD’nin suç ortaklığını örtmez”

Yayınlanma

İsrail’in Refah’a yönelik kapsamlı saldırısını engellemek için ABD’nin İsrail’e bazı silahların sevkiyatını geçici olarak durdurması tartışmalara yol açtı. Aşağıda çevirisini okuyacağınız görüş yazısında toplamda 3 bin 500 bomba sevkiyatının askıya alındığı hatırlatılıyor ve bu rakamın şimdiye kadar yapılan ve yapılacak olan sevkiyatların yanında “devede kulak” kaldığına dikkat çekiliyor:

***

Birkaç bombayı kenara bırakırsak ABD’nin soykırımdaki suç ortaklığı ‘kesin’

Biden yönetiminin 3 bin 500 bombanın teslimatını geciktirme kararı, İsrail ölüm makinesine ihanet anlamına gelmiyor.

Belén Fernández

8 Mayıs Çarşamba günü ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, ABD hükümetinin İsrail’e silah sevkiyatını alışılmadık bir şekilde durdurduğunu kamuoyuna açıklayan ilk üst düzey yönetim yetkilisi oldu. İsrail ordusu geçen yedi ay boyunca Gazze Şeridi’nde ABD’nin de desteğiyle yaklaşık 35 bin Filistinliyi öldürdü.

Senato alt komitesindeki bir oturumda konuşan Bakan Austin, bu duraklamanın Gazze’nin güneyinde 600 binden fazlası çocuk olmak üzere tahminen 1 milyon 400 bin Filistinlinin barındığı Refah kentinde “gelişen olaylar bağlamında” gerçekleştiğini belirtti. Bu insanların büyük çoğunluğu, İsrail’in Filistinlileri tekrar tekrar mülteci haline getirme yöntemine uygun olarak Gazze’nin diğer bölgelerinden Refah’a kaçmak zorunda kalmıştır.

Refah, İsrail’in son yedi aydır kıyı bölgesinde yürüttüğü operasyonların geneline damgasını vuran terör ve katliamdan neredeyse hiç etkilenmemiş olsa da şehirde kapana kısılmış sivillere yönelik geniş çaplı bir saldırı tehdidi, İsrail’in sadık, en iyi dostu olan küresel süper gücü bile biraz tedirgin etti.

Bu amaçla, hafta sonu Joe Biden yönetiminin Refah saldırısında kullanılabilecek mühimmatın İsrail’e sevkiyatını askıya alma tehdidinde bulunduğuna dair haberler çıkmaya başladı. Sevkiyatın 3 bin 500 bombadan oluştuğu, bunların bin 800’ünün 907 kilo ve bin 700’ünün 500 227 kilo kategorisinde olduğu söyleniyordu.

İsrail’e yapılacak diğer bazı silah transferlerinin de gözden geçirilmekte olduğu belirtiliyor.

Elbette, ABD’nin altı aydan uzun bir süredir Gazze’deki soykırım ve açlığa her türlü mühimmat ve parayla aktif bir şekilde yardım ettiği göz önüne alındığında, Refah vakasının neden birdenbire emperyalist kaygılara yol açtığı tam olarak açık değil. Ama, hey, bu potansiyel olarak iyi bir PR.

Bakan Austin’in çarşamba günü yaptığı açıklamalardan önce ABD’li yetkililer silah sevkiyatının askıya alındığı yönündeki haberlerle ilgili herhangi bir açıklamada bulunmamışlardı. Örneğin 6 Mayıs’taki bir basın brifinginde Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby haberlerin doğru olup olmadığını teyit etmeyi reddetti ve bunun yerine şu açıklamayı yaptı: “Size söyleyebileceğim tek şey … İsrail’in güvenliğine olan desteğimizin sarsılmaz olduğudur. Bir sevkiyatın diğerlerinden üstünlüğünün ayrıntılarına girmeyeceğim.”

Öyle görünüyor ki, İsrail’e verilen desteği tanımlamak söz konusu olduğunda ABD siyaset kurumunun yeni favori kelimesi “sarsılmaz” – bu da günün sonunda İsrail’in Filistinlileri katletme alışkanlığının Filistinlilerin katledilmeme hakkı karşısında her zaman savunulacağı anlamına geliyor.

Bu arada Kirby’nin “bir sevkiyatın diğerine üstünlüğü” hakkındaki yorumu en hafif tabirle manidar. Ne de olsa ABD’nin İsrail’e çok sayıda silah sevkiyatı var ve 3 bin 500 bombanın teslimatını geciktirmek, ABD sağ kanadının daha dramatik bazı üyelerinin tasvir etmeyi seçtiği gibi İsrail ölüm makinesine ihanet anlamına gelmiyor.

Öncelikle Bakan Austin, Senato alt komitesinde yaptığı konuşmada, silah sevkiyatının durdurulmasının ABD Kongresi’nin Nisan ayında onayladığı İsrail’e 26 milyar dolarlık ek yardımı etkilemeyeceğini vurguladı. Dış İlişkiler Konseyi’nin belirttiğine göre bu para, “İsrail’in ABD askeri teçhizat ve hizmetlerini satın almak için kullanması gereken fonlar olan Yabancı Askeri Finansman (FMF) programı kapsamında hibe olarak sağlanıyor.”

Askıya alma, Biden yönetiminin İsrail için onayladığı 827 milyon dolar değerindeki ek askeri ekipmanı da etkilemeyecek.

Başka bir deyişle, her zamanki gibi bir iş söz konusu- birilerine her gün yüzlerce dolar verip sonra da beş sentini esirgeme gösterisi gibi bir şey.

ABD Konvansiyonel Silah Transferi Politikasına göre, ABD hükümeti “insan hakları ya da uluslararası insancıl hukuk ihlallerini kolaylaştırma ya da bunlara katkıda bulunma riski taşıyan silah transferlerini … önlemekle” yükümlü. Peki, ABD dış politikasının kendisi tüm bunların büyük bir ihlali değilse nedir?

2001 yılında “Teröre Karşı Savaş” olarak bilinen büyük küresel ihlalin başlamasından önce bile ABD, Latin Amerika’dan Orta Doğu’ya ve ötesine kadar kitlesel katliamları mümkün kılmak için on yıllarını harcamıştı. İsrail özelinde, ABD’nin Filistin ve Lübnan’da insan hakları ve uluslararası insancıl hukukun ahlaksızca ihlal edilmesine verdiği sürekli destek, Konvansiyonel Silah Transferi Politikası’nı yazma zahmetine neden katlanıldığını merak ettiriyor.

Şimdi Bakan Austin de durdurulan mühimmat sevkiyatı karşısında bile ABD’nin İsrail’e olan “sarsılmaz” bağlılığını yeniden teyit etti- ki bu da hareketin büyük ölçüde kozmetik doğasının ve bir dereceye kadar insani farkındalık ve endişe yansıtma ihtiyacının altını çiziyor.

Biden’ın kendisi de çarşamba günü Refah’a topyekûn bir saldırı olması halinde İsrail’e saldırı silahları tedarik etmeyeceği uyarısında bulunarak “bu bombaların bir sonucu olarak Gazze’de sivillerin öldürüldüğünü” belirtti.

Evet, öyle.

Soykırım soykırımdır. Ve birkaç bin bombayı bir kenara bırakırsak, ABD’nin bu soykırımdaki suç ortaklığı tamamen kesin.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English