DÜNYA BASINI
Almanya’nın hiper-Siyonizme yolculuğu
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Berlin’in İsrail’e verdiği koşulsuz destek yeni bir olgu değil. 2021 yılında da Almanya, İsrail ile savunma anlaşmaları yaparken Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işgal altındaki topraklarda işlenen savaş suçlarını soruşturma hakkına karşı çıkmıştı. Aralık ortasında, yirmi bin Filistinli katledilmiş ve salgın hastalıklar yerinden edilen milyonları tehdit ederken Die Welt hala “Özgür Filistin yeni Heil Hitler’dir” iddiasında bulunacak kadar ileri gitti. Burada pekâlâ Alman milliyetçiliğinin, İsrail milliyetçiliğine desteğin himayesi altında rehabilite edilmeye ve yeniden canlandırılmaya başlandığını’ söylerken abartıyor gibi görünebilir. Alman siyasetçiler ve kanaat önderleri Netanyahu, Smotrich, Gallant ve Ben Gvir’e koşulsuz dayanışma eli uzatırken ırkçılık ülke içinde yükseliyor ve Alman makamları dünyanın geri kalanına karşı sorumluluklarını yerine getirememe riskiyle karşı karşıyalar.
Siyonizm Über Alles
Hans Kundnani
15 Mart 2024
Alman siyaset kurumu, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediği inancını terk etti ve bunun yerine sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklendi.
7 Ekim’den bu yana geçen beş ay boyunca dünyanın dört bir yanındaki insanlar, Almanya’nın İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşına dair eleştirileri susturmak için Holokost anısını kullanmasını dehşet içinde izledi. Alman hükümetinin çatışmaya tepkisi ABD’den çok da farklı olmadı; her ikisi de İsrail’e silah tedarikini artırdı ve Uluslararası Adalet Divanı’nda Güney Afrika’ya karşı İsrail’i destekledi. Ancak Almanya, Filistin halkına sempati duyan ve onlarla dayanışma içinde olduğunu ifade eden protestoculara, sanatçılara ve entelektüellere zulmetme konusunda ABD’den çok daha ileri gitti. Almanya, çok uzak olmayan bir soykırımdaki mesuliyetini bir tür ahlaki otorite olarak kullanıyor.
İsrail’e dönük eleştirileri kontrol altına almak için Holokost’a başvurulması, pek çok uluslararası gözlemcinin bir zamanlar geçmişle hesaplaşmanın örnek bir biçimi olarak kutladığı Erinnerungskultur ya da hatırlama kültüründen epey uzak. Beş yıl önce, Almanya’nın hatırlama kültürünü ABD’nin de model almasını isteyen bir kitap yazan filozof Susan Neiman bile artık bu kültürün “sapıttığını” düşünüyor. Neiman, özellikle Almanların “filozofik McCarthyciliğinden” söz ediyor; gerçi New Yorker yazarı Masha Gessen ve sanatçı Candice Breitz gibi İsrail’i eleştiren Yahudilere de yöneltildiği için buna “Siyonist McCarthycilik” demek daha doğru olabilir.
Her ne kadar dikkatler haklı olarak bu bireysel zulüm vakalarına odaklanmış olsa da Almanya’nın hatırlama kültürünün doğuşu ve evrimi daha az tartışılıyor. Özellikle ABD’de, Almanya’nın nispeten ilerici bir ülke olduğunu düşünen pek çok kişi, Holokost hatırlama kültürünün her zaman İsrail’e koşulsuz destek vermeyi öngördüğünü varsayıyor. Fakat gerçek daha karmaşık ve çok daha tuhaf. Holokost hafızası Federal Cumhuriyetin siyasi kurumlarında ancak 1980’lerde yerleşik hale geldi. Son yirmi yılda Almanya, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediği inancını terk edip bunun yerine sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklediği için bu hatırlama kültürü geriledi.
Bu gerilemenin suçunun büyük bir kısmı, son yirmi yılın büyük bir kısmında Alman siyasetine hâkim olan Angela Merkel’e ait. Bununla birlikte, son birkaç on yılda birleşen siyasi güçler Alman merkez solu ile Amerikan ve İsrail sağı arasında tuhaf bir hizalanma yarattı. Almanya bugün Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlardan oluşan bir koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyor ve Neiman’ın yazdığı gibi İsrail konusunda “AIPAC’ın sağında bir yere” düşüyor.
Bu tuhaf uyumu anlamak için, ilk kitabım Ütopya ya da Auschwitz’de anlattığım üzere, Alman hatırlama kültürünün Nazi geçmişiyle yüzleşmeye çalışan yeni soldan doğduğu 1960’lara geri dönmek gerekiyor. Bu aktivistler, milli kimliklerini ülkenin Holokost’taki sorumluluğuna bağlayan ilk Almanlardı. Onların yaklaşımı, bugün Almanya’da hâkim olan miyop hiper-Siyonizmin aksine, Almanya’nın kendi vicdanını rahatlatmakla meşgul olsalar bile, İsrail’e tikelci bir odaklanma yerine Holokost’tan çıkarılan derslere dair evrenselci bir anlayışa yaslanıyordu.
68 kuşağı ve İsrail
Amerikalı boomer kuşağı Nazilerle savaşan kuşağın, yani En Büyük Kuşak’ın çocuklarıyken, Batı Alman meslektaşları “Auschwitz kuşağı” olarak adlandırdıkları kuşağın çocuklarıydı. 1968 kuşağı ya da Achtundsechziger için Nazizmle hesaplaşmak ve Holokost’tan ahlaki dersler çıkarmak hem varoluşsal olarak önemli hem de son derece şahsiydi. Yaşları ilerledikçe, Almanya’nın çok da uzak olmayan Nazi geçmişi hakkındaki sessizliğe meydan okumaya başladılar.
Batı Almanya’nın ilk şansölyesi Hıristiyan Demokrat Konrad Adenauer, Nazizm ile gerçek bir ilişkiyi etkili bir şekilde bastırmıştı. Nazi rejimine dahil olanların pek çoğu rehabilite edilmiş ve eski görevlerine iade edilmişti; 1950’lerin ortalarına gelindiğinde kamu hizmeti, yargı ve akademideki elit kesim büyük ölçüde Üçüncü Reich dönemindeki koltuklarına geri dönmüştü. Batı Almanya’da büyüyen pek çok genç, görüştüğüm bir kişinin ifadesiyle “Naziler tarafından kuşatıldıklarını” hissediyordu. 1960’ların ortalarına gelindiğinde, sadece kişisel devamlılıkları değil yapısal devamlılıkları da görmeye başlamışlardı: Federal Cumhuriyet, faşist ya da en azından “pre-faşist” bir devletti. Öğrenci hareketi bu gerçek ve hayali sürekliliklere karşı bir protesto olarak ortaya çıkmıştı.
2 Haziran 1967’de Batı Berlin polisi, İran Şahı’nın kenti ziyaretini protesto eden Benno Ohnesorg adlı bir öğrenciyi öldürdü. Üç gün sonra İsrail Altı Gün Savaşı’nı başlattı. O zamana kadar Batı Alman yeni solu, sosyalist bir proje olarak gördüğü İsrail’i destekleme eğilimindeydi. Ancak Ohnesorg’un öldürülmesinden sonraki günlerde radikalleşen öğrenci hareketi, artık Amerikan emperyalizminin Orta Doğu’daki köprübaşı olarak gördüğü İsrail’e karşı da tavır aldı; bu tavır kısmen nefret edilen sağcı medya patronu Axel Springer’in İsrail’e verdiği şiddetli desteğe bir tepkiydi (Springer savaş sırasında İsrail gazetelerini altı gün boyunca Almanca olarak yayımladığını söylemişti).
Sonraki on yıl içinde, İsrail’e giderek daha fazla odaklanan ve eleştiren Batı Alman solundan bazıları Siyonizm karşıtlığından antisemitizme geçiş yaptı. Bu sol antisemitizm 1976 yılında, Frankfurt öğrenci hareketinden çıkan iki Filistinli ve iki Batı Almanın bir Air France uçağını kaçırarak Uganda’daki Entebbe’ye götürmesi ve İsrailli ve Yahudi yolcuları diğerlerinden ayırarak serbest bırakmasıyla zirveye ulaştı (Binyamin Netanyahu’nun kardeşi Yonatan, rehineleri kurtarmak üzere yapılan İsrail baskınında öldürülmüştü; Netanyahu bu hadiseyi siyasi hayatının başlangıcı olarak nitelendiriyor).
Entebbe, aralarında Devrimci Mücadele adlı Frankfurtlu örgütün önde gelen isimlerinden Joschka Fischer’in de bulunduğu Batı Alman yeni solundaki pek çok kişiyi şoke etti. Fischer, uçak kaçıranlardan biri olan Winfried Böse’yi Frankfurt’un solcu çevresinden tanıyordu. Fischer, daha sonra biyografi yazarına uçak kaçırma hadisesinin ve özellikle de Yahudi ve Yahudi olmayan yolcuların ayrılmasının kendisine “kendilerini Nasyonal Sosyalizmden ve onun suçlarından kesin bir şekilde ayrı tutanların Nazilerin suçlarını neredeyse takıntılı bir şekilde nasıl tekrarladıklarını” gösterdiğini söyledi. Sonraki yıllarda, yeni sol siyasi projesinin başarısızlığı ve özellikle de terörle iç içe geçmesi, Fischer’in dünya görüşünü kararlı bir şekilde parçaladı ve onu siyasi tutumlarının çoğunu yeniden düşünmeye zorladı. Nazi geçmişi ve Almanya’nın bu geçmişteki sorumluluğu onun için merkezi önemde kalmaya devam etti ama bundan çıkardığı dersler değişti.
Özellikle Fischer daha önceki Siyonizm karşıtlığından yavaş yavaş uzaklaştı. Örneğin 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde, yeni katıldığı siyasi parti Yeşiller’den gelen eleştirilere karşı İsrail’i savundu. Pek çok eski yoldaşıyla birlikte o da artık hayal kırıklığına uğramış aktivistlere faşizme karşı kırılgan bir demokratik siper olarak görünen Federal Cumhuriyet ile uzlaştı. Alman tarihçi Heinrich August Winkler, buna “ölümünden sonra Adenauerci sol” adını verdi, yani öğrenci hareketinin faşist bir devlet olarak gördüğü Konrad Adenauer’in tutumlarının çoğunu benimseyen bir sol.
Auschwitz ve Alman Staatsräson’u
Fischer, artık Nazi geçmişinin Alman dış politikası üzerindeki etkileri meselesiyle giderek daha fazla meşgul olmaya başladı. 1985 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da sona ermesinin kırkıncı yıldönümünde Fischer, haftalık Die Zeit gazetesinde şu kanaate varan bir makale kaleme aldı: “Yalnızca Almanların Auschwitz’e ilişkin mesuliyeti, Batı Almanya’nın Staatsräson’unun özü olabilir. Geri kalan her şey daha sonra gelir.” [Biraz arkaik bir terim olan Staatsräson bazen yanlışlıkla raison d’être (varlık sebebi) olarak çevrilir ancak raison d’état ya da ulusal çıkar gibi bir şey olarak çevrilmesi daha doğrudur). Fischer, Holokost’un sorumluluğu ilkesinden Alman dış politikası için bir vizyon çıkarmaya çalıştı.
O dönemde bu ilkenin askeri güç kullanımını reddetmek anlamına geldiğine inanıyordu. Ancak 1995’teki Srebrenitsa katliamından sonra bu tutumundan vazgeçti. Mayıs 1968’de Paris olaylarının yıldızı olan ve daha sonra Frankfurt’a taşınarak Devrimci Mücadele’yi kuran arkadaşı Daniel Cohn-Bendit’in peşinden giden Fischer, soykırımı önlemek için askeri müdahale fikrini desteklemeye başladı. O zamana kadar bu görüşü sadece merkez sağ savunuyordu; Yeşiller bunu Almanya’nın yeniden militarizasyonu için bir bahane olarak görüyordu. Fakat Fischer, partisine yazdığı açık mektupta, “kendi kuşağının soykırımı önlemek için tüm araçları kullanmaması durumunda Nazi döneminde ebeveynlerinin yaptığı gibi başarısız olmayacak mıyız?” diye sordu.
Üç yıl sonra Fischer, Sosyal Demokrat Gerhard Schröder liderliğindeki kırmızı-yeşil hükümette dışişleri bakanı olduğunda —bir başka Achtundsechziger (Nazi artığı), ancak Fischer’in Holokost’la ilgili kaygısını paylaşmayan biri— fikirlerini uygulamaya koyma şansına sahip oldu. Auschwitz’in Alman dış politikasına etkileri konusu, Kosova’daki etnik temizliği önleme maksatlı askeri müdahale sorusuyla çabucak doruğa çıktı. Tartışma özellikle hem barış fikrine hem de Holokost’un sorumluluğuna bağlı olan Yeşiller arasında yoğundu. İki ilke arasında bir seçim yapmak zorunda kalmış görünüyorlardı: “Bir daha asla” ilkesi bazılarının NATO’nun Sırbistan’a askeri müdahalesine ya da en azından Almanya’nın bu müdahaleye katılmasına karşı çıkmasına neden olurken, “Bir daha asla Auschwitz” ilkesi de diğerlerinin (Fischer gibi) müdahaleyi ve Almanya’nın dahilini desteklemesine neden oluyordu.
Auschwitz’e olan bu takıntı, çoğu zaman söz konusu bölgeden (bu örnekte Balkanlar) ziyade Almanya’nın kendisiyle ilgili gibi görünen narsist bir dış politika tartışmasına yol açtı. Bununla beraber Fischer, Entebbe’den sonra olduğundan daha fazla İsrail’i savunuyor olsa da “Bir daha asla Auschwitz” fikri, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir soykırımı önlemeye yönelik evrenselci bir istek olarak kaldı.
Evrenselcilikten tikelciliğe
Fischer, 1999’da Kosova konusundaki tartışmayı kazanmış olsa da —dört Alman Tornado’su Yeşiller’in desteğiyle NATO’nun Sırbistan bombardımanına katılmıştı— daha sonra “Auschwitz’i siyasi amaçlar için araçsallaştırdığı” konusunda bir fikir birliği oluştu. Daha sonra Almanya Dışişleri Bakanlığı’nda müsteşar ve daha sonra Münih Güvenlik Konferansı direktörü olan Wolfgang Ischinger ile görüştüğümde, bana eski patronunun “argümanı kamuoyu desteği kazanmak için abarttığını” dile getirdi. O tarihten sonra Auschwitz, 1990’larda olduğu gibi Alman dış politika tartışmalarında artık gündeme gelmiyordu.
Fakat İsrail açısından bir istisna söz konusuydu. Almanya’nın İsrail’e desteği, 1952’de tazminat ödemeyi kabul eden ve ülkeye silah tedarik etmeye başlayan Adenauer’e kadar uzanıyordu. Dış politika tartışmalarında Auschwitz’e atıfta bulunmak gözden düştüğünde, sağ kesimden bazıları Almanya’nın İsrail’e karşı mesuliyetini daha sert bir şekilde ifade etmek için Fischer’in 1985’teki makalesinde yeniden canlandırdığı Staatsräson terimini kullanmaya başladı. Gazeteci Patrick Bahners’in 2002 yılında Frankfurter Allgemeine Zeitung’da yazdığı üzere “Bu Almanya’nın, Hitler’in ölümünden sonra kazanmasına izin verilemeyecek olan ulusal çıkarıydı,” idi. Yahudi halkının etrafı hala düşmanlarla çevriliydi ve bu düşmanların zafere ulaşmaması Almanya’nın ulusal çıkarları için olduğu kadar, ülkenin bir Nazi tarafından ele geçirilmesini önlemek için de önemliydi.
Kırmızı-yeşil hükümet 2005 yılında Merkel’in Almanya Şansölyesi olarak görevi devralmasıyla sona erdi; Merkel, bu görevi on altı yıl boyunca sürdürecekti. Göreve geldikten üç yıl sonra Knesset’te yaptığı ve bir Alman şansölyesi tarafından yapılan ilk konuşma olan konuşmasında, kendisinden önceki tüm şansölyelerin Almanya’nın İsrail’in güvenliği konusundaki özel tarihsel sorumluluğunun farkında olduğunu iddia etti. Merkel, “Bu tarihsel sorumluluk benim ülkemin ulusal çıkarının bir parçası,” dedi.
Merkel’in konuşması, 2000-2005 yılları arasında Almanya’nın İsrail Büyükelçisi olarak görev yapan Rudolf Dreßler’in 2005 yılında yazdığı makalede “İsrail’in güvenli bir şekilde var olması Almanya’nın ulusal çıkarına ve dolayısıyla ulusal çıkarımızın bir parçası,” şeklindeki ifadelerinden etkilenmişe benziyor. Spiegel’in son haberine göre, bu terim aslında Fischer’e ait olsa da Merkel’in kurmayları bunun kulağa sert bir “Hıristiyan Demokrat dili” gibi geldiğini düşünmüştü. Başka bir açıdan da Merkel’in tipik bir örneğiydi; siyasete “alternatif yok” yaklaşımıyla bilinen Merkel, Almanya’nın İsrail’e dönük politikasını demokratik çekişme alanından çıkarmaya ve İsrail’in güvenliğine bağlılığı tarihçi Jürgen Zimmerer’in ifadesiyle “sorgulanamaz, alternatifsiz bir ilke” haline getirmeye çalıştı.
Merkel başarılı da oldu: İsrail’e bağlılık Alman devletinin bir ilkesi olarak siyasi yelpazede bir konsensüs haline geldi. 2021 yılında Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlardan oluşan yeni koalisyon hükümeti, tanıdık bir cümleyi içeren ve dikkatle müzakere edilmiş bir anlaşmaya vardı: “Bizim için İsrail’in güvenliği ulusal çıkardır.” Şansölye Olaf Scholz, 7 Ekim saldırılarından on gün sonra İsrail’i ziyaret ederek —ki bu esnada İsrail, Gazze’ye binlerce bomba atmıştı— bu açıklamayı yineledi [Scholz’un ulusal güvenlik danışmanı Jens Plötner, Dreßler’in büyükelçi olduğu dönemde İsrail’deki Alman büyükelçiliğinde görev yapmıştı].
Merkel’in görevden ayrılmasından bu yana, özellikle iktisadi çıkarları güvenliğin önüne koyduğu Çin ve Rusya konusunda olmak üzere, dış politika mirasına yönelik eleştiriler giderek artıyor. 7 Ekim’den bu yana Merkel’in, Almanya’nın İsrail’e yönelik politikası açısından da feci bir miras bıraktığı açıkça ortaya çıktı. Merkel’in Knesset konuşmasından bir yıl sonra, 2009’da Netanyahu ikinci kez iktidara geldi ve o tarihten bu yana İsrail giderek daha da sağa kaydı. Almanya, artık Gazze halkını sürerken ve yok ederken bile İsrail’i eleştiremiyor ya da eleştirmek istemiyor.
Hiper-Siyonist bir Almanya
2010’larda, azalan iç kamuoyu desteğinin Almanya’nın İsrail’e olan bağlılığında bir zayıflamaya yol açıp açmayacağını merak ediyordum. Nazi geçmişinin kendileri için varoluşsal ve şahsi olduğu Nazi artıklarının yerini, bu geçmişe daha mesafeli ve kayıtsız yaklaşan Almanların almasıyla bir kuşak değişimi yaşanıyordu [Etkili bir kitap olan Opa war kein Nazi (Büyükbaba Nazi değildi) bu neslin fertlerinin, büyükanne ve büyükbabalarının vahşete katılmış olabileceğini nasıl hayal edemediklerini göstermişti]. Dahası, Alman toplumu da giderek çeşitleniyordu ve göçmenlerin Nazi geçmişinden aldıkları derslere dair kendi algıları vardı.
Son on yılda ortaya çıkan şeyin post-Siyonist bir Almanya’dan ziyade hiper-Siyonist bir Almanya olması beni şaşırttı. Holokost’un kolektif hafızası kuşaklar arası ve demografik değişimle karmaşıklaşırken bile Alman elitleri İsrail’e olan bağlılıklarını iki katına çıkardılar. Aslında bunu yapmalarının bir nedeni de Nazi geçmişinden çıkardıkları derslerin artık geniş kitlelerce paylaşılmadığından korkmaları ve çok geç olmadan bunu tartışılmaz hale getirmek istemeleri.
Joschka Fischer’in Yeşiller Partisi’ndeki halefleri, Nazi geçmişinden çıkarılan derslere ilişkin evrenselci anlayıştan tikelci bir anlayışa geçişi kabul etmekle kalmadılar, aynı zamanda bunun en saldırgan savunucuları haline geldiler. Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Ekonomi Bakanı Robert Habeck gibi önde gelen Yeşil politikacılar, İsrail’in en sadık destekçileri ve Siyonizm karşıtı ve Filistin yanlısı seslerin en sert eleştirmenleri arasında yer alıyor. Fakat Amerikalı muhafazakârların aksine, İsrail’e verdikleri koşulsuz desteği Nazizm karşıtlığının bir ifadesi, yani ilerici bir tutum olarak görüyorlar. Fischer, karşı çıktığı 2003 Irak işgali öncesinde Amerikalı yeni muhafazakârlarla girdiği çatışmayla hatırlanıyor. Ancak bugün bazı Yeşiller soldan ziyade yeni muhafazakârlara daha yakın.
Springer medya şirketinin İsrail konusundaki tutumu, 1967’de Springer’in İsrail’e verdiği destekle radikalleşen yeni solcuların halefleri de dahil olmak üzere, fiilen tüm Alman siyaset kurumunun tutumu haline geldi. Son dönemde Springer, İsrail’i eleştirenlere karşı yürütülen cadı avının bir kısmına öncülük etti; örneğin Filistin asıllı Alman gazeteci Nemi el-Hasan, Alman kamu yayın kuruluşu ZDF tarafından işten çıkarıldı. Şirket çalışanlarının İsrail’e destek beyannamesi imzalamaları gerekiyor. Almanya’nın bir eyaletinde Hıristiyan Demokratlar İsrail’e dönük benzer bir taahhüdü vatandaşlık şartı haline getirdi ve diğer eyaletler de aynı şeyi yapmayı öneriyor, sanki tüm Alman vatandaşları artık Springer çalışanıymış gibi.
Geçtiğimiz yıl Die Zeit, Springer CEO’su Mathias Döpfner’in sızdırılan e-postalarına dayanan şok edici bir araştırma yayımladı. E-postalardan birinde Döpfner, siyasi inançlarının bir özetini veriyor ve bu özet, Almanya’da son birkaç on yılda ortaya çıkan siyasi konsensüsü de uygun bir şekilde tanımlayan olağanüstü ve tüyler ürpertici bir cümleyle bitiyor: “Siyonizm über alles.”
İlginizi Çekebilir
-
Steve Bannon: Ukrayna’nın Trump’ın Vietnam’ı olma riski var
-
Almanya ekseninde Trump paniği ve AB’yi ‘bağımsız kılma’ planı
-
“Trump’ı unutun! Ateşkes Netanyahu’nun kendi hesabıydı”
-
Polonya, Trump ile alışverişe hazırlanıyor
-
Lindsey Graham İran’ın nükleer programına karşı askeri harekat istiyor
-
Direniş ahlakı ile İsrail barbarlığı arasındaki fark
DÜNYA BASINI
“Trump’ı unutun! Ateşkes Netanyahu’nun kendi hesabıydı”
Yayınlanma
13 saat önce20/01/2025
Gazze savaşı, İsrail’de hükümet, ordu ve toplum için bir yük haline geldi. Trump, Netanyahu’ya sadece azaltması için bir bahane verdi.
Meron Rapoport / +972 Magazine
İsrail ve Hamas’ın Gazze’de ateşkes konusunda anlaştığının duyurulmasının hemen ardından uluslararası ve İsrail medyasında bir fikir birliği oluştu: İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Mayıs 2024’ten bu yana masada olan bir anlaşmayı nihayet kabul etmesinin nedeni seçilmiş Başkan Donald Trump’ın baskı ve tehditleriydi. Trump’ın Orta Doğu temsilcisi Steven Witkoff’un cumartesi sabahı (Batı) Kudüs’e gelerek Netanyahu’ya kendisiyle konuşmak için Şabat’ın sonuna kadar beklemeye niyeti olmadığını bildirmesiyle ilgili hikâye hızla efsaneleşti.
Haaretz muhabiri Chaim Levinson çarşamba günü attığı tweet’te “Büyük ve kudretli Donald Trump, Netanyahu’nun elini tutup kolunu arkasından bükmeseydi, sonra biraz daha bükmeseydi, sonra biraz daha bükmeseydi, sonra kafasını masaya itmeseydi, sonra kulağına birazdan testislerini tekmeleyeceğini fısıldamasaydı anlaşma olmazdı” diyerek genel hissiyatı özetledi: “Biden’ın bunu uzun zaman önce fark etmemiş olması çok yazık.”
Witkoff ve Netanyahu arasındaki görüşmede tam olarak ne konuşulduğunu bilmiyoruz. Trump’ın Netanyahu’yu tehdit etmiş olması ve İsrail Başbakanı’nın seçilmiş Başkan’ın gazabından korkmuş olması mümkün. Ancak daha yakından bakıldığında işin içinde farklı dinamikler olduğu ortaya çıkıyor. Gerçekte ateşkes anlaşmasını kabul etme kararının Trump’tan ziyade İsrail içinde değişen savaş algısıyla ilgisi var gibi görünüyor.
Başa saralım: 7 Ekim’deki Hamas saldırısından sonra İsrail’e yaptığı ilk ziyaretten döndükten hemen sonra Başkan Biden İsrail’i Gazze’yi yeniden işgal etmemesi konusunda uyardı. Ayrıca “İsrail’in masum sivilleri öldürmemek için elinden gelen her şeyi yapacağına” inandığını ve Gazze halkının ilaç, gıda ve suya erişiminin sağlanacağından emin olduğunu söyledi. Biden ayrıca İsrail’i, ABD’nin 11 Eylül sonrasında yaptığı hataları tekrarlamaması ve “adaleti sağlama” arzusunun kontrolden çıkmasına izin vermemesi konusunda da uyardı. Netanyahu tüm bunları dinledi, sonra da tam tersini yaptı.
Savaş boyunca İsrail, geçen mayıs ayında Refah’ı işgal etmeden önce ve son aylarda Gazze’nin kuzeyini açlığa mahkûm ederken olduğu gibi, silah sevkiyatını durdurmaya yönelik açık tehditlerin eşlik ettiği durumlarda bile Amerika’nın uyarılarını özetle görmezden geldi. Trump’ın Netanyahu’yu Biden’dan daha fazla korkutması mümkün olsa da şunu sormalıyız: Netanyahu bu anlaşmayı reddetseydi, Trump silah sevkiyatlarını durdurur veya BM’deki İsrail karşıtı kararlara yönelik ABD vetosunu kaldırır mıydı?
Trump’ın ABD’nin İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee, İsrail aşırı sağının toprak taleplerini destekliyor ve “işgal” kelimesine inanmıyor. Trump yönetimi gerçekten de daha önce hiçbir Amerikan yönetiminin yapmadığı bir şeyi yapar mı? Dolayısıyla, Trump’ın baskısı şüphesiz önemli olsa da İsrail içinde neler olduğuna bakmalıyız.
Lübnan’daki ateşkesten kısa bir süre önce tahmin ettiğim gibi: “Kuzeydeki savaşın sona ermesi kaçınılmaz olarak İsrail kamuoyunun dikkatini Gazze’deki savaşa geri getirecek ve savaşın devam edip etmeyeceğine dair sorular yeniden gündeme gelecektir. Trump Gazze’deki etnik temizliğe devam edilmesine yeşil ışık yaksa bile bunun İsrail kamuoyunu ikna etmeye yeteceği kesin değil. İsrail istese de istemese de Lübnan’daki savaşın sona ermesi Gazze’deki savaşın sona ermesini hızlandırabilir.” Benim okumama göre tam da böyle oldu.
Bazıları bu anlaşmanın, Hizbullah’ın ateşi durdurma kararı ve Suriye’de Esad rejiminin çöküşünün ardından İsrail savaş makinesiyle baş başa kalan Hamas’ın düşünce yapısındaki değişimin bir ürünü olduğunu iddia edecektir. Ancak Hamas, Hizbullah’ın saldırılarını yoğunlaştırma tehdidinin İsrail’i Gazze’de istediğini yapmaktan alıkoyacağına inanmışsa (ki gerçekten inanıp inanmadığı tartışılır), Refah’ın işgali muhtemelen aksini kanıtladı. Ayrıca Esad rejimi Hamas’a düşmandı ve Suriye’deki yeni rejim -Katar Başbakanı’nın Şam’a yaptığı son ziyaretin de gösterdiği gibi- daha sempatik olabilir.
Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir’in Netanyahu’ya uyguladığı siyasi baskının geçen yıl boyunca anlaşmayı defalarca engellediği iddiasından şüphe duymak için hiçbir neden yok. Hamas’ın Netanyahu’nun inatçılığı nedeniyle tüm taleplerinden vazgeçtiği için anlaşmanın sağlandığı düşüncesi “güzel bir hikâye ama doğru değil. Aslında gerçeğin tam tersi” diye yazan İsrailli gazeteci Ronen Bergman, ABD ve Hamas’ın sekiz ay önce anlaşmaya varmasının ardından Netanyahu’nun bizzat anlaşmayı nasıl sabote ettiğini defalarca ortaya koydu.
ABD Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby’nin, İsrail’in Kanal 12 televizyonunda Hamas’ın sadece eski lideri Yahya Sinvar’ın İsrail tarafından öldürülmesi nedeniyle geri adım attığını ve ateşkesi kabul ettiğini açıklaması neredeyse utanç vericiydi. Çünkü Dışişleri Bakanı Antony Blinken, birkaç gün önce The New York Times’a verdiği bir röportajda Sinwar’ın öldürülmesinin aslında müzakereleri önemli ölçüde zorlaştırdığını söylemişti. Washington, tek bir yalan üzerinde karar verip kendi içinde koordinasyon sağlamış olsa daha iyi olurdu.
Giderek popülerliğini yitiren savaş
İsrail içinde Gazze’deki savaş hükümet, ordu ve tüm toplum için bir yük haline geldi. Son zamanlarda yapılan tüm anketlerde, yüzde 60 ila 70 arasında, hatta daha yüksek bir çoğunluk savaşın sona erdirilmesini destekliyor. Beklenenin aksine, Lübnan’daki savaşın sona ermesi aslında Gazze’deki savaşın sona erdirilmesi arzusunu güçlendirdi.
Bunun çeşitli nedenleri var. Rehinelerin aileleri tarafından her hafta düzenlenen gösteriler, Eylül ayında Hamas tarafından öldürülen altı rehinenin cesetlerinin bulunmasının ardından patlak veren protestoların boyutuna ulaşmamış olabilir, ancak hükümete karşı oluşturdukları meydan okuma azalmış değil. Aksine, daha önce hiç bu kadar çok İsrailli bu kadar büyük protestolarda sahneye çıkmamış ve İsrail savaşı sürdürürken savaşın sona erdirilmesi için bu kadar açık bir şekilde çağrıda bulunmamıştı.
Bu protestolardan birinde, oğlu Matan, Gazze’de esir tutulan önde gelen aktivistlerden Einav Zangauker, İsrail heyeti Katar’daki ateşkes görüşmeleri için yola çıkarken yaptığı konuşmada, heyetin Hamas’ın savaşı durdurma talebiyle döneceğini ve Netanyahu’nun Hamas’ın pozisyonunu sertleştirdiğini iddia edeceğini öngördü. Kalabalığa “Bu yalanlara kanmayın” dedi.
Ordu da yorgunluk belirtileri gösteriyor. Ekim başından bu yana Gazze’nin kuzeyini etnik temizliğe tabi tutmak için büyük çaba sarf etmesine rağmen Hamas yenilmekten çok uzak ve İsrail ordusuna kayıplar verdirmeye devam ediyor. Daha geçen hafta Beyt Hanun’da -ordunun 14 ay önce kara harekatının başlangıcında işgal ettiği bir bölge- 15 asker öldürüldü.
Askerlerin de ifade ettiği gibi rehineleri kurtarma görevi imkânsız görünüyor. Geriye sadece Gazze’nin kuzeyinin yıkımı kalmış durumda. Gazze’de 200 günden fazla görev yapmış bir yedek subay, askerler arasında hâkim olan havanın, savaşın bir yere gitmediği yönünde olduğunu söyledi. Bunun nedeni ahlaki bir karşı çıkış değil (aChord Center’ın son anketine göre İsraillilerin %62’si ‘Gazze’de masum yoktur’ ifadesine katılıyor), hedeflerin belirsiz olması.
Daha da önemlisi, Netanyahu’nun savaşı sona erdirmekle kazanacağı hiçbir şey olmadığı ve sadece kaybedeceği fikrini yeniden değerlendirmeye başlamış olması muhtemel. İsrail medyasının neredeyse tamamının İsrail’in Lübnan, Suriye, İran ve Gazze’deki ezici zaferleri olarak tanımladığı gelişmelerin ardından Netanyahu’nun popülaritesinin artması beklenebilirdi. Gerçekte ise tam tersi oldu. Son anketler Netanyahu’nun koalisyonunun 49 sandalyeye gerileyerek (toplam sandalye sayısı 120) 7 Ekim’den hemen sonraki durumuna yaklaştığını, merkez sol bloğun ise Meclis’teki Filistinli partiler olmadan bile çoğunluğu oluşturabileceğini gösteriyor.
Görünen o ki, ordu her ceset torbasında rehine getirdiğinde daha da alevlenen rehine ailelerinin protestoları, ordu içindeki yorgunluk ve motivasyon kaybı, savaşın popülerliğini yitirmesi ve Netanyahu’nun anketlerdeki düşüşü Başbakan’ı savaşı süresiz olarak devam ettirmenin bir yıl 10 ay sonra yapılması planlanan bir sonraki seçimleri kazanma şansını yok denecek kadar aza indireceği sonucuna götürmüş olabilir.
Sonuç olarak Netanyahu artık zararın neresinden dönülürse kârdır diye düşünmüş olabilir. Ben Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotrich hükümeti düşürmeye karar verse bile Netanyahu’nun bir elinde Sinvar ve Nasrallah’ın kellesi, diğer elinde geri dönen rehineleri kucaklayarak erken seçimlerde başarılı olma şansı oldukça yüksek.
Mükemmel bir bahane
Eğer durum buysa, gerçek ya da abartılmış olsun Trump’ın baskısı Netanyahu’nun “tam zafer” söyleminden neden vazgeçtiğini destekçilerine açıklamak için mükemmel bir bahane işlevi görüyor. Netanyahu’nun propaganda kanalı Kanal 14, Netanyahu ile Witkoff arasındaki “sert görüşmeyi” haber yapıyorsa, bu bilginin kaynağının Amerikalılar değil Başbakanlık Ofisi olduğu düşünülebilir. Netanyahu’nun bu anlatıyı güçlendirmekte açık bir çıkarı var: bu şekilde, Biden yönetimindeki “solculara” karşı cesurca savaştığını ancak Mar-a-Lago’nun öngörülemeyen ve kolayca öfkelenen Cumhuriyetçisine karşı çaresiz kaldığını iddia edebilir.
Hem savaşın hem de savaşın durdurulmasının İsrail’in iç meselesi olduğunun kanıtı muhtemelen 42 gün sonra, anlaşmanın ilk aşaması sona erdiğinde ve İsrail’in Gazze’den tamamen çekilmesini gerektiren ikinci aşama başladığında ortaya çıkacak. Anlaşmanın Katar’da imzalanmasının ardından Trump, bunun yönetiminin Orta Doğu’da “barış arayacağının ve anlaşmalar müzakere edeceğinin” kanıtı olduğunu söyledi ve bu ateşkesin savaşa son vermesini beklediğini ima etti. İkinci aşamaya yönelik müzakerelerin ilk aşamanın 16. gününde başlayacağını ve bu müzakereler devam ettiği sürece ateşkesin yürürlükte kalacağını öngören anlaşmanın lafzı da aynı yöne işaret ediyor.
Ancak Smotrich hükümette kalma kararını, anlaşmanın birinci aşaması tamamlandıktan sonra İsrail’in savaşı yeniden başlatmasına, Gazze’yi tamamen ele geçirmesine ve insani yardımları ciddi şekilde kısıtlamasına bağlıyor. Anlaşmanın onaylandığı cuma günkü kabine toplantısında Netanyahu, Trump’tan ikinci aşama öncesinde müzakerelerin başarısız olması halinde savaşa devam etme güvencesi aldığını söyledi. Görünüşe göre bu Trump’ın iradesine aykırı, ancak sağdan gelen baskı altında Netanayhu savaşın yeniden başlamasını kabul edebilir- yani “büyük ve güçlü” Trump’ın yönetiminde bile Amerikan baskısının bir sınırı var.
DÜNYA BASINI
Hindistan, Ukrayna’da barışı ilerletebilir mi?
Yayınlanma
17 saat önce20/01/2025
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Hindistan, Rusya-Ukrayna savaşına dair tarafsız bir tutum sergileyerek hem Rusya ile stratejik ilişkilerini hem de Batı ile gelişen bağlarını korumaya çalışıyor. Başbakan Modi’nin Moskova ve Kiev’e yaptığı ziyaretler, Hindistan’ın mekik diplomasisiyle barış görüşmelerine arabulucu olma çabalarını ortaya koyuyor. Ancak Hindistan’ın Rusya ile tarihsel bağı, enerji ve savunma alanındaki bağımlılığı, pozisyonunu karmaşık hale getiriyor. Stockholm Güney Asya ve Hint-Pasifik İşleri Merkezi Başkanı, Güvenlik ve Kalkınma Politikaları Enstitüsü (İsveç) ve Varşova Üniversitesi’nde profesör olan Dr. Jagannath Panda, Hindistan’ın stratejik özerklik ilkesi, Küresel Güney liderliği ve diplomatik esnekliğinin onu Ukrayna savaşında potansiyel bir barış kolaylaştırıcısı yapabileceğine işaret ediyor. Ancak Yeni Delhi’nin başarılı olabilmesi için tüm tarafların güvenini kazanması gerekiyor.
Hindistan, Ukrayna’da barışı ilerletebilir mi?
Jagannath Panda, United States Institute for Peace
Rusya’nın Ukrayna savaşının başlamasından bu yana Hindistan, Rusya ile stratejik ilişkisini korurken, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ile gelişen bağlarını da sürdürmeye çalıştı. Hindistan’ın bu denge politikası, Başbakan Narendra Modi’nin bu yıl temmuz ayında Rusya’ya yaptığı ziyaret ve ardından Ağustos ayında Ukrayna’ya gerçekleştirdiği tarihi gezi sırasında net bir şekilde görüldü.
Modi, Ukrayna savaşına karşı tarafsız bir tutum sergiledi ve Hindistan’ı olası bir barış sürecinde kilit bir aktör olarak konumlandırdı.
Stockholm Güney Asya ve Hint-Pasifik İşleri Merkezi Başkanı ve Güvenlik ve Kalkınma Politikaları Enstitüsü’nden Jagannath Panda, Hindistan’ın Rusya ve Ukrayna ile olan diplomasisini, barışta rol üstlenme motivasyonlarını ve kısıtlamalarını, ayrıca Rusya, Ukrayna ve Avrupa Birliği’nin muhtemel tepkilerini inceliyor.
Hindistan bugüne kadar Ukrayna savaşıyla ilgili hangi adımları attı?
Panda: Hindistan, Ukrayna savaşına karşı büyük ölçüde tarafsız bir tutum benimsedi; Rusya’nın eylemlerini kınayan Birleşmiş Milletler kararlarına çoğunlukla çekimser kaldı ve diyalog ile diplomasiyi vurguladı.
Batı’nın baskısına rağmen Hindistan, Rusya ile olan ilişkisini korudu. Modi, Vladimir Putin’in savaşını zaman zaman eleştirse de, aynı zamanda incitici bir dil kullanmaktan da özenle kaçındı. Hindistan yönetimi, Rusya ile olan “ayrıcalıklı stratejik ortaklığını” korumaya özen gösterdi ve Rusya’nın küresel düzende gerilemesini, Hindistan için stratejik açıdan önemli ve olumsuz bir değişim olarak görüyor.
Modi, aynı zamanda barış inşası çabalarına ilgi gösterdi ve Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy ile pek çok kez bir araya geldi. Hindistan, çatışmanın başlamasından bu yana Rusya’dan indirimli petrol ithalatını önemli ölçüde artırmış olsa da, Ukrayna’ya tıbbi malzeme, ekipman ve yardım malzemeleri göndererek insani bir yanıt verdi. Hindistan, ayrıca Karadeniz Tahıl Koridoru’nun açılmasını desteklemek, Zaporijya nükleer santraliyle ilgili Ukrayna’nın endişeleri hakkında Rusya ile doğrudan bir hat kurmak ve ekonomik bağları güçlendirmeye çalışmak gibi somut çabalar da gösterdi.
Bu yaklaşım, Hindistan’ın hem Rusya hem de Ukrayna ile iletişim kanallarını açık tutarak kendisini bir arabulucu ve diyalog kolaylaştırıcısı olarak konumlandırdığı bir tür mekik diplomasisi yarattı. Modi, temmuz ayında Moskova’ya yaptığı ziyaretin ardından —üçüncü kez göreve seçildikten sonraki ilk yurt dışı gezisi olarak sembolik bir öneme sahipti— ağustos ayında Ukrayna’nın 1991’deki bağımsızlığından bu yana bir Hindistan liderinin ilk kez gerçekleştirdiği tarihi bir ziyaretle Kiev’e gitti.
Bu ziyaret, yalnızca ikili ilişkileri canlandırmakla kalmadı, aynı zamanda Batı’ya Hindistan’ın Ukrayna’nın geleceğine yatırım yaptığı mesajını verdi. Önemli bir şekilde, bu ziyaret Zelenskiy’in savaşı sona erdirmeyi hedefleyen ve Hindistan’da yapılması önerilen bir barış zirvesini gündeme getirmesine yol açtı. Bu zirvenin henüz kesinleşmemiş olmasına rağmen —Hindistan herhangi bir barış zirvesine Putin’in de dahil edilmesini istiyor— Modi’nin ziyaretinin Hindistan’ı bu çatışmada potansiyel bir arabulucu olarak konumlandırma açısından ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor.
Hindistan’ın diplomasisindeki motivasyonları ve hedefleri nelerdir? Potansiyel sınırlamalar veya engeller nelerdir?
Panda: Hindistan’ın Ukrayna’ya yaklaşımı, Rusya ile olan tarihi bağları, Batı ile gelişen stratejik ortaklığı ve dış politikasının merkezinde yer alan “stratejik özerklik” ilkeleri arasında dikkatli bir dengeyi yansıtıyor. Nükleer güçlerle çevrili bir ülke olarak Hindistan, Rusya ile Ukrayna arasındaki tırmanıştan gerçekten endişe duyuyor. Hindistan, aynı zamanda savaşın Küresel Güney’in gıda ve enerji güvensizliği üzerindeki devam eden etkileri konusunda da kaygılı. Modi liderliğinde Hindistan, kendisini Küresel Güney’de bir lider olarak dikkatlice konumlandırmaya çalıştı. Bu bölge, Hindistan ile Çin arasında giderek artan bir rekabet alanı haline geliyor.
Yükselen çok kutuplu dünyada, stratejik özerklik ve bağımsız bir dış politika, Hindistan’ın dış politikasının temel taşları haline geldi. Bu çerçeve, Hindistan’ın rekabet halindeki bloklar arasında bir köprü olarak hareket etmesini öngörüyor. Hem Rusya hem de Ukrayna ile üst düzey toplantılar yapması, bu imajı pekiştirmeye yardımcı oluyor.
Hindistan, bir dereceye kadar Rusya ile olan tarihi ve stratejik ortaklığıyla sınırlı. Bu durum, diğer potansiyel ortaklardan şüphe uyandırabilir. Çeşitlendirmeye rağmen, Hindistan’ın savunma sektörü büyük ölçüde Rus teknolojisine ve ekipmanına bağımlı. Bu bağımlılık, Delhi’nin savaş konusundaki pozisyonunu dikkatlice yönetmesini hayati kılıyor.
Savaşın ilk aşamalarında, Hindistan’ın (tarafsız) tutumunun özellikle Batı’dan ne ölçüde kınama göreceği sorgulandı. Hindistan’ın Rusya’yı açıkça eleştirmeyi reddetmesi, İsveç, Polonya ve kendi toprak endişeleri olan İskandinav ve Baltık ülkeleri gibi birçok Avrupa ülkesi tarafından bir saldırgana dolaylı destek olarak yorumlanabilir ve Hindistan’ın ahlaki bir lider olarak itibarını zayıflatabilir. Aynı zamanda Hindistan’ın indirimli Rus petrolü alımını artırması —küresel fiyat şokları karşısında enerji güvenliğini korumak için anlaşılabilir olsa da— benzer fırsatlara sahip olmayan ve artan enerji maliyetlerinden orantısız bir şekilde etkilenen ülkeler için bencilce görünebilir. Uzun vadede daha görünür bir mekik diplomasisinin yeniden incelemeye yol açma ihtimali olsa da, Hindistan şimdiye kadar büyük bir diplomatik krizden kaçındı.
Fakat Hindistan’ın mekik diplomasisinin Rusya, Ukrayna veya Batı ile ilişkilerini stratejik açıdan zorlama ihtimali düşük. Rusya’nın Güney’de, Güneydoğu Asya ve Afrika’daki jeopolitik nüfuzu tarihsel olarak sağlamdır. Bağlantısız geçmişe sahip pek çok devlet için NATO, Ukrayna çatışmasında saldırgan olarak görülüyor. Dolayısıyla, Hindistan’ın Ukrayna meselesinden ziyade kendi ekonomik ve güvenlik çıkarlarını önceliklendirdiği algısı, uluslararası alanda, özellikle Avrupa’da ve önemli ölçüde Küresel Güney’deki konumunu zayıflatmayacaktır.
Rusya, Ukrayna ve Avrupa Birliği Hindistan’ın çabalarına ne kadar açık?
Panda: Hindistan’ın Ukrayna savaşına yönelik tutumu, Rusya, Ukrayna ve AB tarafından farklı derecelerde kabul gördü.
Rusya, Hindistan’ın tarafsız tutumunu memnuniyetle karşıladı ve Hindistan’ın indirimli Rus petrolü ithalatını artırması iyi niyet oluşturdu. Ancak Rusya, Hindistan’ın bu ilişkisinin ideolojik değil pragmatik olduğunun farkında. Moskova, Hindistan’ın Batılı ortaklarla artan ilişkilerini dikkatle izlese de, bu bağlar aşırı bir şüpheyle karşılanmıyor ve Hindistan’ın bir köprü rolü üstlenmesi Rusya için uygun görünüyor. Hindistan, özellikle savaş devam ederken Rusya için önemli bir ortak olmaya devam ediyor ve Moskova, Delhi ile olumlu bir ilişkiyi sürdürmeye çalışacaktır.
Ayrıca, Rusya muhtemelen Hindistan’ı arabulucu bir rol üstlenmesi konusunda Çin’e kıyasla daha çok tercih ediyor. Kremlin, yakın zamanda Modi’ye bir arabulucu olarak güvendiğini açıkladı. Kremlin, Modi ile Putin arasındaki “son derece yapıcı” ve “dostane” ilişkilerin, Modi’nin Rusya, Ukrayna ve ABD ile özgürce iletişim kurabileceği anlamına geldiğini belirtti. Hindistan’ın yalnızca bir kolaylaştırıcı olacağı ve görüşmelerin Ukrayna ve Rusya’dan gelmesi gerektiği, ayrıca barış görüşmelerinin herhangi bir ivme kazanması için Rusya’nın masada olması gerektiği konusundaki ısrarı, Moskova’nın Hindistan’ın arabulucu rolüne olan güvenini artırıyor.
Ukrayna, Hindistan’ın Rusya’yı açıkça kınamayı reddetmesinden ve Moskova ile artan enerji bağlarından dolayı hayal kırıklığına uğramış durumda. Ukrayna, aynı zamanda Hindistan’ın tutumunun, özellikle savaşın ciddi insani sonuçları göz önüne alındığında, kendi davasını aktif olarak desteklemediğini düşünüyor. Bununla birlikte, Ukrayna’nın Hindistan’ın diplomatik çabalarına karşı tutumu karışık.
Başlangıçta, Zelenskiy’in Hindistan’ın Rusya tutumuna yönelik kamuoyu önünde yaptığı eleştiriler —Ukrayna’nın en büyük çocuk hastanesine yapılan ölümcül bir füze saldırısının hemen ardından gelen Putin-Modi kucaklaşması gibi manşetlere taşınan olaylar— Ukrayna’nın Hindistan diplomasisine karşı beslediği açık hayal kırıklığını ortaya koydu. Yine de Ukrayna, Hindistan’ın Küresel Güney üzerindeki etkisini, insani yardım çabalarını ve en azından bir barış anlaşması için koşullar yaratma potansiyelini tanıyor. Kiev için Hindistan, arabulucu bir rol üstlenebilecek birkaç devletten biri olabilir. Örneğin Çin, bu çatışmada tarafsız olmaktan uzak görülüyor; Suudi Arabistan gibi ülkelerin çabaları sonuçsuz kaldı ve Rusya ile ABD arasındaki ilişkiler büyük ölçüde donmuş durumda.
Pek çok Avrupa ülkesi, Hindistan’ın tarafsız tutumundan, özellikle Rusya ile devam eden ticaretinden dolayı hayal kırıklığı ve rahatsızlık duyduğunu ifade etti. Hindistan’ın konumu Çin’inkinden daha az şüpheyle karşılansa da, Delhi’nin tutumu Batı’nın yaptırımlarını ve demokrasilerin Moskova’yı tecirt etme ve liberal uluslararası düzeni koruma çabalarını baltalıyor olarak görülüyor. Bununla birlikte, Avrupa’nın Hindistan’ın konumuna yönelik rahatsızlığı, savaşın başlamasından bu yana iki yıl içinde belirgin bir şekilde azaldı. Bunun temel nedeni, ekonomik olarak yükselen bir Hindistan’ın masaya getirdiği avantajların farkında olunması. Hindistan, AB ortaklarıyla olan ilişkilerini genişlettikçe, daha büyük bir arabulucu rol üstlenmesine karşı daha olumlu bir tutum sergilenebilir.
Hindistan barış görüşmelerini ilerletmeyi hedeflerse, olası bir sonraki adımlar neler olabilir?
Panda: Hindistan resmi olarak bir arabuluculuk rolü üstlenmese de, Modi’nin Putin ve Zelenskiy ile yaptığı üst düzey toplantılar ve tarafsız tutumu, Hindistan’ı barış görüşmeleri için potansiyel bir kolaylaştırıcı olarak konumlandırdı. Hindistan, Ukrayna çatışmasındaki rolünü artırmak isterse, diplomatik sermayesini ve küresel konumunu kullanarak her iki tarafı masaya oturtmayı hedefleyebilir. Hem Kiev hem de Moskova, Hindistan’ın ev sahipliği yapacağı bir barış zirvesi fikrine sıcak bakıyor gibi görünüyor.
Hindistan’ın böyle bir rolü etkili bir şekilde oynayabilmesi için, yalnızca Moskova ve Kiev ile değil, aynı zamanda AB ve ABD liderleriyle de üst düzey diyalogları genişleterek endişelerini gidermesi gerekecek. Aynı zamanda Hindistan, bu konunun yalnızca ikili ve diğer yeni Ukrayna savaşına özgü kanallar aracılığıyla mı yoksa BM, G20, BRICS veya Şanghay İşbirliği Örgütü gibi mevcut bölgesel ve uluslararası çok taraflı forumlar aracılığıyla mı daha etkili bir şekilde tartışılabileceğini değerlendirmeyi düşünebilir. Seçenekler hala açık, çünkü diyalog ve müzakereler, herhangi bir platform veya barış planı oluşturmak için belirli bir mekanizma üzerinde baskın olmaya devam edecek.
Ukrayna’ya yönelik insani desteği genişletmek —yeniden inşa fonları dahil— Hindistan’ın barış sesi olarak inandırıcılığını artırmada uzun bir yol kat edebilir. Bu çabalar, Hindistan’ın konumunun Rusya yanlısı değil, barış yanlısı olduğunu vurgulayan daha iyi bir stratejik iletişimle desteklenmeli. Hindistan, uluslararası hukuku ve normları desteklediğini, aynı zamanda ulusal çıkarlarını gözettiğini vurgulamalı; tıpkı sorumlu bir gelişmekte olan ülkenin yapması gerektiği gibi.
DÜNYA BASINI
Hamas, Gazze’nin tünellerinden çıkarak kontrolü hiç kaybetmediğini gösterdi
Yayınlanma
17 saat önce20/01/2025
Yazar
Harici.com.trHamas, yerel medyadan hastanelere ve okullara kadar Gazze’nin her alanında etkileyici bir kontrole sahip. Grup, bunu bir zafer olarak göstermek için tüm bu kaynaklarını harekete geçirecek.
SETH J. FRANTZMAN / JERUSALEM POST
Hamas, Gazze’deki tünel ve enkazdan çıkarak on beş aylık savaşa rağmen bölgenin büyük bölümünde kontrolünü kaybetmediğini gösteriyor. İsrail Savunma Kuvvetleri’nden (IDF) birçok darbe almasına rağmen Hamas yeni üyeler toplamayı başardı ve hatta sokaklara dönüp varlığını göstermek için kamyon ve minibüslerini hazır tuttu.
Gazze’den geldiği iddia edilen videolar, beyaz kamyonetlerde dolaşan grupları gösteriyor. Videolarda kalabalıklara el sallayan ya da sokaklarda geçit töreni yapan araçların üzerinde ayakta duran ve oturan silahlı adamlardan oluşan büyük gruplar görülüyor. Terörist grubun bir kolu olan Hamas polisi de yeniden ortaya çıkıyor. Savaş boyunca buralardaydılar ama bazı bölgelerde varlıkları o kadar net hissedilmiyordu.
Savaş sırasında bazı sivil toplum kuruluşları ve uluslararası organizasyon yetkilileri, Hamas polisinin eksikliğinin veya IDF tarafından hedef alınmalarının, hukuk ve düzenin çökmesine yol açtığından şikâyet etti. Özünde, Gazze’de çalışan uluslararası toplumla bağlantılı birçok grup, Hamas ve polisiyle çalışmayı tercih ediyor.
Kudüs (Quds) gibi Filistinli medya kuruluşları, bu görüntüleri ve videoları Hamas’ın zaferi olarak gösteriyor. Bu görüntüler sadece Hamas değil, “Filistinli gruplar” olarak sunuluyor ve silahlı kişilerin yanında kutlama yapan siviller de görülüyor.
Hamas’a bağlı Şehab Medya, Gazze’deki “zaferi” gösteren videolar yayınladı. Bu videolardan biri, çok sayıda Hamas militanını stilize edilmiş bir şekilde gösteriyor ve onların bir tünelden çıkıyormuş gibi görünmesini sağlıyor. Şehab tarafından yayımlanan bir başka görüntü, 7 Ekim’de bir Hamas üyesinin bir İsrail tankını yok ettikten sonra yaralı bir İsrailli askeri tanktan çekip çıkardığı bir sahneyi gösteriyor ve bunu Hamas’ın Gazze’de beyaz kamyonların üzerinde tüfeklerle zafer ilan ettiği görüntülerle karşılaştırıyor.
Hem yerel hem de uluslararası medya ve aktivistler Gazze’den görüntüler yayınlıyor. Bu medya kuruluşları arasında El Cezire ve yerel Gazzeliler de bulunuyor. Videolar bazen propaganda amacı taşıyabilir, ancak genel mesaj net: Hamas Gazze’nin tünellerinden ve bazı bölgelerdeki enkazdan çıkmış ve kontrolü elinde tutuyor. Grup hiçbir zaman kaybolmadı ya da tamamen dağıtılmadı.
Mart 2024’te Washington Post, IDF’nin “Hamas’ın 24 asıl taburundan 20’sini ‘dağıttığını’ söylediğini” bildirmişti. Ancak “dağıtmak” yok etmek anlamına gelmiyordu. Gerçekten de yok etmek anlamına gelmedi. Hamas hızla yeniden ortaya çıktı. Bu, söylenen kayıpları vermiş gibi görünmeyen veya kayıplarının çoğunu hızla yerine koyup komuta ve kontrolü sürdürebilen bir grup.
Tarihin tekerrürü
Bu durum şaşırtıcı değil; Hamas, önceki çatışmalardan sonra da aynı şeyi yaptı. Hamas, 1980’lerin sonlarında Gazze’de ortaya çıktı. Oslo Barış Anlaşması’na karşı çıkarak 1990’larda desteğini artırmaya devam etti. İkinci İntifada’nın ardından birçok liderini İsrail hava saldırılarında kaybetmesine rağmen daha da güçlenerek ortaya çıktı.
2007’de Filistin seçimlerini kazandıktan sonra Gazze’yi ele geçirdi. 2009 ve 2014 savaşlarının ardından yeniden ortaya çıktı. Mayıs 2021’de İsrail ile yaşanan kısa süreli çatışma Hamas’ın İsrail tarafından nasıl hafife alındığını bir kez daha gösterdi.
O dönemde IDF’nin Hamas tünellerini hedef alma konusunda etkileyici bir geçmişe sahip olduğu düşünülüyordu. Bir raporda İsrail’in Hamas’ın yer altındaki “metro” tünel ağını “ezip geçtiği” ifade edilmişti. Israel Hayom gazetesi de İsrail’in 100 kilometrelik Hamas tünelini yok ettiğini ve 25 “üst düzey” kişiyi ortadan kaldırdığını bildirmişti. Ancak Hamas bu çatışmadan zarar görmeden çıkmıştı.
Hamas Gazze’de kontrolü ele geçirmek ve yeteneklerini sergilemek için hızlı bir şekilde ortaya çıkıyor. Çok sayıda kayıp vermiş olsa da bunu büyük bir zafer olarak göstermek istiyor. Herhangi bir otorite boşluğunun ortaya çıkmasını ya da herhangi bir bölgenin kontrolünü kaybetmeyi istemiyor.
IDF geri çekilirken Hamas hızla devreye girmek istiyor. Kimsenin Hamas’ın zayıf olduğunu ya da örgütü eleştirme fırsatı bulmasını istemiyor. Hamas kitleleri harekete geçirip onları sokağa dökmek isteyecek. Ardından bunu kendi çıkarları için kullanmaya çalışacak.
Hamas yeniden yapılanma sürecine başlamak ve medyayı yıkımı sergilemeye davet etmek isteyecek. Bu süreçteki her adım, Hamas’ın medya makinesi tarafından planlanacak. Hamas, yerel medyadan hastanelere ve okullara kadar Gazze’nin her yönü üzerinde etkileyici bir kontrol sergiliyor ve bunu grup için bir zafer olarak göstermek için harekete geçirecek.
Elon Musk’tan X-TikTok karşılaştırması: ‘Mütekabiliyet olmalı’
Türkiye’nin ekonomik durumu Suriye’nin yeniden inşasını kaldırabilir mi?
Rusya kamuoyu, Trump’ın ‘savaşı bitirme’ vaadine karşı şüpheli
Steve Bannon: Ukrayna’nın Trump’ın Vietnam’ı olma riski var
Trump ilk 100 günde Çin’i ziyaret edecek mi?
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA1 hafta önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Kara para, kara bayraklar
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Trump, Sachs’ın Netanyahu’ya küfür ettiği videoyu paylaştı
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Rus basınından değerlendirme: Trump’ın Grönland’a neden ihtiyacı var?