Bizi Takip Edin

Söyleşi

‘ABD’nin ateşkes planı uygulanabilir değil’

Yayınlanma

ABD Dışişleri Bakanlığı Eski Başdanışmanı Vali Nasr, Harici’ye konuştu. Bu aşamada BMGK’da kabul edilen ateşkes planının uygulanabilir olmadığını söyleyen Nasr, “çünkü İsrail’in tutumu en iyi ihtimalle geçici bir ateşkes istedikleri yönünde, böylece rehineleri serbest bıraktırıp savaşa geri dönmek istiyor” dedi.

Johns Hopkins Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Orta Doğu Çalışmaları alanında profesör olan Nasr, özellikle İslam dünyasındaki politik gelişmeler üzerine yoğunlaşmaktadır. İran kökenli bir Amerikalı olan Nasr, ABD-İran ilişkileri ve ABD’nin Orta Doğu politikaları konusunda fikirlerine danışılan ve bu alanda öne çıkan isimlerden biridir.

Bir dönem ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Dış İlişkiler Politikası Kurulu üyesi olan Nasr, 2009-2011 yılları arasında ise ABD’nin Afganistan ve Pakistan Özel Temsilcisi Büyükelçi Richard Holbrooke’un Kıdemli Danışmanı olarak görev yapmıştır.

ABD dış politikasında etkili kuruluşlar olan Atlantik Konseyi’nin ve Dış İlişkiler Konseyi CFR’nin kıdemli araştırmacısı Nasr, The Dispensable Nation: American Foreign Policy in Retreat, The Shia Revival ve How Sanctions Work: Iran and the Impact of Economic Warfare kitaplarının yazarıdır.

Vali Nasr, Gazze’de ateşkes, iki devletli çözüm, ‘ertesi gün’ tartışmaları ve diğer bölgesel ve küresel gelişmeler üzerine gazeteci Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘İsrail rehineleri serbest bıraktırıp savaşa geri dönmek istiyor’

Gazze, şu anda dünyanın her yanında bir numaralı konu. İnsanlar bir ateşkes bekliyorlar. Başkan Biden’ın önerdiği üç aşamalı ateşkes BMGK’da kabul edildi. Ancak aynı zamanda İsrail’in Refah’taki Filistinlilere yönelik saldırıları da devam ediyor. Beyaz Saray sözcüsü ise bunu askeri bir operasyon olarak görmediklerini söyledi. Pek çok farklı parametre var. Bu ateşkes planı bu denklemde nasıl uygulanabilir?

Ateşkese çok fazla odaklanıldığı konusunda size katılıyorum. Durumu sakinleştirmek ve Gazze’deki insani felaketi sona erdirmek için bu kesinlikle gerekli. Ama bu aşamada bunun uygulanabilir olduğunu düşünmüyorum. Çünkü İsrail’in tutumu en iyi ihtimalle geçici bir ateşkes istedikleri yönünde, böylece rehineleri serbest bıraktırıp savaşa geri dönmek istiyor. İsrail’deki mevcut hükümetin sağ kanadı geçici bir ateşkes bile istemiyor. Sadece savaşı sürdürmek istiyor ve rehineleri savaş yoluyla serbest bırakmak istediğini savunuyor. Diğer yandan, Hamas ise kalıcı bir ateşkes istiyor. Yani ateşkesin savaşın sonunun başlangıcı olmasını istiyor. Ateşkesin ne anlama geldiğine dair pozisyonlar bile birbirine yakın değil. Uygulanma ihtimalinin çok zayıf olduğunu düşünüyorum.

‘Amerika’nın ateşkes sonrasına dair hiçbir planı yok’

Öte yandan Başkan Biden’ın önerdiği ateşkes planı Gazze’de ateşkes sonrası yönetimle ilgili bir öneri sunmuyor. ABD’nin bu konudaki tutumu nedir? Çünkü İsrail, tek bir Hamas üyesinin bile Gazze’de kalmasını istemiyor. Peki, ateşkes ya da savaş sonrasında Gazze’de Hamas’sız bir yönetim düşünülebilir mi?

Çok önemli bir konuya parmak bastığınızı düşünüyorum. Bölgede herkes sadece ateşkesi değil, ateşkesin ertesi gününü de düşünüyor. Ateşkesin ertesi günü halkın güvenliğini sağlamak gerekiyor. Sağlıktan eğitime, çöp toplamadan hizmet vermek anlamına geliyor. Bu aynı zamanda halka sağlık ve insani hizmetlerin sağlanması demek. Bunların hiçbiri Amerika’nın planında yok.  Amerikalılar yalnızca ateşkesin kendisini bir amaç olarak düşünüyor.  Ancak ateşkesten sonra ne olacağına dair hiçbir şey yok. Mevcut ateşkesin başarılı bir şekilde uygulanabileceği fikrinin gerçekleşmesini görmek bu yüzden çok zor.

‘Oslo süreci çerçevesinde iki devletli çözüm artık mümkün değil’

Peki ya iki devletli çözüm konusu? Hala bunun hakkında konuşabilir miyiz?

İsrail’in şu anki tutumu iki devletli çözümü kabul etmeme yönünde.  İsrail halkının çoğunluğu bunu desteklemiyor. İsrail’deki mevcut hükümet de iki devletli çözümü kabul etmeyeceğini çok açık bir şekilde ifade etti.  Başbakan Netanyahu’ya göre hiçbir zaman desteklemediler. Başbakan Netanyahu’nun en önemli koalisyon ortaklarından birine göre, Batı Şeria’yı tamamen İsrail’e ilhak etmeye kararlılar. Bu nedenle iki devletli çözüm fikri herkes tarafından paylaşılmıyor. Bu, Amerikalıların, birçok Arap ülkesinin ve birçok Filistinlinin kabul ettiği ancak İsrail’in kabul etmediği bir fikir. Peki bu iki devletli çözüm ne anlama geliyor? Muhtemelen Oslo süreci çerçevesinde artık mümkün değil.  Çünkü İsrail’de çok fazla yerleşim birimi inşa edildi. Ve eğer iki devletli bir çözüm olacaksa, Batı Şeria’da, Filistinlilerin daha fazla kazanması veya kaybetmesi gerekmeden, yerleşim yerlerinin geri çekilmesi olmadan, nüfusların yan yana yaşamaya devam ettiği bir tür ortak egemenliğe sahip olmanın yaratıcı bir şekilde düşünülmesi gerekiyor. Ancak İsrail egemenliğiyle bir tür Filistin egemenliğinin mutlaka karışacağı kesin. Fakat biz hala bu fikirlerden çok uzağız, çünkü bırakın iki devletli çözümü, ateşkese bile ulaşamıyoruz.

‘Beklentim, İran’ın daha orta ama daha pragmatik bir muhafazakar adaya kayacağı yönünde’

Tabi ki Gazze bölgedeki en önemli konu ama farklı başlıklarımız da var. İran’da pek çok bürokratın yanı sıra üst düzey liderleri Cumhurbaşkanı Reisi ve Dışişleri Bakanı Abdullahiyan hayatını kaybetti. İran’da Reisi sonrası dönemi nasıl görüyorsunuz? 28 Haziran’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden beklentileriniz neler? Size göre en güçlü aday kim? Ve bu başkanlık seçimlerinin sonuçları İran’ın dış politikasını nasıl etkileyebilir?

Cumhurbaşkanı Reisi’nin en önemli rolü iç siyasetteydi. Özellikle İran’ın yaşadığı protestoların ardından ekonomiyi yönetmek, ülkeyi istikrara kavuşturmak, halkın koşullarını iyileştirmek için oradaydı. Dış politikada büyük bir rolü yoktu. Dış politika konusunda bir geçmişi yoktu. Çok güçlü bir dış politika görüşü de yoktu. İran ile Azerbaycan, Suudi Arabistan ve BAE gibi komşular arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinde dışişleri bakanı çok önemliydi. Ancak onun politikaları artık sınır ötesinde İran’ın politikaları olarak temelde kabul edildi. Başkan Reisi’nin ölümünün İran’ın dış politikasının yönünü ne Gazze’ye ne bölge ne ABD ile ilişkiler ne de nükleer meselesi açısından doğrudan etkilemediğini söyleyebilirim. Onun en önemli etkisi yurt içindeydi. Cumhurbaşkanı Reisi’nin yönetiminde ciddi anlamda memnuniyetsizlik vardı. Ve gelecek yılın Haziran 2025’inde yapılacak başkanlık seçimleri beklentisi şimdiden gelişiyordu. Dolayısıyla asıl mesele, Başkan Reisi’nin etrafındaki ekibin başkanlığı sürdürüp sürdüremeyeceğidir. Ve bunu zor buluyorum çünkü şu anda aday olmak için kayıt yaptıran eski cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinajad’dan başka çok güçlü bir adayları yok. Ancak İran’da iç siyaseti istikrara kavuşturabilecek deneyime sahip, çok daha yetkin, tecrübeli, daha ılımlı, daha ılımlı muhafazakâr bir başkanlık getirilmesi konusunda İran’da en üst düzeyde bile önemli bir baskı var. Ve aralarında eski meclis başkanı ve Kıdemli Devlet Adamı Ali Laricani’nin de bulunduğu bazı büyük isimlerin şu anda kayıt yaptırmış olanları var. Tahran’ın belediye başkanı olan (Muhammed Bakir) Kalibaf da aday olacak. Sanırım sadece başkanlık seçiminin şeklinin ne olduğunu bileceğiz. Anayasa Koruma Konseyi tüm bu başvuruları inceledikten sonra hangilerini onaylayıp hangilerini reddedeceğine karar verir. Mesela İran’da Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın adaylığının onaylanmayacağı yönünde büyük bir beklenti vardı. Geçen sefer de onaylanmamıştı ve bu kez de onaylanmadı. Dini liderin tiyatro oyununda (onun adı) ilan edilmeyecek. Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olduğu dönem de onun için bir sorundu. Benim beklentim, olursa, daha orta, muhafazakar bir başkana kayış olacağı ama daha pragmatik bir muhafazakar, Laricani ya da Kalibaf gibi birisinin İran’ın cumhurbaşkanı olacağı yönünde. Yurt içinde idare etmek için daha iyi bir konumdalar, ancak bu kişilerin aynı zamanda İran’ın dış politikasında ABD’nin Amerika ile Gazze ve bölgesel konulardaki ilişkilerinde sadece tecrübeleri ve aynı zamanda duruşları nedeniyle daha büyük ses çıkarmaları muhtemeldir. Örneğin Başkan Ruhani’nin yaptığı gibi İran’ın dış politikasını etkilemeye çalışma olasılıkları daha yüksek.

ABD, İran’la gerilimi azaltmaktan yan’

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu toplantısında Avrupa ülkelerinin İran’ı kınamak istediği ancak Biden yönetiminin Avrupa ülkeleri nezdinde bu girişimi engellemeye çalıştığı belirtildi. Biden yönetimi İran’la yeni bir krizden kaçınıyor mu?

Evet, Biden İran’la bir krizden kaçınmaya çalışıyor. Biden yönetiminin son bir yıldaki politikası Ortadoğu’nun genelinde gerilimi azaltmak, Ukrayna’ya odaklanmak ve Çin’e odaklanmak, seçimlere odaklanmak zorunda. 7 Ekim, ABD’ye yönetim açısından Orta Doğu’da hoş karşılanmayan bir ilgi ve hareketlilik getirdi. Nisan ayının ilk 10-12 gününde füze takası ve İran’ın Şam Konsolosluğu’na saldırı nedeniyle İran ile İsrail doğrudan çatışmaya çok yaklaşınca çok endişelendiler. Biden yönetiminin çıkarı İran’ın sahip olduğundan daha fazla uranyum zenginleştirmemesi; İsrail ile gerilimin artmaması; Suriye ve Irak’taki Amerikan personeline yönelik saldırıları artırmaması… (Biden yönetimi) kriz yaratmak istemiyor. Avrupalılar ise farklı bir çizgide ilerliyor.  Ancak protestolara karşı aldıkları tutumdan sonra gerçek şu ki Avrupa birçok açıdan İran’la her türlü ekonomik ilişkiyi kesti. İran, aslında Avrupa’nın ABD’den aslında bağımsız bir dış politikası olmadığını anladığı gerçeğine dayanırsa sonuçta İran ve Orta Doğu’ya gelince karar verici ABD’dir ve İranlılar temelde Amerikalarla görüşmelerine odaklanıyor, Avrupalılarla değil. Başkan Reisi’nin ölümünden birkaç gün önce Umman’da, Beyaz Saray’daki Orta Doğu’nun en üst düzey yetkilisi Brett McGurk ile o dönemde İran Dışişleri Bakanlığı’ndan sorumlu olan ve (bugün Bakanlığa vekalet eden) Bakan Yardımcısı Ali Bagheri arasında bir toplantı vardı. Bölgede gerilimi azaltma konusunda, nükleer meselede, Gazze’de, İsrail’de, Irak ve Suriye konusunda anlaşmalar yapıldı. Ve ABD temelde Umman’da yapılan anlaşmaya uymak istiyor ve Avrupalılar Umman’daki anlaşmanın bir parçası değildi.

‘Suudiler artık İran’a karşı Arap-İsrail ittifakı ile ilgilenmiyor’

Biden Yönetimi, İran meselesini bir kenara bırakırsak, İsrail’i de denkleme dahil ederek, aynı zamanda Suudi Arabistan’la ilişkilerini güçlendirerek Ortadoğu’daki varlığını dengelemeye çalışıyor. Yani Suudi Arabistan ve İsrail’in dengelemesi ve İran’la olan krizden kaçınmaya çalışması gerekiyor. Bu politikayı nasıl yorumluyorsunuz?

İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler geçen yıl önemli ölçüde gelişti. Bu temelde Biden yönetiminin bölgede büyük bir krizin yaşanmaması çıkarına hizmet ediyor. Şimdi 7 Ekim’den önce İsrail ile Suudi Arabistan arasında normalleşmenin sağlanmasını umuyorlardı. Aynı zamanda bölgede barış için çok daha geniş bir alan yaratacaklardı. Buradaki sorun öncelikle İsrail’in Filistin meselesinde Suudi Arabistan’a hiçbir şey vermek istememesi. Ve 7 Ekim sonrası, Gazze savaşı sonrası, 50.000 Filistinli öldürüldükten sonra, Arap dünyasının ya da Türk halkının her gün Gazze ile ilgili gördüğü bunca fotoğraftan sonra, Suudi Arabistan’ın bunu yapması kolay değil. İsrail’den çok büyük bir şey almadan ilişkileri normalleştirecek; bu da ateşkes ve iki devletli çözüme giden çok inandırıcı bir yol anlamına geliyor. İsrail bunu vermek istemiyor. Yani bu konu sıkışmış durumda. Öte yandan İsrail, tüm Arap ülkeleriyle ilişkiler kurabildiğini söylemek için Filistinlilere hiçbir şey vermeden aslında sırf meşruiyet adına Suudi Arabistan’la normalleşmeyi istiyor. Bildiğiniz gibi Suudi Arabistan en önemli Müslüman ülkesi, Mekke ve Medine’yi bünyesinde barındırıyor. Ama aynı zamanda İran’a karşı gerçekten bir Arap-İsrail ittifakı yaratmak istiyor. Suudiler artık bu tür bir ittifakla ilgilenmiyor çünkü Çin’in de dahil olduğu İran’la ilişkilerini yönetmeye yönelik bir formül buldular. Ve ilişkiler istikrarlı. Bir İsrail-Arap NATO’su yaratıp, öfkeli İran’a karşı cephede yer alan bir devlet olmak istemiyorlar. Dolayısıyla İsrail ve Suudi Arabistan’ın bu anlaşmadaki stratejik hedefleri ABD açısından aynı değil. ABD açısından Biden Yönetimi’nin seçim öncesinde İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki bu barışı kendisinin yarattığını iddia edebilmesinin iç siyasi avantajı var. Ama aynı zamanda Amerika ve Suudi Arabistan meselesinin İran’dan çok Çin’le ilgisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu Suudi Arabistan ile ABD arasında çok yakın bir stratejik ortaklık. Bu aslında Çinlilerin Suudi Arabistan’da özellikle teknoloji ve diğer konularda pek çok yatırım yapmasına kapıyı kapatacaktır. Ve bu anlaşmada Amerika Birleşik Devletleri için farklı türde bir stratejik mantık var ve bu da Amerika-Çin rekabetinin Orta Doğu’ya daha önce olduğundan çok daha büyük bir şekilde ulaştığını gösteriyor.

‘Çin ve Rusya, Arapların konumunu açıkça destekliyor’ 

Evet, Çin liderliğinin İran’a önceden haber vermeden Suudi Arabistan’a yaptığı ziyareti dikkate alırsanız, bu çok beklenmedik bir şeydi. Hatta İsrail’in Gazze’ye ve tüm Orta Doğu ülkelerine ilk saldırdığı Gazze krizi sırasında bile Arap ülkeleri Çin’i bölgeye dahil etmek istedi. Ne düşünüyorsunuz? Araplar ilk aşamada Çin’in bir çözüm getirebileceğini umarak Çin’i kendi tarafına çekmek istediler. Ama şimdi görüyoruz ki İsrail saldırısının üzerinden neredeyse sekiz aydan fazla zaman geçti ama Çin’den de somut bir şey göremiyoruz.

Kimsenin Çinlilerin herhangi bir şeyi çözebileceğini beklediğini sanmıyorum. Bu sorunu çözmek için her iki tarafın da olması gerektiğini biliyorsunuz. Her iki tarafı da etkilemeniz gerekiyor. İsrail üzerinde ABD dışında nüfuzu olan hiçbir ülke yok. Ve bunun bile artık pek bir etkisi olmadığı görülüyor. Çinlilerin İsraillileri politikalarını değiştirmeye ikna edebileceği fikri hiçbir zaman gerçekçi olmadı. Çinliler, İran üzerinde etkili. Çinliler, Suudi Arabistan üzerinde etkili. Çin, iki ülke de gerçekten bir çözüm istediğinde aralarında dürüst bir arabulucu rolü oynayabilirdi. Çinlilerin her iki ülke üzerinde de nüfuzu var ve topu oynatabilirlerdi. Yani hayır, aslında öyle bir ülke olduğunu düşünmüyorum… Dünyadaki bütün ülkeleri bir araya getirirseniz 172 tanesinin de İsrail üzerinde etkisi olamaz. Etki sahibi olan tek ülke var. Ve bugünlerde aslında İsrail’in Amerika üzerinde nüfuzu, Amerika’nın İsrail üzerindeki nüfuzundan daha fazla gibi görünüyor. Yani aslında söz sahibi olabilecek bir dış güç yok ama önemli olan Çin’in Birleşmiş Milletler’deki Arap pozisyonunu diplomatik olarak desteklemesidir. Temel olarak İsrail’in daha fazla izole edilmesine yardımcı olan Arap pozisyonunu destekliyorlar. Böylece, Arap dünyası ve Müslüman dünyası, üç büyük güç olan Çin, Rusya ve ABD’den en az ikisini safına çekmeyi başardı: Çin ve Rusya, Arapların konumunu açıkça destekliyor.

‘ABD, Irak ya da Suriye’den çekilmeyecek, aksine varlıklarını genişletecek’

Pekala, ABD’nin Irak’tan beklenen ger, çekilmesinden bahsedelim. Irak’ta hâlâ binlerce ABD askeri var. Bu geri çekilmedeki gecikmeyi oyalanma olarak yorumlayabilir miyiz? Irak’ta aslında ABD’nin geri adım atmasını istemeyen bir grubun olduğu iddiasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Irak’ta kesinlikle ABD’nin geri adım atmasını istemeyen gruplar var; buna Kuzey’deki Kürtler de dahil, Irak hükümetindeki bazı unsurlar ve hatta Irak’taki merkezi hükümet de ABD’nin Irak’tan çekilmesini istemiyor. Ve ABD’nin artık Irak ya da Suriye’den çekileceğini düşünmüyorum. Aslında varlıklarının boyutunu artırmaya çalışacaklarını bekliyorum çünkü geçmişteki varlıklarının çoğu öncelikle IŞİD’le savaşmakla ilgiliydi ve daha sonra temelde her iki bölgede de İran’ın sahadaki konumunu kontrol altına almaya çalışmakla ilgiliydi, Irak’ta ve özellikle Suriye’de. Aslında Suriye’deki Amerikan varlığının artık IŞİD’le ilgili olmadığını düşünüyorum. Bence bu daha çok bir bahane.  İran’dan Lübnan’a, Suriye’den geçen bağlantıyı kırmak için var. İran’ın Irak üzerinden uçan tüm bu füzeleri fırlattığı ve Suriye’de de füze yetenekleri geliştirdiği göz önüne alındığında, ABD’nin bu bölgelerden çekilmesi ve Irak ve Suriye’nin kolaylıkla İran’ın, İsrail’e karşı operasyonları için üs haline gelmesine izin vermesi pek olası değil. İşte bu yüzden diyorum ki, aslında muhtemelen Suriye ve Irak’taki varlıklarını genişletmeye çalışacaklarını düşünüyorum. Amerikalılar, İran’ın insansız hava araçlarını ve füzelerini durduran tüm bu hava savunma sistemlerinin Suriye ve Irak’ta kalmasını isteyecek. Ve diğer mesele şu ki, Ukrayna savaşı artık Rusya’nın lehine ilerliyor. Benim beklentim Rusya’nın Suriye’ye geri dönmeye çalışmasıdır ve Ruslar Harkiv’e saldırıyor ve tansiyonda bir artış görülürken, Amerikalılar artık Ukrayna’ya verilen uçaksavar füzelerinin Rusya içinde Rusya’ya karşı kullanılmasına izin vermiyorlar. Ruslar Amerikalılar üzerinde baskı kurmanın bir yolu olarak Suriye’deki ayak izlerini genişletmeye çalışabilirler. Artık Suriye ve Irak’ın sadece terörle ilgili olmadığını düşünüyorum. Suriye ve Irak ise Rusya ve İran’ın daha büyük meseleleriyle ilgili. Ve ABD’nin yerinde kalmasının daha büyük bir stratejik gerekçesi var.

İran – İsrail misillemeleri…

İsrail’den bahsetmişken, İran’ın İsrail tarafına yaptığı hava saldırısına İsrail’den hala kayda değer bir yanıt gelmedi. Beklemede mi sizce?

Hayır, bence İsrail karşılık verdi. İran’ın merkezindeki İsfahan’da, İran’ın derinliklerinde bulunan nükleer tesislerin çok yakınında bulunan bir askeri üsse füze attılar. Muhtemelen Irak ve İran sınırındaki bir F-35 savaş uçağından fırlatılmıştı. ABD’nin İsrail’in daha fazlasını yapmayacağından emin olmak için çok uğraştığını düşünüyorum. Yani bir yanıt verdi.  Sanırım her iki ülke de hem İran hem de İsrail diğerine saldırma yeteneğini gösterdi, diğerine saldırmaya istekli olduğunu gösterdi. Ancak bu noktada aslında tam bir savaşın tırmanmasını istemediler.

Evet, bunu dikkate almadım çünkü bu büyük bir tepki olarak görülmüyor çünkü İsrail liderliği İran’dan intikamın nasıl alınacağı konusunda çok büyük laflar ediyordu.

Yani İranlılar da çok büyük laflar etti. Evet 300 füze fırlattılar ama İran’dan atmaya karar verdiler. Geleceklerini telgrafla bildirdiler. Aslında ABD’ye de bildirdiler, fırlatma başladığında dolaylı olarak da Mısır üzerinden İsrail’e anlattılar. Saldırının İsrail sınırlarına ulaşması altı saat sürdü ve bu da ABD ve İsrail’e onları vurmaya hazırlanmak için yeterli zaman verdi. Dolayısıyla İran’ın niyetinin mutlaka daha büyük bir savaş başlatacak bir şey yapmak olmadığını düşünüyorum; temelde İsrail’e şunu göstermekti: “Bakın, bunu artık kabul etmeyeceğiz, eğer yüzümüze yumruk atarsanız, şimdi biz de bunu yaparız”, “Sana karşılık vereceğim, bunu daha önce yaptın, insanlara suikast düzenledin, nükleer tesislere saldırdın, biz doğrudan saldırmadık.” İsrailliler de büyük bir saldırı başlatmadı ama yaptıkları saldırı önemliydi çünkü temelde daha az füzeyle ama İran’ın derinliklerinde, İran’ın ortasında ve nükleer tesislere çok yakın bir hedefi vurdular. Yani eğer onlar da mesaj verecek olsalardı, bu mesaj İran’ı çok etkili olabilecek yollarla vurma kapasitesine sahip oldukları mesajıydı ve de verildi. Yani bu durum açıkça iki ülke arasındaki hattı birbirine doğrudan saldırıya önemli ölçüde yaklaştırdı.

‘Kuzey Irak operasyonlarında asıl tehlike ABD ve Türkiye’nin karşı karşıya gelip gelmeyeceği’

Türkiye’nin “bu yaz Kuzey Irak’taki tüm terör unsurlarını temizleyeceğiz” dediği bir döneme girdik. Peki, ABD’nin hâlâ orada binlerce askerinin olduğu ve Ankara’nın hem Suriye’de hem de Kuzey Irak’ta terörist olarak gördüğü unsurları desteklediği göz önüne alındığında, Ankara’nın Kuzey Irak’taki terörle mücadele operasyonları nedeniyle ABD ile Türkiye arasında geçmişte olduğu gibi bir ayrılık yaşanacağını düşünüyor musunuz?

Mümkün. Bunu söylemek zor. Bu, Türklerin ne kadar derine ineceğine, ne kadar süreceğine, Kürt unsurlara karşı ne kadar saldırganlaşacaklarına bağlı. Ancak asıl tehlike Amerika’nın tepkisine bağlı olarak (ABD ve Türkiye’nin) birbirleriyle karşı karşıya gelip gelmeyecekleri.

‘Gazze savaşının seçimler üzerinde etkisi olduğu açık’

Biraz da ABD seçimlerinden bahsedelim. Birkaç ay sonra Kasım ayında seçime gideceksiniz. Ve Trump sus payı davasında suçlu bulundu. Bundan sonra ne olacak? Bu karar Trump’ın kampanyasını nasıl etkileyecek? Peki ABD başkanlık seçimlerinde Gazze katliamı da dahil olmak üzere ülkedeki son trendler sandıklara nasıl yansıyacak?

Tamamen yeni bir alandayız. Demek istediğim, ilk belirtiler Trump’ı destekleyenlerin Trump’ı desteklemeye devam ettiği ve Başkan Biden’ın bu karardan henüz bir destek alamadığı yönünde. Ancak zaman geçtikçe neler olacağını ve Trump yüzünden seçimle ilgili fikrini değiştiren bazı bağımsızların olup olmayacağını göreceğiz.  Sorun şu ki, Başkan Biden ekonomiyle, popülariteyle ve yaşla birlikte kendi sorunlarıyla yüz yüze. Ancak Gazze savaşı aynı zamanda Demokrat Parti içinde kendisinden ve Gazze politikalarından son derece memnun olmayan önemli bir seçmen kitlesini de kızdırıyor. Bunlar gençler, azınlıklar arasında yer alan ilerici insanlar. Sonunda ona mı oy verecekler yoksa hiç oy vermemeye mi karar verecekler bilinmiyor. Ancak Gazze savaşının seçimler üzerinde etkisi olduğu açıkça görülüyor.

‘Amerikalılar bu seçimlerden memnun değil’

Ancak adaylar hakkında konuşurken diğerinden daha iyi bir seçeneğiniz yok.

İşte sorun bu. Sorun da tam olarak bu. Bu yüzden bu kadar öngörülemez. Çok sevilmeyen iki adayınız var. Her ikisi de Amerika’da çok yaşlı. Amerika genelinde insanlar genel olarak bu seçimlerden memnun değiller. Ancak insanların iki kötü tercihe nasıl tepki vereceğini tahmin etmek kolay değil. Çünkü her ikisi için de çekirdek tabanın dışında çok büyük bir coşku yok. Yani insanların coşkuyla Trump’a ya da coşkuyla Biden’a oy verdiğini bildiğinizi söyleyemezsiniz. Sorun hangisinin daha az popüler olacağı ve daha fazla sayıda insanın birine veya diğerine oy vermek yerine hiç oy vermemeye karar verip vermeyeceğidir.

‘Türkiye ya Rusya, Çin ve İran’la çalışarak ya da onlara karşı çalışarak Orta Asya’daki nüfuzunu genişletebilir’

National Interest’te bir makale okudum. Orta Asya ve Güney Kafkasya’daki Türk coğrafyasında artan Türk etkisini analiz ediyordu. Yazar, Türkiye etkisini Sovyet dönemindeki “Rusya dünyası” anlamına gelen “Russkii mir”e benzetmişti. Yani anladığım kadarıyla ABD’nin gözü Türkiye’de ve Türk Dünyasında olup bitenlerde. Analizde Türk Devletleri Teşkilatı’nın büyük önem taşıdığı gerçeği de yer aldı. Özellikle de Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında önemli rol kazanan Orta Koridor nedeniyle… Ve koridor Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’nin bir parçası da olabilir.  Türkiye’nin bölgede kayda değer bir role sahip olduğu göz önüne alındığında, ABD dış politikasının Türkiye’ye eskisinden çok daha fazla önem verebileceğini düşünüyor musunuz?

ABD bunu pekâlâ isteyebilir.  Yani Türkiye’nin Türk dünyası ile ilişkileri hem kültürel, hem de giderek ekonomik anlamda artıyor ve bu anlamda Sovyetler Birliği’nden farklı. Ancak aynı zamanda Orta Asya ve Kafkaslar’da, çeşitli yaptırımlar altında ABD ile anlaşmazlığa düşen  Rusya, Çin ve İran’ın, herhangi bir yaptırıma karşı ABD’nin bölgedeki varlığına yönelik çıkarlarını görmemeleri sorunu giderek artıyor. Yani Türkiye ya Rusya, Çin ve İran’la çalışarak ya da onlara karşı çalışarak Orta Asya ve Kafkaslar’daki nüfuzunu genişletebilir. Ve bunlar çok farklı dinamikler çünkü ABD, Rusya, Çin ve İran’ın çıkarları birbirinden çok farklı. Yani bugün Türkiye hâlâ Rusya’nın en büyük ticaret ortaklarından biri. Ancak bu, ABD’nin etkisine yardımcı olmaya çalışan bir ABD ajanı değil. Temelde Avrupa’yı ve ABD’yi doğuyla, Rusya’yla bağlarını koruyarak tanımlıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Türk Dünyası’nda çok önemli bir yere sahip olacağını düşünüyorum. Ancak Rusya, Çin ve İran’la savaş halinde olmayıp Asya’nın batı kesiminde ortaya çıkan jeo-ekonomik gerçekliğin ayrılmaz bir parçası olursa etkisi en büyük olacaktır. Bu gerçeklik Doğu Asya’ya kadar da uzanıyor.

Peki bu yeni gerçeklik nedir?

Gerçeklik şudur: artık İran, Rusya ve Çin’in Avrasya’da bir kara kütlesi oluşturduğu gerçeği ortada. Hepsi ABD ile çatışıyor. Batı Asya’nın en önemli iki bölgesi büyük yaptırımlar altında. Çin de giderek daha büyük yaptırımlara maruz kalıyor. Ve temel olarak Orta Asya ve Kafkasya’ya Avrasya kara kütlesinin bir parçası olarak bakıyorlar.  Ve Amerika’nın bu işin ortasına parmağını sokmaya çalışmasını hoş karşılamıyorlar. Göreceğimiz şey bu gerçektir. Yani Türkiye’nin zaten Rusya ve İran ile çok sıkı ilişkileri var, ticari ilişkileri de var. Ve bunu Orta Asya’ya ve Kafkasya’ya kadar genişletebilir ancak Amerikan dış politikasının işe yarayacağına inanmıyorum.

Söyleşi

Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi

Yayınlanma

Son günlerde Çin’in en hareketli ve entelektüel anlamda zengin şehirlerinden Şanghay’dan yola çıkarak Hangzhou ve Pekin’i yeniden ziyaret etme şansı buldum. Bu şehirler, Çin’in en prestijli üniversitelerine ev sahipliği yapıyor ve akademik çevrelerin nabzını tutmak için ideal bir zemin sunuyor. Özellikle ABD’de Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesiyle birlikte ticaret savaşlarının gümrük vergileriyle yeniden alevlenmesi, uluslararası sistemde türbülansın artması ve Çin’in bu yeni dünya düzenindeki pozisyonu üzerine Çinli akademisyenlerle kapsamlı bir sohbet gerçekleştirdim. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? İsimlerini paylaşmamam kaydıyla görüşlerini açıkça dile getiren akademisyenler, hem Çin’in dış politikasına hem de küresel güç dengelerine dair çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Sorular bana ait, cevaplar ise bu akademisyenlerden geliyor.

Şanghay’dan Pekin’e: Çin’in Akademik Çevresi Konuşuyor: Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? 

Çin’in uluslararası sistemdeki rolü, son yıllarda hem Batı’da hem de Doğu’da sıkça tartışılıyor. Trump’ın gümrük vergileriyle yeniden tırmanan ticaret savaşları ve Ukrayna-Rusya, Filistin-İsrail gibi çatışmalarla sarsılan dünya düzeni, Çin’i bir kez daha küresel sahnede mercek altına alıyor. Şanghay, Hangzhou ve Pekin’deki önde gelen üniversitelerde görev yapan akademisyenlerle yaptığım görüşmelerde, Çin’in bu kaotik düzene nasıl baktığını ve kendini nasıl konumlandırdığını anlamaya çalıştım. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor?

Çin, beyaz kitabını yayımladı: ‘Tek taraflılık ve korumacılık ilişkilere zarar veriyor’

“Çin Çatışmalara Mesafeli, Ama Bu Stratejik Bir Tercih”

Çin’in dış politikasına dair ilk dikkat çeken nokta, sınırları dışındaki çatışmalara karşı sergilediği temkinli duruş. Akademisyenlere göre, Çin bu tavrını “diğer ülkelerin içişlerine karışmama” ve “üçüncü ülkeler arasındaki çatışmalara dahil olmama” ilkeleriyle gerekçelendiriyor. Ancak ben şu soruyu yönelttim: “Savaşların temel nedeni uluslararası sistemdeki güç boşluğu değil mi? Eğer ABD eskisi kadar güçlü olsaydı, Rusya-Ukrayna ya da Filistin-İsrail gibi çatışmalar bu kadar yaygın olur muydu? Tek kutuplu dünya düzeninin çok kutuplu bir sisteme evrilmesinde Çin’in payı yok mu? Eğer öyleyse, bu türbülansın bir anlamda sorumlusu olarak Çin’in kenarda durması ne kadar mantıklı?”

Bir akademisyen, bu soruya net bir yanıt verdi: “Evet, bu Çin’in faydasına. ABD eskisi kadar kuvvetli değil ve giderek zayıflıyor. Sürekli savaş halinde olan ABD, hem uluslararası kamuoyunda prestij kaybediyor hem de ekonomik olarak geriliyor. Bu durum ABD’nin aleyhine, Çin’in ise lehine işliyor.” Ancak bu noktada bir itirazda bulundum: “Ama Çin de sürekli mevzi kaybediyor gibi görünüyor. Rusya ve İran, Suriye’de yıllarca büyük bedeller ödedi, fakat Çin ekonomik olarak bile Suriye’nin yeniden inşasına destek olamadı. Eğer olsaydı, belki de Esad rejimi ayakta kalabilirdi. Rusya Ukrayna ile, İran ise İsrail ile çatışırken desteksiz kalan Esad devrildi. Dahası, Türkistan İslam Partisi gibi terör örgütleri Suriye’de güç kazandı ve belki de yakında bir devlet kurma yeteneğine erişecek. Bu grupların bir gün Çin’in Xinjiang bölgesini hedef almayacağının garantisi var mı?”

Akademisyenler, bu endişeye şu şekilde yanıt verdi: “Evet, söyledikleriniz kısmen doğru. Esad halk desteğini kaybetmişti ve bu desteği kaybeden bir lider er ya da geç yıkılır. Ancak Çin için asıl tehdit cihatçı gruplar değil, onların arkasındaki güçlerdir. Eğer bir gün Çin savaşmak zorunda kalırsa -ki bu gerçekten son çaredir- terör örgütleriyle değil, onları destekleyen güçlerle mücadele eder. Çin, Rusya’nın Ukrayna’daki yaklaşımını doğru bulmuyor ve farklı bir yol izliyor.”

“Rusya Hata Yaptı, Çin Vekalet Savaşı Taraftarı Değil”

Bu “farklı yol” ifadesi üzerine daha fazla detay istedim: “Ne demek istiyorsunuz?” Akademisyenin yanıtı oldukça çarpıcıydı: “Rusya, dünyanın en büyük topraklarına sahip bir ülke olarak Ukrayna’ya girerken, hedefinin Rus etnik temizliği yapan gruplar olduğunu savundu. Ancak ‘asla yapmam’ dediği şeyi yaptı ve egemen bir devletin topraklarını ilhak etti. Çin ise uluslararası toplum tarafından tanınan toprakları olan Tayvan’a bile askeri operasyon düzenlemiyor. Çünkü Tayvan’daki insanlar bizim insanlarımız; barışçıl bir bütünleşme istiyoruz ve bu er ya da geç gerçekleşecek. Eğer Tayvan yüzünden bir operasyon olursa, bu Çin ile ada arasında değil, Çin ile adanın (Tayvan) arkasındaki güç arasında olur. Çin vekalet savaşlarına girmez.”

Bu cevap, Çin’in çatışmalara yaklaşımında bir kırmızı çizgi olduğunu gösteriyor gibiydi. “Yani Çin, savaş kendi sınırlarına gelene kadar dünyadaki çatışmaları görmezden mi gelecek?” diye sordum. Akademisyen, bu yorumu düzeltti: “Hayır, elbette sesimizi yükselteceğiz. Emperyalizmin karşısında, ezilenlerin yanında olacağız. Ancak ABD’nin istediği gibi sıcak çatışmaya girmeyeceğiz. ABD’nin kurduğu tuzağa atlamak istemiyoruz. Şu an buna hazır değiliz, ama hazırlanıyoruz. Tarihe bakarsak, İngiltere iki dünya savaşını kazandı ama tüm gücünü kaybetti. ABD ise her iki savaşa da sonradan katıldı; taze ve enerjik bir güç olarak hem zaferi elde etti hem de yeni dünya düzeninin kurucusu oldu. Çin de bugün enerjisini ve gücünü topluyor. ABD ise İngiltere’nin yaptığını yapıyor: Sürekli savaşıyor ve yıpranıyor.”

Xi Jinping: Çin komşularıyla bağlarını güçlendirecek

“Doğru Zamanı Beklemek Çin’in Stratejisi”

Peki, bu “enerji toplama” stratejisinin bir sınırı yok mu? “Eğer tüm stratejik noktaları ABD’ye kaptırırsanız ne olacak?” diye sordum. Akademisyen, tarihsel bir perspektif sundu: “Çinliler olarak biz, Türkler gibi tarihsel referanslarla hareket etmeyi severiz. Uluslararası krizler sırasında iç meselelerimizi ve sınır sorunlarımızı çözmeye odaklanırız; bu, esas savaşa bir hazırlıktır. Mesela 1962’deki Küba Krizi’ni hatırlayın. Dünya ABD ve Sovyetler Birliği’ne odaklanmışken, biz Hindistan meselemizi bir ayda hallettik. Kimse fark etmedi bile. Tabii ki hiçbir Çinli, Hindistan’ın neden önce Çin’e savaş açtığını anlayamıyor. Benzer şekilde, 1979’da İran Devrimi, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İkinci Petrol Krizi ortasında, Çin-Vietnam Sınırında Savunma Karşı Saldırısını başlatmak zorunda kaldık, Vietnam’a girdik, hedeflerimize hızla ulaştık ve geri çekildik. Zamanlama Çin için önemlidir.”

Bu stratejiyi özetlemek gerekirse, düşmanlar savaşırken Çin güç topluyor ve zamanı geldiğinde kendini savunmaya hazır hale geliyor. Peki, bu “doğru zaman” ne zaman başlayacak? “Çin hangi noktada söylemden eyleme geçer?” diye sordum. Yanıt netti: “Muhtemelen İran. İran, Orta Asya ve Çin’in güvenliği için çok önemli. Biz bir egemen devlete müdahaleye karşıyız. Çin, İran’ın düşmesine izin veremez. Egemen bir devlete müdahaleye karşıyız. ABD Ukrayna’yı Rusya’ya karşı nasıl desteklediyse, biz de İran’ı sonuna kadar destekleriz. Eğer ABD ve İsrail böyle bir müdahaleye girişirse İran onları içinde yutan koca bir bataklık olacak.

“2030’a Kadar Çatışma ve İş Birliği Dönemi”

Akademisyenler, Çin’in ABD ile ilişkilerine dair uzun vadeli bir vizyon da sundu. “2030’a kadar Çin, ABD ile sıcak çatışmaya girmeden mücadele etme yöntemini benimseyecek” dediler. Bu dönemi “çatışma ve iş birliği dönemi” olarak tanımlıyorlar. Ama belki de önümüzdeki 10-20 yılla karşılaştırıldığında en yoğun ve tehlikeli dönem bu. Gerekçe ise Çin’in iç dinamikleri: “Batı eyaletlerimiz henüz yeterince gelişmedi. Çin, genel kalkınmasını tamamlayana kadar sıcak çatışma riskini göze almayacak. Askeri olarak da bir çatışmanın parçası olmak istemiyoruz ve buna hazır olduğumuzu düşünmüyoruz. Ancak 2030’dan sonra Çin ile ABD arasındaki makas Çin lehine açılacak. O tarihten sonra ABD’nin de böyle bir sıcak çatışmayı göze alamayacağına inanıyoruz. Eğer ABD böyle bir ‘deliliğe’ girişirse, Çin hazır olacak.

Trump’ın gümrük vergileri ticaret savaşını tetikliyor

“Trump’ın Vergilerine Karşı Çin Diz Çökmeyecek”

Konu Trump’ın gümrük vergilerine geldiğinde ise akademisyenler kararlı bir tavır sergiledi: “Sonuna kadar devam edeceğiz. 2018’de ABD’nin Çin’e uyguladığı gümrük vergilerine ilk etapta karşılık vermemiştik, ama bugün durum farklı. Bu ticaret savaşını biz başlatmadık ve ABD’ye de diz çökmeyeceğiz.”

Rusya-ABD Anlaşması ve Yeni İttifaklar

Rusya’nın ABD ile bir anlaşma yapma ihtimalini de sordum: “Çin ve Rusya arasındaki iş birliğinin sonsuz olduğu söyleniyordu, bu hala geçerli mi?” Bir akademisyen şu yanıtı verdi: “Ancak ilişkiler için bir alt sınır var. Çin, Rusya’yı asla düşman olarak görmedi. Ukrayna’ya müdahalesinin ardındaki güvenlik mantığını anlıyoruz, ancak biz her zaman bir egemen devletin toprak bütünlüğünü destekledik. Eğer Rusya ABD ile bir anlaşma yaparsa, bu onların tercihi. Resmi belgelere göre Çin’in müttefiki yok. Çin’in tek müttefiki, Kore Savaşı nedeniyle belki Kuzey Kore’dir.”

Son olarak, güncel gelişmelere değindim: “Rusya geçen ay Avrupa’yı dünya savaşlarının sorumlusu ilan etti, ABD’den bahsetmedi. Trump, Rusya ile anlaşabileceğini söylüyor. Öte yandan gümrük vergileri Çin ve Avrupa’yı yakınlaştırıyor gibi. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen geçen hafta Çin’e gelerek iş birliğini vurguladı. Önümüzdeki süreçte bir AB-Çin ittifakı, karşılığında da ABD-Rusya ittifakı görebilir miyiz?” Akademisyenler, bu senaryoyu dışlamadı: “Sonsuz dostluklar ve düşmanlıklar yoktur. Bu mümkün. Ayrıca Çin ve AB arasında kara ve demiryolu bağlantıları düşünüldüğünde, Orta Asya ve Türkiye’nin stratejik önemi artıyor. Türkiye, jeopolitik konumu ve Orta Asya ile ilişkileriyle Çin için önemli bir ortak haline gelebilir.”

Sonuç: Çin’in Stratejik Sabrı ve Gelecek Planları

“Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor” bağlamında Çinli akademisyenlerle yapılan bu söyleşi, Pekin’in uluslararası sistemdeki çalkantılara karşı sabırlı, stratejik ve uzun vadeli yaklaşımını ortaya koyuyor. Çatışmalardan kaçınarak ve gücünü artırarak Çin, gelişimini tamamlarken 2030’a, hatta 2049’a kadar doğrudan bir meydan okumadan kaçınmayı hedefliyor. Akademisyenler, 2030 sonrası Çin’in ABD karşısındaki avantajının artacağını ve olası bir çatışmaya hazırlanacağını öngörüyor. İran gibi kritik bir ülke ya da Tayvan gibi stratejik bir mesele, Çin’i daha erken harekete geçmeye zorlayabilir. Trump’ın ticaret savaşları karşısında Çin kararlı: geri adım atmayacak. Bu arada, Rusya-ABD ve Çin-AB gibi ortaya çıkan ortaklıklar, potansiyel olarak Türkiye’yi de içerecek şekilde, küresel bir yeniden yapılanmaya işaret ediyor. Zaman, Çin’in bu kaotik dünyada nihayetinde hangi rolü oynayacağını gösterecek.

2024 Çin için nasıl geçti?

Okumaya Devam Et

Söyleşi

Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Yayınlanma

Yazar

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”

Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.

Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.

Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?

Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.

Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.

Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.

Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.

Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.

Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.

Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.

Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.

Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.

Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.

Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.

Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.

Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.

Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.

Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?

Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.

Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.

Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.

Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.

Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?

Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.

Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.

Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.

Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.

 

Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?

Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.

Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.

ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.

Okumaya Devam Et

Rusya

‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’

Yayınlanma

Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”

Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.

Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.

Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.

Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.

İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.

Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.

Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.

Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.

Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.

Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?

Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.

Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?

Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.

Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.

Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.

Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?

Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English